30 Ekim 2021 Cumartesi

Bir Fıstığın Yan Koltuğundayım

27.10.2021


Telefon çalıyor.

Ekranda enn sevdiğim ad.

"N'aber?" diyor. Sesteki melodiye bayılıyorum.

"Kuşlar gelecek," diyor, "istihbarat sağlam."

Kanat çırpmaya başlıyorum. Gözümün önünden geçen yemekler dilime vuruyor.

Buluşma tarihi 28.10.2021. Buluşma saati 13:30. Buluşma noktası Rektörlük.

Mutabıkız.

İşi kapatıyorum. Üzerimi değişip hemen çıkıyorum. İstasyondayım. Şimdi trende. Bir genç adam yer veriyor. Diyorum "Sen öğrencisin ve yorgun, çok teşekkür ederim ama sen otur." Kalkıyor saçları uzun, umut vadeden yakışıklı çocuk.

Teşekkür ediyorum.

Samsunspor'da iniyorum. Store 55'den içeri süzülüyorum. Dünyanın en ağır forması çıktı. Kadına Şiddete Hayır!

XS lütfen, diyorum.

Geçen yılki Atatürk'lü Arma Atatürk'lü Forma'dan sonra bu da yakıştı şehre diye düşünüyorum.

Tren geldi.

Tadını çıkarıyorum.



28.10.2021


Son hazırlıklar. Hava kıyağını yaptı yine. Meteoroloji yağmur gösterse de alaylı meteorolog coğrafyada olmayacağından emin. Son teyitleşme için telefon. 13:30 Rektörlük okeylendi.

İstasyona yanaşıyor, Samkart'ımı okutuyor, trenin varış dakikasına bakınca çakılıyorum. 14 dakika, diyor. Yolda bir arıza mı var, yoksa kalan bir tren mi diye telaş ediyorum. O hâlâ 14 dakika var derken bir dakika geçmiyor ki tren gözüküyor. Mesafe yakın olsa da keyfini çıkarmak mutlak. Durağa yanaşırken kalkıyor, iniyor, iademi yüklüyor ve istasyonun karşısındaki otobüs durağının banklarına yürüyorum. 13:30'a 10 dakika var. Yine, ilk randevusundaki çocuk gibiyim.

Unuttuğum bir şey yok. Forma tamam, kahve burada. Limonçello yok, çünkü dolaptan çıkacağı için farklı bir torbada olmalıydı ancak sırt çantası, mont ve eldeki torba çerçevesinde sonraya bırakıldı kendisi.

İki emekli amca maaş çektikleri bankayı çekiştiriyorlar o ara. Keyifle dinliyorum. Bir yandan Kaz Tiridi hayali kursam da biliyorum ki biraz daha var.

Çekik gözlü mavi kuş göründü. Ben de ayaklandım.

Bir fıstığın yan koltuğundayım. Hava muhteşem.


İlk hedef yemek. İkimiz de kaz tiridi mevsimi olmadığını biliyoruz ama konuşmanın bir zararı yok. Varıyoruz ki mekân kapalı;  bu da hafta içi için normal. O halde, şimdilik geri dönüyoruz, istikamet dünyanın en lezzetli işlerini çıkaran baba-oğulun minik, sevimli ve salaş lokantası.

Selam sabah faslından sonra dış masaya konuşlanıyoruz.

"Bir kelle lütfen."

"Bana bir de az çorba lütfen."


Kelle servis tabağına ayıklanıp süslenirken içeride, benim az çorbam geliyor. Görüntüsü her zamanki gibi pırıl pırıl, efsane bir kelle-paça çorbası.

Alışkanlık işte, sirke sarımsak istiyorum. Bir kez daha içinde diyor servisi yapan oğul. Toparlanıp hazırlanıyorum. İlk kaşık ve kaç bininci tekrar: "Muhteşem!" Bir başka noktada bu lezzette ve bu kadar temiz kelle paça içilemeyeceğini, altını çizerek iddia ediyorum. Çünkü burası kadim bir köy, her ne kadar artık ilçe olsa da... Tıpkı başka yerde rastlanmayacak şu kekikler gibi doğal hayatta, muhteşem dağlarda yetişiyor hayvanlar. Biz bininci kere kekiği konuşurken, oğul bininci kere dağların altını çiziyor.

Götürürken kelleyi, burayı Vedat Milor'a söylesek mi diye konuşuyoruz ki lafı açan benim, en sevdiğim gurme buna itiraz edecek ve bu an bir kez daha benim çok hoşuma gidecek. İstimi aldık. Kolalarımızın son yudumları... Çaya gerek yok.


Yeniden deltadayız. Bu sefer diğer köşedeki farklı bakkaldan iki su ve elbette Bizbize markalı gofretlerden alıyorum. Ve deltada ilk kez sincap görüyoruz. Seyir halindeyken onun kadar hızlı olamayacağımız için de fotoğraf çekemiyoruz. Mavi kuş park yerine, biz de kimbilir kaç kilometre yürümek üzere, 3750 metre gidişi olan, gölün içindeki parkura.


Bir süre beklemeliyiz; anlayışlı ve kibar insan olmanın gereği olarak. Bir kare fotoğraf alsam iyi olur diye düşünüyorum. İçinde gelin olan bir fotoğraf olmalı blogda diyor içsesim. Sonuçta blog yazarı olarak işimiz tarihe not düşmek. Fakat bu ablanın gelin olduğu ki eli maşalılardan, kesin; ancak bunlar düğün mü yoksa nişan fotoğrafları mı onu pek anlayamadım. Bu arada karede olmayan bir yerde ama görüş alanımızda ve daha yakınımızda ya baldız ya görümce: siyah, diz üstü payetli elbisesi ile fotoğrafçının komutları eşliğinde ve tam bir star edasıyla; kâh yürüyerek kâh durarak efsane pozlar veriyor. İşte bunları kaçırmamalıydık. Görmeliydiniz!


Sonra yürümeye devam ediyoruz. Gölün üzerinden kuş sürüleri geçiyor. Bolca fotoğraf çekiyoruz ama kuşcular kadar sabırlı ve teknik donanım sahibi olmadığımız için özellikle blog ölçeğinde bir anlamı olmayacağından, fotoğrafları bu yazıda kullanmıyorum.

Mesela alt fotoğrafta havada bir balıkçıl var. Normal halde gayet net ve belirginken burada kendisini seçmek zor. Enn sevdiğim kadın dürbün arkasından çekmek için çok uğraştı ancak nafile.


1750 metre geride kaldı. Benim fikrim de bir kez daha geldi. Tepkiyi biliyorum ama çenemin de durası yok. Diyorum ki: "Şu Gençlik Parkı'ndaki gibi bir tren olsa ve bu patikanın sonundan asfalta çıkınca oradan devam etse, bir tane de karşıdan gelse, arada istasyonlar olsa istediğimiz yerde insek, yürüsek, sonra gelen birine istersek binsek." Tabii ki direk kırmızı kart. Bu arada ortalık mantar kaynıyor, bol miktarda da yılan deliği var. Bir tanesi hatta, boğa yılanı esprileri yaptırıyor. Nilüferler tek tük.
2750'yi de geçiyoruz. Asfalt hâlâ uzağımızda ve ona ulaştığımızda 2250 metre geri yürümemiz gerek. Hava kararıyor ve bu ritimle gidersek gün ışğı az sonra bizi terk edecek. O ara yol ortasından bir manda ki tam anlamıyla Meksika'da geçen kovboy filminde star olacak bir duruşla, bize bakıyor. İçim espri için, için için çağlıyor. Manda bile tırstı. Kurtulmak için suya atlıyor. Ve nasıl bir koşma. Dur yapmıyacağım, diyorum ama nafile. Enn sevdiğim kadın kaydediyor. O suları sıçrata sıçrata tam gaz gidiyor.


Dönüş yolundayız ve güneş bulut arkasında. Bir aralık var ve çok kısa süreliğine gösterecek kendisini ve sonra bulutun arkasında yok olacak. Yeni iki gelin ve fotoğrafçıları bizi bekliyorlar. Biz de güneşi. Sabırla ve aralıklarlarla çekiyoruz. Onlar şimdilik girişte oyalanıyor ve o noktada pozlar veriyorlar. İstediğimiz kareleri çok da beklemeden ve bekletmeden elde ediyoruz ki efsane fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor.

Hava karardı.

Gecenin ruhları dürtükleyen saatleri varlığını iyiden iyiye hissetiriyor.

Tam ana yola çıkıştaki asırlık ağaçların olduğu, kenarından dere akan kadim kahvede, o ağaçların altında bir tahta masada ve gecenin sesleri eşliğinde Türk Kahvesi içme arzum depreşiyor ki kendime şaşıyorum.


Çok tereddüt ediyorum ama bunu Enn Sevdiğim Kadın'a söylemiyorum. Çünkü işi çok, biliyorum. Akşam treninin keyfindeyim. Fırına uğrayıp bir ekmek alıyorum. Tam bizim ön binanın oraya geliyorum ki geleneksel bir durum: Dört araba sol şeritte bir birine girmiş ve birisi tost olmuş.

İnsanlar sağlam.

Tek tuş ve O...

"Geldim."

"Evdeyim"






28 Ekim 2021 Perşembe

Soğuktan Gelen Casus

Annemle babaannem çok sık kavga etseler de hiç küsmezlerdi. Bilirdim ki babaannem onu çok severdi. Çünkü mektuplarını hep ona yazdırırdı. Ve gelenleri de ona okuturdu. Taa ki ben okuma yazmayı öğrenene kadar. Bütün torunlarını severdi ama daha çok erkek torunlarını. Gözdesi bendim ve o da benim Babıda'mdı.

Annem özel bir kadındı. İlkokulu, üstelik de çoklu bir sınıfta, yoklukta, ülkenin unutulmuş bir coğrafyasındaki unutulmuş bir  köyde 3. sınıfa kadar okumuştu. Öğretmeninden ki bir erkek öğretmendi, sevgiyle söz ederdi.

Bir fotoğraf yoktu ama annem bizim aklımıza bir öğretmen fotoğrafı çizmişti. Belki de bu birikimle önce beni, ben beş yıl sonra mezun olunca da küçük erkek kardeşimi -aynı- güzel, unutulmaz bir kadın öğretmene, yine kızkardeşimi de başka ama yine çok güzel bir kadın öğretmene teslim ettmişti.

Annem casus filmlerini ve kitaplarını çok severdi. Eğer okuma olanakları geniş bir coğrafyada doğsa muhtemelen okur ve kesinlikle casus olurdu.

Mutluyum ki herbiri özel ve eve giren paranın az ama önemli bir değer olmadığı insanların arasında, kalabalık bir ailede yetiştim.

Anlaşmazlıklar, tartışmalar olsa da sevginin, kollamanın buram buram tüttüğü, farklı renklerin şahane bir armoni oluşturduğu bir ailede büyümenin bana kattıklarınaysa paha biçemem.


Kitabı okumaya başladığımda henüz bir kaç sayfa ilerlemişken telefona sarılıyor, tek tuşa basıyor, onun sesiyle kendimden geçiyor ve coşkuyla, keyiften erimiş okur heyecanıyla kitaba bayıldığımın altını ballandıra ballandıra Enn Sevdiğim Kadın'a çiziyorum. Öyle coşmuşum ki tereciye tere satıyorum. O sakin ve çok olgun. Sessizce dinliyor beni. Adını ilk kez duyduğum yazarı aslında bildiğimi incitmeden anlatıyor bana. "Köstebek," diyor.

Ben, bir an, daha çocukken ve topluca aldığım E Yayınları'nın 20 civarı kitabı içinden okuduğum biri olduğunu düşünürken... O, izlediğim ve yazdığım bir film olduğunu çağrıştırıyor.

Şaşkınım!

Önce kitaplığa koşuyorum.

Orada başka bir kitapla karıştırdığım gerçeği ile yüzleşiyorum ve bu yazıyı yazarken şeytan bir kez daha dürtüyor ve diğer kitaplarına bakmak üzere nete giriyorum.

Şu an yüzümde muhteşem bir utanç kırmızısı var.

O geçen yılki ölümüyle bana, anca kendini fark ettiren bir dehaymış meğerse.

Bense onun kitaplarından yapılmış bir sürü filmi, üstelik ağzından sular akarcasına izleyip de adını o güne kadar duymamış, kazımamış, bilmeyen bir ODUN'muşum.

"Çok özür dilerim Anne."

Çok özür dilerim, John Le Carré.



Saat 03:25

25 Ekim 2021 Pazartesi

Pandemide Sinema ve Boşboğaz Kişi

Hımmmm... lüfer yemeliyim, dedim ben ve sinema fikrime ekleyiverdim ki lüfer bolluğu var; ucuz balık kategorisinde bu yıl:) Saat 6;57 itibariyle halim böyle Sevgili Okul Arkadaşım; önümüzdeki saatler ne gösterecek bakalım?:)


Dedi yorumunda ve Pazar günü sabahı gerekli planları yapıp, düşündüklerine tek tek çentik atmak üzere yola koyuldu. Kahvaltı için canı "Su böreği lütfen," demişti. Kırmadı onu ve girdi Nişantaşı Pastanesi'nden içeri. Ve söyledi, saat 09:02 itibariyle:

"İki dilim peynirli ve bir dilim de kıymalı su böreği lütfen. Bir de çay!"

Oturdu bulvarı da gören her zamanki masaya. Daha önceleri söz ettiği ve sevdiği, hatta Pedersen Hoca ile sohbetine tanıklık edenlerinizin olduğu mekânın karşı şeridinde ve çaprazındaydı şimdi. Üzgündü bir yanıyla. Çünkü Feşmekan* adıyla nam, çapraz köşedeki hoş yerde artık bir outlet türemekteydi. O anılarda yerini alırken burayı keşfetmiş olmasına, her ne kadar onun yerini dolduramayacak olsa da sevindi ve afiyetle yedi böreklerini. Ayrıca bu ara ihmal ettiği ve normalde bitmesi gereken kitabına da göz attı

Tabii ki böreklerini soğutmadan.


Sonra istasyonun şehir yönüne gidecek bölümüne geçti. Rayların üzerine ağzında yiyecek olan bir karga kondu. Bineceği trenin fotoğrafını çekmek istiyordu ve dileği onun Çinli, olmadı İspanyol olmasını talep ediyordu. Ayrıca tren istasyona yanaşırken karganın tavrını da merak ediyordu ve bir kez daha neden iyi makine almadım yanıma diyen iç sesindeki sızıntıyı kulak arkası ediyordu.

İlk golü trenden yedi çünkü hiç dilemediğiydi. Ayrıca istediği zumu yapamadığı için de karga kadrajda görünemez olmuştu.

Bindi trene.

Şimdi istikamet AVM.


Atakum Belediyesi durağında indi. İlçe sınırları içinde bir AVM olmasından memnun. Aslında üzgün ama kaderin önünde durmak da; değil mümkün. Çünkü orası önünde kocaman bir koru olan plajdı. Buralar da köy. Enn amcası şehre geldiğinde bir gün o plaja gitmişlerdi ve o kendini Ülkü ile eşlemişti. Tıpkı ilkokul öğretmeni sayesinde izledikleri Florya plajındaki Atatürk'le yan yana Ülkü'yü gördüğü siyah beyaz filmdeki gibi!

AVM'nin açılmasına 10 dakika vardı, önüne vardığında. Bu zamanı fotoğraf çekerek değerlendirmek istedi. İlçemizin kültür merkezini mutlaka göstermeliyim diyerek onla başladı. Yanındaki park da mutlaka görülmeli diye düşündü ancak yanındaki makinenin yeteneklerinden kaynaklı olarak kafe kısmını ayırmak zorunda kaldı.

Şimdi kendi bulunduğu noktaya göre daha Doğu yönündeydi ilçenin. Oradan, eski yazılarında söz ettiği ilk iskeleyle birlikte diğerinin, yani kendi coğrafyasında olan ve sıklıkla söz ettiğinin birlikte fotoğraflarını çekti. Sonra da AVM'ye yönelip içeri süzüldü ve kaldı. Garip bir biçimde aşı kartı kabul görmüyordu ve illaki HES kodu olmalıydı. Bir önceki gün başka bir AVM'de de aynı sorun yaşanmıştı. Çok zarif güvenlik görevlisi, geçebilirsiniz dedi.


Filmin başlamasına bir saat vardı. Yavaş yavaş katları turladı, yürüyen merdivenlerin tatlarını çıkardı, balkonlarından kendi mıntıkasına doğru baktı, fotoğraf çekti. Film sonrası yapacaklarını gözünden geçirdi ki bunlardan ilki David People'da oturup bir Amerikano içmekti. Sonrasında sakin yeme içme alanından geçip sinemaya vardı. Bu kez aşı kartı istendi. "Abi buraya kadar geldiğime göre kontrolden geçtim demek ki," demedi ve bu titizliklerine saygı duydu. İçecek ve patlamış mısır ister miymiş? "Ahh bunun -bazı bünyeler için- nasıl itici bir durum olduğunu bir anlasalar," dedi ve istemedi tabii ki. Ancak sanki bedavaymış gibi söyleyişlerine bir kez daha hayran olurken, bazı utangaç bünyelerin reddedemeyip alıcı olabileceklerini de mümkün buldu. Salon ekranda açıldı ve tahmin ettiği üzere küçük olandı. Tabii ki "D-6 lütfen" dedi, saat 10:25 itibariyle..


Sonra D&R'a girdi, Pandemi de olsa en azından bir hatıra diyerek dolaştı. Bir kaç kitaba baktı, alacağından değildi ama o hissi yaşamalıydı. Koşucular'da kaldı ve onu bir kez daha eline aldı. İçine şöyle bir göz attı. Çıkarken gazetelerin içinde Oksijen'i gördü, eli gitti ama sonra çekti. Sırt çantasında yer yoktu ve sonra alırım bizim oralardan diye düşündü. Yeme içme katındaydı ve salonun yeni halini beğendi, deri döşemeli koltukları olan yuvarlak masalardan birine, zaman geçirmek için oturdu. Az önce pandemi hatırası olarak bir aynanın önündeyken kendi fotoğrafını çekmişti. Bu kez de biletinkini çekti. Ve usulca filmin oynayacağı sinemaya süzüldü. Dibe vardı ve oradaki hoş masanın hoş koltuğuna çöktü. Üzerindeki dergiyi aldı, kurcaladı. Ve salona geçip koltuğuna oturdu. Saat 10:55 olmuştu.


Yine salonu benim adıma biri kapatmış, dedi ve bundan mutlu oldu. Bir fotoğraf çekti. Aslında fikrinde jenerik akarken de filmin adını yakalayıp çekmek ve onu yazısında kullanmak vardı lakin sonucu beğenmedi ve afiş de koymam dedi.

Reklamlar geçti, mısır reklamı geçerken yine gaza gelmedi. O sırada aklına gelmedi ama ben gelmişken söyleyeyim: Eskiden filmlerin içine 20 karede bir izleyenin göremeyeceği ama bilinç altına işlenen cola reklam fotoğrafı koyarlarmış ve bu antrakta insanları ona doğru itelermiş. Sonra bu tür reklamı hileli olarak niteleyip yasaklamışlar.

Aslında bazı filmlerde bir şeyler atıştırmak keyiflidir diye düşündü ancak bazı filmler vardır ki insanı çekip alırlar ve onu da filme dahil bir karakter haline sokarlar; kalpler birlikte atar, birlikte gülünür, korku bacayı birlikte sarar.

İzleyicinin hissi, belki de bu filmi yaşarım sanki ben yönündeydi, bilemeyiz.



Film muhteşem.

Her karesiyle!

İzleyici aylar sonra çok mutlu. Öyle bir dinginlik, yavaş bir akış ve öyle ilmek ilmek örülen bir mevzu ki, kapıldı. Bir yandan tedirgin oluyor çünkü mutlu giden film mutlu bitsin istiyor. Oyunculuklara hayran. Yönetmen Lee Isaac Chung'a çoktan bayıldı. Ama çocuk oyuncular, özellikle erkek olan, "Abi sen daha ananın karnındayken mi eğitim aldın," dedirtiyor. Bu kadar mı iyi oynanır!

Anneanne zaten ödülü kapmış. Anne ve baba, sizi çok sevdi izleyici. Hem oyunculuğunuzu hem de duruşunuzu. "Olsun, bazen ilişkilerin zor anları vardır. Bitebilir de ama bu ikinizin de iyi insanlar olduğunuz gerçeğini, gelenekleri de göz önüne alınca değiştirmez," dedi ve çok sevdi duygularınızı ve inatlarınızı.

Ama abiye işinde yardım eden Amerikalı, ne tat kattı filme ve ne mutlu etti izleyeni.

Ya su arayan çatalın sahibi?

Bir var olup bir yok olsa da...

İlginç ve komikti .



Sonuçta film bitti ve izleyici, iyi ki geldim bu filme diyerek, ayakları yerden kesik, zevkten uçar vaziyette planda olmayan bir şey yapıp Özsüt'e girdi ve bir profiterol sipariş verdi.

Derdi aslında balkon manzarasıydı ama yediğine pişman oldu.

Aslında AVM'de bulunduğu süre içinde mağazalara da girdi. Mudo'da beğendiği şeyler oldu ama dedi ki "Şimdi alırsın üç gün sonra pat indirim."

Mavi'de internet sitelerinde görüp rengini beğendiği sweetshirt'ü aradı yoktu, sordu. Satıcı kadının "Bende kalmadı," lafına ayar oldu ve dedi ki "Ben gizli müşteri olsam, yanmıştın sen."



Bir su aldı Migros'tan, David People'da kahveden vazgeçti ve boşboğazlığının bedelini de bu zevkten mahrum kalarak ödedi.

Çıktı Yeşilyurt AVM'den, yürüdü ve trene bindi, Ömürevleri durağında da indi. Biraz yürüdükten sonra, saat 14.30 gibi balıkçıdan içeri girdi. Dışarıdaki hoş bir masaya oturdu. Hava nefisti. "Lüfer, lütfen," dedi, ama yoktu. Palamut da yoktu. Bir an hamsi geçse de aklından garson çocuğa sordu: "Sen ne önerirsin?"

"Mezgit," dedi,

"tava," diye ekledi.

Kabuldü, çünkü balık kafada yer etmişti.

Çok keyifli miydi?

Keyifliydi ama o kadar da değildi.

Çünkü şu boşboğaz seçimin ardına balık eklemek saçmalamanın daniskasıydı.

Olsundu, şahıs bazı şeyleri yokmuş gibi görebiliyordu. Söz dinlemiyorsa bedelini de ödemeliydi.

"Keşke bir şeye benzemeyen profiterolu yemeseydim, adam gibi kahve içseydim, onu içerken manzaranın keyfini çıkarsaydım, gazeteyi alıp okuyarak zaman geçirseydim ve sonra şu balığı, balık gibi tat alarak daha geç vakitte yeseydim," dedi.

Kesin bilgi!



*Feşmekan - Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası

23 Ekim 2021 Cumartesi

21 Ekim 2021 Perşembe

Deliye Her Gün Aşı

Birden benim başım kel mi, dedim. Oluyorsa hazırda dursun, dedim. Birden ama! Girdim siteye. Aşı randevusu al'ı tıkladım. Dedi ki "Tamam senin aşıların." "Bak," dedim kendime "erken davranmazsan sonuç bu!" Kapattım siteyi ve çıktım. İşime bakıyordum ki bir başka ben girdi devreye. Ele aldı olayı, yeniden giriş yaptı ve yurt dışı ile ilgili satırı kaçırmadı gözünden: Tıkladı, talebi iletti, sistem "Biz sana döneceğiz," dedi ve söz verdiği gibi de döndü. "Ananın ak sütü gibi hakkın, lütfen buyur," diye ekledi.

Tıkladım randevu al'ı ve bir "O...oooo!" çektim, çünkü "İsterseniz hemen buyrun," diyordu. Dedim yarın sabah olsun; hem dedim o bahane ile işi asarım. Dün sabah için saat 11'i uygun buldum.

Fırsatı bir keyif gününe çevirmek mutlak.

Sağlam giyindim, yağmurluğu aldım, bir de polar mont ve tabii ki minik fotoğraf makinesi, kitap ve okuma gözlüğü.

Vardım bulvardaki köşe masaya. "Bir su böreği lütfen," dedim ve bir de çay ekledim.

Sonra istasyonda tren bekledim. Geldi. Uzun bir düzlükten sonra tırmandık tepeye ve indim. Tahminimden erkendi ama, olsun. Oturdum parka, kitabımı açtım. 15 dakika kala randevuma, çıktım 6.kata. Şaşırtıcı derecede sakindi. Dedim, belki randevu sisteminden ama öyle de değildi. Bir formu yine doldurdum, ilgili ofise götürdüm, sorular sordular ve hemen 3 numaralı odaya yönlendirdiler. Oysa ben 6'yı seçmiştim. Çünkü küçükken bir gazete bana uğurlu rakamın 6 demişti! Ben de sadece basketbol takımındayken çift haneler havalı, yaşımda o olduğu için 16 giymiştim. Futbol takımında mesela, numaram hep 6'ydı.

Şu an daire numaramın 6 olduğu gibi!


Çaresizce girdim 3 numaralı aşı odasına, önceki aşıcım ne kadar tatlı bir genç kadındı oysa... Açtım kolumu. Canım yandı. Önceki üç aşıda, özellikle bundan öncekinde pamuğu bastırmamı söyleyen hemşireye neden diye sormuştum, çünkü hiç anlamamıştım. Sonra kendime gülmüş ve çok teşekkür edip, elinize sağlık demiştim.

Buyrun...

6'nın hikmeti işte!


15 dakika buralarda olmam konusunda uyarılınca salona geçtim. İşte o an aklıma geldi. Covid-19'u ölümsüzleştirmek. Bir yazı fikrim aklımın ucunda bile değildi. İkinci dozu olan genceyse hava attım: "Benim dördüncü," dedim. Asansör beklerken de nedenini açıkladım..


Sonra işi okulda aşısını olmuş çocuğa çevirdim. O günleri hatırladım. Daha çok da geceyi ve ertesi günkü kolumun kımıldamaz halini. Bindim trene ama ikinci durakta indim ve vurdum sahile. Uzun zaman sonra bizim mıntıkaya göre Batı yakasındaydım. Yeni binalar eklenmiş ve doğal olarak da yeni mekânlar. Beğendim.

Enn sevdiğim kadının övdüğü mekânın önünden de geçtim.

Ulaşınca sahile sola döndüm, az yürüdüm ve parktan itibaren başladım. En son inşaat hallerini bildiğim bir çok yer canlanmıştı. O ara montumun sırt çantamın askısında olmadığını hissetim ki marinayı geçmiştim. "Şimdi geldiğin yolu geri dönebilirsin, helâl parayla aldınsa da bulabilirsin," dedim, panikledim ve yolun kenarında uzanmış yatıyorken buldum onu.


Sonra aynı yönde yürümeye devam ettim. Ve mendirekten çıkmakta olan bir tekne dikkatimi çekti ama fotoğraf makinesi de benim şarjım son nefesinde, dedi. Açıp kapayarak ve yeniden açarak sonraki fotoğrafları çekmeyi başardım ama sonrasında pes etti.


Hoşuma gidiyor dolaşmak. Bir de henüz canlaşmamış hayatın sakinliği var. Akşamı düşünmüyorum. Halimden çok memnunum. Bu kez ara sokaklardan yemek kararımı verdiğim ve Enn Sevdiğim Kadın'ın önerdiği Bey Köfte'ye geliyorum. Çok beğeniyorum. Hoş düzenlenmiş. Rahat masaları ve rahat koltukları var. "Bir Bey Köfte, bir kola, lütfen" diyorum.


Önden atıştırmalık tabağı geliyor. Güzel buluyorum. Sonra da köfteler...

Sunum pek hoş.

Peki lezzet?

Atıştırmalıkları başarılı bulmuştum.

Fakat köfteler!

Annemi hatırlatıyor. Kıyması, babannem tarafından seçilen etten kasaba, başında durarak çektirilmiş köftelerini...

John Le Carré'dan özür diliyorum, çünkü dikkatimi sadece önümdekilere vermek istiyorum. Garnitürleri çok beğeniyorum. Ödememi yaparken de bunları ifade ediyorum.

Yeniden istasyon ve yeniden tren ki oraya giderken Enn Sevdiğim Kadın'ın hep sözünü ettiği ve desteklediği kitapçının önünden ilk kez geçiyorum.

İğne yerimde bir ağrı var.


Sürekli hissettiğim bir ağrı değil ama kolumun bazı hareketlerinde kendini hatırlatıyor.

O ara bizim istasyona varıyorum. Sahilden yürüyorum ve evdeyim.



Aşı odası 6 olmayınca işte!..

19 Ekim 2021 Salı

Bu Bir Şehire Yazılmış Mektuptur



Daha ne olsun vurgusu, söz konusu bu küçük ve şirin şehir olunca bir yeterlilik, bir doyum ifadesi olarak anlam bulamıyor. Onun bir arzusu var; tamam noktasına getirene kadar sizi, bırakmamak. Dönüşe başladığınız anda özlediğiniz, tez zamanda dönmek arzusu ile yeni planlar yaptığınız bir duyguyu yanınıza ekleyerek uğurluyor sizi. Çok misafirperver ve asla sizi boş bırakmıyor. Zorlayıcı, göze sokulası bir kibarlıkla değil, aksine görmüş geçirmiş bir edanın yumuşak, gerektiğinde müdahil ama çoğu zaman sizi kendi halinize bırakan ve uzaktan uzağa, size sezdirmeden ama sıkıştığınız anda yanınızda biten ve yolu gösterip çekilen bir olmuşluğu var. Şu an onun şefkatine sığınmış, utangaç bir edayla yazıyorum bu satırları. Hayatımızın en özel izler bırakan iki gününü orada yaşadık oysa. Eğer başladığım gibi sürdürebilseydim onu anlatmayı, çok eminim ki küçüklüğün aksi büyüklükte ve sayıda, kısacası  bir şehiri anlatmak konusunda rekor yazı dökerdim ortaya. İhmal ettim. Ama aradan onca zaman geçmesine rağmen sıcağını hissediyorum. Belki bilgisi eksik ama duygusu tazecik bir yazı olacak. Yazmazsam, benim ve ennn sevdiğim kadının, ona dair duygularına ve her saniyesinde zıp zıp zıplanan bir yaşanmışlığa ihanet olur. Bu biraz duygusal bir yazı, bir şehiri tanıtma yazısından öte bir mektup; yüzüne bakamadığım için ona hitaben değilmiş bir üslupla yazılmış ve görebileceği bir taşın altına, akıp giden zamana bırakılmış bir mektup.


Diye başlamışım ve orada kalmışım. Çok yoğun bir iş döneminde iki günlük bir nefes planıydı. Bir gece ve iki gün! Nasıl dolu dolu ve şaşırtıcı... Sanki yüz yıldır oradaymış gibi samimi, öte yandan da şimdiki zamandan geri dönülmüş gibi bir lezzetti. Oysa aşağı bırakacağım linkle gidilecek yazıda anlaşılacak ki yabancımız değildi. Şaşırtıcı bir duyguydu. İlk kez tanışıyormuş gibi. Sımsıcak ve sıfır kilometrede bir Aşk.


Ne lezzetlerine doyabildik. Ne zamana...

Ne müzelerine, ne sokak aralarında geri sardığımız kaç katmanlı zamanlarına...

Evlerine, camilerine, türbe ve ibadete koşan siyah çarşaflı kadınlarına, ne de ince işlemeli ahşap konak kapılarına...

Her sokakta bir başka zaman çıktı önümüze. Her müzeye çevrilmiş konağa ya da camiye girdiğimizde sanki bir zaman sıçramasıyla uçuverdik gülsuyu kokan günlere.

Terk edilmiş konakların önünde kaldık, alacakaranlıkta ve buzlar içinde vardık, balık gözü mercekle fotoğrafladık perili köşklerini.

Ürpertici ama dost öyküler yazdık, Cumhuriyet kokan binalarında.


Saat kulesine çıkarken çok güldük kendimize. Buz tutmuş merdivenlerden  sakınımlı adımlarla  korkuluklarına tutuna tutuna çıktık. Sonra bu manzaraya bu emek değer dedik, bir kaç saat önce onunla olduğumuz karşı tepedeki kaleye kuş uçurduk.

Dibindeki kafeye bayıldık; kahvelerimizin yanına manzara kattık.

İnişi arkasındaki yoldan yaptık ve şaşırdık; sanki bir başka mevsimdeyiz sandık.

Tıpış tıpış iniyorduk bahar gelmiş sokaktan ki; işte budurun önünde çakıldık. Muhteşem -perili- evle duvar yazısının arasında kaldık.


Evet şapka? Şapkalar!

Orası bir müze. Daha doğrusu müzeler cennetindeki bir müze. Şehir merkezinin uzağında ama yürümek çok keyifli. Vedat Tek. Bir mimar. Muhteşem bir kompleks. Vedat Tek Kültür Merkezi. Silah, Şapka, Dantel, Bebekler ve Oyuncak-lar.  Son derece güzel düzenlenmiş bir alan ve muhteşem bir bina ve alana dağıtılımış müzeler.

Hepsi özel!

Saatler yetmedi dersem anlayın. Ahh bir de buraya şehrin ortasından yürüyerek gelmenin keyfi; yol üstünde rastlanan, insana buralara kadar mı geliyormuş diye düşündürten, önce gemileri akla getiren sonra o oyukların ev olduğunu hissettiren kayalar. Her adımda bir sürpriz. Çağlar arasında yolculuk. Açık havada müze bir şehir.

Kentle bütün geçmişim sıfırlanmış ve sanki herşey sıfırdan bugün. Yeniden tanışıyoruz.

Şaşırtıcı?


Bütün o müzeler, sergi salonları; bu muhteşem, çoookkkk keyifli alanın içinde. Kimlerin şapkaları yok ki müzede. Göz nuru danteller bir ışık yakıyor. Kalbim çarpıyor. Annemin iğne oyaları geliyor aklıma. "Bu müze onları hakediyor," diyor içsesim. Coşuyorum. Fikrimi Enn Sevdiğim Kadın'a açıyorum ve eve döner dönmez ilk iş kardeşlerimle paylaşıyorum.

Sonra dediğimle kalıyorum.

Unutmuyorum.

Aramıza başka seyahatler ve sonra da pandemi giriyor.

Şöyle bir hayal kuruyorum ve sırf bu yüzden bugün dördüncü aşı randevumu alıyorum.

21 Ocak 2017'nin seneyi devriyesinde...

Bir kez daha...

Evet bir kez daha ve yine bir gezgin olarak, hiç görmediğimiz bir şehir tadıyla orada olmak

Ondan özür dilemek ona sarılmak, sokaklarında nefes almak ve geçmişinde kaybolmak.



Sonra günün içine dağıtmak lezzetlerini. Aynı konakta, aynı odada kalmak ve dede ile babannenin  sedirinin üzerinden bakmak gecenin ışıklarına...

İstiyorum...



On yazılık duygu yaratan ama iki yazıda kaldığım ve devamını sıcakken getirmeyişime üzüldüğüm, bize en çok fotoğraf çektiren şehire yaklaşık beş yıl önce yazılmış ve devamı getirilmemiş iki yazı tam da şurada.

17 Ekim 2021 Pazar

Dili Eşşek Arısı Soksun. Ya Da...

Erken kalktım.

Havanın rengi bugün evdesin diyordu.

Planlarım vardı ancak onlar da güneş varsa varız diyorlardı.

Salondaki kanepeye uzanmış, Habitat TV'yi açmış, bir yandan onu izliyor bir yandan da bacaklarıma spor yaptırıyordum.

Habitat'daki konu güzeldi. İş Bankası Kültür Yayınları üzerinden kurumun 60 yıllık yayın geçmişini anlatıyordu ki yazarlarla desteklenmişti. O ara ve bitmişken tam belgesel, gün bir kez daha kıyağını geçti: Yağmur izi eşliğinde sızıyordu salona güneş.

Koştum, makineyi kaptım. Poz üstüne poz çektim. Sonra sabah taslaklarda gördüğüm ve Bu Bir Şehire Mektuptur, başlığını taşıyan yazımla karşılaştım. Onu besleyip yayıma hazırlamayı düşündüm. Çok fotoğraf koymuştum ve altlarını dolduracak ilhamı bulamadım kendimde...

Fotoğrafların birkaçını kullanıp, başa da bir açıklama yazıp, iki de link ekleyip o halde yayımlamayı düşündüm sonra.

O niyetle geçtim çalışma odasına ve oturdum bilgisayarın başına. Gördüm ki, günün epeyi erken bir saatinde benim bile unuttuğum, hatta varlığına şaşırdığım bir yazım okunmuş. Ben de okudum. Hoşuma gitti. 12 yıl öncedendi.

Isındım birden; o günleri hatırlayan duygularımı okşadım. Sonra zamanı bugünüme doğru akıttım, yaşadıklarıma sevindim ve onun başlığını bu yazıya başlık yaparak yeniden paylaşmaya karar verdim.

Çünkü bu sabahın peşpeşe sunduklarını bir işaret olarak aldım.

Bana ait olmayan bir kalemden çıkmış, ilk kez okuduğum ve bilmediğim birinin yazısı gibi okumak için, yayım saatini 15:55 olarak ayarladım.

Bir kahve alıp okuyor olacağım.

Yorum bile yazarım belki?



Anlar vardır her şey tersine gider.

Kastedilmeyen anlamlarında çıkar sözcükler... Çünkü o an, uygun değildir bir diğeri için.

Kaçınılmaz bir şekilde konuşma ilerler...

Haklı olarak taraflardan biri, kendi halinden çoşkusunu paylaşmaktadır o anda; ve aldığı yanıtlar bekledikleri değildir.

Oysa söyleyen de onları, anlaşıldığı ya da anlaşılacağı anlamlarda söylememiştir.

O anki takıntıların dilinden dökülür sözcükler, o anının hissiyatındandır tonlamaları.

Bir çuval incir berbat olur.

Sonra düşünülür, düşünülür, düşünürsün... Üzülünür, üzülür.

Anlaşılır.

Hak verilir!

Üzülünmüştür.

Üzüntü sürekli büyür.

Keşkelerle birlikte şunlar denir her seferinde: ''O konuşma ya hiç olmasaydı, ya da bir şekilde erteleyebilseydim daha sakin bir zamana...'' Bu hep olur!

Konuşma anlarında elden gelen yapılır, an'dan çıkmak için.

Ama çıkılamaz!

Ok yaydan çıkar. Kepenkler iner. ''Anlamlı'' bir inat şekil bulur. Karşıya bir şekil koyulur. Beklenen yanıtlar liste olur. Bakış noktası kendindendir ve ötekinin keşkeleri görünmezdir.

Oysa beni benimle bırak bağrışları farkedilmez değildir.

Vurulamaz nedense dile bir kelepçe...

Koca bir 'an pişmanlığının' sevgisi ve şefkati heba olur.

Çekilen sızı ve farkediş görünmezdir.

Kemale erdikçe; daha dikkatli davranılsa da, daha özenli olunsa da, faydası yoktur?

İnsan çoğunlukla kendi beninden bakan bir görmezdir.

Anlamak için dinlemez!

Dinlemek için (yüreği) susmaz!



Bazen...

16 Ekim 2021 Cumartesi

Üzücü Bir The Day After*

 Öncesi


Hareketli gecenin sabahında normal saatimizde uyanıyoruz. Ranzalarımız yan yana. Her yerde beraberiz. Günlük bakımlarımızın ardından arabalarımıza geçip,  komutanlarımızı evlerinden alıp karargâh binasının önüne varıyoruz. Onlar binaya girdikten sonra  arabaları hemen karargâhın karşısındaki, sadece üstü kapalı ve makam araçlarına ait mini garaja park edip araç içinde sohbete başlıyoruz. Miss gibi çaylarımız da geldi. Olay mahallinde olmayan Cengiz ve Cemal'le akşamın geyiğini yapıyoruz.

O arada Yarbay'ın cipi giriş yapıyor ve binanın önünde duruyor.  Oysa nasıl olacaktıysa sabah bizden önce Komutan'la konuşacaktı! Bizim olduğumuz yere hiç bakmadan, hızla inip karargâhın kapısından giriyor. O girdikten sonra da şoförü cipi park edip bizim yanımıza geliyor. Akşamdan beri çok sinirli olduğundan söz ediyor. Muhtemel ki geceyi uykusuz geçiriyor. Aslında biz de üzgünüz. Gözü karayız eyvallah; kimseye, bedeli ne olursa olsun papuç bırakmıyoruz. Serde gençlik de var. Ama ne olursa olsun rütbeyi geçtik karşımızdaki yaşça bizden büyük, en azından saygıyı hak ediyor ve hiçbirimiz de saygısız çocuklar değiliz. Alttan alabilir miydik? Eğer bizden büyük olan bu kadar keskin ve emin bir ön yargı ile yaklaşmasa, kapıyı ufacık da olsa aralık bıraksa buralara varmayabilirdik. Subayların geneli bizi severdi, kimseye rütbesi ne olursa olsun saygısızlık etmezdik. Ama rütbesinin gücünü kullanacağını sananlara da asla papuç bırakmazdık. Elbette bu "pervasızlığı" -kısmen- bağlı olduğumuz insanların gücünden alıyorduk. Ama bu gücü bize dokunulmadığı sürece asla istismar etmiyorduk. Herkesle aramız iyiydi, gücünü üzerimizde test etmek isteyenler hariç.

Yarbayın dışarı nasıl çıkacağını aşağı yukarı biliyorduk. Hatta emindik. Çünkü bizi şikayet edeceği kişi belki de bu Tugay içinde bizi en iyi tanıyandı. Ve herkesten çok biz onlarla vakit geçiriyorduk. Şoförlerdik biz, en tepelerin makam şoförleri ve muhafızları! Bir sürü askeri ve stratejik konuşmaya, alınan karara tanık oluyorduk. Aslında ailelerinin birer ferdi gibiydik. Hepsini bizler taşıyorduk ve onlarla gerektiğinde sohbet ediyorduk. Bu da bizi diğer askerlerden farklı kılıyordu ama ne yazık ki bunu bazıları anlayamıyordu. Ve de keskin, hiyeyarşik ve düz asker mantığıyla bakınca normaldi bu. Bizler belki de oradaki subayların çoğundan daha özel, daha stratejik  bilgilere çok daha önceden, henüz onlara ulaşmadan tanıklık ediyorduk. Çünkü Komutan'la Kurmay Başkanı subaylar hakkındaki tüm meseleleri, kararları bazen arabada, bizim tanıklık anlarımızda konuşuyorlardı. Hakkımızda detaylı araştırmalar yapılmış ve seçilmiş adamlardık biz; üst kademelerde olmayan ve katı kuralları olan, rütbelerinin ve onun gücüne inanan disiplin aşığı bazı subayların anlayamadıkları belki de buydu. Bizden önceki şoförler, muhafızlar ve postalar gibi herkesle yalapşap bir ilişki içinde değildik ve mesafe koymayı çok iyi biliyorduk.

Bir süre sonra Yarbay'ın çıkacağı haberini getirdi bizim Posta. Şoförü koştu arabayı yanaştırdı kapı önüne. Bindi ve gitti. Giderken artık Orduevi'nden sorumlu değildi. Kendi mi istedi yoksa Komutan mı aldı sır. Merak da etmedik. Sadece üzüldük. Hem de çok! Kötü biri değildi ve disiplinli bir asker gibi davrandı aslında! Sıradan olmayan kaliteli bir adamdı ve farkındaydık. Bir özürü fazlasıyla hak ediyordu. Ne yazık ki artık hasım olduğumuz R.'nin bizle hesaplaşmasının tuzağına düştü ve bizim nasıl çocuklar olduğumuz konusunda hiçbir fikri yoktu. Bizim gibi tanıyamadığı ve anladığımız bir kurgunun gereği olarak telefon görüşmesi yaptığı, ardından cipini göndererek kaldığı otelden aldırdığı R.nin sanki olayın dışındaymış, bir dahli yokmuş gibi kurguladığı bizi harcatma oyununda yenik düştü. Tanımadığı bizi de genel disiplinin içindeki askerler gibi değerlendirdi. Oysa bizim ne çalışma saatlerimiz belliydi ne de günlük rutin askeri ritüeller içindeydik. Görev tanımımızı diğer sivil kişi makam şöförlerinden farklı kılan şey sadece üniformalarımız ve yattığımız koğuşlardı. Biz bizden önceki ekipten tümüyle farklı karakterlere sahip cin gibi, belli bir kültüre erişmiş, gözünü budaktan esirgemeyen ve bir o kadar da efendi çocuklardık. Bir benzer grubun askerlik tarihinde ve böylesi bir dönemde bir araya gelmemiş ve biz kadar organize olamamış olduğunu bile iddia edebilirim. Ve bizim komutanlarımız aradan yıllar yıllar dahi geçince, bizi unutmadılar. Yakınlarımızda bulundukları her zaman haber yolladılar ve bizi görmek istediler. Çünkü bu ülkenin nispeten yakın tarihli en özel döneminde silah arkadaşı olmanın yanı sıra sırdaştık da biz. Pratik zekâlarımız, iş bitiriciliğimiz ve ele avuca gelmez gençliğimizle sempati yaratan çocuklardık da aynı zamanda.

Günün sonunda mesai bitip de binbaşımla ev dönüş yolundayken öğrendim ki yeni Orduevi Müdürü benim patronum. Bir koltuk da iki karpuz taşıyacak-tık artık. O çok güzel bir adamdı ve Jean Paul Belmondo, Louis de Funés kupajıydı sanki.




*The Day After (Ertesi Gün) tüm zamanların spor dışı en çok izlenen televizyon filminin adıdır. Ve Vikipedi bilgisine göre 2009 yılına kadar hep zirvede kalmıştır.

14 Ekim 2021 Perşembe

Ya Operasyon Çekme Ya Da Çek Git

1.bölümü

Öncesi


Mesainin tamamlandığı bir akşam. Apo'yla sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Sivilleri çekmeye gerek duymuyoruz çünkü  film sonrası yapacak başka bir şey yok. Ana caddeye indiğimizde ve yoldayken Süleyman'la kaşılaşıyoruz. Aynı bölüğün askerleriyiz ancak Süleyman dış görev olarak Merkez Komutanlığı'nda. İnzibat çavuşu kendisi ve nöbet akşamında: Diğer askerleri nöbet saatleri geldiğinde şehire dağıtacak nöbeti bitenleri de toplayacak, daha sonra da isterse nöbet noktalarını denetleyecek. Az önce gerekli yerleştirmeleri yapmış. Ayaküstü sohbette sinemaya gideceğimizi söylüyoruz. Nöbetçileri iki saatte bir değiştiriyor. Vakti var. O da sinemaya gelmeye karar veriyor.

Saat 20 civarı. Bedava girebiliriz ama bilet alıyoruz. İzliyoruz filmi; Jaws'lardan biri olabilir. Sonra çıkıyoruz. Onunla Orduevi'nin yokuşuna kadar yürüyor, yokuş başındaki taksi durağında şoförlerle çay içip sohbet ediyoruz.

Varınca Orduevi'ne doğrudan bizim sohbet ve içme mekânımız olan elektronik odasına çıkıyoruz. Burası aslında eskiden bir film makinesinin kurulu olduğu ve büyük salondaki perdede film seanslarının düzenlendiği ve sonradan bu işlevini terk eden, elektronik cihazların tamir edildiği ve aynı zamanda bizim takıldığımız bir alan. Küçük bir oda. Dış duvarda demir ayakların duvara sabitlendiği bir merdiveni var. Düz duvarı tırmanarak çıkıyoruz oraya. Bir yolgeçen hanı değil ve biz dışında kimse giremiyor. Elektronikçi de Selçuk. Bizim ekipten.

İçeri girdiğimizde görüyoruz ki bir köle var. Zafer. Bir cin o. Uyanık. Gönül telini titretenlerden. Anlıyoruz ki bir şarap açmış. Şişe ortada yok, muhtemelen bizim ayak seslerimiz saklatmış. Limonata bardağı ile götürmüş ki bardak tezgâhın üzerinde.

İçmeye niyetimiz yok ama şeytan her an dürtebilir. Gecenin bir vakti. Kuşlar bile uykuda.

O ara bir cip sesi duyuyoruz. Bu çok normal olmasa da anormal gelmiyor. Biraz sonra dış merdivenin altından konuşmalar, sonra da demire tırmanan ayak sesleri geliyor ve kapı çalınıyor. Açıyoruz, bizden birileri olduğunu düşünüyoruz ki büyük sürpriz!

Karşımızda Yarbay. Orduevi'nden sorumlu ve aslında Merkez Komutanı.

Anlıyoruz ki bu bir baskın.

Bize özel.

Topluca orada olacağımız düşünülmüş ve defterimizin suçüstü dürüleceği hesaplanmış. Süleyman onun adamı, şaşırıyor görünce ve soruyor. Süleyman nöbetçileri kontrole geldiğini söylüyor ki makul, lojmanlar ve çevresindeki nöbetleri inzibatlar tutuyor.

Baskınsa mükemmel. Aklımızın ucundan bile geçmeyecek bir başarı. Büyük bir organizasyon ve Orduevi'ndeki üst devre askerler dahil tüm düşmanlarımız elele vermiş, kesin. Anlık bir karar asla değil. Had bildirmeye yönelik özel operasyon!

Tezgâhın üzerindeki bardağı görüyor. Dibinde kalmış bir kırmızılık var. Yarbay sert ama Apo dik ve daha sert. Ayar oldu farkındayım. Zafer pozisyonu itibariyle en zayıf halka. O garson ve Orduevi'nin, dolayısı ile Yarbay'ın askeri. Biz rahatız. Hem içmedik hem de bağlı olduğumuz insanlar belli. Süleyman gerekçesi ile bizden ayrıştı ve dışarı çıktı.

Zafer zaten ilgi alanında değil Yarbay'ın, farkındayız. Av biziz; topluca ve bir alemde yakalanmamış olsak da ekibin iki sivri adamı elinde. Sessiz bir sürtüşme anındayız. Apo iyice gerildi ve burnundan soluyor. Yaka düğmesi açık. Uyarıldı.

Gerilim gittikçe artıyor. Öyle artıyor ki Yarbay, "Onbaşı... onbaşı, senin karşında Türk Ordusu'nun yarbayı var," demek zorunda hissediyor. O bize göre zayıf çünkü öfkesi dilinden taşıyor. Kontrolsüz... Apo sözün altında kalmıyor ve alttan almaya hiç niyeti yok. "Sizin de karşınızda Türk Ordusu'nun onbaşısı var," diyor.

Yarbay cevapsız ve hiç alışkın olmadığı bir direniş; dik, ölçülü ve serinkanlı bir karşı koyuşla yüzyüze.

Anlaşıldı ki odasına geçecek, ve bizi oraya istiyor.

İniyoruz. Aziz'e haber uçurulmuş, sonradan anlayacağımız üzere... Konuttaymış. Cemal'le Cengiz, uykuda ve koğuşta. Komutan evde. Yarbay elinde kesin kanıtlar olan güç kasılmasıyla masasına yerleşti.

Bana dönüyor, "Sen arabanla kaçıp kaçıp git," diyor. Daha fazla detay bildiğini ve sağlam satıldığımızı anlamamıza sebep oluyor her cümlesinde. "Arabanı nereye park ettiğini bilmiyorum sanma," diyor. Ben her şeyi biliyorum kül yutmam havasında. Düşmanlarımız biraraya gelip ekip olmuşlar ve bizi fena okumuşlar. Net. Ancak bunu çok aptalca yapmışlar ki şu an kimler olduğunu tek tek, isim isim anlamış durumdayız.

Diyorum ki "Benim saklamak derdim olsa zaten siz göremezdiniz ve araba olayını asla bilemezdiniz. Üstelik ben onu Tugay'ın içindeki otoparka bile bıraktım ve Kurmay Başkanı, araba hakkında benimle konuştu, hatta satar mısın diye takıldı; Komutanın da bundan haberdar olmaması sizce mümkün mü?"

Bu olayın sonrasında da meydan okurcasına, arabayı doğrudan orduevindeki subay lojmanlarının otoparkına bırakmaya başlıyorum.

Olay görünüşte kapsamlı bir operasyon ama arkasında asıl kimin olduğunu ve kimlerle işbirliği yapıldığını kolayca anlayabilmemiz şaşırtıcı değil. O kadar rahatız ki sorguyu çoktan eğlenceye çevirdik. Rahatlığımız ve verdiğimiz yanıtlar ve emin duruşumuz iyice geriyor onu. Biz tam anlamıyla öleceksek ölelim halindeyiz. O ise bükülmeyen tavrımız karşısında öfkeli ve kontrolünü kaybetmiş durumda. İçtiğimizin altını kalın kalın çiziyor sürekli ki içmedik. Bu konuda çok rahatız. Sesleniyor ve bardağı getirmelerini istiyor. Aziz'e haber uçmuş.

Bardak geliyor. Dibi kırmızı. Kokluyor. "Vişne... vişne suyu bu, bardak değiştirilmiş," diyor.  Bingo! Arkamızı her zaman toplayan adam, son silici Aziz, işi halletmiş. Küplere biniyor Yarbay ama yapabileceği hiçbir şey yok.

Şimdi daha hiddetli... ama çaresizlik içinde olduğu seziliyor. Tugaydaki askeri hastaneyi bağlatıyor. Nöbetçi doktorla konuşuyor. "Siz gelip alamazsanız ben bir ciple gönderirim," diyor. Alkol testi yaptıracak. Canımıza minnet, çünkü temiziz. Gerçekten içen olayın içine hiç dahil edilmedi çünkü satılan biziz ve stratejik akıl yerine öfkeye kapılan, baştan beri biz odaklı bir intikamın peşindeydi. Zafer bir hedef değildi.

Tam hatırlayamıyorum ama sanki hastaneyi aramadan önce bizi düz bir çizgide yürütüyor da... Evet evet... onu da yaptı. Sallanmadık. İçsek de sallanmazdık zaten.

Sonra hırsın kontrolsüzlüğündeki bir mantıkla "Şimdi sabah siz ilk iş olarak komutana Yarbay Orduevi'ne kadın getiriyor, dersiniz"  dedi ve ekledi "ama sabah sizden önce karargâhta ve odasında olacağım."

Çok korktuk!

Telefonu tekrar bağlatıyor hastaneye ve gerekirse ararım diyerek alkol testinden vazgeçiyor. Belki de gerçekten içmediğimizi anlıyor. R.'ye gerekli talimatları veriyor ve gidiyor.

Aziz saklandığı yerdeki şarapla geliyor.

Yüksek bar taburelerine oturmuyoruz. Takvimden bir yaprak kopuyor.

Limonata bardağında şarap köle işi.

O halde dolsun kadehler!

Çalsın savaş davulları.

Çınnn...

Ve çınnnnnnnnnnn.
..



Devam yazısı: Üzücü Bir The Day After.

12 Ekim 2021 Salı

Hayatım Bir Odaya Sıkışmış Gibi

Dün hep telefonla hallettiğim bir iş için kısa bir yolculuk yaptım. Detaylandırsam konunun ne olduğunu gülmekten ölürüm. Okuyanlar da ölür.

Gülmekten!




Aslında fazlasıyla hareketli hayatım, iş dışı keyiflerin peşini bıraktığım yok ki hep yazarım. Ama bir an fark ettim ki sanki her şey bir odaya sıkışmış ve onun içinde başlayıp bitiyor. Garip bir duygu, tüm bu aktif hayatın içinde sanki kocaman da bir boşluk var. Bazen bir rüyanın içinden hiç çıkamadığımı düşünüyorum. Tek başına bir hayatım var ve ben bu tek başına hayatın içinde bana biçilen rol çerçevesinde diğer rollerin her biriyle de temaslıyım. Bir robotik durumun içindeyim ve robotlar alemindeyim. Sanki? Hatta bunu daha ileri de taşıyabilirim. Taşımalıyım da... Gerçek bir hayat değil bu; senaryosu yazılıp elime verilmiş ama benim bilmeden oynadığım bir filmin içindeyim ve verilen rolü iyi ya da kötü oynadığımın da farkında değilim.

Ve bu rolü öyle bir gerçeklik algısı ile oynuyorum ki aslında, durumu bir yanımla bilsem de bilmezden gelip, kendimi kandırıyorum.

Normal benken ve dünya da normalkenki zamanlarda yaptığım çok şey bu yeni halin içinde de var. Ama sanki bunlar hibrit. Ben ne kadar gerçekmiş hissiyle yaşasam da önceki gün birden dank edince fark ettim ve dedim ki kendime:

"Yanılıyorsun."

"Bir düşün ya da beni dinle."


Sonra sordum:

"Bir boşluk duygun, gerçeklik dönemine göre bir sunilik hissin yok mu yaşadıklarında?"

Sonra yanıtlıyorum:

"Bir his aldım, bir an kendimi sanal karakter sandım bugün ama; sanırım bildiğimi de görmezden gelmek niyetim."

Diyorum!

Mesela bu hafta sonu, düşündüğüm her şeyi yaptım.

Bu ara  başka bir ben var içimde, tanımaya çalışıyorum. Bir kararda tereddüt ettiğinde, çoğu zaman vazgeçen benim tersime bu robotik şahıs bu ikilemlerin eylem yönünde baskın, ve ben vazgeçme tarafında olsam da hep, onun bu isyan tavrına uymak zorunda kalıyorum.


Kitabımla çıktım. Pastaneme gittim mesai sonrası, okudum, bir ıslak kek ve bir Triliçe yiyip şekersiz iki bardak çay içtim. Güzel yıldızların altından geçtim, sessiz sokaklarda yürüdüm. İskeleye uzadım ve eve döndüm. Ertesi öğlen sevdiğim bir lokantada hem lafladım hem keyfini çıkardım öğlenin ve yemeğimin.

Bir sonraki gün ki cumartesi, mesai yok. Sabah rutinleri sonrası uzandım, biraz kitap okudum. Çok keyifle ekmek kızarttım ve sanat eseri bir kahvaltı tabağı hazırladım. Uygun bir saatte evden çıktım, sahilde takıldım. Sonra yürüdüm ve bir önceki yazımdaki anları yaşadım, hoş kahve dükkânında. Fotoğraflarını çektim huzur veren denizin. Kumsalında yürüdüm tatlı bir rüzgârın.

Ertesi gün. Yani Pazar. Erkenden ve keyifle dünümün yazısını yazdım, bitirdim, kontrollerini yaptım. Sonra da akşam yayımlansın diye saatini ayarladım. Sonra da sırt çantama yeni bir kitap, gözlük, küçük fotoğraf makinesi, yağmurluk atarak ve sallana sallana Rock City'ye vardım. Ancak bu kez tedbirliydim ve saat 15'de başlayacak mutfak için daha 15 dakika vardı ve ben bir bankta oturup kitabımı açtım.

Önümde muhteşem bir deniz varken ve ağaçlar altındayken, beş bank ötemde de bir Abi Türk Sanat Müziği'nin hakkını, tıpkı çocukluk günlerimdeki tadıyla veriyordu. O beni mutlu ettiğine göre hakkını ödemek de boynumun borcuydu ki ona uğramadan geçmedim. Günün bu en -gerçek- insan halinin keyfi bir süre normalleştirse de beni. Allahtan uzun da sürmedi!

Süzüldüm Rock City'den içeri. Bir kişi vardı verandada. Bu kez köşe masaya oturdum. Yüzüm denizde. "Bir Tuborg filtresiz, lütfen," dedim. Bir de Orhan Baba istedim; muska böreğini çıkarttırmadım ve patates de koyun ama abartmayın ve fiyata ekleyin, dedim. Azıcık demiştim ama...

Keyifle mi yedim bilmiyorum. Ama geçen haftaki tadı almadığımı biliyorum.

Kitaba biraz göz attım.

Göz hizama gelip yüksek masanın yüksek taburesine oturan sarışına daha çok göz attım. Muhtemel ki aynı ruh halindeydik. Hiç âdetim olmamasına rağmen onu da fotoğraf karesine yine de flu aldım. Biraz hareketlerini izledim. Üşüyünce üzerine bir ince pardesü aldı ama giymedi. Omuzlarını açıkta bırakan, göbek üstü, bedeni saran siyah bir bluz ve aynı kumaştan bir pantolon giymişti. Sigarasını üst üste yaktı. İşte o zaman onun bizden olmadığını anladım ve gerçek duyguları olan gerçek bir insan diye sevindim. Birasının yanına patates istemişti ve birasını şişeden yudumluyordu ki o zaman daha da rahatladım. O da bizdendi. Arada bir telefonu ile ilgileniyor, çakmağı bir alıp bir bırakıyordu.

Sonra geçen haftanın aksine açık kısım dolmaya başladı ve doldu. Hep erkek ama. Sonra ablanın yanına bir abla daha geldi; o araçlıydı ve yanında bir de köpek vardı ve gerçek insandı çünkü araç kullanacağı için alkol almayıp, kahve içti. Onların iki arka masasına da bir çift geldi. Daha diğer masalarda kimse yokken bu iki kadının arka masasına konuşlanan kişiyi de adamdan saymadığım için onu kalabalığa ilave etmiyorum.

Bugün önümdeki alanın kalabalık olması bir fırsat oldu ben için ve onlara tek tek baktım. Dedim oğlum rahat ol. Biz artık makineyiz. Ruh şekillerimiz aynı. Mutluyu oynuyoruz.

O sıra biriyle konuşmak için yanıp tutuştuğumu görmezden geldim. Ve bu sorunu hallettim. Kendimle konuştum! Görüş alanı geniş bir ortamdayım ama sanki sınırlarım masamın ötesine geçmiyordu ve o yüzden de insanlara ulaşamıyordum. Dolayısıyla onlar da; ne aynı masayı paylaştıkları insana ne de bana ulaşamıyorlardı. Kendi başına bir müzik çalıyordu ki... O da ne?

Bir insan karışmış aramıza. Dışarıya müzik isteyebilen bir insan! Garson hemen bir hoparlör konuşlandırdı bahçeye.

Sonra ödememi yapıp ki ikinci birayı istemeden yürümeye başladım. Çok kalabalıktı ortalık. Herkes dışarıdaydı sanki! Ama sırtlarındaki odalarını yere koymuşlar da onun sınırlarını aşamıyorlarmış gibi bir curcuna.

Eve hemen dönmedim, doğu yönünde devam ettim. Fark ettim ki bir şey değişmedi. Kendimi eğlendirdim sandım ama sanırım öyle de değildi.

Dün işte, başta bahsettiğim "seyahati", bu yüzden yaptım. Yalnızlığa ortak aradım ama vardığım herkes yalnızdı. Lafladık, güldük ama bu da bir rüyaydı.

Oysa daha trene binmeden köşebaşı, bulvara bakan ve sevdiğim tarzda bir kafede, güzel bir masada enfes bir su böreği yiyip, çay içerek başlamıştım güne. Hatta neden daha önce buraya hiç girmedim demiş, bundan sonraları için listeme eklemiştim ki birazdan bu yazıyı bitirip, yayım saatini akşama ayarladıktan sonra oradayım.

Dönüş trenimde karşıma oturan çok tatlı bir öğrenci genç kızla, elimdeki kitap nedeniyle çok güzel laflamıştık üstelik.

Eve döndüğümde sırt çantamı boşaltıp asınca doğru yatak odama yürüdüm, az önce uğradığım marketten aldıklarımı mutfağa bırakmıştım. Döndüm ve içinden kolayı ve sandviç kekleri aldım ve doğrudan yeni yaşam alanıma, yatak odama sıkıştım. Uzandım boylu boyunca. Elime alınca, sabit telefonda bir asker arkadaşımı gördüm. Aradım, danıştıklarına detaylı yanıtlar  verdim, buluşma hayallerimizi konuştuk. Güzel de konuştuk. Bir an taa Alaçatı'da hissettim kendimi, sanki onun otelinin bir masasında bir şeyler içip laflıyorduk. Sonra kapattım ve yataktan çıkmadım. Laptopu dizlerime açtım. İş başı yaptım.

Bir karar verdim ilerleyen saatlerde: Şirketin  araçlarından biri o yöne gittiği gün ki -özellikle- hafta içi;  beni de hayatımın en iz bırakmış şehrine taşısın diyorum.

Bir eski konakta iki ya da üç gün için oda ayırtmak istiyorum.

Ve orada geçirdiğim iki ya da üç günümü; her gün oradan yazmayı hayal ediyorum.

Sıkıştığım bu odanın duvarlarını mutlaka yıkmak istiyorum.

Sinemaya da gideceğim, opera baleye de...



Merak ediyorum...

Yüzleşmek istiyorum.



Kendimle...





Sevgili Okul Arkadaşım'ın bağlantı yazısı için buradan lütfen.

10 Ekim 2021 Pazar

Çerçeve, Geçiş Ve Övgü

Yine yazarını tanımadığım bir kitap. Beni onunla yaklaştıran neydi bilmiyorum. Yine içgüdüsel bir çekim belki. 2020'de kitaplığıma konuşlanmış. Arka kapağına göre önce The Paris Review'da dizi şeklinde yayımlanmış. Çerçeve. Pek çok ödüle aday gösterilmiş ve The New York Times Book Review tarafından 2015'in en iyi on kitabından biri seçilmiş. Bunları okuduysam dahi beni ırgalamadığı kesin. Çünkü hiçbir filmi sırf ödül aldığı için izlemediğim gibi hiçbir kitabı da aynı nedenle alıp okumam. Bakarken bana göz kırpmalı o, ve bir ateş yakmalı içimde...

Sadece bu.

Aşk gibi.

Yakmış ki almışım. Keyifli bir uçak yolcuğuna tanıklık etmişim ve Atina'ya inmişim. Güçlü bir kadın karakter imajı çiziyor anlatıcı. Biraz hayatımın ipleri benim elimde havasında ama bu tür kadınları tanıdığımı sanıyorum. O yüzden "Eyvallah abla," diyor ama için için de gülümsüyorum.

Keyifli Atina günleri, bir sürü karakter, ve edebiyat dünyasına hoş geldik. Tabii ki tavernaları boş geçmiyor, Atina sokaklarından geçip gecelere akıyor, insana ve kadına ve erkeğe dönük duygu ve düşünceler içinde edebi tatlar da yaşıyor, Yunan mezeleriyle ve uzoyla kendimizden geçiyoruz.

Edebiyat camiasına kulak misafiri oluyor, bu dünyayı biraz daha anlıyoruz.

 
Kitabın bir de sırrı var. Baş karakter, yani anlatıcı ki onun yazarımız Rachel Cusk olduğunu düşünmekteyiz. Tüm kitap boyunca tek bir yerde adıyla müşerref oluyoruz. Tabii ki gerçek adı değil. Aslında adı açıklamamda bir sakınca yok ama yine de açıklamayacağım. Bir sakınca yok çünkü daha sonraki iki kitabın arka kapağında ad deşifre ediliyor. Üstelik kitap hakkında okuduğum bir yazıda, yazıyı yazmış uyanık hanımefendi kül yutmaz karakterinin altını çizmek için bu ince nüansı deşifre etmişti ve ben bu yazıyı çok şükür ki sonradan okumuştum.


Çerçeve'den sonra 2021'de rafta yerini alan ikinci kitapla birlikte ufaktan bir yolculukla İngiltere'ye varıyoruz. Biraz kalacağız çünkü bir ev kiraladı yazar ve evin bayağı bir tadilata ihtiyacı var. Üçlemenin yeni çıkan ikinci kitabındayız artık, Geçiş. Üçüncü de rafta. Yazarımızın iç dünyasına biraz daha giriyoruz. O izin verdiği ölçüde tabii ki ama eğer kadınları birazcık tanıyorsak da hanımefendiyi kısmen çözüyoruz, üzerine varmaya gerek yok.

Ev ilginç, alt komşusu daha ilginç. Tadilatta çalışan ustalar ve tadilatı alan abi de hoş karakterler olarak, keyifli kılıyorlar okumayı. Bir zengin kadın var. Çok zengin, yaşlı ve... ve işte! Şehir dışında hoş bir mülke sahip ve oradaki bir yazarlar toplantısında konuğuz. Bir parti veriliyor ve biz de bir köşeden edebiyat dünyasının insanlarına göz atıyoruz. Dünyanın kapsamı geniş; herkes var üçlemede; eleştirmenler, çevirmenler, editörler, patronlar vesaire... Fakat ben Amanda'ya taktım. Yazardan dinledim. Kendisi de bir köşede başbaşa kaldığımızda anlattı, güzel sohbetti, onu sanırım iyi anladım. Vakti olsa ki ben vakit ayırmaya gönülden razıydım; bir barda bir akşam onla başbaşa bir sohbeti çok arzuladım, istedim. O da istedi ancak yazar 154 sayfada bitirdiği kitapta bize bu imkanı tanımadı. Bir ukde kaldı mı içimde? Kesinlikle hayır. Sadece bir kadın karaktere yönelik izlenimler edinmek, kitapta yüzeysel geçilen hislerine erişmek ve bunların tahminlerimle ne kadar örtüştüğünü öğrenmek, belki de bu yazıda, bakın ben kadınları ne kadar iyi tanıyorum havası atmak içindi bu arzum. Başkaca bir niyetim olmadığı gibi bir one night stand fikri asla değildi.


Dünse gün boyu dizimle uğraştım. Yine zorlamaya bağlı olarak bu kez sağ dizimde bir ağrı. Çok bükmezsem sorun yok. Tembele bağladım ve laptopumu yatağıma taşıdım. Dünyayı da yatağıma getirdim. Fakat sağlam bir kahvaltıyı ertelemedim ve keyfini çıkardım hazırladığım tabağın.

Üçüncü kitap Övgü elimde. Chris Rea dinliyorum. Gün boyu neredeyse... İlerleyen saatler için fikirlerim var. Yazar sonuçta bir kadın, övmek gerek diye düşünmüştüm zaten; ama bunu gözüme sokmasına gerek yoktu. Tabii ki ufak bir kasılma var yazarımızda, hakkıdır diyorum ve yakıştırıyorum da kendisine.

Yine Brexit bölgesindeyiz. Yine ilginç karakterler edebiyat dünyasından. Fakat bu yeni coğrafyaya uçarken yan koltukta oturan yolcu da ilginç.

Biraz daha kadınların dünyasına giriyoruz Övgü'de. Kulak kesiliyorum onların sohbetlerine. Düşüncelerim tazeleniyor. Bildiklerimin, kabul ettiklerimin ve bazı kadınlara yakıştırdıklarımın üzerinden geçiyoruz yazarla birlikte. Hiç müdahale etmiyorum; O saptamalarını karakterleri üzerinden çizerken, ben için için gülümsüyor ve onun bu bilmiş ve sevimli hallerinin tadını çıkarıyorum.

Aslında şu an dışardayım. Anlaşıldığı üzere Gloria Jean's Coffeese'deyim. Bu arada mozaik pastam bitiyor, iki saati bulmuşum yine. Kahvemin son yudumundayım. Ancak benim Hint-Avrupalım bugün yok.


Onun boşluğunu nedense hissetmedim. Çevirmen Lâle Akalın sayesinde öyle canlı bir okumaydı ki harfler ve sayfalar bile yok olmuştu. Yazar bu son kitabın bir kenarına iliştirmişti beni sanki. 

Sıkı gözlemler yaptım bu seyahatler ve tanıklıklar esnasında, beslendim. Bazı kanaatlerimi teyit ettim, kasıldım. Neredeyse kadınları bana sorun der bir ukalalığa tırmanıyordum ki kendimi çekip çıkardım. Arka kapağı kapattım ve yere indim. Erkeklerden söz etmeye gerek duymadım çünkü onlar zaten odun.

Sonra...

Biraz evvel istediğim yarım kupa kahvemin son yudumlarını akşamın ruhları dürtükleyen bu saatinde, büyük bir keyifle içtim.

Toparlandım ve ödeme için içeri geçtim ki muhteşem bir final!

Hint-Avrupalı, yüzyüze geleceğimiz bir noktada olmasa da orada.

Ödememi yaptım, teşekkür ettim ve çıktım dışarı.

Kumsala indim, fotoğraf çektim; bir yandan yürürken kıyısından denizin, günden aldığım tadın içinden bir kez daha geçtim.

Şu an bu yazıyı yazarken, bu sabahın erkenindeyim. Gün için planlarım var.

Havaysa planlarıma pek uygun. Yağmur hissi veren bir gri.

Gerçekleşirse düşündüklerim, çantamdaki yeni kitabımla yürüyeceğim ve Rock City'e varacağım.

O halde dünün güzelliği hatırına gelsin, Chris Rea'dan; en sevdiğim değil ama dün güne başladığım şarkısı.




7 Ekim 2021 Perşembe

Üst Güverte

 



* Ayakları yerden kesilmiş zeminsiz bir köpük üzerinde uçar adım yürüyen, biraz çekingen, biraz durumu çaktırmamaya çalışan, hayatının ilk buluşmasındaki deli kanlı çocuk gibiyim.

Oh ne âlâ, şimdi üst güvertenin deniz tarafında bir masadayız. Ne güzel gülüyor. Ne aydınlık bir kadın. Ve nasıl keyifli ve sıcak bir sohbet başlangıcı...

Niyetimiz biraydı!

O halde,

"İki bira lütfen."

Ve elbette bira eşlikçisi bir kaç yiyecek...

Çoktan sözlerimizde ve gözlerimizde yok olduk bile. Dur durak bilmeden konuşuyoruz. O'na bitiyorum. Anın tüm fotoğrafları aklıma kazınırken kalbim çoktaan O'na, hem de şırıl şırıl akıyor. Nasıl zengin bir sohbet, nasıl soluk soluğa ve benzerliklerimizle nasıl şaşırtıcı... Gece bitmesin istiyorum. Deniz serinliyor, hava ilkbahar gecesi tadında.

Sabaha varmaya gönülden razıyım.



Tefrika 4. Bölümden...

5 Ekim 2021 Salı

Gün Pazardı Ve Yolda Bir Adam Yürüyordu*

Üçlemeyi tamamlamaya kararlı Buraneros. Sabah erken uyandı yine. Bu kez eylemi değil de kitap üçlemenin son kitabını aldı eline, biraz okudu. Dün bir an gaza gelip karar verdiği ama içinden bir müdahale ile ve pek de kibar olmayan bir tavırla çüşşşlediği fikrini bugün hayata geçirmeyi düşünüyor.

Şimdi çalışma odasında. Meteoroloji gün için yağmur gösteriyor. Buraneros kendi tahminlerine daha çok güveniyor. Yıllardır burada ve Meteoroloji Bölge Müdürlüğü ile komşu. Çok insan tanıdı. Eskiler daha kafadardı. Kampüs alanında bir lokal vardı ve içki de içilebiliyordu ama O daha çocuktu.

Okula daha erken gitmesi gerektiği için babayı beklemiyor bu kurumun servisi ile gidiyordu.

Buraneros şu an pencereden dışarı bakıyor...

Gökyüzünü kolaçan ediyor...

Alaylı bir meteorolog O...

Yağmur izleri var! Ama bir şiddet içermiyor. "Yağmurluğu alırım, bir de polar," diyor.

Bir pazar keyfi mutlak görünüyor.

O ara bilgisayarını açıyor, son yazılarını okuyor, bloglarda bir tur atıyor. jaluzileri açmıştı zaten ve oturduğu yerden bir göz daha atıyor. Yağmur izi var günde ama bu renk her an değişebilir. Bundan emin. Çok kararlı; bugünün keyfini mutlak ve hayal ettiği gibi yaşayacak.

Biraz daha zaman geçiyor...

Gökyüzü göz kırpıyor...

Aramızda sır, diyor. Buraneros'a usulca fısıldıyor: Kesinlikle yok, diyor, bugün yağmur.

"Ama," diyor, "senin için; bu renk, yağmur fonlu bu güneş.

Al günü, çıkar keyfini.

Yakıştır!"


Buraneros dışa vurmasa, dile getirmese de bugün için sessiz saatlerde sessiz bir mekân, derinden bir müzik, manzara deniz, açıkta balıkçı tekneleri ve kendine özel bir zaman talebinde zaten.

Uygun saati düşünüyor.

Hatta son yazısını kendisi oradayken yayınlanmak üzere ayarlıyor; yazının son kısmına da okurlarına yönelik bir gönderme yerleştiriyor ve merak edenler olursa diye de mekândaki bir akşamına yönelik iki yıl önceki bir yazısının linkini bırakıyor.

Gelince de kaldırıyor...

Görünen o ki her şey yolunda. Buraneros'a düşense topu boş kaleye yuvarlamak..



Gönlüme Uymuşsa Asla Boş Geçmem


Şimdi sahilde...

İskelenin arkasında ve az açıkta üç gemi var.

Dün de oradaydılar. Çok kere niyetlenip, gitsem ve fotoğraflarını çeksem dedim ama erteledim. Bugün yine üşeniyor ve planımın peşi sıra sürükleniyorum. Keyifle yürüyorum. Polar gerektirmiyor hava. Günün rengi muhteşem. Çocuklar oyun parkında; bisiklet yolu canlı. Varıyorum Rock City'ye. Saat 13:30'u biraz geçmiş. Süzülüyorum dış kapıdan. Üzeri kapalı ama hayata açık verandaya geçiyorum. Tatlı bir loş ve kıvamında bir müzik. Benim için. Eminim. Bir an denize doğru ve aynı çizgide dizili son masayı düşünsem de onun içe doğru paralelinde bir grup var. Sohbet ediyorlar. O zaman onlara çapraz düşecek şu masa uygun.

Oradayım...

Sırtım gruba ve mekâna dönük.

Kendi ada'mı yarattım sanki.

Bandanalı genç adam geliyor. Menü önümde, bir göz atıyorum. Fikrimde musluktan akan fıçı bira var.

"Bir fıçı bira lütfen."

"Fıçı biram yok," diyor.

"O zaman Tuborg filtresiz lütfen, 50'lik," diyorum. Atıştırmalık istiyorum ki O, özür diliyor ve mutfağın üçte başladığının altını çiziyor.

Günü ıskalamaya hiiççç niyetim yok.

Kitabımı açıyorum. Genç adam masa başımda. Buzluktan çıkmış enfes bir bardak...

Açıyor buzzz gibi birayı, eğiyor bardağı ve usulca dolduruyor birayı. Teşekkür ediyorum.

Türkçe ve yabancı dilde bir seçki, tabii ki rock. Öyle güzel bir ses ayarında ve öyle güzel sıralı ki çalan şarkılar, bana sorsalardı üşenir, bu kadar güzel bir liste de yapamazdım.

Bira, müzik, ıssız mekân ve keyifli bir kitap!

Daha ne olsun!.


Çok mutluyum. Hayalim ötesinde bir andayım. Günün ruhları dürtükleyen saatlerine doğru yol alıyorum ve usulca içiyorum biramı..

İlerleyen dakikalarda çalışanlar teker teker işbaşı yapıyor. Ben kitapta kayboluyor. Arada gözümü ondan alıp uzak ufuklara bakıyor. Biramdan minik yudum alıyor. Yoldan gelip geçenlere bakıp, sonra kitabıma dönüyorum...

Arada bir saati de kontrol ediyorum... Mutfağı bekliyorum.

Günün hakkını vermeden asla!


Biram bitmek üzere. Saate bakıyorum. 15:16. İş başı yapan gençlerden salona bakana ve kaliteli genç adama işaret ediyorum. "Mutfak başladı mı?" diye soruyorum. Ohhh başlamış! Bu kişiden önce genç bir kadın içeri girmiş, açık alanı yürürken dikkatimi çekmiş ve onun nedense aşçı olacağını düşünmüştüm.

Enn Sevdiğim Kadın'la geldiğimiz, ama çoookkkk keyifli akşamda, O'nun tavsiyesiyle sigara böreklerini yemiş ve bayılmıştım. Özünde bugün, böreğe niyetli de gelmiştim; mutfak açık değil diye vazgeçmemiş ve sabretmiştim.

Menüyü istiyorum tekrar, aslında Müslüm Gürses tavuk ağırlıklı olması itibari ile biraz aklımı dürtse de... "Bir Orhan Gencebay, lütfen" diyorum. "Böreklerden birini çıkarıp yerine patates eklemek mümkün mü?" diye soruyorum. Elbette, diyor genç adam. Kısa sürede geliyorlar. Görüntü muhteşem. Biramı tazelermiymişim.

Elbette, elbette tazelerim, sonuçta tazelenmek için buradayım.

"Tuborg filtresiz, 50'lik lütfen.".


Önüme koyulan sepet muhteşem. Sigara böreğini önceden biliyorum. Patatesteki başarılarını da. Paçanga bir star havasında; imza istesem mi? Merak ettiklerimi sona bırakmak gibi bir huyum da var. Sigara böreği, patates şeklinde usulca başlıyorum. Biramı usulca içiyorum. Keyfi zamana yayıyorum. Enn Sevdiğim Kadın İstanbul'da. Dönüşünde bir gün... ama bu saatlerde bu kez... ve bu sakinlikteyken mekân, onunla takılmayı hayal ediyorum.

Bir yudum bira... Bir ısırık paçanga...

Gidip aşçıyı öpesim geliyor. Muh-te-şem.

Keyfim pek âlâ.

Günse gittikçe güzelleşiyor. Kitap çoktan çantada ve Buraneros an itibariyle başka bir sanatla meşgul. Sabırla, hissede hissede, hayatın bu anının keyfini çıkarıyor. Gözünün önünden bisikletleriyle, arabalarıyla, binbinlerle, motosikletlerle, yürüyerek insanlar geçiyor. Fonda rahatsızlık vermeyen bir tonda, asla kendini baskın kılmadan, anın tüm bu güzellikleriyle ortaklaşan ve iyi bir cihazdan çıktığı belli bir müzik çalıyor..


Son lokmalar ve son yudumlar... Ve artık eve gitme vakti. Ödememi yapıyor, teşekkür ediyor, sırt çantamı asıyor ve çıkıyorum dışarı. Önce yolu daha ileri doğru yürümeyi düşünüyorum ki orada başka hoş mekânlar var. İrish Pub ve tapas yapan, havası da öyle olan bir mekân, kahve dükkânları, burgerciler ve marina.

Sonra...

Dönüşü ve mesafeyi düşününce bundan vazgeçiyorum.

Üstelik markete de uğramam gerek.



Rock City'de iki sene önceki akşam, önü arkasıyla daha uzun bir yazı olarak tam da şurada.

*Başlığın Yolda Bir Adam Yürüyordu kısmı önceki yazıda bahsedilen bir kitabın adıdır. Ve Sevgili Zeugma tarafından başlık olarak yazıya uygun olduğunun belirtilmesi üzerine söz verildiği gibi bu devam yazısında kullanılmıştır.

3 Ekim 2021 Pazar

Güneşi Uslu Cumartesileri Severim

Soğuk bir gün izleri vardı sabah. Çalışma odasına erken düştüm. Jaluziyi açtım. Görüş alanımda deniz.

Güne bakıyorum...

Bir yandan kargo bekliyorum ve bu anları çok seviyorum.

Kitaplarım gelecek.

Bir edebiyata taktım. O edebiyattan bulduklarımın hepsini aldım.

Hah, tam şu anda gün bir sinyal çaktı.

Usuldan gözlerime fısıldıyor. Planlarından vazgeçme, bugün havam güzel, diyor.

Göz kırpıyor, mesajı aldım, diyorum.


Banyoya atmam gerek kendimi. Mussano uyuyor. Kargoyu kaçırmaktan korkuyorum. Çünkü saat aralığının verilmediği ama kodun gönderildiği mesaj az önce düştü telefonuma.

Kahvaltıyı dışarıda yapmak ve o esnada elimdeki üçlemenin son kitabına başlamak istiyorum.

Şu kargo bir gelse!

Meçhulü beklemek vakit kaybı.

Sesleniyorum Mussano'ya, açıyorum kapısını.

"Kapı açık kalsın, ben banyoya giriyorum."

Kodu yazdırıyor, Sen teslim al, diyorum.

Giriyorum banyoya tam, zil ses veriyor. Çıkıyorum ve sesleniyorum.

Kapıdayım, diyor Mussano.

Bir ohh çekiyorum.

Her şey yolunda...


Traş sonrası çıkıyorum banyodan. Alıyorum koliyi, açıyorum. Tek kalmış olan kitabın biraz zedeli olduğunu görüyorum. Bir tepki oluşuyor ama sonra diyorum ki kıymetini bil. Bir daha basılır mı belli değil.

Çünkü Sevgili Leylak Dalı'nın önerdiği bir kitap var o ülke edebiyatından. O gün bugündür kitabın peşindeyim ama nafile.

Aslında tek bir tane, bir sahafta var. Fiyat... sıkı durun... 160 TL.

Beklerim, nasılsa basılır.

Bu arada ilerleyen saati de göz önüne alarak, kahvaltıyı öğle yemeğine çeviriyorum. İki mekânlı bir planım var!


Önce kitap okuma pastaneme gitsem, sonra da Gloria Jean's Coffees'de köşe masamda kahve içip kitaba devam etsem, diye düşünüyorum. Sonra çöplüğünden uzaklaşma esnafını kolla, diyor içsesim.

Bir lokanta var. Ara sokaklardan birinde. Kısa bir süre önce açılmıştı. Hoş gibi duruyordu ama fikrimi bir türlü buyur edemiyordu. Son bir haftadır, o sokaktan her geçtiğimde, yeniden açıldığını fark ediyor ve bir başka elin değdiğini de hissediyorum. O ise bana her geçişimde fısıldıyor. Aklım çelindi, kalbim ondan yana.

Biliyorum ama?

Sonuçta soruyorum kararıma.

Anlıyorum ki kararım net. Banaysa uymak düşer. Dışarıdaki şirin menü tahtasını okuyorum. İçeri bir göz atıyorum. Tümüyle cam ve açılır ön cephesinden içeri süzülüyorum. Çok şirin. İlk masaya oturdum; görüş alanım sokak, maskem çantaya.

Hoş bir genç kadın.

Güleryüzlü.

Sordum, devralmış.

Bir mercimek çorbası ve tavuklu pilav lütfen, diyorum. Sonra da afiyetle yiyorum.

Tabii ki sohbet ettim?


Oradan çıkıyor, aynı sokağın devamındaki, yakın zaman önce açılan, beğendiğim ama henüz içini bilmediğim kahvecinin önünden geçiyor, çocukluğumu bilen ara sokakların kocaman bir keyifle tadını çıkarıp, sahilden dönerek gelmeye karar veriyorum.

Bizim buraları çok seviyorum.

Hiç fotoğraf çekmiyorum. Hatta duvarlarda grafitiler olan ve denize çıkan dar bir sokağın fotoğrafını bloga koysam ve başka bir coğrafya düşündürtme ihtimalinden dolayı "Neresi burası?" diye sorsam diye bile düşünmeme rağmen yapmıyorum. Sahile ulaşınca sağa, doğu yönüne kıvrılıyor, bir süre sonra tekrar bir ara sokağı giriyor, o yol üzerinden de Holmes'a ulaşıyorum.


Dış ve şirin masalarda oturacağım kesin. Kitabım çantamda. Şimdi içerdeyim. Sessizlik!

Okuma bölümü solda. Koca kitaplığın önündeyim. Kitap okuyanlar, bilgisayarlarıyla meşgul olanların arasındayım ve sessizliğin muhteşem huzuruyla kitaplara göz atıyorum.

Şimdi de beni daha çok ilgilendiren pasta ve tatlı ve kahve reyonunun önündeyim. Sorduğum cheesecake'in sosundan kalmamış. San Sebastian öneriyor genç adam. Bir Amerikano demiştim, yola çıkarken... Önerimi kabul ediyor, genç adama iletiyor ve dışarıda olacağımı söylüyorum.

Kitabıma devam ederken geliyor kahvem ve San Sebastian'ım. Kahvenin sıcak olacağını düşünerek biraz bekletiyorum. Sonra ilk yudum.

Kahve ile ilgili soru işaretlerim var. Sebastian'ı çok beğendim. Detay yazmıyorum çünkü bu iki şirin mekâna tekrar gelmeyi düşünüyor ve ikisinden de izin alarak daha çok fotoğraf çekmeyi ve onlara özel bir yazı yazmayı düşünüyorum.

Uzunca kalıyorum, milyon kere geçtiğim sokağa bu kez dışarıdan biri gibi bakıyorum. Son yudum, son Sebastian'ın ardından kitabı, gözlüğü çantaya atıyorum.

Bu keyifler üzerine şu Buraneros kul bu kez uzun sahilin batı yönünü yol belleyip yürüyor.


Arada durup coşkun dalgalarla laflıyor. Fotoğraf makinesi mutlu, çünkü artık iş onda. Bazen geniş ve yemyeşil kaldırımdan ayrılıp denize sıfır betonların üzerindeki banklarda oturuyor.

Rock City'yi geçtikten biraz sonra... Bir an Rock City'de bira içip bir şeyler atıştırmayı düşünüyor ama içinden bir müdahale bu düşünceye edepsizce "Çüüşşş!" diyor.

Tavır biraz ağır olsa da hak veriyor.

Çünkü sakin düşününce bunun iş olsun diye yapılacak boşboğaz bir şımarıklık olduğunu kabul ediyor.



Gün artık Pazar ve Rock City için buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP