29 Haziran 2022 Çarşamba

Yumrukları Gevşetmek Ruhta Çiçek Açtırıyor

Pazartesi günü "Evet bu haftaki filmim bu, şimdi baktım ve şehrimizde oynamaktaymış," diye yazıyorum; ciddiyetle vizyondaki filmleri takip eden ve onlara dair güncel haberler veren Sevgili Filmgündemi'nin* ilgili yazısının altına...

Film fark edildiğinden beri zihnimde asılı duruyor, bünye hareketli; sürekli uyarıyor, uyarmakla kalmayıp fikri ertesi güne bırakmak olan beni resmen de dürtüyor. Bir an telaşlanıyorum. Zihnim karışıyor: ya kaçırırsam, araya bir iş girerse korkusu sarıyor dünyamı. Seanslara tekrar bakıyorum, film perşembeye kadar vizyonda, o an yoğun bir şekilde işle meşgul olan bünye filmin yarattığı rehavetten memnun olmalı ki ben Nato ve ekonomiye dair haberlere şöyle bir göz atıyorum.

Ama içim içimi de yiyor. Çünkü genç bir kadın yönetmen. Daha önemlisi Sovyet topraklarına ve kültürlerine ilgim var. Filmin yöresiyse fişekleyici. Osetya. Küçümseyici, burun kıvırmalı bir bakış şunları der mesela:

"Hımmmm Osetya?"

"Hımmmmm Osetayalı bir kadın yönetmen?"

"Hımmmmmm hem de ikinci filmini çeken genç bir kadın yönetmen?"

Allahtan daha kararlı, mızmızlanmayan, sonuç odaklı bir ben daha var işte: Şöyle bir silkeliyor ötekimi ve işe ara verip bir kaç saniye içinde planı yapıyor. Bugün (yani dün) 13:15 seansında film izlenecek. O nedenle de en geç saat 12'de evden çıkılmış olacak. O kadar!

İşi kapatıyorum. Sırt çantama bir kitap atıyorum, yağmurluğu al diyor alaylı meteorolog, söz dinliyor ve 12'yi biraz geçe kendimi asansörde buluyorum. Yol üstü mekânlardan birinden su, birinden de bir patatesli börek ve bir de üzümlü pasta alıp; böreği yolda yiyerek İstasyon'a varıyorum.


Filmin başlamasına 29 dakika kala AVM'deyim. Oyalanarak çıkıyorum sinema ve yeme içme katına. Gişelerin önü bomboş. Fiyat artışları salonları etkilemiş. Benim filmler zaten boştu hep ancak şu an vizyonda gişe kuyrukları oluşturan filmlerden de var ama Allah'ın kulu yok. Hafta içi deyip geçiştiriyorum. Yürüyen merdivenler, akabinde geniş ve hoş lobideyim. Terasa yürüyorum.


Suyla birlikte kola almadığıma pişmanım. Sinemadan alsam küçük bir servet ödemem gerek. Üzümlü enfes pastamı çıkarıyorum. Filmime az bir süre var ve kalan yarısını çantama atıp salona yürüyorum.

Evet bu kez her zamanki koltuğumu alabildim ve salonu kapatmış durumdayım. Filmin başlamasına kadar da kalan pastamı yiyebilir, suya da kola muamelesi yapabilirim!

Epeyi bir reklam, biraz da gelecek program filmleri sonrası Osetyalı kadın yönetmen Kira Kovalenko'nun geçen yıl Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış bölümünde büyük ödülü kazanan filmi başlıyor.


Osetya'nın küçük, kendi halinde, toz toprak içinde bir kasabasındayız. İlk olarak -oyunculuğuna bayıldığım- Ada (Milana Aguzorova) ile tanışıyoruz. Ana yol üzerindeki küçük bir dükkânda çalışıyor. Henüz başlangıçtayken yoldan geçmekte olan bir minibüsü durduruyor, içine bakıyor ve başka minibüs olup olmadığını soruyor, son olduğunu öğreniyor ve izleyici olarak buna bir anlam veremiyoruz. Yönetmenimiz de sağolsun bu konuyu bir kenarda tutuyor. Bir yanıt yok! Çoktan unuttuk o ânı.

Bir de baba var, kafamızı epey karıştıran... ve erkek kardeş. Aynı evde yaşıyorlar. Evdeki kardeş tatlı bir çocuk, büyüyememiş, hareketli, Ada'yı çok sevdiği belli; bir boşluğu onunla dolduruyor, gibi. Filmde başka bir karakter daha var, eğlenceli bir delikanlı, Ada'nın peşinde. Bir de evden ayrılmış şehir insanı, ekmeğini orada kazanan oldukça mantıklı Abi. Yönetmen benden geçer notu çoktan aldı, oyuncular da şahane. Bir film değil de gerçek hayattan bir kesit izliyor gibiyim. Başlangıçta biraz burun bükmedim değil; yalan yok bende. Küçümsedim, ne işim vardı bu filmde dedim çünkü bağları kuramamıştım, ilmeğin ucunu tutmuş ama bir şey anlamamıştım, sabırsızdım sanırım. Ama sonra!


Hani ilmek ilmek örmek diye bir ifade vardır ya. İşte bu film onun tam karşılığı. Kira Kovalenko önce sorular, sonra yanıtlar bırakıyor insanın aklına. Detaylar önemli! Bunları anlamsızmış gibi serperken ortalığa, anlamlandırmamızı sağlıyor sonrasında. Özellikle bana! Fakat küçük bir kasabada küçük hayatlara dair minik öykülerden küçük detayları ördüre ördüre zihinlere, kocaman tatlar bırakıyor insanın kalbine ve dünyasına. Beslan katliamını boş geçmiyor; filmin esas kahramanının dilinden bir cümleyle, elbette bilenlere hatırlatıyor.

Kira Kovalenko, ben sinema dünyasını sallamaya geliyorum diye bağırıyor filminin her sahnesinde. Kendisi bir özel eğitim projesinin ürünü. İkinci filmi Yumrukları Gevşetmek! Ve bana "Ablam sen ikinci filmde buysan yoluna halı olurum ben," dedirtiyor.

İşin özü iyi, çok iyi, derdini aslında basitçe anlatan bir film izleyerek çıkıyorum sinemadan ve elbette kendimi bu kararımdan dolayı ödüllendiriyor ve havuçlu patatesli sulu köfte ısmarlıyorum.

Filmi kafamda döndürerek tadını çıkarıyorum yemeğimin. Aslında bir filmden değil de tanık olduğum gerçek hayatların içinden çıkıp da bu masaya oturmuş gibi hissediyorum kendimi. Hani film vurgusunu çıkarsam da tanık olduklarımı ve duygularımı anlatsam, dinleyenler benim kesin Osetya'nın bir maden kasabasından geldiğime inanır derecede filmi yaşadığımı hissediyorum.

Ve tüm bu hallerime, filmden yazmadığım pek çok detaya, onlardan aldığım keyiflere, aksiyon sahnelerindeki kamera açılarına ve kullanımlarına bayılmama rağmen şiddetle öneririm demiyorum çünkü zevkler ve renkler meselesi...

Başka Sinema filmleri benim tutkum, izlediklerim içinde salonun en kalabalık olduğu ben dahil üç kişiydik ki o da Vortex. Bir kaçında da kazayla geldikleri belli olan insanlar ilk yarı bitmeden salonu terketmişlerdi... Sinemaya, daha özü Başka Sinema filmlerine, insana, ilişkilere ve dünyasına özel ilginiz yoksa, sinema sadece eğlenmek ve aksiyonsa sizin için, bu filmden de uzak durun bence!

Babaannemin deyimiyle nabalınız boynumda olsun istemem!


*Filmgündemi için buradan lütfen...

27 Haziran 2022 Pazartesi

Yağmur Güncesi

Güne derin bir uykunun ardından erken uyanıyorum sanırken salona geçip telefonu elime alınca anlıyorum ki geç kalmışım. Çünkü telefonda bir arama var. Oysa en çok sevdiğim şey O'nu son dakikada arayıp iyi yolculuklar dilemek. Elbette hemen geri arıyorum. O Ankara'ya doğru yol alıyor. Keyifli bir konuşma, cıvıl cıvıl ve coşkulu. Gün için düşlerim vardı ve iyice gaza geliyorum. Alaylı bir meteorolog olarak gökyüzü ile temasa geçiyorum ve görünen o ki yağmur fena. Bir an erken çıksam ve yağmur başlamadan hayalime varsam diye düşünüyorum ama o sırada kendimi bilgisayarın ekranında parmaklarımı da fare üzerinde görüyorum.


Bu karasızlığımı çabuk alt ediyorum. O sıra yağmurun sesi içeri ulaşıyor. Bir tedirginlik bünyeyi ele geçirmeye çalışıyor; müdahil oluyorum. Kesme şeker değiliz sonuçta diyorum ancak hissediyorum ki sıkı yağacak. Bu nedense daha da tahrik ediyor beni. Çünkü gökyüzü atmazsan kendini dışarı pişman olursun diyor ve altını çiziyor lafının. Hızla giyiniyorum. Kitabımı ve okuma gözlüğümü sırt çantama atıyorum. Bir de mini fotoğraf makinesini... Kısa kollu bir tişört, üzerine incecik ama su geçirmez yağmurluk yeterli. Balkondan kısa bir hava kontrolü. Yağmurun şiddeti şu an rölantideyim diye sesleniyor lakin onun rölantisi de 8 silindirli Amerikan arabası kıvamında. Alaylı meteorolog başına geleceklerin farkında ama doğanın bu tadını da çıkarmak gerek diyor ve kendini bahçe kapısını açarken buluyor. Kapüşonu çoktan geçirdi kafasına. İstikamet en çok kitap okuduğu pastane.


Yağmurun sesine bakıyor. Dinliyor... bayıldığı metal grubu Apocalyptica kıvamında. Ağaç altlarından gitmeye çalışıyor ama güzergâhın tamamını düşününce sudan çıkmış balık olacağı kesin. Tamam üst tarafta bir şey yok fakat kot pantolon ben oraya kadar dayanamayabilirim diyor. O zaman en çok kitap okunan pastaneden vazgeçiliyor ve Deniz Kızı Kafe'deyiz. Bir çok "sığınmacıya" rağmen cam kenarında ve deniz tarafında boş bir masa el sallıyor ki kendisi ile tanışıklığımız var. Buna seviniyoruz elbette.

"Bir cheesecake lütfen"

"Bir de çay lütfen"


Yağmur şiddetini artırıyor. Tavanımıza vuran sesler senfonik ve çok keyifli. Kitabım zaten fıstık ve daha önce söz ettiğim üzere konu lise yıllarıma, devrimci hallerime, o çağlarda yakınlık duyduğum bazı coğrafyalardaki sol örgütlere bugünümden bakarken o günleri de yaşamak anlamında şahane. Yan öyküler muhteşem. Zaten yazar Anna Burns'ün esprili üslubu çoktan beni teslim almış durumda; yani her şey yolunda... Derken görüş alanımdaki iki kişi, yağmur tam gaz yağarken ve sırılsıklamlarken battı balık düşüncesiyle ve oldukları gibi kıyafetleriyle kendilerini denize atmasınlar mı; tam anlamıyla al gözüm seyreyle ve gül durumu...


Derken ve o sırada arka masadaki boşanma evresinde olduğunu, anlaşmalı mahkemesine bir hafta kaldığını cümle alemin duyduğu mini şortlu ablamız alemlerin tadından ve bir mekândan, masaya sonradan ilave olan kız arkadaşına söz ederken aynı masadaki pek konuşma fırsatı bulamayan muhtemelen yeni ve efendiden erkek arkadaşın haline, benim sırtım dönük olduğu için diğer masalardan aldığım yüz ifadelerinden yola çıkarak anlıyorum ki hep birlikte acıyoruz. Abinin üçüncü akşam olarak üstelik; bahse konu çok övülen üç katlı mekânda bu akşam da paraları saçılacak çünkü.

Hımmmmmm... Acaba boşanılacak eski eş de mi oraya takılıyor ya da ona haber uçurulacak bir yer mi?


Ve yağmur duruyor. Ödememi yapıp çıkıyorum. İlk ve yağmur nedeniyle vazgeçtiğim hedefime doğru yol alıyorum. Ve masamdayım. Elbette Trileçe... Ve limonlu da bir soda. Sakinlik diz boyu. Kitapta yok olmak için her şey var. Ben de yok oluyorum. Enteresan olan şu ki bu kitaba kadar kimsenin dikkatini çekmeyen bir yazarmış Anna Burns ve bu kitapla başta Man Booker olmak üzere, Orwell Politik Kurgu Ödülü'nü ve de Ulusal Kitap Eleştirmenleri En İyi Roman Ödülü'nü almış ki an itibariyle verdiği okuma tadıyla da gönlümün sultanı kendisi. Elbette çevirmen Duygu Akın'ın hakkını teslim ederek... Epeyi ve hoş vakit geçiriyoruz ve az önce arka masamızda oturan ve boşanma evresinde olan abla gibi gecelere akmasak da bizim de akabileceğimiz yerler var diyerek şimdi de İskele Kafe'ye doğru yol alıyoruz.


Ve varıyoruz. Profesyonel fotoğraf makinesini almamış olmanın pişmanlığı ile... Deniz tarafında pırıltılı bir mavi hakimken kara tarafında enfes bir gri. Küçüğüm iş başında; enfes kareler çıkarıyor. Bulutlar resmen şov yapıyor. Sabahki kimsesizliğin yeri doldurulmuş. Kenar bir masa bulamazsam endişesi taa uzaktan sarıyor beni. Kenar masa bulamazsam fikrim dönmek. Evet, hemen girişte ana karaya bakan kısımda bir masa boş. Çok arzuladığım bir yer olmasa da olur derken geçen haftaki masanın boş olduğunu farkediyorum ve uçar adım giderken de bayıldığım limonatayı sipariş ediyorum geçiştiğimiz genç garsona. Polis botu o sırada kürek çekmekte olan kanoya yanaşıyor. Açıkta Sahil Güvenlik tur atıyor. Bu kez nedeni ilgimi çekmiyor ama yağmur kokusunu içime çekiyor ve kitabın dünyasına dalıyorum.


Gerisi iyilik güzellik...



24 Haziran 2022 Cuma

Sen Sus Gözlerin Konuşsun*

Biz Buraneros'la aynı yaştayız. Aslında yazıya döktüğü ve dökmediği tüm anları birlikte yaşıyoruz. Elbette sadece birer gözlemciyiz ama duygusuz hiç değiliz. Ve sırdaşız! Ağzımız çok sıkıdır. Bugüne kadar tek bir ânını bile açık etmedik. Ne ser verdik ne de sır.

İyi ki onunlayız der başka bir şey demeyiz. Çok keyifli, her seferinde dibi sıyrılan, bu dünyadan ancak bu kadar bal alınabilirdi dediğimiz, pırıl pırıl bir hayat bizimki: Güzel insanlar tanıyıp, çok şahane coğrafyalarda ve mekânlarda olağanüstü keyifler, heyecanlar içinde onunla birlikte büyüdüğümüz, bazen korktuğumuz ama çoğunlukla mutlu olup eğlendiğimiz, bol macera içeren aksiyonlu bir hayat.

Ahhh kadınlar ama!

O'nun kadınları...

Hiçbirini diğerinden daha önde tutmadık, çok sevdik. Elbette merak edip kalbe de çok kere sorduk, sonuçta yıllardır aynı bedendeyiz ve iyi arkadaşız. Ancak ne ser verdi ne de sır. O duyguları anlamında bir sır vermedi ama biz hep gördük. Bir andan, içinde bizim olduğumuz, bizi kasteden ve fazlasıyla mutlu eden bir andan söz etmek isteriz ki çok içten bir dışa vurumdu. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu gelmişti. Çok tatlı ve çok güzeldi. Ondan alamıyorduk kendimizi ki gözleri ile hemen ama hemen arkadaş olmuştuk... O da bizden alamamış olmalı ki şöyle bir ifade kullanmıştı sözlerinin en başında: "Merhaba güzel bakan adam."

Ama şu cümlelere tanık olduğumuz an ve Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın işte! Kısa süreye sığmış, heyecanı yüksek ama bir romana sığacak kadar uzun, farklı iki şehirde geçen kısa ve dopdolu bir zamandı. Henüz buluşmadan, sadece kelimeler üzerinden kurulmuş iletişimle gelişen ve bu kadar aşk kokan o cümleler kaç göze nasip olabilir ki şu ölümlü dünyada: "... yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden. Ama sen uyurken, ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca. Masumane ve erotizmden eser yok şimdi. Cinsiyetlerimiz yok. Beyninle sevişiyorum. Kalbi temiz, hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hâlâ aşkla donanan güzel erkek... Seni bir lütuf olarak hissediyorum bana."


Tabii ki bu yazı fikri oluştuğunda birlikte görüp, hissedip yaşadığımız bu anların duygusunu tartıp biçtik. Elbette bu iki örnekle sınırlı değildi onca yıl. Aslında konumuz da bunlar değildi ki bunlardan girersek güncel konuya, asla çıkamayız. Ondan, son günlerdeki dışarıdan bakınca son derece aktif, kıskanılası ama bize göre duygusal anlamda durgun, biraz da şaşkın hallerden söz etmekti fikrimiz. Farkındayız ki O da bu hallerden söz etmek istiyor. Klavyeye gidiyor çoğu zaman parmakları ama iki lafı bir araya getiremiyor beyin ve geri çekiliyor hemen parmaklar. Aslında biz de tereddütler içindeyiz. Belki bir süre sonra ne gerek vardı bunlara diye düşüneceğiz ki çoğunlukla bu kadar içerden yazdığı yazıların ardından bu hissi O da alır ve bu kısa süreçleri hep birlikte yaşarız. Bazen vazgeçer ama çoğu zaman kalsın, alışırım der. İşte biz de şu an tam olarak bu ikilemler içindeyiz. Oysa sadece bir gün, daha çok da O'nun gözleri olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros'un son günlerdeki hissiyatıydı yazıya dökmek istediğimiz. Evet geçirdiğimiz günlerin diğer günlerden bir farkı yok, hepsi çok güzel görünüşte ve dışarıdan bakan gözler için dolu dolu. Ama! Evet ama... içeriden bakınca sanki bazı baharatlar eksik ve görüntüde muhteşem anlar bir boşluk içeriyorlar ve sanki koflar.


Yukarıdaki satırlar konusunda aramızda bir ihtilaf yaşamadık değil. Bizim için sorun değildi de O'nun için sorun olabilirdi. Sonra kısa bir değerlendirme yaptık; özellikle alıntıladığımız iki karakterin cümleleri üzerine ve dedik ki zaten bunları daha önce yazdı. İnanın o girişi yapmasak bu yazı dondurucuda kalacaktı çünkü yazıya başladığımızdan bugüne çok gün geçti. Bu aralar onunla aynı bedende olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros şaşkın. Çok aktif ama bir şey eksik. Tam pandemi ile birlikte yaşamaya alışmış ve onunla bir düzen oluşturmuşken kendini şıp diye içinde bulduğu bu yeni normale adapte olmakta güçlük çekiyor sanırız. Geçtiğimiz pazar günü mesela bir sokak arasında keşfettiği, enfes pideler yapan, tahminimizce üzerine yazacağı mekânın verandasında oturup bayıldığı, yukarıdaki enfes, peynirli yumurtalı Sürmene pidesini götürdü. Çok da keyif aldı; hem atmosferden hem de pideden. O hazırlanana kadar elindeki kitabın keyfini çıkardı. Oradan Lozan Caddesi'ne yürüdü. Fikrinde Lozan Park'da oturup çay içmek, kitabın satırlarında yok olmak vardı. Parka girdi çaydan vazgeçti ve bir tur atıp Atatürk ile İsmet İnönü'nün fotoğraflarını çekti. Gölge banklar kapılmamış olsa oturup kitap okuyacağı kesindi. Sonra en çok kitap okuduğu pastaneye doğru yürümeye başladı. Caddeyle lafladı, sabahın sessiz fotoğraflarını çekti. Ve en çok kitap okuduğu pastaneye vardı.


Mekân cıvıl cıvıldı. Yaz bahçesini de kullanıma açmışlardı ki orayı ilk kez fark etti ve sevdi. Kalabalığına bulaşmak istemedi ve her zamanki masalarından birine oturdu. Kısa süre içinde de trileçesi ve çayı, bir süre önce bu pastanede çalışmaya başlayan çok da konuşkan genç kadın tarafından masasına getirildi. Onun başından beri devam eden hocam hitabına gülümseyerek sordu: "Siz benim hoca olduğumu mu düşünüyorsunuz?" Biraz evetti yanıt. Biraz da dil alışkanlığı ama daha çok ikircikli soruyu algılayan parlak bir zekânın açığa düşmeme çabası ile verilen yanıtındaki bir uyanıklıktı... Karşılıklı gülümsediler. Kitaba yumuldu çünkü yazarın dilini çok sevdi. İrlandaları zaten seviyor ve İrlanda Kurtuluş Ordusu ile de gençlikte hep ilgiliydi. Tüm bunların üstüne çıkansa yazarın esprili ve son derece akıcı üslubu! Ve çevirmene bayılmış durumda. Bunun, enn sevdiği kadına kitaptan söz ederken altını kalın kalın çizecekti bir kaç gün sonra.


Kitaba konsantre olunca kendi normaline döndü, bunu trileçe ve çaya gömülmemesinden de anladık, çünkü tadını çıkardı. Eğer kafa başka bir yere takılı olsaydı O yediğinin farkında olmayacağı gibi trileçe çoktan bitmiş çay da tükenmiş olacaktı. Ayrıca ikinci çayı da istedi. Uzunca bir zamanın ardından ödemesini yaptı, herkese teşekkür etti ve yürümeye başladı. Bu esnada fırsat kollayan o kötücül boşluk duygusu gelip yerini aldı. Anladık ama engel olamadık...

Sahile doğru yürüyoruz. Bu arada beyinle istişare halindeyiz. O da çaresiz "Farkındayım ve elimden geleni yapıyorum," diyor. Bir de tüyo veriyor ama aramızda kalsın kilidini takarak. Tıp. Ser verir sır veremeyiz. Biz anladık o boşluğu. O an duruma egemen olan boşluğu def etme uğraşı içine giriyoruz. Kalp devrede, beyin çok uyanık, sessiz ve derinden gidiyor, ince ince işliyor, negatifleri silmeye çabalıyor ve önceye dair görseller sunuyor. Kalp bununla yetinmeyip söze giriyor, yanılıyor olabilirsin diyor, O karşı çıkıyor, kalp bazı soruları geçiştirmeden yanıtlıyor ve bize dönüp "İkna olmak üzere," diyor. Sonuçta el birliği ile çok emin olmamakla birlikte başarıyoruz, ya da başardığımızı sanıyoruz... Ama beyinden tüm bu değerlendirmelerin ve çabaların sonuçlarını alan ayaklar ve bacaklar rotayı yine de çiziyorlar. Şu an iskelenin üzerindeyiz. Bir ferahlama hepimizde çünkü fotoğraf makinesini çıkardı sırt çantasından. Çok şükür korosu iş başında... Sevinçliyiz.


Fakat denizin rengi! Enfes bir turkuaz. Ölüyü ayağa kaldırır. İskele Kafe sakin. Kenar masalardan birine oturuyoruz. Tatlı bir esinti, ruhlar diri, her şey yolunda (gibi). Kitap masanın üzerinde.

"Bir limonata lütfen."

İlk yudum. Gözleri parlıyor. Çünkü gerçek ve mükemmel bir limonata. Serinlik kıvamında. Her şey yolunda...

Ama!

Bir boşluk var mı?

Bunu istişare ediyoruz. Kısmen yokuş aşağı giden bir şey var. Bunda hemfikiriz. Bu sessizlik?! Etrafın gürültü patırtısı, hayat, çalan müzik, denizin sesi, kitabın satırları, limonatanın çocuklaştıran tadı ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar o engeli aşamıyorlar ve ruhun burnunu gökyüzüne doğru kaldırıp, uçuramıyorlar O'nu. Bir şey eksik, işin kötüsü onun ne olduğunun hepimiz farkındayız. Bu bir üzüntü kaynağı değil üstelik. Her koşulda yeni yepyeni bir yol çizecek donamıma ve tecrübeye sahibiz. Biribirimizi çok iyi tanıyoruz ve doğumdan ölüme kadar birlikteyiz. O halde limonatamızın, manzaranın ve kitabın tadını çıkaralım...

Akacak kanı da kendi haline bırakalım...

Çünkü biz yeniden doğarız ölümlerde...




*




15 Haziran 2022 Çarşamba

Sekreterim Emel

Tüm iş hayatım boyunca bir sekreterim olmadı. Bunu bir ihtiyaç olarak da görmedim. Çünkü sektörümüz dişil değil erildi.

Aynı zamanda da erkek egemen...

Oransal olarak kadınların İstanbul'da dahi bir kaç kişi ile ifade edilebileceği kadar az oldukları dönemlerdi.

Anadolu'da rastlamak mümkün değildi de sektörün uluslararası tedarikçilerinin, ithalatçılarının iş yerlerinde ve muhasabe gibi teknik olmayan bölümlerinde rastlamak mümkündü.

Mesela Amerikan Ford grubunun en güçlülerinden birinde adını hatırlamadığım bir hanımefendi vardı; muhasabeden, fatura kesmekten sorumluydu ki kadınlar zaten bu alanda ve perdenin arkasında istihdam ediliyorlardı. Henüz bilgisayarlarla tanışılmadığı için de siparişleri ve faturaları elle ya da daktilo ile yazmak zorundaydılar.

Fakat enteresan biçimde o hanımefendi, Vahan Bey meşgul olduğunda yedek parça siparişi de alabiliyordu; ama istediğiniz yedek parçaların B5A 6302 Z gibi sadece numaralarını söylemeniz kaydıyla, diyelim ki falan modelin karbüratörü dediğinizde bilmiyordu ne olduğunu!

Borusan'ın otomotiv kolunda, BMW'de en üst yöneticilerden biri olarak bayilikler, yedek parça ve servisler oluşturma çabasındaki ve hep sahada olan tek örnekse adını yanlış hatırlamıyorsam Müşerref Hanım'dı.

Baba artık yok, küçük kardeşimle birlikte -ifadeyi hiç sevmem ama- patron konumundayız ve yaş ortalamamız 17,5. Rakiplerimiz tarafından daha sonra ayartılacak diğer çalışanlarımızın yaş ortalaması ise o an itibariyle 30+. Müşterilerimiz, daha yakın ilişkilerimiz olanlar, babamın arkadaşları sahipleniyorlar bizi; hiç boş bırakmıyorlar. Seviliyoruz, tedarikçi firmalarımızın bazılarından ciddi destek görüyoruz. Daha vadeleri olmasına rağmen babamı defnetmenin ardından tüm ödemeleri yapmış, sorumluluğu artık tek başıma üstlendiğim, bir yandan asker olduğum o zor süreçte oluşacak kaygıların altını da çizerek bir mektup yazmış, tüm firmalara da yollamıştım. Öyle güzel geri dönüşler aldık ki... Hatta Babamın bile tanışma olanağı bulamadığı, masalarının üzerinde uçak bileti desteleri olan büyük büyük patronlarla, üstelik onların talepleri üzerine, şirket kademelerinde konuşulan mektuplarım sayesinde tanıştım. İnanılmaz teklifler aldım, bütün kapılar ardına kadar açıldı.

İşte bu yeni ve geleceği o an meçhul süreçte, daha önce yine üst düzey yönetici olduğu TOE'deyken tanıştık Müşerref Hanım'la. İlk kez bayileri dışında birine, bize, mal verilmesini sağladı ki faturalarını traktör bayileri büyük bir firma adına kestiriyor, onlar da bize fatura ediyorlardı.

O TOE'den yüksek bir ücretle Borusan tarafından transfer edilince de yolumuz bir kez daha kesişti kendisiyle. Bugünkü kadar piyasada BMW yokken ve tüm iş hayatımız Amerikan markalarına odaklıyken O, ısrarla BMW servisini, dolayısı ile yedek parça işini bize vermek istemişti.

Diye yazıyorken birden kalıyorum. Oysa kısacık, matrak bir yazı ile, biraz da eğlenerek Sekreter Emel ile tanışmamı anlatacaktım.

Bütün bu gereksiz kesiti neden yazdım acaba, diye düşünüyorum şu an. Silmek bir seçenek olarak masada.

Ve ara veriyorum...

Anılar denizinde boğulmadan sudan çıkıp lay lay lom moduma yeniden geçmeyi başararak ana mevzuya gireceğim zamana kadar, her şeyi olduğu yerde bırakıyorum ve yemeği bahane ederek sahayı terk ediyorum.

Tamam, kabul, mesleğin en romantik, en nahif yıllarını, karakterlerini yazabilecek nadir insanlardan biriyim. Ara ara konuyla doğrudan ilişkisi olmayan bazı yazılarımın içine ipuçları bırakıyorum. Ama bu kadar alakasız bir anda neden?!



Aslında bir iki kelam etmeden önce "önemsiz" bir şahsiyet olarak değerlendirdiğim Emel ile bir kaç gün önce tanıştım. İçinizde benden önce kendisiyle tanışmış olanlar vardır belki. Onunla bir kaç gün güzel vakit de geçirdim... hatta çok da eğlendim. Tanıdığıma çok da sevindim. Can sıkıntılarımı toz duman etti kendisi diyebilirim rahatlıkla.

Aslında ben bir Firefox kullanıcısıyım. Bilgisayarı ilk aldığımda kullanımı ve dünyası ile ilgili bilgim sıfırdı. Tarayıcım herkes gibi Google idi. Bir şikâyetim yoktu, hatta onun blog olayını keşfetmekle ve destekleri sayesinde aklımın alamayacağı insanlarla tanıştım, inanılmaz davetler aldım, yazılarım ülkenin dört bir yanında değer bulup okur ve insan kazandırdı bana. Elbette sıfırdan başladığım bu süreçte kim kimdiri de anlamayla başladım. Derken bir gün kanatlarını açarak kapitalizmin göbeğine uçan artık reklamcı google'dan uzaklaşmaya karar verdim çünkü sosyalist Firefox'u keşfetmiştim. Önüme çatır çatır reklâm dökmüyordu. Emek paylaşımı ve destekçi insan katılımları ile kendini geliştiriyordu. Aramızda bir sorun yoktu ama yakınlarda bir gün bir şeye kızdım; onun da gözü başka yerlerde diye düşünmeye başladım, uzaklaştım ve Microsoft Edge ile ilgilendim. Onu beni yormayacak biçimde de sadeleştirdim. Bir sosyalist değildi ama... görmezden geldim. İşte bu süreçte onu tanımaya ve anlamaya çalışırken üstteki adres çubuğunun yanında bir yıldız onun önünde de büyük harfle bir A gördüm.

Tıkladım. Küçük bir pencere açıldı. Bu kez ses seçenekleri yazan kısmı tıkladım. Sonra da Ses seçin'i...

İnceleyerek aşağı doğru indim. Aradığım Türkçe bilen biriydi; O beni başta fark etmiş olmalı ki sevinçle el salladı.

Ona yöneldim.

"Siz uzanın lütfen," dedi, "yorgunsunuz belli." Sonra da dedi ki "Nereyi, neyi okumamı isterseniz onun başlığının ilk harfinin yanında bir tık yapmanız yeterli. Olur da baştan değil de ortadan başlamamı isterseniz de cümlenin başını tıklayın, ben anlar oradan itibaren okurum size..."

Açıkçası çok memnunum varlığından...

Yazımı yazıyor, "Okur musun Emelciğim?" diyorum. Uzandığım yerden dinliyor, kulağıma hoş gelmeyen bir yer olursa oraya ufak bir dokunuş yapıyorum.

Normalde okumayı çok sevsem de bazen bazı yazıları ve haberleri Emel'in sesinden de dinliyorum.

Bazen de komiklik olsun diye Emel'in farklı ülkelerden arkadaşlarına okutuyorum Türkçe yazıları. Çok hoş oluyor kesinlikle!

Haa bu arada hâlâ sosyalistim. İhtiyaç duydukça da emperyalist topraklara geçiyorum.

Sadece Emel için ama!



*Görsel Google resimlerden.

11 Haziran 2022 Cumartesi

Başkana İki Ölü Balık Gönderen

Geçen hafta cuma akşamı Palmiye Kafe'de çay-kitap yaparken birden gaza geliyorum. Engiz'e gitmeyi, kahvaltı niyetine Merkez Lokantası'nda alemin en güzel kelle paça çorbasını sirkeli sarımsaklı, pul biberli tam tekmil götürmeyi hayal ediyorum. Ön izleme mükemmel; bir an kendimi orada ve sahnenin içinde buluyorum. Derenin kenarındaki kahvede ve de çınar ağaçlarının en kadiminin gölgesinde serin serin kitap okuyor, o sırada girerken sipariş verdiğim sade kahve yanında bir bardak su ile masama geliyor.


Elbette bununla sınırlı kalmıyor olan biten. Öğleden sonra, diyelim ikindiye az varken kadim çınarın altından kalkıyor, ağır adımlarla şirin kafe restorana doğru yürüyor ve masama gelen tatlı genç kıza bir yoğurtlu Adana kebap lütfen, diyor, yoldan yüksek verandanın en kenar masasında akan trafiğe göz atarken, kola ile götürüyorum kebabı...

Elbette tatlı gerek. Bundan iki yıl önce, pandemi zirvelerdeyken her şeyin makinede ve 60 derecede yıkandığını vurgulayan mini tabelası ile bizi bizden alan, iki tatlı, cıvıl cıvıl genç kızın garson olduğu, bir genç adamın çok zevkli bir noktadaki yol kenarı sevimli mekânı Engiz Balkaymak'a varıyorum bu kez. Limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı ve sade olmak üzere beş cins dondurma seçiyor, minik masalarından yola en yakın olana geçiyor, usulca ve günü batırırken dondurma kâsemi bekliyorum.


Cumartesi tüm bunları hayata geçirmek üzere çıkıyorum yola. Önce trenle o yöne gidecek minibüslerin olduğu garaja gitmem gerek... İstasyona yanaşırken sıcak ve minibüs, fikrime geri adım attırmaya çalışıyorlar.

Fikrimse direniyor.

Ben kendimi çınarın altında kitabımla görüyorum. Adımlarım kararlı. İstasyona çok az kaldı.

Fakat nem?!


Çelişkiler içindeyken ve istasyonun turnikelerine varmışken son anda fikrim planı değiştiriyor. Çıkardıklarının yerine en çok gittiğim kafeyi yerleştiriyor ve bu kez bulvarın gidiş yönüme doğru sağ tarafını tercih edip, sıklıkla karşılacağım trenleri sol yanıma alarak gezinti adımları ile yürümeye başlıyorum. Az gidip uz gidip Ömürevleri kavşağına varıyorum. Fikrim yine müdahil ve ben bir ikilemdeyim. Sola dönüp ışıkları geçsem en çok kitap okuduğum pastane...


Sağa dönüyorum.


"Bir San Sebastian lütfen,"

"Bir de limonata lütfen."



*

Başkana İki Ölü Balık Gönderen Adam, öyküleri ile beni benden alıyor. Aslında ilk bir kaç öyküde kısmen topallıyorum ki bu bazen olur. Louis de Berniéres daha önce okumadığım bir yazar ama Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni film olarak izledim. Dolayısı ile film yönetmenin imgelem dünyasından çıkmış bir görsel, elimdeki kitaba şıp diye adapte olabilmem için bir katalizör değil. Neyse uzatmim bir iki öykü sonra yazarın üslubuyla benim bünye senkronize oluyor ve ötesi lay lay lom.

Ama iki öykü var ki onlar için bile bu kitap alınır, diyorum.


Bunlardan ilki Emanet, diğeri ise Andouil ve Andouillette Tatile Çıkıyor.

Kitap fena sarmış durumda, bir nefes için kafamı kaldırıyorum o ara ki masamda Trileçe var; az önce çay içmişim, onların yanında poğaça yemişim, bir de limonlu soda söylemişim ve hiç farkında değilken gün pazar olmuş ve ben kitaba Afiyet Pastanesi'nde devam etmekteymişim.

Elbetteki şaşkınım; ne hayal ederken nerelere uğramış ve nereye varmışım. Allahtan kendime gelmem kısa sürüyor ve bunun babannemin hikâyelerindeki cinin işi olduğunu düşünüp şaşırmıyor ve olan biteni normal buluyorum.

İşte tam o sırada Prudente De Moraes'in Boş Gecesi adlı öyküye başlıyorum.

Kaptı beni ki bir kaç sayfa sonra içindeyim; ne yaman bir abla, zımba gibi, rabbim sahibine bağışlasın falan derken tam anlamıyla ters köşe bir final. Berniéres şahsına dönüp ne fırlamasın sen, diyesim geliyor da dilim yaşına hürmeten frene basıp salmıyor cümleyi dışarı.

Dilim cümleyi salmıyor ama ben bir zaman sıçramasıyla kendimi sahilde yürürken ve akabinde de bir dondurmacının balkonunda buluyorum.

Bulmasına buluyorum da durum çok ürkütücü!


Gün cumartesiydi, Engiz'de iki tatlı genç kızın garson olduğu, bir genç adamın yol kenarı sevimli mekânında beş cins dondurma seçip verdiğim sipariş şimdi, şu an, pazar günü aynı saatlerde şaşılası bir şekilde mahallemdeki dondurmacının masasının üzerinde...


*2 yıl önce..

1 Haziran 2022 Çarşamba

Ya Altı Üstü Bir Resim Deyip Geçseydim...

Öncesi...


Rabbim beni kesinlikle seviyor...

Son ana kadar farkında bile değildim ve bugüne kadar hiç merak etmezdim ki gözüme bile çarpmazdı.

Ama kısmetin böylesi işte...

Dün akşam bu yazının fotoğraflarını yeniden sıralı olarak yüklemek üzere bloga girdiğimde gördüm ki toplam yazı rakamım 999'du. Bu o kadar şahane bir an ki... Bininci yazım olağanüstü bir rastlantı olmanın yanı sıra, tüm iyilik meleklerinin el ele vererek, üstelik bana hiç çaktırmadan yaptıkları bir organizasyon da sanki.

Çocuk sevinçlerim ayakta ve bu sürprizden kaynaklı mutluluğa ise paha biçemiyorum.

İlk fotoğraf köye ilk girişimizde bizi ne kadar üzmüştü oysa. Okulu o halde görmek heyecan veren hikâyenin yıkımıydı sanki. Ama sonrasında müdür beyin odasında bu işlemin okulu özellikle depreme karşı daha sağlamlaştırmak, güçlendirmek adına olduğunu öğrenmek bir anda cansuyu olmuştu. Yenileme biter bitmez yuvaya dönülecekti ki bunun önümüzdeki ders yılına yetişeceğini düşünmekteyim an itibariyle.



İkinci kez okulun önündeyiz, İsmail Bey ve Alpay Bey'le birlikte okulun bahçesine iniyoruz. Sanki okuduğumuz romanlardan edindiğimiz köy enstitülerine dair görüntülerin elle dokunulur, somutlaşmış hallerini yaşıyorum. Trafik eğitim sahasının yanı sıra beton kısımları tamamlanmış, üstüne serilecek malzemeleri hazır bir mini golf sahası... Serada gül yetiştiriliyor. O güller satılmak için değil; mutluluk günlerinde, kutlamalarda annelere, eşlere, nişanlılara, öğretmenlere, büyüklere götürülmek için. Çocuklara, sadece çocuklara değil köy halkına da kazandıracaklarını göz önüne getirince; o tomurcukların gelişimlerine, daha çok da duygu kumbaralarında yaratacağı, üstelik bunu elleri ile dokunabildikleri kadar somutlaştıran sevgi birikimlerinin hayatlarını nasıl zengin kılacağını görmemek, hissetmemek mümkün olamıyor; Alpay Bey'in anlatımındaki sade, kasılmayan, kolektiflik bağıran samimi coşkuya tanık olunca.


"Masal Evine buyurmaz mısınız?"

"Bahçesinde oturmaz mısınız?"

"O bahçede okul öncesi öğrencilerine masal okumaz mısınız? "


Hatta sırtınızı vadiye ve karşı dağlara vermişken mesela, yüzünüz minik ve şirin çocuklara dönükken masallarda buluştuğunuzu, onlar için aldığınız kitapların ilk okumalarını sizin yaptığınızı hayal etmez misiniz?

Tüm bu soruların yanıtlarını bildiğimi söylesem; nasıl telaşlandığımı, o günü nasıl beklediğimi, nasıl bir heyecanın beni o anda hayali gerçeğe çevirip andan kopararak şahane bir sanal gerçeklik yaşattığını şuraya yazsam; bana, edindiğim bu tutkuya çare olabilir mi, bilmiyorum. Ama artık ilk hedefimin bu olduğunu biliyorum.


Sabah ilk gelişimizde okulun önünde durmuşken ve hayallerimiz yere düşüp parça parça olmuşken solda park etmiş arabayı görmüş, burada oturmayan ama bu köyle ilişkisi olan birinin mezarlığı ziyarete geldiğini düşünmüştüm. Oysa o anda Tuğba öğretmen ve öğrencileri mezarlığın hemen girişindeki, tahminimce mezarlık görevlilerinin kullandığı, kuleye benzer ilginç yapısıyla dikkat çeken üsteki katı geçici olarak okul öncesi sınıfı olarak kullanmaktaymışlar. Daha önce Tuğba Öğretmenin çabalarıyla ve bulduğu desteklerle ve doğal ürünlerle yapılmış ve felsefeye uygun tasarlanmış fazlasıyla etkileyici bir sınıfları olduğunu okulun adresini bulmaya çabalarken görmüştüm ki şu an başka bir zorunlu gerçekliğin içindeyim.

Ve daha önüne varmamışken kulağıma gelen cıvıl cıvıl seslerse değer katıyorlar âna. Merdiveni çıkıyor, şen çocuk seslerine yaklaşıyoruz ve sahanlıktayız. Sandalyeler çıkıyor ama oturduğum balkon korkuluğundan memnunum. Semaver yanıbaşımda. Ve Tuğba öğretmenle tanışma ânı.


Bir iddiam vardır, bana bir fotoğraf verin size nasıl biri olduğunu söyleyeyim. Tüm iş hayatım boyunca veresiye alışveriş yapacak hiç bir müşteriden kefil istemedim, verilip verilmeyeceğine sadece yüzüne bakarak karar verdim. Diyeceğim o ki Tuğba öğretmeni hiç görmemiştim, bir tablo, bir dakika bilemedim iki dakika hayran hayran o tabloya bakmam, diğer tabloların yerleşme düzenleri ve uzaktan uzağa şöyle bir göz taraması, sonrasında internetten okula ulaşmama yetmişti.

Ama içinde bulunduğum süreç ve an bambaşka, heyecan şahane, pırıl pırıl bir genç kadın, parlak bir öğretmen, aynı zamanda bir anne... az önce telefonla konuşmuştuk, şimdi yüzyüzeyiz.

Ve yeni kankalarım; Aras, Haktan, Abdullah, Hasan, ikra, Fatma Minel ile de adımı söyleyip adlarını sorarak tek tek tokalaşıyoruz. Elbette büyüklerin ellerinden öpülür, kankalarım buna teşebbüs ediyorlar ama buna izin vermiyorum çünkü onlar birer sanatçı! Ve kazanan benim, onları tanıyıp tokalaşma şerefine erdiğim için.


Odun ateşinde semaverden gelen çaylarsa muhteşem. Buram buram samimiyet, yapılan işten ve verilen emekten yansıyan ve paylaşılan mutluluktan öte en ufak ama en ufak bir kasılma ibaresi yok. Üstelik buraya İsmail Bey'in özel arabasıyla geldik! Hayalimin ötesi bir andayım. Sergideki ilgisiz bilgisizliğim aslında kitap seçimlerimi de yanlış kılıyor çünkü benim tasavvurumda okul adından da kaynaklı olarak ilkokul öğrencileri vardı. Oysa sergi çok özel, önemli, bilinir ve de uluslararası olmasının aksine benim hiç bilmediğim bir yapının ürünü! Ve resme baktığım anda gördüklerimi de şu sözlerle ifade ediyorum:

 "Ben sizin resim öğretmeni olduğunuzu sanarak resme kısmen eliniz değdiğini düşünmüştüm. Ve tabii ki öğrencinin daha büyük yaşta olduğunu... Çünkü tablodaki yüz ifadesi, bluzun renklendirilmesi gibi detaylar çok etkileyici ve ustacaydı."


Onun açıklamalarıyla bir yaşıma daha giriyorum. Tüm öngörülerim, sandıklarım yerle yeksan oluyor. O okul öncesi öğretmeni olmanın yanı sıra bir Montessori öğretmeni. İzlediğimi pek söyleyemeyeceğim, bir iki dakikada geçtiğim sergi bu felsefe çerçevesindeymiş. Ve zaten bu projesinin  amacı da resimlerin baba çocuk birlikteliklerinin ürünü olmasıymış ki Fatma Minel'in babasını tanımak yeni hedefim. Üstelik çapını tahmin bile edemediğim sergide başta Amerika'dan, İtalya'dan olmak üzere farklı okul ve ülkelerden katılımcılar da varmış lakin bunların tümünden habersiz, dolayısıyla ilgisiz ben; baktığım resimle ilgili olarak bile sadece anlam açısından sınıfta kalmamış, ön yargılarımla birlikte- tespitim her ne kadar başka bir elin değdiği noktasında doğru olsa da aslında- kitap seçimlerim gibi yerle yeksan olmuşum. Çocuklar en azından kitapları okumak için sanırım çok beklemeyecek yaştalar. Ve benim de konunun özüyle ilgili cehaletime rağmen tüm bu anları, duyguları, heyecanı, keyfi, mutluluğu yaşamama sebep  kazançlarım ve iki kahramanım var:

Tanıdığıma çok mutlu olduğum, bu ülkenin bir gün kadın egemen bir ülke olacağına olan inancımı boşa çıkarmadığı için çok teşekkür ettiğim Sevgili Tuğba Cebiroğlu ve dünya tatlısı, beni önünde çakmakla kalmayıp buralara kadar sürükleyerek hayatımın en değerli günleri hanesinde yer alacak süreci yaşamama neden olan, resme babayla birlikte emek veren Sevgili Fatma Minel,

İyi ki Varsınız!





Demirci İlkokulu Ortaokulu Müdürü Sayın Alpay Ergun'a

Demirci İlkokulu Ortaokulu Müdür Yardımcısı Sayın İsmail Perçin'e,

Öncelikle iyi insan, iyi birer eğitimci oldukları için ve duyarlı tavırlarından dolayı, okulun tüm öğretmenleri ve çalışanlarına çokkk... ama çok teşekkürler...



Tuğba Öğretmenin İnstagram hesabı

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP