erasmusname etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
erasmusname etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Nisan 2013 Pazartesi

Erasmus'la Yaşamak

5.5 aylık Polonya maceramı noktalayıp yurda ayak bastığım tarih olan 22 Temmuz 2011 gününden bu yana içimde yeniden Varşova sokaklarını arşınlamak, Nowy Swiat'ın hemen girişinde sağ köşede yer alan ve iki yaşlı Polonyalı teyzenin işlettiği, her gittiğimde beni sıcakkanlı gülümsemeleriyle karşıladıkları o küçük, biraz da izbe ama sevimli pub'da Varşova'nın kendine özgü, sert, yoğun birası Krolewski'nin tadına yeniden varmak, Palace of Culture'ın önündeki parkta oturup, onları uyaran güvenlik görevlileriyle gelen geçenden para ya da sigara isteyen evsizler arasındaki tatlı sürtüşmeleri izlemek, hemen karşısındaki Warszawa Centralna'dan trene atlayıp Polonya'daki son iki ayımı öğrenci hayatı anlamında dolu dolu geçirmeme olanak sağlayan 4 saat uzaklıktaki küçük ama bir genç için işlevi son derece büyük bir kent olan Olsztyn'e yeniden gidebilmek gibi özlemlerle yaşamak benim için çok zor oldu.

Rehavete kapılmamak ve kendime olan sorumluluğumu yerine getirmek adına yeniden sıkı bir
şekilde abanmaya mecbur olduğum dersler ve sınavlarla baş etmek bir başka zorluktu.

Bir üniversite öğrencisi olarak elin Avrupalı meslektaşımın sahip olduğu serbest dolaşım hakkını, toplu taşımayı kullanırken ve eğlence yerlerine girerken yararlandıkları %50'lik indirimleri hatırlayıp hayıflanarak, onları Facebook'tan sağda solda fink atarken takip etmek, 'Bizde niye yogh?' diye haykırmak istemek tam anlamıyla felaketti.

Bu 1 sene içinde okuldaki hocalarım, arkadaşlarım, ailem kısacası beni önceden beri tanıyan yakın çevrem tarafından sonradan görme ya da “Avrupa gördü, bi tarafları kalktı” gibi algılanmamak için verdiğim mücadele hepsinden daha da zordu.

Çünkü bir Erasmus'u en iyi ancak başka bir Erasmus anlayabilir. Hatta bazen bu bile yetmeyebilir. Her Erasmus'un yaşadıkları, edindiği tecrübeler ya da fikirler, gittikleri ülkelerde çevreleriyle kurdukları iletişim ve aldıkları tepkiler farklı olabilir. Kimi gittiği ülkelerde daha önceki hayatı boyunca yaşadığı topraklarda öğrendiği şeyleri sürdürerek yaşamaya devam edebilir. Çevreyle fazla ilgilenmez. Yurttan okula tekdüze bir hayat sürebilir. Sadece kendi ülkesinden olan Erasmuslarla takılmaya devam edebilir. (Bu kolonizasyon faaliyetinin kralları biz Türkler ve İspanyollardır)

Kimiyse bi daha mı geleceğiz Erasmus'a diyerek, her anın tadını çıkarmaya çalışır. Kendini sokaklara, yollara, parklara, publara atar. Ota boka burnunu sokar, gittiği her yeni Avrupa kentinde birileriyle tanışıp insanlarla ve kültürlerle ilgili bilgiler toplamaya çabalar. Tüm bu süreç sayesinde de farkında olmadan bilinçaltına bir ton güzel anı atar ve hayatı boyunca bunların tekrarlanacağı anları umut ederek yaşamaya mahkum edilir.

Ya da tam tersi, yeteri kadar donanımı, kültürü ve insani vasıfları olmadığı halde biraz torpille ya da şansla Erasmus'a giderek 'Bari çekileyim bi kenara uslu uslu oturayım, gözlemlerimle bişeyler öğrenmeye çalışayım, kendimi burada geliştireyim' demeden, çevreye uyum sağlama gayreti göstermeden Türkiye'de uyguladığı mafya rejimini orada da sürdürüp çıkardığı kavgalarla, 21. yüzyılda yaşadığını, yani artık sınırların ve milliyetlerin giderek önem kaybetmeye başladığını unutup, biraz da bilinçaltında pompalanan Osmanlı'dan kalan dünya hakimiyeti zihniyetiyle ve insan gibi içmesini bilemediği, yalnızca erkeklik gösterisi sandığı alkolün de gazıyla hem Erasmus yaptığı ülkede kendi halinde yaşayan Avrupa insanının huzurunu; hem de taşıdığı ay-yıldızlı pasaportumuz yüzünden Avrupalıların kafasında olumlu izler bırakabilmek için çabalayan diğer Türk Erasmusların da huzurunu kaçırabilir.

Yurda ayak basınca da Avrupa fatihi edasıyla etrafa caka satar. Artık egosunu sonuna kadar tatmin etmiş, yedi düveli dize getirmiş bir yiğittir o ne de olsa!

Zaten çoğu ülkede bize karşı hala yoğun ön yargılar var. Her üç kişiden biri bize alenen terörist, barbar demekten çekinmiyor. Biraz empati yapın! Türkiye'ye gelen başka ülkeden Erasmuslar ulu orta yerde gruplar halinde dolaşıp içip içip çevreye sataşsa, kızlarımıza laf atsa, sürekli kendi ülkesinin propagandasını yapsa, hala kendi ülkesinde yaşıyormuş gibi hareket etse, sonra da başlarına dert açıldığında Erasmus'un arkasına sığınıp kaçak dövüşse ne tepki veririz acaba?

Her fırsatta genç nüfusuyla övünen, en az 3 çocuk isteyen devlet büyüklerine sahip olmasına rağmen, hala kapsamlı bir gençlik politikası olmayan ülkemizde yaşadığımız koşullar nedeniyle agresif yapılı insanlar olarak yetiştiğimiz bir gerçek. Benim de özellikle son zamanlarda belli durumlar karşısında zaman zaman sinirlendiğim, şirazeyi kaçırdığım anlar oluyor; ancak en azından Erasmus'tayken aynı tavrı sürdürmenin hiçbir manası ve gereği yok.

Yabancı diliniz ile insanlara ve çevrenize saygınız burada iki kilit unsur. Bu ikisi kendinizde ne derecede bulunuyorsa, Erasmus'unuz da o derece hareketli ve eğlenceli geçer. Adaptasyonunuzu ve insanlarla iletişiminizi kolaylaştırır.

Bu arada itiraf edeyim Erasmus'tan önce ben bir koyunmuşum. Yoksa yurt dışına en avantajlı şekilde çıkmanın tek yolunu diplomatik pasaport sahibi olmak sanarak illa diplomat olacağım diye tutturup 18 yaşımda Kırıkkale gibi yaşaması benim için son derece güç olan bir şehre adım atmazdım. Mantığım o zamanlar tekdüzeydi: Ne istiyorsun Mussano? İngilizcemi geliştirmek ve ileride fırsat bulabilirsem bir süreliğine de olsa yurt dışında yaşamak. O zaman Uluslararası İlişkiler mezunu olacaksın. Bu sayede gideceksin Dışişleri Bakanlığı'nın kapısına ben şu şu ortalamayı yaptım, şu kadar dil öğrendim diyeceksin ve en kısa yoldan ancak böylece yurt dışına çıkacaksın.

Erasmus'a gitmeden önce doğup-büyüdüğüm ve bu ülke sınırları dahilinde en çok sevdiğim kent olan Samsun, hayatta istediğim gibi yaşayabileceğimi düşündüğüm tek yerdi. Başka bir şehirde barınabilmek benim gözümde imkansızdı. Ama hayat enteresan ve sürekli ileriye doğru akan bir süreç gerçekten. Samsun'dan sonra hayatıma giren çok daha düşük profilli bir kent olan Kırıkkale'nin bana açtığı Erasmus kapısı Samsun'un yanına Varşova'yı, Gdansk'ı, Olsztyn'i, Krakow'u, hatta Prag'ı, Viyana'yı ekledi.

İşte bir sene boyunca kafamda tüm bu düşünceler ve içimde taşıdığım duygularla, yemeyip içmeyip biriktirdiğim 1000 euro civarı bir parayla, bu kez değişiklik olsun diye vize başvurumu Polonya Ankara Büyükelçiliği yerine İstanbul Başkonsolosluğu'na (Daha doğrusu aracı şirket VFS Global'e) yaparak, yine benim gibi bir senedir Post-Erasmus depresyonundan muzdarip olan, kafasında Erasmus'a dair atomlar parçalayan bir arkadaşımla birlikte yeniden yollara düştüm.

Acaba Erasmusum boyunca en uzun zaman geçirdiğim iki kent olan Varşova ve Olsztyn'de bu süreçte neler değişmişti? Özellikle sahip olduğu eşsiz kampüsü ve Erasmus imkanlarıyla kendi aramızda 'saklı cennet' olarak tanımladığımız ve bolca ortak anılarımızın da olduğu Olsztyn bizim için çok önemliydi. Bir insanın başka bir ülkedeki bir şehri bu kadar benimseyebilmesi gerçekten çok garip bir durum. Bugün Samsun'a bir şey olsa ne kadar üzülürsem, Olsztyn'e de en az onun kadar üzülürüm.

Erasmus olmakla arada tek ama büyük bir fark vardı yalnız. Artık ilk kez yurt dışına çıkmanın verdiği ürkeklik ve tedirginlikle değil, çok daha tecrübeli olarak geçecektik sınırı. Bu da şüphesiz çok daha iyi gözlemler yapmamıza ve yeni maceralara daha güvenli atılmamıza olanak sağlayacaktı.

Mottomuzu ise gittiğimiz ülkelerde tanışacağımız insanlara karşı kullanmak üzere Erasmus'tan, After ya da Pro-Erasmus'a çevirmeye karar verdik. Bize 'Siz burada necisiniz?' diye sorduklarında yeni kimlik tanımlamamız bu olacaktı.

Yazının devamı: Edirne'yi Geçerken

3 Nisan 2013 Çarşamba

Edirne'yi Geçerken

25 Ağustos 2012 sabahı yani geçtiğimiz yaz, yolculuğa beraber çıkacağımız arkadaşım Ahmet'in İstanbul Fındıkzade'deki evinde uyandığımda cep telefonuma bir mesaj düşmüştü. VFS Global, vize başvurumun sonuçlandığını ve pasaportumu Şişli-Halaskargazi'deki şubesine giderek teslim alabileceğimi söylüyordu.

Vize sürecim çok sıkıntılı geçmedi. Polonyalı bir arkadaşımın gönderdiği davet mektubu, banka hesap cüzdanımdaki 1000 Euro (Yaklaşık 4000 zloti) ve daha önce Erasmus sayesinde elde ettiğim 6 aylık D tipi vizem sayesinde Polonya Başkonsolosluğu bana 1.5 aylık bir Schengen vizesi vermeyi uygun bulmuştu sağolsun. Artık zaman kaybetmeden Wızz Air'in internet sitesine girip ucuz charter uçuşlarından birine bilet almak zamanıydı. Bu saatten sonra Lot'tan ya da başka bir havayolundan Polonya'ya bilet almak pahalı olurdu. Bütçemiz belliydi ve zamanımız dardı. Mümkün olan en kısa yoldan ve en ucuz şekilde geçmeliydik Edirne'yi.

Ne yapsak ne etsek diye kafa yorarken, internette Bulgaristan'ın diğer AB ülkelerinden Schengen vizesi olanlara 5 günlük bir transit geçiş hakkı tanımaya başladığı haberine rastladık. Yani benim vizem Polonya tarafından verilmiş olmasına rağmen, AB topraklarına ilk girişimi Bulgaristan üzerinden yapabilirdim. Bu da bize yeni bir fikir verdi. Bulgaristan'a İstanbul-Burgaz otobüs seferiyle geçecek, Burgaz'dan da Polonya'nın güneyindeki şehirlerden Katowice'ye uçacaktık. 60 liraya Metro Seyahat'ten İstanbul-Burgaz seferine, 150 Bulgar Levası (Yaklaşık 150 lira) karşılığında da Wızz'dan 28 Ağustos tarihine Burgaz-Katowice uçuşuna biletlerimizi aldık.

Burgaz'a 6 saatlik bir otobüs yolculuğunun ve sınırı ilk kez karadan geçmenin verdiği heyecanın ardından vardığımızda gördüğümüz manzara bizi hem şaşırttı hem de oldukça etkiledi. Düşük profilli bir kent bekliyorduk; ancak tam anlamıyla bir tatil ve eğlence merkeziyle karşılaştık. Burgaz'da yalnızca bir gece kaldık; ama kentin taşıdığı imkanları görünce 'Acaba kalış süremizi uzatsa mıydık?' diye iç geçirmedik değil.

Burgaz'da neden tatil yapılır?



1-Karadeniz kıyısında olmasına karşın plajı, şehrin genel havası ve farklı ülkelerden turistlerin yoğun ilgisi sebebiyle herhangi bir Akdeniz tatil beldesinden farksız.

2-İstanbul'a sadece 5-6 saatlik mesafede, kendinizi başka bir evrene geçmiş gibi hissedebilirsiniz. Bulgaristan'ın bize karşı geçmişten gelen politik tutumunu, vize ve kontrol işlemlerini az da olsa gevşetmeye başlaması nedeniyle kafa boşaltacak kısa tatiller için tercih edilebilir.

3-Herşey çok ucuz. En azından biz gittiğimizde çoğu Avrupa ülkesi gibi Bulgaristan da krizle boğuşuyordu. Bu durumun etkisi var mıdır bilmem ama, örnek verecek olursam Old Town'ın en lüks mekanında kahve 1 leva. Yani yaklaşık kur hesabıyla yalnızca 1 Lira! İki çeşit yemek ve 6 biraya ödediğimiz para ise yalnızca 24 liraydı. Türkiye'nin herhangi bir tatil beldesinde bu paraya yırtabilmek oldukça güç.

4-Otellerin durumu oldukça iyi. Booking.com aracılığıyla ucuz ve orta halli bir otelde rezarvasyon yapmıştık ve gerçekten iyi bir yerle karşılaşıp karşılaşamayacağımızdan şüpheliydik; fakat gördüğümüz manzara bizi sevindirdi. Geceliği kahvaltı dahil yalnızca 25 liraya çok güzel ve yeri merkezi bir otelde kaldık.

Burgaz'da geçirdiğimiz iki günün akılda kalan bazı olayları oldu. Bunlar daha çok yol bulmak amaçlı kurduğumuz iletişimlerden kaynaklandı. Önce bir bar sahibine kalacağımız otelin yerini sorduk; ancak İngilizce bilmediği için bir karşılık alamadık. Şansımızı Lehçe denemeye karar verdik ve Doğu Avrupa dillerinin birbirine benzerliği sayesinde sonuç aldık. 'Levo, levo, prosto' yanıtı bizim dilimizde 'Abi iki sol yapcan, sonra dümdüz kaptırcan' demekti ve yolu bulmak Türk olduğumuzu duyunca bize Türkçe 'komşu' diye seslenen bir Bulgar çift sayesinde oldukça kolay oldu.

Burgaz'da tek kötü olay havalimanında Katowice uçağına binmeden önce pasaport kontrolünde yaşandı. Diğer yabancılar hiçbir aksatmaya uğramadan direk salona geçerek uçağa alınırken, biz çok daha sıkı bir kontrole ve soru yağmuruna tutulduk. X-Ray'de ötmememize rağmen baştan aşağı iki kez arandık ve pasaportumuz neredeyse cildinin kalitesine, sayfalarının tam olup olmadığına varıncaya  kadar defalarca evrilip çevrilerek incelendi.

Polonya'ya indiğimizde çok daha kibar ve misafirperver karşılanacağımızı biliyorduk ne de olsa, varsın bu küçük aksaklık nazar boncuğumuz olsundu.

Uzun süredir ağlamamıştım; ama Katowice'ye indiğimde çok duygulanacağımı ve Varşova'ya vardığımda muhtemelen oturup hüngür hüngür ağlayacağımı hissediyordum.

3 Ağustos 2012 Cuma

Yıkılan Ariel'in ya da Yıkılan Önyargıların Hikayesi

“Bana göre bütün müslümanlar terörist” demişti Ariel, sohbetimizin başlangıcında. “Türk denince geri kalmış, barbar ve bağnaz bir insan imgesi oluşuyor gözümün önünde, Türk eşittir müslüman o da eşittir terörist!”

Olsztyn'in merkezindeki barlardan biri olan Novo'dayım. Pazartesi gecesi vakit geçirebileceğiniz şehrin çok az sayıdaki açık eğlence yerlerinden birisi, belki de yeganesi. Pazartesi gecesi nereye gidilir sorusuna Olsztyn'deki diğer erasmus öğrencilerinden aldığım yanıttı burası. Çok fazla bir şaşası olmayan, küçük bir dans pisti ve karşısında sıralı bir kaç masadan ibaret, öğrenciye girişin 15 zloti olduğu, popüler dans parçalarının çalındığı sıradan bir “club”cık.

Karşımdaki adam Ariel -ilk kez böyle bir Polonyalı erkek ismi duyuyordum, daha doğrusu ilk kez bu adda bir Polonyalı'yla tanışıyordum- küt kumral saçlı, kirli sakallı, yuvarlak kafalı daha çok bir İspanyol'a benzeyen, gayet iyi bir İngilizce'ye sahip ve ciddi hal-tavırda birisiydi. Türk olduğumu öğrenince daha da sertleşti ve yukarıdaki sözleri sarfetti. Daha önceden tanıştığım İspanyol arkadaşım Borja'yla barda karşılaşınca selamlaşmış, o da bara birlikte geldikleri Ariel'le bizi ayaküstü tanıştırmıştı.

Bu durum ilk kez başıma gelmiyordu. Polonya'da kaldığım süre boyunca çeşitli ortamlarda tanıştığım sayısız yabancıdan benzeri tepkiler almıştım. Ancak bu şimdiye kadar karşılaştıklarımın en sertiydi. İşin garibi ise ilk gördüğümde bende bilgili ve kibar bir adam izlenimi bırakmış birisinden bu sözleri işitiyor olmamdı.

Eğer gururlu bir Türk genciyseniz bu durumda yapabileceğiniz iki şey vardır: Ya karşınızdaki Polonyalı'ya ana-avrat kaptırıp, onun -Almanları ve Rusları öven, Polonyalıların tarih boyunca yaşadığı dramları acizlik olarak tanımlayan- bir iki lafla damarına basıp gülegüle diyerek çekip gideceksiniz ya da yeterli sabrınız varsa tüm bu lafları bir süreliğine sineye çekip “Ulan ben Erasmus'um, benim görevim tüm insanlığı kucaklayan davranışlarda bulunmak, en iyisi insanlıktan çıkmayıp şuna kibarca bir karşılık vermeyi deneyeyim,” diyeceksiniz.

Birinci yolu seçerseniz ülkenizin tanıtımından, ikinci yolu seçerseniz o sırada gözünüze her biri ilah olarak görünen güzel Polonyalı kızlarla kontağa geçebilme ihtimallerinizden vazgeçeceksiniz. Çevrede bulunan mevcut kız nüfusunun potansiyeline şöyle bir göz attıktan sonra, işin zorluğunu bilerek gecemi Ariel'i fikirlerinden döndürmeye adadım.

Barın taburelerinde karşılıklı oturup barmaid'in servis ettiği Tyskie marka Polonya biralarından yudumlarken ilk sorumu sordum.

-Sence Türk'ler nasıl insanlar?

-Dedim ya! Müslüman, içki içmeyen, domuz eti yemeyen, kadınları çarşafla gezen, erkekleri bütün gün camide namaz kılan, cahil insanlar.

-Ama ben gördüğün gibi şu an içki içiyorum, ve üstümün başımın, giydiklerimin de senden bir farkı yok.

-O zaman sen Türk değilsin, beni kandırıyorsun. Çünkü sen müslümansan içki içmemen gerek!

-Evet Türkiye müslüman bir ülke. Hatta Osmanlı zamanı şeriatla yönetiliyordu; ama birgün Mustafa Kemal adında büyük bir adam ortaya çıktı ve Cumhuriyet'i ilan etti. dedim ve modernleşme hikayemizi dilim döndüğünce Ariel'e anlatmaya başladım.

Diyaloğumuz Ariel'in Türkiye'yi ve beni tanıma yönünde artan merakı ve bu yönde sorduğu sorularla devam etti. Sohbetin orta yerine doğru o sırada Olsztyn'de Erasmus yapmakta olan iki Türk kız arkadaşım son derece şık elbiseleriyle yanımıza geldi. Birer içki alıp Ariel'le tanıştılar. Ariel'in yüzündeki ciddi ifade alkolün ve sohbetimizin samimiliğiyle giderek gevşiyordu ve artık hemen her konudan muhabbet etmeye başladık. Ariel dinine bağlı bir katolikti, sosyalizme inanıyordu, interneti, Facebook'u, Twitter'ı falan insan ilişkilerini öldüren mecralar olarak görüyordu ve Türkiye hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Türkiye hakkında kurduğu denklem kabaca “Türk=Müslüman, Müslüman=Arap, Arap=Terörist” şeklindeydi. 11 Eylül saldırıları ve İslami terörle kafayı bozmuştu. İçki fabrikalarımız olduğunu, şu an bulunduğumuz barın 10 katı büyüklükte eğlence yerlerine sahip olduğumuzu öğrendikçe sarfettiği “Really?”'lerin sayısı artmaya başladı.

Saatler ve içilen içkilerin sayısı ilerledikçe Ariel'in neşesi artmıştı. “Bizim kızlara sor bakalım, bombaları nerdeymiş?” dediğimde kahkahayı patlattı. “Adamım, siz hiç Türk gibi değilsiniz, size inanmıyorum.” dedi.

Gecenin sonunda ayrılırken, kaldığımız yurda gelip bizimle sohbete devam etmek istediğini söyledi. Facebook'a karşı olduğundan bir kullanıcı hesabı yoktu. Bu yüzden arada sırada “mecburiyetten” kullandığı mail adresini almamı rica etti. Yurdun kuralları gereği gecenin bu saatinde dışarıdan arkadaş sokamazdım, gece nöbetçisi yaşlı teyzeden azarı yerdim yoksa; ama mail adresini telefonuma kaydettim. Ancak harflerden birini eksik ya da yanlış yazmış olmalıydım ki, o günden sonra gönderdiğim maillere herhangi bir yanıt alamadım. İşin doğrusu bu çok da umurumda değildi.

Ariel'i o geceden sonra hiç görmedim.O gece Novo'da birlikte olduğumuz Olsztyn'deki Türk arkadaşlarımdan birisine birkaç gün sonra yolda rastlamış ve ona hiç mail göndermediğimden veryansın etmiş. O günden sonra da onu tamamen unutmuştum.

Ta ki geçenlerde Facebook karşıtı, İnternet düşmanı, Müslüman avcısı Ariel, beni Facebook'tan ekleyene ve hal hatır sorana kadar!

2 Mart 2012 Cuma

Yarım Kalan Bir Aşkın Hikayesi: Yeşil Gözler

Aşkla, özgürlük halef seleftir;
Tıpkı güneşle ay gibi,
Tek tek ikisi de güzel olduğu halde,
Bir arada var olmazlar..
Biri doğdu mu, diğeri silikleşir.
Aşk boyun eğip kalmaksa,
Özgürlük alıp başını gitmektir..
Ya gönüllü itaat,
Ya nihayetsiz seyahat…
Seyahati seçerseniz;
Aşk şapkasını alıp gidecek..
Aşka düşerseniz,
Özgürlüğe yolculuk bitecek..
Çünkü nasıl özgürlük aşkın zeminiyse,
Aşk da özgürlüğün finalidir…

(Can Dündar)

Geçtiğimiz yıl Erasmus'umun deli dolu günlerinden birinde:

Aklımın bir ucunda hala o bir çift yeşil göz var. Nereye baksam onları arıyorum. Sanki şu anda kompartımandan dışarıya adım attığımda trenin koridorlarında onlarla karşılaşacakmışım gibi hissediyorum. Ancak öyle bir ihtimal yok. Henüz farkında değilim; ancak seçimimi çoktan yaptım ben. Bencil davrandım, özgürlüğü seçtim. Bundan sonrası imkansızı zorlamaktan başka bir anlam taşımıyor. O bir çift yeşil gözü aslında daha bulduğum gün Varşova'da bıraktım ben! Şu anda da Viyana'ya gidiyorum. Olsztyn'den kalkan trenin Varşova istasyonunda durması benim inip, o yeşil gözlere kavuşacağım anlamına gelmiyor. Buradan binecek yolcuları aldıktan sonra beni o yeşil gözlere değil, hayat yolculuğumun bu noktasında görülmesi gereken yeni ve önemli bir kente götürecek.

Saat gecenin 11'i. Acaba şu anda ne yapıyor? Varşova'daki hemen hemen tüm eğlence yerlerini ezbere biliyorum artık. O yalnızca bir tanesine gider. Bense oraya yalnızca bir kez gittim. Bundan sonra her gece oraya gitse bile beni, bir çift siyah gözü tekrar göremeyecek. Ben de onu, o bir çift yeşil gözü göremeyeceğim. Çünkü seçimimi çoktan yaptım; sadece henüz bunun farkında değilim.

Tanışmamızın üstünden iki hafta geçti. O gece dört saatlik ilk beraberliğimizin ardından hiç buluşamadık. Ben yolda olmayı seçtim, o da sorumluluklarından taviz vermedi. İkimizinde hayatla ilgili kendimizce planlarımız var. Sadece hayatın akışı izin verdiği ölçüde birlikte vakit geçirebiliriz. Ya da sürekli beraber olabilmek pahasına yaşamlarımızdan ödünler vermeliyiz. Yalnızca şu an ikimizde bunun farkında değiliz.

Trenin garda durakladığı esnada amaçsızca dışarıyı seyrederken çaldı telefonum. Arayan oydu. Elim ayağıma dolandı. Şu anda ilk tanıştığımız yerde ve beni çağırıyor. Bundan daha kötü bir zamanlama olamazdı! Sanki hayat beni bir seçim yapmaya zorluyor. Neden iki haftanın peşine, tren tam da Varşova'da durmuşken beni arıyor? Psikolojim allak bullak, ya önceden ödemesini yaptığım, herşeyini planladığım bu turu yakacağım; ya da onu reddedip Viyana'ya gideceğim. Seçim yapmak için birkaç dakikam var. Yolda olmayı seçiyorum. Seçmek zorundayım. Onu daha sonra bir şekilde birkez daha görebilirim; ama Viyana'yı göremem. O an, tren yeniden hareket etmeye başlamadan birkaç saniye önce aklımdan geçenler bunlardı.

Viyana'yı gördüm; ama o bir çift yeşil gözü bir daha, ne kadar çabalarsam çabalayayım hiç göremedim. Okşadığım o narin kumral saçları bir daha hiç koklayamadım. O da bana yarım yamalak türkçesiyle: “Selam, Nasilsin?” diyemedi.

İki ay sonra, Türkiye'ye dönüşümden birkaç gün önce bana şu satırları yazdı. Silmedim, hala telefonumun belleğinde duruyor:

“You didn't do anything wrong. Maybe my behaviour was strange, but i'm always afraid of farewell. Erasmus people are here just for a while

Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. Belki benim davranışım garipti; ama her zaman vedalaşmaktan korkmuşumdur. Erasmuslar çok kısa bir süreliğine buradalar


Bugün o yeşil gözleri göreli neredeyse 1 yıl oldu:

Haklıydın biliyorum; artık gerçekleşmesi çok daha zor ama seyahatimin sende noktalanmasını istiyorum. Tam bir senedir bu duyguyla içim içimi yiyor. Kimse bilmiyor, belki sen de çoktan unuttun; fakat ben hala o bir çift yeşil gözü arıyorum.

10 Şubat 2012 Cuma

Bugün 10 Şubat: Günün Anlam ve Önemine Dair..

Hayatta insana kademe atlatan, geriye dönüp baktığında "Ben bunları bunları yapmışım be!" dedirten, kendine güvenini arttıran bazı kırılma anları vardır. Ona hayatının değerini farkettiren, kendine ve çevresine bundan böyle daha farklı bir gözle bakmasını sağlayan anlardır bunlar.

Hayatımın şimdiye kadarki en büyük olayı şüphesiz, geçtiğimiz yıl bugün, içinde bulunduğum Polonya Havayolları'na ait uçağın Varşova Chopin Uluslararası Havaalanına inmesiyle başlayan 5 aylık süreçti. Bambaşka topraklarda bambaşka hayatlar, bambaşka bakış açıları tanıdım. En önemlisi kendimi tanıdım. Daha doğrusu daha önceden duyduğum, okuduğum, hatta filmlerde şahit olduğum birçok olayı birebir içinde yer alarak test ettim. Kimi zaman olayın merkezinde kimi zaman çevresindeydim; ama hep bana birşeyler katacak kıssadan hisseler çıkartmaya gayret ettim.

Bu 5 aylık süreç, geriye dönüp baktığımda bana 5 yıl sürmüş gibi geliyorsa, hayatımda daha önce edinmediğim kadar tecrübe edinmişim demektir. Pişmanlıklar, "Keşke şunu da yapsaydım" dediğim şeyler yok mu? Elbette var. Günah çıkartmam gerekirse söyleyecek çok şeyim var. Ama bardağın dolu tarafına baktığımda kazandığım şeylerin sayısı hiç de azımsanamaz.

Hayatımızı farkında olarak ya da olmayarak yaptığımız seçimler belirler. Bu seçimlerden farkında olarak yaptıklarımın en doğrusu sanırım Erasmus'tu. Hayatımda daha önceden yapmış olduğum; ancak farkında olmadığım ya da çok önemli olmadığını düşündüğüm doğru seçimleri bile yeniden değerlendirmemi sağlayarak, birer deneyim olarak belleğime yeniden okuttu. Polonya'da geçirdiğim her bir dakika, -çoğunun anın akışı içinde farkına varamasam da- şüphesiz ufkumu genişletti, bana eldeki şeylerle yetinebilmenin, şikayet etmemenin, hayata her şartta pozitif bakabilmenin sözde değil özde önemli şeyler olduğunu, bizzat tecrübe ettirerek gösterdi.

Erasmus bana düşünsel ve eylemsel anlamda çok şey kattı. Burada hepsini yazabileceğimi sanmıyorum. Yalnızca tarihe bu günün benim için önemini vurgulayan küçük bir not düşmek istedim. Belki 5 ayda sırasıyla edindiğim birkaç deneyimi özlü sözler versiyonunda aktarabilirim.

Erasmus bana:

1-Daha önce soğuğu sevmeyen, kaloriferli evin rahatlığına hayran konformist bir çocuk olarak -20'leri gösterdi. İki ay karlar altında yaşattı. Esas olanın meteorolojik hava durumu değil, insanın havasının durumu olduğunu öğretti.

2-Uzun yıllar tek başına yolculuk etmekten, sinemaya restauranta gitmekten, hatta yolda yürümekten bile çekinen bir çocukken, hayatta bize karakter kazandıran eylemlerin tek başımıza çıkardığımız keyifler olduğunu fısıldadı kulağıma. İnsanın tek başına zaferler kazandığını gördüğünde, korkularının üzerine gidip onları yendiğinde, hatta onları artık stres topu gibi görmeye başladığında büyüdüğünü işaret etti.

3-Bir dilencinin bile mutlu olabildiğini gördüm, insanları sosyal statüsüne göre değerlendirmemek gerektiğini, Avrupalıların bizden çok üstün ya da çok zeki varlıklar değil, aslında bizim gibi sıradan insanlar olduğunu gösterdi. Bizden tek farklarının, kısaca kültür denerek geçilen; ancak içinde insan ilişkilerinde samimiyeti, aklınızı özgür bırakabilmenin önemini, küçük şeylerden mutluluklar yaratabilmenin değerini barındıran, hayata bakışınızı güçlendiren yaşam tarzları olduğunu öğretti.

4-Dünyanın her köşesinde, insanın olduğu her yerde benzer sıkıntıların ve mutlulukların olduğunu, başımıza gelen ufak tefek aksilikleri yalnızca bizim başımıza gelmiş gibi düşünmememiz gerektiğini söyledi.

5-İnsanlarla aramıza kendi kuruntularımızın oluşturduğu önyargılarla örülmüş duvarlar koymadan yaşamamız gerektiğini, karşımızdakini bizim gibi düşünmeye ya da davranmaya zorlamanın anlamsızlığını, sağlam arkadaşlığın ya da aşkın karşılıksız kurulabileceğini birkez daha gösterdi.

Çünkü Rotterdamlı Desiderius Erasmus bundan 500 yıl önce doğru hayatın, her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak, ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek olduğunu söylemişti.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Varşova Yolcusu Kalmasın!


Geçtiğimiz sene okulunuzda girdiğiniz Erasmus sınavında dereceye girdiyseniz..

Okulunuzun Erasmus Koordinatörü ve AB Ofisi arasında yılmadan mekik dokuyup, bütün formlarınızı zor olsa da tamamladıysanız..

Lot'tan gidiş dönüş biletinizi uyanık olup erkenden indirimli aldıysanız..

Pasaport başvurunuzu yapıp, elinize geçtiği ilk gece onunla birlikte uyuduysanız..

İstanbul Başkonsolosluğu ya da Ankara'daki Polonya Büyükelçiliği'ne giderek, gerekli belgelerinizi eksiksiz bir şekilde tamamladığınız takdirde, sempatik çalışanları sayesinde iki dakika içinde sorunsuz bir şekilde vize başvurunuzu yaptıysanız..

D tipi vizenizle birlikte pasaportunuz size geri gönderildikten sonra Schengen haritasına heyecanla tekrar tekrar göz attıysanız..

Hibeniz yattıysa, ya da ekonomik durumunuz iyiyse, hatta gözünüzü karartıp: "Bi yolunu bulurum yeter ki gideyim!" dediyseniz..

Yapı Kredi'den Türk lirası hesabı açıp, hibenizi ya da aileden akrabadan gelen maddi destekleri bu hesaba yatırıp banka kartınızı elinize aldıysanız..

Finalleriniz başarılı bir şekilde geçtiyse, ya da: "Başlarım sınavına da hocasına da Erasmus'um lan ben artık!" dediyseniz..

Palace of Culture'ın yapılış hikayesini öğrendiyseniz, 2. Dünya Savaşı'nda bu neşeli halkın Varşova gettolarında çektiği acıları yüreğinizde hissettiyseniz..

Kafanızı tamemen boşaltıp, kendinizi mental olarak Avrupa hayatına hazırlayabildiyseniz..

Nerede kalacağım telaşına düşmeden, "Yaban ellerde ne yapacağım, inşallah orda Türk vardır, domuz eti mi yiyeceğiz?" gibi gereksiz kuruntulara girmeden..

50 kilo bavul doldurmadan, uzaya değil, sizin gibi etten kemikten yapılma insanların yaşadığı, herşeyin olduğu bir başka dünya kentine gideceğinizi bilerek..

Gidin Varşova'ya!

Unutmayın ki siz orada her dakika yeni bir tecrübe edinmenin mutluluğuyla, o bar senin bu şehir benim gezip tozup eğlenirken, bu topraklarda da mutlu olmaya çalışan; ancak sizin oradaki imkanlarınızın 10'da 1'ine bile sahip olamayan arkadaşlarınız olacak..

Ne kadar eğlenirseniz, onlar da o kadar mutlu olacak..

Kendilerine Erasmus'un kattığının 10'da birini katmayacak derslerden, sınavlardan vakit bulabilirlerse tabii!

18 Kasım 2011 Cuma

D Tipi Vize Meselesi

Bilgilerin geçen zaman içinde her ülkeye göre değişmiş olma ihtimali vardır; o nedenle okuduktan sonra özellikle elçiliklerden kontrol edin!

Forumlarda en çok tartışılan, bazı yorumlarla yanlış yönlendirmelere ve korkulara sebep olan önemli konulardan biri D tipi vize olayıdır. Bu vizeyle ilgili olarak iki tez çarpışmaktadır. Bunlardan biri; D tipi vize ile elde edilen 90 günü başka Schengen ülkelerinde geçirme hakkının başladığı tarih ile ilgilidir. Bu 3 aylık hakkın gidilen ülkeye giriş yaptıktan sonra başladığı iddiasıdır. Bu düşünceyi savunan, okuduklarını yorumlamaktan aciz ve çok bilmiş kişiler derler ki (Erasmus yapacağınız ülkeye girişte, Schengen dışı bir ülkeden geldiğiniz için pasaportunuz doğal olarak giriş damgası yediğinden) her 180 günlük vize için verilen 90 günlük kullanım hakkı o an başlar. O günden itibaren ilk 3 ay içinde bir başka ülkeye gittin gittin yoksa sonraki 3 ayda bu hakkın yok. Bu yorum tamamıyla yanlıştır!

Oysa D tipi vize 2010 Nisan'da alınan bir kararla oluşturulmuş, Erasmusları hem külfetten kurtaran hem de Erasmusun temel amacına hizmet eden özel ve yeni bir vize türüdür. Eğer D tipi vizeniz varsa, bu vizenin sizi yönlendirdiği ilk ülkeye giriş yaptıktan sonra (diyelim Polonya); 90 günlük hakkınız şu gün başlar diye bir kuralı yoktur. 180 günlük vizenizin başladığı günden bitişine kadarki süreçte canınızın istediği zaman dilimlerinde kullanacağınız bir haktır bu. Oturma izni gibi vurgusu da aslında vizenin değerini ortaya koyan önemli bir noktadır. Yani Erasmus için gittiğiniz herhangi bir Schengen ülkesinde karakola falan gidip, daha önceki yıllarda olduğu gibi (yani D tipi vize öncesi) bir sürü bürokratik işlemi yapmanıza, bunun sonunda izin beklemenize "Ben geldim, burada da şu kadar ay kalacağım, oturma izni verir misiniz?" demenize gerek yoktur. Bu oturma müsaadesini D tipi vize size başlangıç gününden itibaren verir. Siz sadece ve en fazla "Ben geldim haberiniz olsun" dersiniz, ki hiçbir Erasmus öğrencisinin de gezmek dışında bir başka ülkede bir, iki ya da üç ay kalmak gibi bir fikri ve zamanı yoktur zaten. Ben de gitmeden önce bu konuyu uzun uzun incelemiştim, ki karar henüz taze idi. Olur da gittiğim yerlerde henüz bu tip vizenin ve kararın farkında olmayan ya da anlamını bilmeyen görevlilerle karşılaşırım diye kararın bir çıktısını yanıma almıştım. Gerek oldu mu? Tabii ki hayır.

Ben 180 günlük vize süremin başında, ortasında, sonunda değişik zamanlarda sıklıkla Polonya dışına çıktım geri döndüm. Hiçbir sorun yaşamadım. Çünkü vizede yazılı olan çok girişlinin anlamı da budur. Yani kardeşim der sana, korkma gez ama her 180 günlük vize için verilen 90 günlük hakkını aşma...

İşin ilginç tarafı Erasmus yaptığınızın dışındaki bir ülkeye yaptığınız ilk çıkışı kimin, nasıl bileceği... Siz gittiğiniz ilk Schengen ülkesinden sonra elinizdeki D tipi vizenin size sağladığı avantajla, zaten pratikte tıpkı Avrupa Birliği ülkesi vatandaşı gibi oluyorsunuz. Herhangi bir ülkeden diğerine geçerken herhangi bir sınır kapısında durup da işlem yapmıyorsunuz. Tabelalarda değişen dili fark etmeseniz bir başka ülke sınırını geçtiğiniz anlamıyorsunuz. Çünkü herhangi bir bürokratik işlem gerekmiyor.

Yine kendimden bir örnek vermem gerekirse; değişik zamanlarda onca yere gittik, kiraladığımız Polonya plakalı arabayla bile (ki Erasmusumun bitmesine 40 gün kalmıştı) Almanya, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Macaristan sınırlarından geçtik, tüm bu süreçte herhangi bir sınır kapısı görmedim, benzeri herhangi bir yerde de durmadık, durdurulmadık, dolayısıyla da kimse ne pasaport ne de başka bir şey sormadı. Tüm Erasmusum boyunca pasaportuma bir Polonya'ya ilk girdiğimde bir de Türkiye'ye dönerken çıkışta damga vurdular. Ben Polonya dışına ilk Schengen çıkışımı hangi tarihte yaptım diye kendime sorsam? Pasaportumun sahibi olarak ben dahi bilmiyorum. Çünkü, pasaportumun hiç bir sayfasında böyle bir iz yok...

Ayrıca gittiğiniz yerde karakola gidip ben geldim deme noktasında da, iki farklı şehirde kalmama rağmen herhangi bir başvuru yapmadım ve bir sorun da yaşamadım, arkadaşlarım da yaşamadı. Ancak 2 ayımı geçirdiğim, yine herhangi bir bildirimde bulunmadığım Olsztyn'de Erasmus yapan arkadaşların böyle bir başvuru yaptıklarını biliyorum. Bunu da şöyle düşünün: Nasıl ki ülkemizde ev değiştiğinizde gittiğiniz yeni mahalle ile ilgili bir bildirimde bulunuyorsanız; Polonya'da da yerinizi bildirmek adına böyle bir işlem yapıyorsunuz, ki ben dediğim gibi böyle bir işleme dahi gerek duymadım. Üstelik bir kırmızı ışık ihlali sanısıyla bana haksız yere ceza yazmak isteyen bir polisle tartışmama, onun pasaportumu incelemesine rağmen bu bildirimle ilgili olarak başıma herhangi bir şey gelmedi.

D tipi vizenin değerinin altını çizerek tekrar edersem; siz D tipi vize öncesinde olduğu gibi, gittiğiniz Erasmus ülkesinde oturum izni başvurusu yapmıyorsunuz, bir sürü evrak teslim ederek oturum izni çıkmasını beklemiyorsunuz, 90 günlük başka ülkelerde bulunma hakkınızı da dilediğinizce ve özgürce kullanabiliyorsunuz.. Çünkü elinizdeki vize bu hakkı size baştan veriyor. Siz sadece, vizeyle zaten elde etmiş olduğunuz bu hakkınızı kullanıyor ve ben geldim diye haberdar etmek için -isterseniz- ya da okulunuz mecbur tutarsa ilgili kuruma başvuruyorsunuz.

Bilmem anlatabildim mi? Artık şu vize meselesini silin zihinlerinizden, muhtemelen de Polonya dışına ya gittiğiniz okulun ESN'i ya da bir tur şirketinin sayesinde çıkacaksınız. Bir sorun yaşayacak olunsa onlar alırlar mı bu sorumluluğu bir düşünün, en basit mantıkla uyarırlar ve götürmezler sizi, ama yok böyle bir şey.

Polonya Büyük Elçiliğinin sitesinde D Tipi Vize ile ilgili olarak yapılan açıklama aşağıdadır ve anlamı nettir. Mesele yorum farkından ibarettir.



Yeşil Pasaport'u olanlar da vizesiz çıkma olanağına sahip olmalarına rağmen, ellerindeki yeşil pasaport 90 gün yurt dışında (turistik amaçla) bulunma hakkı verdiği için ve oturma hakkını kapsamadığından, normal öğrenci pasaportu ile işlem yapanlar gibi, gerekli belgelerle konsolosluklara baş vurarak, özellikle 90 günde bir Türkiyeye giriş çıkış yapma sorununu yaşamamak için D tipi vize almalıdırlar.

Tüm D tipi vizeler, her altı aylık dönemde Schengen ülkelerinde de 90 günlük kalış hakkı vermektedir - aynı oturma müsaadesi gibi. Bu kural, 5 Nisan 2010 tarihinden önce verilen D ve D+C vize sahiplerini de kapsamaktadır. Üye ülkeler, azami 1 yıllık D tipi vizesi verebilir.


D+C tipi vize kaldırılmaktadır

15 Eylül 2011 Perşembe

PKP Gecikir; Ama Gelir

Eşine az rastlanır bir durum sanırım; çünkü daha önce hiç başıma gelmedi: Varşova Merkez Tren Garı'nda yaklaşık bir saattir ayakta dikilmekteyim. Bir dizi aksilik sonucu, 14.50'deki Olsztyn trenini kaçırdım. Sonraki tren 17.10'daydı; ancak nasıl olduysa rötar yaptı. Ben Olsztyn trenini beklerken önümde Bialystok treni durdu. O da yaklaşık bir saat gecikmiş: Bunu o ana kadarki uzun bekleyişim sırasında, kolumdaki Galatasaray bilekliğimi farkederek yanıma gelen bir Türk'ten öğreniyorum.

Kendisi Türkiye'de bir turizm acentasında çalışırken, tanışıp aşka tutulduğu bir Polonyalı turistle evlenmiş. Daha sonra yıllarca okuyup, uğrunda üniversite sıralarında dirsek çürüttüğü mesleği bir kenara itip, karısının yaşadığı kente Bialystok'a iki Türk arkadaşıyla beraber yerleşip kebapçı açmış. "Üç Türk bir araya gelince ne yapar? Kebapçı açar!" diyor. Bir de benim için önemli olan bilgiyi veriyor bu arada: "Sanırım sabah erken saatlerde garda ufak çaplı bir yangın çıkmış, bu yüzden seferler sarkmış".

Polonya'da otobüs, tren farketmez tüm seferler çok dakiktir, o benden daha tecrübeli, iki yıldır Polonya içinde yolculuk yapmasına rağmen ilk kez böyle bir şeyin başına geldiğini söylüyor.

Abimizi Bialystok'a uğurladıktan sonra çaresiz bir köşeye kıvrılıyorum. Ertelenen seferlerin yarattığı aşırı kalabalık yüzünden üst kattaki geniş salonda oturacak yer bulmak imkansız. Birkaç kişiye Olsztyn treninin tam olarak ne kadar rötar yapacağı hakkında bilgisi olup olmadığını sorduktan ve benden fazla bilgileri olmadığını öğrendikten sonra şansımı Information'da denemeye karar veriyorum. Aldığım cevap 1.5 saatlik bir rötar olduğu yönünde..

Saat 19.00'u aşıp, tren hala görünürde olmayınca bir kez daha perondan ayrılıp üst kattaki Information'ın yolunu tutuyorum. Israrlı çemkirmelerim üzerine şef görünümlü bir adam geliyor. 1-2 yere telefon ettikten sonra trenin tam da o anda perona yanaştığını söylüyor. Gerçekten şanssız günümdeyim! Peronu terk edip gitmem, az daha treni bir kez daha kaçırmama neden olacaktı çünkü! Koşar adımlarla alt kata, peronların olduğu yere geri dönüp sonunda beni Olsztyn'e götürecek trende yerimi alıyorum.


Önceki treni kaçırmış olmama rağmen biletim yanmadı; çünkü Polonya'da aldığınız herhangi bir tren bileti 24 saat geçerliliğe sahip. Örneğin Varşova'dan Olsztyn'e günde 3 sefer var. Aldığım Olsztyn biletini böylece dilediğim bu 3 seferden birinde kullanabilirim.

Tıka basa dolu bir tren. 50 yaşlarında bir baba, akranım iki oğlu ve babanın yakın bir arkadaşından müteşekkil bir kompartıman. Babanın yolluklarla dolu kocaman bavulu. İkram edilen votkalar, biralar ve oğulların koridordan geçen kızlara "yabancı" bir arkadaşları olduğunu söyleyip hava atma çabaları...

Bana özel olan duygularsa, tek başıma çıktığım her tren yolculuğunda olduğu gibi yabancı topraklarda kendi başına yolculuk etmenin getirdiği kendine güven, özgürlük hissi ve mutluluk...

18 Ağustos 2011 Perşembe

Viyana'nın Surları

1850'li yıllarda, şu günlerde maalesef dahili ve harici bedhahları olan şanlı Türk ordusunun tehdidi ortadan kalkınca, şehir düzenlemesi kapsamında tamamen yıkılmış. Yerini bugünkü Ring caddesi almış. Sur içinde kalan 1. bölge ise benim de gerçekleştirdiğim üzere günümüzde turistlerin bir numaralı gezi alanı. O surlar bir zamanlar çeşitli nedenlerle aşılamadı belki; ancak günümüzde çeşitli nedenlerle kentte yaşamakta olan 200.000'e yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mevcut.

Tur otobüsümüz Viyana'ya cumartesi sabahı saat 10.30 gibi girdiğinde, gözüme çarpan ilk şey düzenli, temiz ve sakin caddelerdi. Trafik problemi diye bir şey söz konusu bile değil. Bisiklet kullanımı yoğun, insanlar saray bahçelerinde dahi spor yapabiliyor. Bir nevi Viyana Maratonu koşmak mümkün. Tam bu sırada tur rehberimiz, Viyana'nın 2010 yılında kazandığı "en yaşanılabilir kent" ünvanından bahsediyor. Viyana, 2009'da da Zürih'in önünde yaşam kalitesi en yüksek şehir seçilmiş. Bir çok devin önünde, son iki yıldır dünyanın en kaliteli şehri yani..


Viyana aslında tarih boyunca yaşam standartı ve kültür seviyesi en yüksek kentlerden biriymiş. Burada biri ünlü Fransız Kraliçesi Marie Antoinette olmak üzere tam 16 çocuk dünyaya getiren ve Habsburg hanedanının devleti bizzat yöneten tek kadın hükümdarı olan Maria Theresia'ya özel tebrikler göndermek gerekiyor.



Prag'a ve Viyana'ya kadın eli değdiği, ince işlenmiş mimari yapılarla zaten dikkatimi çekmişti. O el bu hatuna aitmiş, şansıma Prag'da uzun yıllar Türkiye'de yaşamış bir Çek diplomat hanım (Kendisiyle AB üzerine yaptığımız sohbet de son derece keyifliydi), Viyana'da da uzun yıllardır Avusturya'da yaşamakta olan Türk bir işadamı rehberim olunca birçok bilgi edinmem mümkün oldu. Maria Theresia kültürel ve sanatsal birçok atılıma imza atmış. Karşılığını da adına dikilen heykeller ve çizilen portrelerle fazlasıyla almış. İsmi gerek Prag gerek Viyana'da birçok yerde karşınıza çıkmakta..



Viyana 2 milyona yakın nüfusa sahip, şehir merkezi 23 bölgeye bölünmüş. Avusturya başkentinin bir numaralı simgesi Stephen Katedrali'nin merkezinde yer aldığı 1. Bölge, yani eski suriçi (Innere Stadt) şehrin yüzyıllardır kalbinin attığı merkezi.. Çevresini saran Ring caddesi üzerinde adını çok kereler duyduğum ve önünde resim çekinme şerefine nail olduğum ünlü Opera binası, belediye, parlamento ve borsa binası gibi önemli yapılar bulunmakta. 

Viyana hem modern, hem de tarihi bir şehir. Dünyanın en önemli çok uluslu şirketlerinin merkezleri de burada, Habsburglardan miras kalan şaşalı tarihi yapılar da..

İlk durak Schönbrunn Sarayı. Habsburg'un bir tanecik imparatoriçesi Maria Theresia'nın yaptırdığı Avusturya'nın Versailles'ı, görkemli bahçesiyle göz kamaştırıyor. Bahçenin dört bir tarafını sarmalayan heykellerde öyle. Theresia bu sarayda ne aşklar yaşamış, sarayda ne entrikalar dönmüş duvarların bir dili olsa da anlatsa keşke!

Bir diğer saray Belveder. O da etkileyici bir mimariye, heykellerle donatılmış süs havuzlarına ve tabi ki koşu parkurlarına sahip. Çimlere basmak tabi ki yasak. Ancak ona da çözümümüz var. Çimlerde yuvarlanan birini görürseniz, o muhtemelen bizden biridir. Sevgiyle yaklaşın. Sonuçta çimlere basmak yasak, yuvarlanmak değil!


Prater kentin eğlence alanı. Simgesi çoğumuzun bildiği o ünlü dönme dolap. Halkımız boş zamanlarında bu geniş dinlenme-gezi alanına akın ediyor.

Norveç Başbakanı: "Breivik'inki gibi eylemlere cevabımız daha fazla demokrasi ve daha fazla şeffaflık olacak" derken bunun bize ne kadar uzak bir ifade olduğunu düşünmüştüm. Bizde böylesine cani bir eyleme karşı bu kadar sağduyulu kalabilmek ne kadar na mümkünse, devletin kurumlarında çalışan insanların da günün birinde bizden biri olduklarını hatırlamaları o kadar na mümkün gözüküyor.

Viyana'yı gezdiğim sıralarda Belediye Binası'nın önünde dev bir konser alanı kuruluyor, Parlamento'nun merdivenlerinde ise bir Bollywood filmi çekiliyordu. Avrupa'da çoğu yerde başkanlık saraylarının bile halka açık olduğunu gördüm. Beni karşılamadıkları için Avusturya ve Çek Cumhuriyeti başkanlarına kırgınım; ama rehber beni tufaya düşürmediyse kendileri normal şartlarda sık sık evlerinin balkonuna çıkıp halkla selamlaşıyorlarmış. Duyduğuma göre bu sırada öyle 100 araçlı konvoy, jammerlar, hava desteği falan da olmuyormuş.

-Lazanya yapan yer var mı?

-İyi bir kebapçı var mı?

Restoran konusunda tura katılan bazı Türk öğrencilerden rehbere yönelen bu soruları duyunca afalladım. Rehber de bozulmuş olacak ki, bizi biraz erken terketti. Viyana'da schnitzel yenir kardeşim, o da Figlmüller'de yenir! Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. Katedralin hemen arka sokağında iki adet şubesi var. Kime sorsanız gösterir! Türk'e rastlama konusunda da 1/10 şansınız mevcut nasılsa. Yolu her şekilde bulursunuz yani. Ama masanıza tatlı, tombul bir Germen garson amca tarafından getirilmekte olan kocaman bir tabak schnitzele ilk başta bilemeyip benim gibi mısır ekmeği muamelesi yapmayın sakın! Salata ve bira siparişiyle süslediğiniz entel duruşunuzda kaymalar yaşanmasın sonra..

Kebap ve Lazanya konusunda yardımcı olamayacağım. Fakat aynı zamanda lezzetli kahveler tadabileceğiniz şık cafeleriyle de ünlü olan Viyana'da bu iş için size bir yer önerebilirim. Freud başta olmak üzere, bugün isimleri Ring üzerindeki duvarlara sığmayacak ölçüde fazla olan birçok aydının yaşamları sırasında bir araya gelip keyifli sohbetlere imza attığı Cafe Landtman bu iş için benim önerim. Caddenin karşısındaki tiyatroya zamanında alttan bir tünelle ulaşılabildiği söylendi tarafıma. Ne kadar doğru bilemiyorum; ancak kahveler o derece kültür kokuyor yani.

Bir rivayete göre Viyana kahveyle Osmanlı sayesinde tanışmış. 2. Viyana Kuşatması'nın başarısızlığa uğraması sonucu şehrin yakınlarında kurulan kamplar terkedilip geri çekilirken, ardımızda bırakdığımız kahveyi elin Batılısı bulmuş, üzerinde düşünmüş, uğraşmış, Latte'ler, Espresso'lar, Mocha'lar, Cappuccino'lar üretmiş ve günümüzde bir nevi tereciye tere satmaya başlamış. Bu hikayeye göre Starbucks tamamen bizim sayemizde zengin yani. Hammaddeyi veren de biziz, mamulü alan da.

Viyana'yı gezen biri olarak Mozart'tan bahsetmemek olmazdı. Ancak canım Mozart günümüzde çikolata paketlerini süslemekte. Heykelinden önce, bir hediyelik eşya mağazasının önündeki sırıtan Mozart reklamıyla karşılaşmam psikolojimi bozmadı değil.

Hediyelik eşya fiyatları (biblolar, shot bardakları, magnetler vs.) 10-20 Euro civarında. Yemekle beraber Viyana'da bir günde harcadığım para 50 Euro'yu aştı sanırım. Zloti'yle yaşamaya alıştıktan sonra hazmı pek kolay olmadı benim için.

Viyana'yı anlamak, keyifli sosyal yaşamının tadına varabilmek için uzun bir süre yaşamak lazım sanırım. Oradaki erasmusları kıskanmıyor değilim.





5 Ağustos 2011 Cuma

Final Cut


"Bazen biletler sizi yalnızca bir yerlere ulaştırmaz, yeni insanlarla tanışmanızı sağlayıp kaderinize yön verir. Bazense vedalaşmanın bir aracıdır." "Erasmus öğrencilerinin hayatları kelebekler gibidir" demişti birgün Erasmuslardan bir tanesi. "Ama bu hiçbir şey yaşamadıkları anlamına gelmez!" Eve döndüğümde, Polonya'ya ayağımı basmadan önceki günün bana çok uzak göründüğünü farketmiştim. Halbuki bu aralık topu topu 5.5 aydı. Bana hissettirdiği ise unuttuğum anılar hariç 5.5 yıl! Erasmus'ta 1 gün bile çok uzun bir süre.. O "1" günün içinde bile sizi hayat boyu idare edebilecek büyüklükte bir anılar yumağı oluşturabilirsiniz. İşte bu şanslı hikayelerden birisi, benim çok yakınımdaki Erasmuslardan birine ait. Onun özel izniyle yayında:  

"Veda"dan yaklaşık 2.5 ay önce: İki günlüğüne Türkiye'den Berlin'e tatil için gelen ailenin yanına gidip hasret giderip vedalaştıktan sonra, Olsztyn'e dönüş için Berlin Garı'ndan bir bilet alınır. Bilet Polonya'nın kuzeyinde, Alman sınırında önemli bir kent olan Szczecin aktarmalıdır. Ancak birşey unutulmuştur: Mart ayının son haftasındaki, artık hepimizin ezberlediği klasikleşen işlem yapılmamış, kol saati 1 saat ileri alınmamıştır. Bu durumun bedeli ağır olur ve tren kaçar. Umutlar, Olsztyn'e en yakın bir diğer bağlantı noktası olan Kutno trenine kalır. Aksilikler bununla bitmeyecektir. Lehçenin zorluğunun yanına bir anlık dalgınlık ve tereddüt eklenince daha Kutno'ya varmamışken Konin'de inilir. Yapılan hatanın farkına geç varılması yüzünden giden trenin ardından bir süre çaresizce bakıldıktan sonra oluşan karamsarlık bulutları, yardımsever Polonyalılar sayesinde dağılır. Bir sonraki Kutno treni için bir bilet bulunur ve herşey orada başlar. Bir sonraki istasyon Kolo'dur. İşte burada trene "o" biner.

"O" hayatta nadiren bulunandır. Aradığınızda elde edemeyeceğiniz, yalnızca kaderin karşınıza kendiliğinden çıkarabileceğidir. Saatler ileri alınmasa, tren kaçmasa, yanlış istasyonda inilmese "o"nunla karşılaşamazsınız! "Tekrar hata yapmamak için yanımda oturanlara Kutno'ya ne zaman varacağımızı sordum; ancak içlerinde İngilizce bilen yoktu. Kolo diye bir yerde trene "o" bindi, karşı çaprazıma oturdu. Yardımıma yetişen de "o" oldu. "Ben de orada ineceğim, beraber ineriz" dedi. Böylece tanıştık."

 Polonyalı genç kızlar, yabancı akranlarıyla tanışırken ilk başta çekingen davranabilir. Bu durum "o"nun karşılaşıp iletişime geçtiği yeryüzündeki ilk yabancıysanız daha da zor bir hal alır. Ancak tren yolculuğu bu kilidi kırmak için yeterli bir süredir ve arkadaşlık böylece başlar.  

Ara Olaylar: Okuduğu kent olan Torun'a davet, birlikte yapılan şehir turu: Şehrin altı üstüne getirilir, tarihi yerler, barlar, sokaklar, caddeler el-ele, kol-kola karış karış gezilir. Final bir gece kulübünde sabaha kadar dans ederek yapılır, ardından bir arkadaşın evinde birlikte uyumanın keyfi..  

Sonuç: Hayatınızda o güne kadar geçirdiğiniz en mutlu anlar ve kaçınılmaz olarak "bağlılık"..  

Rövanş Olsztyn'de: Göl kenarı, iskele, orman, bira, arkadaşlar. Birlikte verilen eğlenceli pozlar, şaklabanlık. "O" yeni yabancılarla tanışır. Tedirginlik.. Öğrenilen Türkçe kelimeler, Türkçe bir küfrü onun ağzından duymanın mazoşist keyfi. Barın aksi gibi 2'de kapanması. Halbuki Torun'da 5'e kadar eğlenilmişti. Memnuniyetsizlik. "O" dansa devam etmek ister: "Benim sınavlarım bitti. Dans etmek istiyorum, Kruwa!" (Polonyalı bir genç kız, eğer uygun ortam varsa 8-10 saat boyunca hiç durmadan dans edebilir. Bu birçok kez denenmiştir.) Olsztyn'den yolculadıktan birkaç gün sonra "O"nsuz gidilen bir konser. Yapılan bir anlık hata, eski sevgili ve Facebook'un azizliği... Herşey berbat oldu!

Veda'dan iki gün önce ani bir kararla sabahın köründe trene atlanıp, günü birlik "o"nun yaşadığı kasabaya, herşeyin başladığı yerlerden biri olan Kolo'ya gidildi. Halbuki "Gelme" demişti. Yine de bir umut gidildi. Tren garında her zamanki sıcakkanlılığı sayesinde "idare eder" bir karşılama oldu, ancak bir soğukluk hissediliyor. Birlikte geçirilen çok kısa bir zaman.

Polonyalılar planlı-programlı insanlar; eğer "gelme" derlerse bu gerçekten işleri olduğu içindir. Sebep belki de budur. "Olsun abi Polonya'yı anlamama yardımcı oldu bu gezi. Adamların 20.000 nüfuslu kasabasında bile alışveriş merkezi var, pub var! Burada her yerleşim yerinin kendi ekonomisi var, büyük kentlere yığılma yok." Avuntu.. Pardon ama çok safsın, sen oraya alışveriş merkezi için değil "o"nun için gitmiştin! Üniversite 1. sınıf öğrencisi, kızıl saçlı, tatlı suratlı, iyi niyetli, neşeli, gelecekte muhtemelen çok başarılı bir pedagog olacak o kız için! "Bu hikaye böyle bitmemeli. Poznan'da son kez buluşacağız. Fazla vaktim olmayacak. Yani tam bir Final Cut!"

 Final Cut: Sabahladık. Önceki gece İtalyan arkadaşlarla Old Town'ın güzel bir barında yapılan Martini'li vedalaşmanın etkisi hala sürüyor. Martini veda için iyi bir tercih.

Yine trendeyiz: Sabah 07.18 Olsztyn Zachodnia-Poznan Glowny. Regionalne, yani kompartımansız hızlı tren. Saat 12.40'ta Poznan-Berlin treni, 16.30'da Berlin-İstanbul uçağı var. "O"nu son kez görmek için 1 saat bile vakti olmayabilir. Atılan mesaj: "Saat 12'de saat kulesinin önünde buluşalım". İyi de sen 12'de oraya varıp varamayacağını, herşeyden geçtim Old Town'ın yerini bile bilmiyorsun ki! Herşeyden geçtim, Berlin treni kaçarsa, uçak; uçak kaçarsa, uzun bir süreliğine tekrar Avrupa topraklarına ayak basma şansı kaçabilir! Vizen doldu çünkü.

Tren'de uyuma şansı yok. Hem kompartımansız trenin dezavantajı, hem de sürekli bağırıp çağıran, Poznan'a öğretmenleriyle birlikte geziye giden ortaokullu talebelerle aynı vagondayız. 11'30 Poznan Garı. Herşey için son 1 saat.. Old Town'a nasıl gideceğiz? Hemen tren garının önünden kalkan bir otobüsle. Otobüste oturan alımlı bir kadın bize çatpat İngilizcesi'yle yardımcı oldu. Şansa otobüs 5 dk içinde kalkacak. İnşallah Old Town çok uzakta değildir. Kadın bu durakta inmemizi söyledi. Görünürde saat kulesi falan yok! Old Town ne tarafta? Yardımcı olan genç bir kız. Bavullarla koşmak zorundayız. Saat 11.45.. 7-8 dakikalık bir yürüyüşün ardından Saat Kulesi'nin önü. Buluşmaya ve hergün olduğu gibi saat 12'yi vurduğunda inatlaşmaya başlayan keçilere 5 dakika var. Çiçek! Çiçek unutuldu! Çiçeğin anlamı Polonyalı bir kadın için, tıpkı olması gerektiği gibi derindir. Hayatında hiç çiçek almamış birbirinden güzel kızlar olduğunu düşünürsek, gerçekten önemli bir hediye.

Saat 12.00: Çiçek tamam, keçiler hazır ve "o" geldi. Yorgun ve mahcup. Artık romantizmin son saniyeleri. Yarım saat sonra herşey bitecek. İnsan 1 gün içinde boyut değiştirebileceğine inanamıyor. Şimdi "o"nunla Poznan'ın göbeğinde romantik anlar yaşıyorsun. Yarınsa bu saatlerde aylardır uyumadığın kendi yatağında "o"nu düşünmekten yine uyuyamayacaksın. Şimdilik bunun bir önemi yok. Hayatın tadını çıkarmaya bak.



 Keçilerin şovu bitti. Şimdi gara dönme zamanı, Berlin trenine yalnızca yarım saat var. Binilen yanlış bir otobüs. Tramway destekli bir yolculuk. Takıldığımız kırmızı ışıklar. Geçsek ceza yeme ihtimalimiz var ve böyle birşey olursa çok daha fazla vakit kaybederiz. "Bavulları bize bırak, koş git biletini al!" Bavullarla 2 nolu peronun önündeyiz. Varşova'dan kalkan Berlin Express göründü. Tam o sırada sevinç çığlıklarıyla biletini sallayarak bize doğru koşmaya başladı. Ayarlasak böyle bir zamanlama olmaz. Alfabelerin önemi yok, hep birlikte çekilen derin bir "ohh". Trene binerken son kez kucaklaşıldı ve son öpücük. Herşey ayarlanmış gibi, trenle başlayıp trenle bitiyor. Tren'in ardından "o"nun gözlerinden ellerindeki çiçeklere süzülen yaşlar. Güneş gözlüklerimi çıkarıp, ona taktım. İlginç. Normalde güneş gözlüğümü pek kullanmam. Ama nasılsa herşey önceden ayarlanmıştı!

*Müzik: The Final Cut- Pink Floyd

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Kilitlenmek

"Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. Belki benim davranışım biraz garipti. Ama Erasmus öğrencileri çok kısa süreliğine buradalar ve eninde sonunda vedalaşmak zorundayız. Bu yüzden tedirgin davrandım."

"O"nun ve benim adımın yanyana bu köprülerden birinin üzerinde yer almamasını açıklayan cümlelerden biri bu. Köprüler diyorum; çünkü bu yalnızca fotoğrafları çektiğim yer olan Olsztyn'e özgü bir durum değil. Polonya ve diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda sevgililer ilişkiye başladıklarında, yani tenlerden daha önemlisi kalpler ve fikirler birbirine değdiği zaman isimlerini bir kilidin üzerine yazıp, tarih atarak kilitlerini köprünün korkuluğuna takıyorlar. Bu çok ciddi bir anlam taşıyor, öyle 1-2 günlük tanışıklıktan sonra hemen kilit takılmaz çünkü. Muhtemelen kilitten önce en az 5-6 aylık bir flört durumu var. Bu da aşkın belgeli hali. Duygular ölmeye başladığındaysa kilit önce kalpten sonra korkuluktan sökülüyor.

Agnieszka ve Kasper 1960 , Wojtek ve Beata 2011, Marta ve Filip 2006..

İlk çift belki çoktan öldü, ama kilit sökülmemiş. Demek ki birbirlerini hep sevmişler.

İkinci çift yola yeni çıkmış. Umarım Wojtek çok sarhoş olduğu akşamlardan birinde Beata'yı üzecek birşey yapmaz, ona sadık kalır.

Marta ve Filip şu ana kadar büyük ihtimalle evlenmiş olabilir.

Bense şimdi buradayım, "o" ise seneye İtalya'ya Erasmus'a gidecek. Rahat mı olmalıyım bilemiyorum, nasılsa Erasmus öğrencisi olarak çok kısa süreliğine orada olacak!

12 Temmuz 2011 Salı

Şu Bilet Meselesi

Genelde Erasmus'a gideceklerin en büyük sorunu ve en endişeli oldukları konulardan biri, forumlardaki başlıklardan ve yazılardan da anlaşılacağı üzere uçak biletidir. Oysa en az telaş edilecek konu budur, eğer planlı biriyseniz tabii ki... Planlıdan kastımı şu yazıda ayrıntılı bir biçimde anlatmıştım. Kısaca özetlemem gerekirse, işlerini son dakikaya bırakmayıp da önceden düzenleyen birisi olma hali diyebilirim.

Bir Erasmus öğrencisinin ekonomik ve sorunsuz olması açısından ilk halletmesi gereken şey uçak biletidir. Sınav sonuçları açıklanıp da Erasmusa gideceğiniz kesinlik kazandığında başlamalısınız uçak bileti takibine...

Benim gözlemlediğim şöyle bir şey var: Çoğunluk, karşı okuldan gelecek kabul belgesini eline almadan uçak biletiyle ilgilenmiyor. Oysa toplam Erasmus maliyetinizi geciktikçe artıracak en önemli unsur bilettir. Ne kadar gecikirseniz maliyetiniz ve telaşınız o oranda artar. Sonra maliyeti düşürmek için aktarmalı uçuşların peşine düşmek zorunda kalırsınız. Bu da örneğin direk uçuşla 2,5 saatte ulaşabileceğiniz Varşova'ya en erken 5 hatta bazı uçuşlarda 16 saat sonra ulaşmanıza yolaçar, gecikmeler ve bagaj kaybolma riskleri de cabası... Direk Varşova'ya uçtuğunuzda, havalanından 180 nolu otobüsle tren garına 20-25 dakikada geçip, (taksi ücreti 40 zloti civarı) Polonya'nın her tarafına tren ile ulaşabilirsiniz.

Ben Polonya örneğinden yola çıkarak ve kendi tecrübem doğrultusunda anlatacağım ne yapmanız gerektiğini. Anlatacaklarım Polonya özelinde olsa da, diğer ülkelere gidecekler için de bir ölçüde yararlı olabilir. Polonya hem gerekli belgelerin sayısı hem de ülkenin Erasmus'a gösterdiği ilgi dolayısıyla vize işlemlerinin en kolay halledilebildiği ülkelerin en önde gelenlerinden biridir. Bu yüzden belgeler konusunda endişeye ve telaşa kapılmanıza gerek yoktur.

Polonya'da Erasmus yapacaksanız ve güz döneminde gidecekseniz daha okul kapanmadan ve asilliğiniz kesinleşir kesinleşmez biletin peşine düşmelisiniz; bahar döneminde gidecek olanlar da, Eylül'de okul açılır açılmaz bilet sorgulamalarına başlamalıdır. Bu süreçte yapılması gereken en önemli şey, Erasmus koordinatörünüze bir mail attırarak gidilecek okulun açılış ve kapanış tarihlerini bir an önce öğrenebilmektir.

Bu bilgiyi edindikten sonra ülkede ne kadar kalmayı planlıyorsanız, ona göre gidiş dönüş tarihleri belirleyip LOT'un sitesi ile akraba olmanız gerekir. Burada önemli bir noktanın altını çizmeliyim: THY, LOT'un operasyon ortağıdır. Bazı günler her biri farklı saatlerde ayrı ayrı uçuşları olsa da, çoğu zaman (yani tek uçuş olan günlerde) yolcularını aynı uçakta uçururlar. Daha açığı; tek uçuş olan günlerde siz biletinizi bu iki havayolunun hangisinden alırsanız alın uçacağınız aynı uçaktır. (Aynı tarihleri girerek hem THY, hem de LOT'dan bakıp, uçuş saatlerinden ve uçakların modelinden durumu anlayabilirsiniz. Örneğin ben gidiş dönüş biletimi LOT'dan almış olmama rağmen dönüş uçağım THY). Burada bir not daha verecek olursam, o da özellikle erken alımlarda LOT'da fiyatların daha ucuz olduğudur. Her ikisine de bakmakta yarar var elbette.

Bu ön bilgilerden sonra gelirsek ayrıntılara: Öncelikle gidiş tarihinizden en az 4-5 ay önce LOT'un sayfasına ziyaretlere başlayarak, gidiş ve dönüş tarihlerinizi girip ve özellikle 7 gün aralığını işaretliyerek, tıklayıp bir sonraki evreye geçiyorsunuz. Ve size toplam uçuş fiyatınızın yanısıra ucuz biletlerden kaç adet kaldığının sayısını veriyor sayfa(rezarvasyon iptallerinden dolayı bazen bitti sandığınız bilet ertesi gün olabiliyor, ama yine de eli çabuk tutmakta yarar var). Eğer sizin günlerinizdeki fiyatlar yüksek ise siz, o bir hafta aralığındaki en ucuz günlere bakarak yeni günler saptayıp maliyetinizi düşürebilirsiniz. Burada bir ayrıntı daha vermem gerekiyor ki bu da: Dönüş tarafındaki fiyatlardan en ucuzu işaretlediğinizde, gidişteki yüksek bazı fiyatların düştüğünü görecek olmanızdır. Tüm bu incelemelerinizin sonunda sizin için en uygun olan günleri ve fiyatı saptadıktan sonra isterseniz site üzerinden rezarvasyon yapıp üç gün içinde biletinizi alabilir ya da vazgeçersiniz. Burada yine kendi pratiğimden yola çıkarak size şöyle bir öneride bulunmak isterim: Sitedeki tarihleri ve fiyatları saptadıktan sonra yakınınızdaki, THY acentalığı olan ve güvendiğiniz bir turizm ofisine gitmeniz. Çünkü bu ofislerden ufak bir farkla biletinizi kredi kartınıza beş taksitle alabilme olanağınız var, ki ben ve arkadaşlarım bu yolu tercih etmiştik.

Dip not olarak şunu da belirteyim: Alacağınız bilet "Economy Saver" olduğundan iade şansınız yoktur. Eğer olur da satın aldıktan sonra tarih değiştirmek isterseniz, 50 euro ceza ile birlikte, değiştirdiğiniz tarihteki biletin varsa fiyat farkını ödersiniz. Bu yüzden tarihlerinizi net olarak belirleyin. Erken aldığınızda tek gidiş fiyatına gidiş- dönüş alabilme fırsatı olduğu için ben, gerektiğinde dönüşü yakmayı göze almıştım(Gidiş-dönüş 520TL'ye aldığım biletin sadece 22.temmuz tarihli dönüşü şu an 1.11o TL.) Şunu altını çizerek ve bir kez daha tekrar ederek tavsiye ederim: 100 tl daha ucuza gideceğim diye aktarmalı uçuşlara yönelmeyin, çünkü LOT ile 2.30 dakikada gideceğiniz Varşova'ya hem aktarma, hem de havaalanlarında uzun bekleyişler yüzünden en erken 4.5-5 saatte gidersiniz. Bagaj kaybolma risklerini de göz önüne aldığınızda değip değmeyeceğini iyice düşünün. Uzun lafın kısası benim tavsiyem gidiş tarihlerinizden 4-5 ay önce LOT'a bakın, eğer kararınızı ve tarihlerinizi kesinleştirdiyseniz biletlerinizi alın ve direk uçuşun keyfini yaşayın!

3 Temmuz 2011 Pazar

Erasmus'un İz Bırakanları

Ayran: Kanarya Adaları'nın Spartacus'u. Dağcı, iş hukuku uzmanı. Erasmusa yalnızca bir sırt çantasıyla gelmiş. Konferansa giderken de, halı sahada top oynarken de, clubda eğlenirken de aynı kot pantalonu ve aynı t-shirt'ü giyiyor. İngilizcesi hemen hemen hiç yok. Bir araya geldiği İspanyollarla da net olarak anlaşamıyor. Bunun nedeni adada konuşulan yerli halkın dilinin İspanyolcanın farklı bir formu olmasıymış. Polonya'ya nasıl geldiği bilinmiyor. Yüzerek Atlas'tan falan dolaşıp, Baltık üzerinden bile gelmiş olabilir; ancak dönüşü muhteşem oldu. Otostopla dönmeye çalıştı. İlk iki deneme başarısız olduktan sonra, 3.'de ancak Varşova'ya kadar gidebildi. Son kararı Berlin'e gidip bir arkadaşının yanında çalışarak dönüş parası biriktirmek oldu. Erasmus'un açık ara en ilginç adamı.

Ameraldo: Arnavutluk doğumlu. Dedesi imam, kendisinin İtalya'da pis işlerle uğraştığı söyleniyor. Bizdeki ismi “Torbacılık” olan türden.. Erasmus'un en çapkın adamı. Olsztyn'in en büyük festivali Kortowiada'da vücuduna yazdığı “In pussy, we trust!” ve “I love Polish Girls” yazılarıyla hatırlanacak. Bir de en azılı kavgalarda bile bodyguardların hiçbir müdahalede bulunmadığı, yalnızca öğrenci kimliğinizi göstererek bedava girebileceğiniz kadar sıradan bir bar olan Antalek'e bir süre alınmayışıyla.. Aramızda geçen ilk muhabbette bir kızla öpüşürken, bana aynı anda: “Seni ilk gördüğümde Türk olduğunu düşünmemiştim” gibi uzun bir cümle kurmayı başarmıştı. En azından yazın sonuna kadar kalması bekleniyordu; ancak Haziran'ın ilk günü çok sevdiği Polonyalı kızlara veda ederek herkesi şaşırttı.

Iwo: Nam-ı diğer Mr. Piwo. (Lehçede Bira) Alkol bağımlılığıyla ün yapan ESN mentörü. İlk tanışmamızda kapıdan içeri “Where is my Wine!” diyerek girmişti. Herhangi bir yerden edindiği tencerenin içine şarap ve Polonya'nın ucuz kolası Hoop'tan oluşan, tadı iğrenç bir karışım ekleyerek sizi saatlerce bir odanın içinde rehin alabilir. Eğer içmeyi reddederseniz Türkçe olarak: “İç iç, içmeyen ibne!” şeklinde tempo tutarak psikolojik baskı da kurabilir.. Burada kendi deneyimlerimden yola çıkarak söylersem izleyeceğiniz en iyi yol, eğer kuvvetli bir içiciyseniz herkesin birkaç yudum alarak arasında dolandırdığı tencereyi tüm kötü tadına rağmen fondip yaparak boş halde ellerine teslim etmek olur. Ki bir sonraki turda “Sana nasıl içileceğini gösterdim! Daha fazla istemiyorum!” diyerek yırtma şansınız olsun. Bu kadar azgın bir adam olmasına rağmen, sınavlar yaklaşınca hemen her Polonyalı gibi 1 ay odasına kapanıp, etrafta görünmemeyi başararak gönülleri fethetmiştir. Bu adamlar hem eğlenmeyi, hem de sorumluluklarını yerine getirmeyi bir arada başarıyor gerçekten. Bizden en önemli artıları nerede ne yapacaklarını bilmeleri..

Anna Eva: Olsztyn ESN'in fotoğrafçısı. Gazetecilik okuyor. Unutulmaz olayımız dans pistinde geri geri yürüyerek saçma sapan bir robot dansı yapmaya çalışırken, onu farkedemeyip üzerinden geçmemle oldu. Sağlık durumu şu an iyi. O gün bugündür zaten hafif sıyrık olan kendisi iyice garipleşti yalnız. Her yer ve her şartta siz farkında olmadan fotoğrafınızı çekme özelliğine sahip. En iyisi gidip usulca ona teslim olmak. Saçma sapan fotoğraflarınızı ESN sayfalarında görüp bunalıma girebilirsiniz aksi takdirde..

Tramvay Marta: Tramvaylara olan düşkünlüğüyle bilinen Polonyalı meslektaşım. Varşova dışında yaşasa da, Language Exchange'lere sık sık katılır, azimli bir kızımız. Ancak memleketinde tramway olmadığından mı, yoksa kıçını kaldırıp yürümekten aciz olduğundan mı iki caddelik yolu bile iki tramway değiştirerek gitmeyi göze alıyor, bilinmiyor. En son Pole Mokotowskie'de düzenleyeceği barbekü partiye Facebook'tan yalnızca 5 kişinin “evet katılıyorum” yanıtı vermesi üzerine partiyi iptal etmişti.

Fabricio: İtalyan sevimli dev. İri cüssesine karşın, içinde kırılgan bir kalp barındırır. Rap müzikle ilgileniyor, dünyaya barış mesajları veriyor. İlk karşılaşmam sarhoş olduğu için dengesini kaybedip üstüme düşmesiyle oldu. Herhangi bir kırık çıkığım çok şükür ki yok. Bizim Türk kızlardan birine yazdığı için, otomatik Türk erkeği korumacılığı refleksiyle fırçalamıştım. Bana ne halbuki, sen git Varşova'da Erasmus'unu yapsana! Olsztyn'in düzenine niye karışıyorsun!

Kalina: Alman sınırına yakın şirin bir kasabadan gelen müstakbel Polonyalı yengemiz. Kara kaşlı, kara gözlü bir Türk Erasmusçunun mentörüyken kendini ona kaptırdı. Türkü dinliyor, halay çekiyor. Türk gelenekleriyle ilgili videoları Facebook'unda paylaşıyor. Erasmus'un Türkleştirdiklerinden.

Kristian: Bir gece koridorda ayak parmakları pembe ojeli; ancak geri kalan kısımları gayet normal sarışın, zayıf tipik bir Polonya erkeği olarak belirdi. Zaten sarhoştu ve midesinin felaket halde olması gerekirdi. Ancak içtiği o kadar biranın üzerine ikram ettiğimiz iki shot votka, iki bardak rakı ve bir tabak tarhanayı daha içmeyi başararak benimle dünya mutfakları konusunda muhabbet etmeyi sürdürdü. Ertesi gün onun yarısı kadar içmiş olmama rağmen yataktan zor kalkarken, dışarıda karşılaştığımızda okula giderken zımba gibiydi. Eğlence zamanı eğlence, ders zamanı dersin tipik bir örneği daha..

Ania: ESN görevlisi, organizasyon ve halkla ilişkiler uzmanı. Her şartta her durumda işin bir çıkar yolunu bulmasıyla ünlü. Konferansda moderatör de olabilir, en ufak herhangi bir sorununuzda bir telefonla yardımınıza da koşabilir. Bilgi donanımı, zarafet, güzelliğin yanında, son derece mütevazi ve samimi bir kişilik kendisi.

Erasmusun artık son demleri. Çoğu Erasmus çoktan ülkelerine döndü. Geriye kalan son 20 gün bana daha neler gösterir bilinmez; ama şimdiye kadar tanıdığım en vurucu kişilikler bu satırlardakilerdi.

30 Haziran 2011 Perşembe

Erasmus Üzerine Erasmuscuyla Hasbihal...

Erasmusun bir genç için, tıpkı farklı dinlerden insanların o dinlerin her birinin kutsalına giderek yerine getirdikleri ibadetin eş değeri nitelikte bir olgu olduğunu düşünenlerdenim. Buradaki kıyaslama eylemin kutsallığının ötesinde, değerini ortaya koyan bir benzetmedir, yanlış anlaşılmasın! Ki Erasmus tekrarlanabilme olanağı olmayan bir durumdur. Yani tüm yaşamınız süresince belli bir döneminizde, tek bir kere yapabileceğiniz bir keyiftir. Elbette insan, yaşamı boyunca çok kereler yurt dışına çıkabilir. Hatta uzun yıllar yurt dışında yaşayabilir. Bunların her biri kendine has özellikleri içinde barındıran keyifli hallerdir. Oysa Erasmus, tüm bu yaşama hallerinden daha özel olanakları içinde barındıran, tüm bunlardan daha farklı ve daha değerli bir taddır. Çünkü Erasmus size bulunduğunuz ülkenin insanı gibi yaşama, o yaşama biçimini tanıma olanağı sağlarken aynı zamanda, ders ve iş yükünün azlığından ve sözünü edeceğim çevresel koşullardan dolayı gezmeniz, eğlenmeniz, (belki) ilk yurt dışı tecrübenizi yaşarken aynı anda pek çok farklı ülkeden insanla tanışıp ilişki kurmanıza olanak sağlar. Üstelik de cebinize başkası tarafından koyulmuş para ile..

Bunun sadece bizim gibi gezme olanakları kısıtlı, bu kültürü yeteri kadar edinememiş ülke insanları için geçerli bir durum olduğunu sanmayın! Erasmus, Avrupa'da yaşayan her genç için aynı değerdedir. Hazır bu cümleyi kurup bu kıyası yapmışken, diğer Avrupa ülkelerinden Erasmus öğrencilerinin Barselona'daki durumunu anlatan, sizi fazlasıyla motive edecek, heyecan ve hevesinize katkı yapabilecek İspanyol Pansiyonu adlı filmi izlemenizi öneririm.

Şimdi gelirsek tavsiyeler kısmına... Söyleyeceklerim, genel olarak hangi ülkeye gideceklerse gitsinler her Erasmuscu'nun kulağına küpe olması gereken şeyler... Aslında bir öğrencinin Erasmus süreci, üniversiteye kayıt yaptırdığı gün başlamalı. O kaydı yaptırırken "ben Erasmus yapacağım" hedefini önüne koymalı. Hatta daha en başta, henüz tercihlerini yaparken, seçeceği okulların ikili anlaşmaları olup olmadığını göz önüne almalı. Şu sınıfımdayken ve şu dönemde Erasmus'a gideceğim diye bir yol haritasını en baştan çizmeli. Öncelikle okulunun imkan tanıdığı ülkeler üzerine emek vererek bir araştırma yapıp, kendi öncelikleri açısından en elverişli ülke ve şehir için karar kılmalı... Zaten Erasmus sınavına girip sonuçların açıklanmasından sonra da önünüzde uzun bir dönem oluyor. Bu dönem de, hakkı verilmiş bir Erasmus süreci yaşayabilmek için çok iyi değerlendirilmeli! Eğer yabancı dil konusunda eksiklikler varsa; oraların keyfine iyice varabilmek, farklı uluslardan gelmiş diğer Erasmuscularla nitelikli ilişkiler kurabilmek adına çalışıp takviye yapılmalı.* Gidilecek ülkede görülecek yerlerle ilgili planlar önceden şekillenmeli. İnternet üzerinden araştırmalar yapılıp rotalar çizilmeli, her şehrin resmi sitesinden gerekli bilgiler alınmalı, konaklanacak yerler* konusunda bilgiler edinilmeli. (*bkz: yazının sonundaki yararlı linkler bölümü)

Zaten, bütün bir yaz boyunca uyuyan bir ağustos böceği değil de önerdiklerimi yapan, bu uğraşların ve sonuçlarının tadını seven biriyseniz, heyecan içinizden taşıyorsa, mesele yok. Ama hep elini tutacak birilerini arayan, onlarsız bir şey yapamayan, planlarını onlar üzerine kurduğunda ve o dağlara karlar yağdığında planlarından vazgeçip bahaneler üreten biriyseniz, "onların sinemaları acaba nasıl, bir klasik konserde burada izlesem, tiyatrolarında bir oyun seyretsem, şu müzelerine bir göz atsam, şu sergiyi gezsem, bu birayı denesem, eğitimime katkı için bir konferansa katılsam" gibi heyecanlarınız yoksa... sokaklarını, mahalle aralarındaki hayatları, yerel lokantalarındaki yerel tatları, kitap satan dükkanlarını merak etmiyorsanız... ben sadece bara gider içerim, kızlar da nasılsa boynuma atlar diyor ve bunun hayallerini kuruyorsanız, Erasmusa hiç gitmeyip de şehrinizde kalsanız daha iyi edersiniz.

Bir de; gittiğiniz yerlerde bulunduğunuz ortamlarda, ara sıra da olsa, cebinize para koyarak böyle bir keyif yaşamanıza olanak yaratan ülkenizin tanıtımı için çaba göstermelisiniz. Zaten gezip tozmak, o parti senin bu parti benim, o bar senin bu bar benim dolaşmak için fazlasıyla vaktiniz var. Her Erasmus öğrencisi yola çıkmadan önce şehrindeki Tourism Information bürolarına giderek, gittiği ülkede kendince önemli sayacağı insanlara vermek üzere ülkemizi, şehrini anlatan İngilizce hazırlanmış tanıtım broşürlerinden, kitapçıklardan çokça almalı! Bu anlamda hiç bir sorun yaşamıyorsunuz, bu bürolardan dilediğiniz kadar broşür ve poster alabiliyorsunuz, üstelik de cebinizden kuruş çıkmıyor. Erasmusa gidiyorum ve bunlar orada yapacağımız tanıtımlar için gerekli dediğinizde, "dükkan sizin" diyorlar, merakınız olmasın.

Yine gideceğiniz ülkede başta Erasmus Koordinatörünüz olmak üzere süreç içinde tanışıp arkadaşlığınızı devam ettirmeyi düşüneceğiniz insanlar için de küçük küçük hediyeler almanız fazlasıyla yararınıza olacaktır. Örneğin biz Nilüfer'in 12 Düet CD' sinden bir kaç tane almış, koordinatörümüz Iwona için de el yapımı, camdan, rengini özellikle turkuaz seçtiğimiz bir mumluk götürmüştük.

Özellikle ilk günlerinizde Language Exchange'lerde mutlak olmaya çalışmalısınız; farklı ülkelerden ve okulunuz dışından pek çok öğrenci ile tanışmanıza olanak yaratan, bir bira, kola ya da kahveyle geçiştirebileceğiniz, ekonomik ve önemli partilerdir.

Özellikle altını kalın kalın çizmek istediğim bir şey daha var: Erasmuscunun dostu Ryanair. *

Mutlaka sık kullanılanlarınızda yer almalı ve şimdiden incelemeye başlamalısınız. Çünkü Erasmusa gidip de Ryanair olanaklarından yararlanmayanı dövüyorlar! Önemli kentlere 6-10 euroya uçabilme fırsatlarının yanı sıra, maksimum 150 euroya en az altı ülkeye uçup tekrar bulunduğunuz ülkeye dönme olanağınız var. Bunun için tabii ki biraz emek vermeniz, sürekli takipte olmanız ve planlarınızı önceden yapmanız gerekiyor.

Bahar döneminde gidecekler için ise okulun kapanışının ardından boş bir dönem var. Bu bölümü interrail yaparak değerlendirebilirsiniz. Hazır elinize D tipi Schengen vizesini geçirmişken, cebinizde Erasmus öğrencisi olduğunuzu belirten kimlik kartı varken, bunların olanaklarından geri durmayın derim ben. Belki bir daha bu kolaylıkla vize alabilme şansı bulamayacaksınız.

Yine altını çizmem gerekir ki interrrail planlarınızı da çok önceden yapmalısınız; özellikle iletişim kurmakta, arkadaş edinmekte çekingen biriyseniz.

Bu işleri tek başıma yapacak cesaretim yok diyorsanız da; çok önceden, belki de yola çıkmadan önce bu tür niyetleri olan insanlarla iletişime geçip ortak planlar oluşturmalısınız. Henüz Erasmus yapacağınız ülkeye gitmeden önce o ülkede arkadaşlar edinmeniz, onlarla iletişim halinde olmanız da fazlasıyla yararınızadır. Olursa olur, olmazsa ben tek başıma da yaparım diyorsanız, yapacaklarınız konusunda inatçıysanız, ben de size "helal olsun!" derim.

Şu son durumdan yola çıkarak şunu da belirtmek isterim: Eğer arkadaş bulamadığında tek başına bir yerlere gidemeyen biri iseniz, Polonya'ya gidecekler için önerebileceğim bir tur şirketi var. Ryanairle program yapıp denk düşüremediğinizde, ya da bilmediğim ülkede kendi başıma ne yaparım korkularınız varsa, Viyana, Prag, Amsterdam, Paris, İtalya turlarına bol miktarda Türk öğrenci ile birlikte katılabileceğiniz Mastertour'u takip edin. Tur başlangıçları Krakow'dan olduğu için, eğer Polonya'nın farklı bir kentindeyseniz, bir gün önceden Krakow'a gelerek başta Auschwitz olmak üzere şehri mutlaka gezmenizi öneririm.

Erasmus için Polonya'ya gidecekler; Krakow, Torun, Wroclaw, Varşova ve Gdansk'ı mutlaka görmeliler. Bir de Erasmusa gitmeden önce ya da gittiğiniz ülkede kesinlikle bir fotoğraf makinesı edinin ve süreç boyunca bol bol fotoğraf çekin. Onları internet üzerinden paylaşın. Aileniz sizi oradan takip ettiğinde mutlu olacaktır, emin olun. Hele bir de, ara ara yaşadıklarınızı anlatan küçük küçük yazılar yazarsanız, değmeyin keyiflerine... Aslında sizden sonra gideceklere kılavuz olması anlamında büyük bir iyilik ve bence bir sorumluluktur da yazmak! O yüzden deneyimlerinizi mutlaka paylaşın.

*Ryanair'in sitesine girdiğinizde sağ üst köşeden Erasmus ülkenizi seçip, o ülkeden olan uçuşları görebilirsiniz.

*Yararlanabileceğiniz Linkler:

Dil İçin: Hem İngilizcenizi geliştirmek hem de gideceğiniz ülkenin dilini en azından günlük ihtiyacınızı karşılayabilecek derecede öğrenmek adına, pratik yapma olanağı da tanıyan son derece işlevsel bir site: LIVEMOCHA (Bu siteyle ilgili olarak daha detaylı bir yazı okumak isterseniz şuraya bir göz atabilirsiniz.)

Konaklamalar için: HOSTELWORLD ve HOSTELBOOKERS

Gezeceğiniz yerlerde önceden arkadaşlar edinebileceğiniz, bir anlamda konaklamayı bedavaya getirebileceğiniz, bu anlamdaki yardımlaşmalara olanak yaratan önemli bir site: COUCHSURFING

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Prag

Sanırım Prag, şimdiye dek hayatımda gördüğüm en güzel şehirdi. Bunun dışında Prag'ı övmek için herhangi bir sözcük kullanmayacağım; çünkü ne Prag'ın buna ihtiyacı var, ne de bu benim haddime..

Avrupa'nın hemen her şehrinde bir Old Town vardır. Şehirler belli bir planlamaya göre kurulur. Eskiyen tarihi binalar paldır küldür yıkılıp, yerine gökdelenler dikilmez. Eski doku korunup, belirli bir plan çerçevesinde başka bölgelere yeni modern binalar dikilir. Hatta Polonyalılar gibi bazı psikopatlık derecesinde ülkesini seven özverili halklar, tamamen yıkılan eski tarihi yapılarını, bıkmadan usanmadan çalışıp orjinaline sadık kalarak yeniden inşa etmeyi başarmışlardır. Bunun örneklerini 2. Dünya Savaşı'nda Almanların hışmına uğramış hemen her Orta ve Doğu Avrupa ülkesinde görebilirsiniz.


Ancak Prag farklı işte.. Sokaklarında yürürken, istisnasız her köşede bir tarih, bir estetik harikasına rastlıyorsunuz. Prag'da dolaşmak, boyutlar arasında gezinti yapmak gibi. 11.yy'dan başlayarak her devri anlatan bir mimarlık harikası görmek mümkün.


Hitler'in bile dokunmaya kıyamadığı... Habsburg imparatoru 4. Charles'ın, Maria Theresa'nın yarattığı... Vitava Nehri'nin romantizmini arttırdığı... Neredeyse tamamı Unesco tarafından korunan "Altın Şehir" Prag; Charles Bridge'yle, saat kuleleriyle, kiliseleriyle, şatolarıyla ve tabi ki Kafka'sıyla bir günde gezilemeyecek kadar önemli bir şehir.





Daha iyisini gezene kadar en iyisi bu!

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Gdansk'ta Bir Ucube

Ne şanslıyız ki bizi ucubelerden koruyacak kültür zenginliğine ve sanat bilincine sahip; evlatlarına, onların bilinçlerine ve kültür değerlerine karşı derin sorumluluklar duyan; algılarına kir bulaşmasına asla izin vermeyen bir başbakan babamız var, şükürler olsun! Bu yaban elde, onun emsalsiz değerini birkez daha farketmeme olanak yaratan bir tanıklık yaşadım geçenlerde...

Gdansk halkının yıllardır, işe, okula, bakkala-çakkala giderken görmek zorunda bırakıldıkları bu ucube, 2. Dünya Savaşı'nda Almanlarla yaşadıkları savaşın anısına dikilmiş.

Üstelik bu ülkenin beceriksiz yöneticileri, 2.Dünya Savaşında hazır yerle bir olmuş şehirleri, "kentsel dönüşüm" adı verilmiş bir proje ile alışveriş merkezleri ve "tower" larla donatıp bir kısım vatandaşlarını zengin etmek yerine, tüm çanak çömlekleri de toparlayarak eski haline getirmişler.
Sonuç itibariyle ben, sanat yoksunu sorumsuz ve çağdışı başbakanları ve belediye başkanları yüzünden yıllardır bir ucubeye bakmak, onunla yaşamak zorunda kalan Polonya halkını görünce; göremediklerimizi gören bir başbakan babası olan ülkem adına çok sevindim! Üstelik onun henüz el atılmamış çılgın projeleri var.

Daha ne olsun!

5 Mayıs 2011 Perşembe

Erasmus'ta Para Yönetimi

Bu yazı üzerinden geçen zamanı göz önüne alınca, bankaların işbirliği ve ortaklıkları değişmiş olabilir, o nedenle bilgileri bahsi geçen bankalardan kontrol edin!


Polonya'da banka kullanımının, para transferlerinin en güzel yolunu, Frengistan'a Ayak Basmadan Önce Yapılması Gerekenler başlıklı yazıda işi kolaylaştırıcı faktörlerden söz ederken, hazırlık sürecinde benden daha hevesli olduğunu vurguladığım babamın araştırmaları sonucu bulduk. Daha önce Polonya'da Erasmus yapmış öğrencilerin internete aktardıkları deneyimleri arasında en akla yatkın olarak beliren tercih Bank Pekao Sa'ydı.
Bank Pekao Sa, Polonya'nın önemli bankalarından biri ve bizimle göbek bağı var. Yapı Kredi bankasının İtalyan ortağı Unicredit'in Polonya'daki anlaşmalı bankası... Bu nedenle Polonya'daki tüm Bank Pekao Sa bankamatiklerinden (sadece Varşova'da 100'den fazla var), Yapı Kredi hesap kartınızla hiçbir komisyon ücreti ödemeden, o günkü kur üzerinden zloti olarak paranızı çekebiliyorsunuz. Buna ek olarak yazının sonunda verdiğim linkten ulaşabileceğiniz kısımda yazılı olan 18 Avrupa ülkesindeki anlaşmalı bankaların bankamatiklerinden de yine, hiçbir komisyon ödemeden ve bulunduğunuz ülkenin para birimi üzerinden paranızı çekebiliyorsunuz. Burada bir önemli ayrıntının altını çizmem gerekiyor: Polonyada bulunduğum şu süre içinde 1 TL'nin 1 Zloti karşısındaki değeri 1.65 ile 1.85 arasında gidip geldi. Bu nedenle kur farkından dolayı ufak da olsa kayıplara uğramamak adına Bank Pekao Sa'nın şu linkini not etmenizi öneririm. Paranızı çekmeden önce söz konusu linkteki listeden TL'nin alış (kupno) kısmına bakarak, kurun yukarıda olduğu günleri tercih ederseniz kazançlı çıkarsınız. Kur eğer aşağıda ise ve an itibariyle acil paraya ihtiyacınız varsa, sadece o miktarı çekip, kalan miktar için bir iki gün sabretmeniz yararınıza olur. Sakın paniklemeyin, çünkü kur bir iki gün içinde yukarı doğru halloluyor. Tabii ki tüm bunlardan yararlanmanız için henüz Türkiye'deyken yapmanız gereken bazı şeyler var. İsterseniz bu konuda kendi serüvenimi anlatarak bir pratik üzerinden bilgilendireyim sizi...

Üniversiteye başladığım yıl , adıma şehrimizin Yapı Kredi şubesinden bir hesap açmıştık ... Bu hesabı internete açtırdığım gibi, doğal olarak yurt dışında da geçerli olan bankamatik kartımı edinmiştim. Eğer an itibariyle Yapı Kredi bankasında bir hesabınız yoksa, Polonya'da rahat etmek için internet bankacılığını da kullanabileceğiniz bir hesap açtırın derim ben. İkinci olarak, siz yurt dışındayken yurt içinde para işlerinizi halledecek bir merkez üs organize etmelisiniz. Benim üssüm; kendisi Bağ-Kur emeklisi olduğu için, emekli maaşının yattığı Halkbank'ta açılmış, masraf anlamında pekçok avantaja sahip gülen emekli hesabı olan babamdı; elbette üssünüzün babanız olması zorunlu değil, dilediğiniz bankada hesabı olan, Eft ve bir çok işlem için masraf ödemeyecek, kolay iletişim kurabileceğiniz, internet bankacılığını kullanabilen herhangi bir yakınınız ya da arkadaşınız da olabilir. Daha sonra babam, aynı bankadan internet üzerinden bir de euro hesabı açtı. Bunları şunun için özellikle anlatıyorum: Tanıştığım bir çok arkadaşımın ve forumlarda rastladığım pek çok öğrencinin paralarını, hibelerini sırf masraf ödememek adına büyük de bir risk alarak yurt dışına yanlarında götürdüklerini görüyorum. Bir kısmının paralarını swift işlemleri ile aktarmaya çalıştıklarını, Polonya'da hesap açmayı düşündüklerini okuyorum. Daha Türkiye'deyken okudukları şehirlerdeki bankalara yatan hibelerini yanlarına alarak kendi bulundukları şehire götürdüklerini gözlemliyorum. Benim anlatacaklarım paranızın başına gelebilecek çalınma, kaybolma, bir anda eline fazla miktarda para geçen öğrenci içgüdüsüyle, “Nasılsa para çok!” deyip gaza gelerek parayı 1-2 ayda çarçur etme, dolayısıyla daha en baştan moralinizi dibe vurdurabilme olasılığı olan riskleri ortadan kaldıracak en güvenli, en masrafsız ve de en işlevsel yolları içermektedir.

Benim hibem, daha önce kredi başvurusu yapıp bir hesap ve banka kartı sahibi olduğumdan üniversitemin şehrindeki Ziraat Bankası Euro hesabıma yatırılmıştı. Param bankada huzur içinde uyurken, ben de cebimde olmasının, dolayısıyla başına bir şey gelmesinin risklerinden uzak bir şekilde otobüsün koltuğuna kafamı koyup huzur içinde şehrime gelmiştim. Evime geldikten bir kaç gün sonra Ziraat Bankası'na giderek döviz işlemleri düğmesine basıp sıra numaramı aldım. Bankada sıra bekleyen onca kalabalığı gördüğümde, uzun süre ayakta dikilecek olmanın baskısı üzerime çöktü çökecekken, daha oturmaya fırsat bulamadan Western Union yazan gişenin tabelasında sıra numaram yandı. Görevli memura hesap cüzdanım ve kimliğimi vermemin ardından 16 TL gibi beklediğimin aksine son derece cuzi miktardaki masraf parasını takdim ederek, okul tarafından yatırılmış hibemin tamamını Euro olarak çektim. Paramı en emniyetli cebime koyarak, bu kez babamın hesabının olduğu Halkbank şubesinin yolunu tuttum ve hibemi babamın euro hesabına yatırdım.

Yurt dışına çıkmadan önce öğrenim kredimin yattığı Ziraat Bankası kartımı da babama bıraktım. Aile efradının verdiği eurolardan ihtiyacım kadarını yanıma aldım ki Polonya dışında gezeceğim Euro ülkelerindeki nakit ihtiyacımı karşılasınlar ...

Şimdi bu organizasyonu nasıl kullandığımıza gelelim: Güzel bir aileye doğmuş şanslı bir çocuk olduğum için aile fertlerinden de harçlıklar gelir. Bu paralar babamın hesabında toparlanır. Babam da bu paraları, benden gelen isteğe göre (hostel ücretimi yatıracağım, tura katılacağım, geziye çıkacağım vs. durumlarda) oturduğu yerden hiç masraf ödemeden ve TL olarak benim Yapı Kredi Bankası hesabıma Eft yapar. Ben de Polonya'da herhangi bir Bank Pekao Sa bankamatiğinden Yapı Kredi kartımla ihtiyacım kadarını Zloti olarak çekerim. Burada diğer bankalara göre önemli farkı vurgulayan bir not vermem gerek: Buradaki bankamatiklerden hesabınızda ne kadar para olduğunu göremiyorsunuz. Fakat Yapı Kredi şöyle bir güzellik sunuyor size... Yurt dışındayken, özellikle Polonya'dayken internet bankacılığını kullandığınızda telefonunuza gelen şifre mesajından dolayı sizi kontör harcamak zorunda bırakmıyor, masrafı tek taraflı karşılıyor. (Polonya'dan hat almış olmama karşın Turkcell hattımı da yurtdışına açtırıp yanımda getirmiştim. İnternet bankacılığını kullanacağım zaman sim kartları değişiyorum. (Ancak, Vodafone ve Avea'da da aynı kolaylığın sağlanıp sağlanmadığı konusunda herhangi bir bilgim yok) Dolayısıyla siz kendi bilgisayarınızdan istediğiniz zaman ve sms ücreti ödemeden hesabınıza girip neyiniz var neyiniz yok görebiliyorsunuz.

Bizim sistemin şöyle bir güzelliği daha var: Hani benim hibem babamın euro hesabında ya! Ben ne zaman babama (psikolojik uyanıklık yapıp)hibemden şu kadar miktar gönder desem, (o durumu çakmış olsa da) bir türlü benim "alınterim" parama kıyamıyor ve kendinden yolluyor. Misal ben diyorum ki ona: Öğrenim kredimi çektiğinde kredi kartıma şu kadar para yatır, kalanı da benim hesabıma yolla . O yine de hibeme dokundurtmuyor ve kredimi tam olarak yollayıp kredi kartı ekstramı da kapatıyor! Dolayısıyla hibemi okul bittikten sonraki son 1.5 aylık dönemde interrailimde harcamam için tutuyor. Haa ben de işin cılkını çıkarıyor, son derece hesapsız ve sorumsuz para harcıyorum sanılsın istemem açıkcası:)) Biz anlıyoruz biribirimizi babamla deyip noktayı koyuyorum:))

Yani demem o ki, önerdiğim yolu izlemenin; hem pratikte faydası var, hem de ebeveyn üzerinde söz ettiğim türden bir psikolojik etki yaratması, dolayısıyla dokunulmamış hibenizin sizin kullanımıza amade bir şekilde kalması gibi şahane bir bonusu var. Tabii ki ebeveyninizin sizden daha hevesli ve planlı olması gerek.:))

Yoğun sorular üzerine yazıya ek: Bu yazıdaki yöntemin temel mantığı; başlangıçta da belirtildiği üzere parayı daha planlı, kontrollü ve zamana yayarak kullanmak, hızla tüketip de sonunda sıkıntılı bir süreç yaşamamak. Ben kendime güveniyorum diyenler başkası üzerinden üs hesap oluşturmadan YKB'de (internete açık) bir de Euro hesabı açabilirler ve hibelerini bu hesaba yatırabilirler. Süreç içinde ihtiyaçları olduğunda, ihtiyaçlarının karşılığı kadar Euro'yu internet üzerinden TL' ye çevirdiklerinde para otomatik olarak kartlarının bağlı olduğu hesaba geçer ve bu parayı istedikleri Bank Pekao Sa bankamatiğinden çekebilirler. (Not: Halihazırda internete açık bir YKB hesabı olanlar internet üzerinden de Euro hesabı açabilirler.)


Şimdi son kez, masrafsız ve kolay para kullanımı için bizim başvurduğumuz metodda yapmamız gerekenleri tekrarlarsak:


1. Yapı Kredi bankasında bir hesap sahibi oluyoruz. Bu hesabımızı internet bankacılığına açtırıyoruz. Yurt dışında da kullanabildiğimiz bankamatik kartımızı ve varsa acil durumlar için kredi kartımızı yanımıza alıyoruz.

2. Ülkede bizim işlerimizi yapacak mümkünse Eft için masraf ödemeyecek türden bir hesabı olan bir yakınımızın hesabını merkez üs yapıyoruz.

3. Öğrenim kredisi ya da burs alıyorsak, bunlara ait bankamatik kartımızı üs hesabın sahibine bırakıyoruz. (Ziraat Bankası kartınızı isterseniz yanınızda getirip “Cash for You” yazan bankamatiklerden de komisyonsuz nakit çekebilirsiniz. Ama paranızı çarçur edebilme riskine binaen yanınızda getirmemenizi öneririm)

4. Hibemizin; eğer takviye paralar gelecek yerimiz yok ise, 350 euro kadarını yanımıza alıyoruz ki kalacağımız yerin parasını gittiğimizde ödeyelim. Kalan parayı da üs hesaba yatırıyoruz.

Üs hesabın sahibinin yapacakları:

1. Bize ait, eşden dostan gelen, öğrenim kredisi ve benzer tüm paraları kendi hesabına yatırıyor; ve bizim istediğimiz miktarları bizim YKB hesabımıza istediğimiz günde oturduğu yerden eft yapıyor.

2. Eğer başka imkanlarımız yok da mecburen hibemizden kullanacaksak parayı, o istediğimiz kadarını (mesela haftalıklar halinde) TL'ye çeviriyor ve hesabımıza eft yapıyor.

Dolayısıyla bu metodu kullandığımızda hiçbir şekilde banka masrafı ödemeksizin paramızı emniyetli, planlı ve çarçur etmeden kullanmış oluyoruz. Paramız euro'da kaldığından dolayı da kullanmadığımız kısımların kur artışlarından yararlanmış oluyoruz.

18 Ülkede YKB kartınızla yararlanabileceğiniz bankaların listesi:
http://www.yapikredi.com.tr/tr-TR/en_yakin_ykb/dunyada_atm.aspx

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP