31 Aralık 2012 Pazartesi

Kar Yağacak

Biterken bir vites yukarı çıkıp  hız kazanan, kendine  yapıştıran,  kendime ait izler bulduğum, soluksuz okuduğum, şiddetle tavsiye edeceğim nadir kitaplardan biriydi Kar Yağacak.

Özellikle kuzey ülkelerine, genelde de  küçük ölçekli şehirler ve kasabalara, dolayısıyla  "küçük" hayatlara ilgisi yüksek şahsım bu kitabı; caddeleri, sokakları, karı, buzu, soğuğu, sobaları yakılmış odadaki sıcağı, istasyondaki barda yaşanan noel gecesini, Sebastian'ın hafif tatlı kuru üzüm kokusunu hissedecek, "Ben şu an Norveç'teyim ve bir türlü oradan ayrılmak istemiyorum" cümlesini bir mektubunun içine yazacak kadar yaşadı.

Bunda yazarın olağanüstü anlatımının rolü yadsınamaz elbette... Ama kurduğu hikayenin dinamizmi, insanların gerçeklik halleri, aksiyonu, basit gerçekliklere odaklanan esprili ve duygulu dili, nefes kesen gerilimi, sıcacık ilişkileri kitabı biraz da yılbaşı önlerinde gösterilen filmlerin duygusu ile okumamı sağladı.

Yaşamımda önemli yerleri olan başta Aqua Velva olmak üzere votkalı kahve ve Mona'nın bukalemun benzetmesi dahil pek çok şeyle karşılaşmanın yanı sıra kullanmayı çok sevdiğim bir cümlenin denklik haline de pek gülümsedim; ama bu cümle  on numaraydı: "Gece yapmadığın şeyleri düşünüp uykusuz kalmak, yaptığın şeylerden pişmanlık duymaktan daha kötüdür." 

En güzeli ise henüz yaşım 14-15 iken, bir film öncesindeki reklamına vurulduğum,  yerinde duramaz bir telaşla  kepenklerin kapandığı bir saatte dükkan dükkan dolaştığım, hiç açık yer bulamayınca ertesi günü zor ettiğim ilk parfümüm Old Spice'la karşılaşmaktı.

Müziğin  okura keyifli anlar yaşatan bir biçimde yer aldığı,  çevirmenin dipnotlarla şarkılar ve gruplarla ilgili bilgiler verdiği, pek çok tanıdık sanatçıyla karşılaşılan kitapta "cuk oturmuş tanımlar" kategorisinden değerlendirdiğim  "Ne derlerdi Country tarzı müzik için... hımmm... Plağı tersten çalarsan işine geri dönersin, karın boşanmaktan vazgeçmiş, atın da hala yaşıyor olur!" cümlesi de  gülümsediğim anlardan biriydi. 

Okumak açısından epeyi verimli geçen bu yılın  tanıştırdığı ve fanlarından biri olmaya aday olduğum yazar Levi Henriksen'in akıcı, kasılmayan, gözlemci, sıcacık üslubunun yanı sıra mekan ve karakterleri okura, olası bir filmde de  senariste ve yönetmene hiç de zorluk çekmeyecekleri bir biçimde tasvir etmesi göz alıcıydı.

Çevirmen Banu Gürsaler Syvertsen'e de hayran oldum; hikayenin içinde geçen yerel kültüre ait dinsel ritüelleri, tanımlamaları, dildeki nüansları sıkıcı olmayan dipnotlar halinde vermesi; özellikle sokakta görsem işte bu diyecek kadar tanıdığım Müfettiş Rasmussen'in sorgu esnasında kullandığı -Norveç dilinde nasıl olduklarını bilemeyeceğim- ifadelerini "niçünn", "nas'sı yani" ve "amin" şeklinde çevirip uyarlaması, bu uyarlamanın karakterle eşlenmesinin yarattığı duygu ile de sadece Dan'ı değil beni de gıcık edip kanımı dondurması, çevirinin kalitesini ortaya koymak açısından önemli nüanslardı.

Orta soğuk hava, sanki bir perdeymişçesine açılan bulutların altından çıkan yıldızlar, ışıklı deniz ve votkalı kahve eşliğinde büyük bir zevkle okuduğum; karakterlerini ve özellikle bazı karakterlerin  (Dan, Amcası, Mona, Sebastian) birbirleriyle ilişkilerini öne çıkardığım  kitabın arka kapağını en sevdiğim banklardan birinde kapatırken,  en çok "iyi ki" dedim. Şu okuma meselesine yeniden ama daha pürüzsüz bir coşkuyla bulaşmış olmama şükrettim. "İyi ki etrafımda kimse yokmuş" da dedim.

O esnada, zaten zor tuttuğum pervasızlığım nelere sebep olurdu bilmiyorum; memnuniyetimin yarattığı coşkunun dışavurumunu ben bile engelleyemezdim. Üstelik çok soğukkanlı olabilen bir yanım olmasına rağmen.


Kahvenin Tarifi: İstediğimiz kadar kahveyi (bir tatlı kaşığı) küçük bir parça buz ile çözüyoruz, sonra istediğimiz kadar votka (bir kapak) koyup iyice karıştırıyoruz,- tavsiye edilen şekersiz ama istenirse bir şeker ilave edilebilir- ve sıcak su ile tamamlıyoruz.

14 Aralık 2012 Cuma

Das Boot


''Onlarla olmak insana yaşlı hissettirir kendini; sanki çocukların savaşı!''...


Kırmızlı kadının dokunaklı sesi eşliğinde, İkinci Dünya Savaşının sonlarında bir yığın kayıp vermiş Alman ordusunun bir ''u-botunda'' yolculuğa başlıyorsunuz. Belki  ilk kez bir filmde, öfkesiz bir anlatım ve farklı bir bakış açısıyla yukarıdakilerin anlamsız hayalleri sonucu savaşa sürüklenmiş, görev ve ülke aşkının ötesinde idealleri olmayan ''insanlar'' görüyorsunuz...

Yorumsuzca, hiç taraf olmadan, yalın insan manzaraları sunuyor film size. İzlediğiniz bir sürü soykırım filminde hep kızdığınız Almanların; kör milliyetçiliğin konforlu salonlarında yaşayanlarının kendi insanlarına yaşattıklarını görüyorsunuz bu kez.

Savaşın herkese acı veren ve ne kadar anlamsız bir şey olduğunu politik kaygılar taşımadan, sadece insan odağından bakarak başka bir boyuttan anlatan; güzel oyunculukları, birbirinden farklı ruh hallerindeki farklı karakterleri, ve her bir karakterin farklı farklı ruh hallerindeki duygularını olağanüstü güzel yansıtan diyalogları ile çok iyi ve çok nitelikli bir film Das Boot...

Yaklaşık üç saat boyunca denizaltının içinde her anın heyecanını hissederek; bazen o klostrofobik ortamın boğucu, can sıkıntılı hallerinde nefessiz kalarak; bazen de, üzerinizdeki koca bir ağırlığın kalkmasının hafifliğiyle seyrediyorsunuz(!) filmi...

Asker olmanın disipliniyle  avcıyken av, avken avcı olmanın bütün alt duygularını gözünüzün önüne seriyor film; ve insan olmanın... Belki biraz erkek bir film! Ama sinemaya film değil de ''sinema '' odaklı bakan herkesin izlemesi gereken de bir film... Muhteşemdir!

Ülkemizde pek bilinip hatırlanmayan, gözlerden ırak kalmış, Kusursuz Fırtına ile hatırlanacak Wolfgang Petersen'in  bir anı roman uyarlaması olan bu destansı filminde: Bazen pikaba koyulmuş bir plağın kuytusuna sığınıp uzarken ötelere, bir anda bir sarsıntıyla uyanıverirsiniz,  nefesinizi tutmuş bir halde...

Su yüzeyinde seyrederken koca denizde, nasıl bir yalnızlık olduğunu görürsünüz aslında o kalabalığın... Ve derinlikli insan manzaralarını... Ve aslında başkalarının savaşlarında ölenlerin, hep masum ''çocuklar'' olduğunu...

Sevdiğiniz eğer''sinemaysa'' mutlaka izleyin, izlemelisiniz! Muhteşem oyunculuklar görmek, enfes bir anlatımla müthiş bir sahicilik duygusu yaşamak için ...




Not:1981 yapımı bu film, satıcılar ya da kiralayanlar tarafından U-571 ile karıştırılabilir!..

10 Aralık 2012 Pazartesi

Lizbon'a Gece Treni Üzerine "Random" Cümleler

 'Bu da Ne Ya Şimdi' Denebilir! 2

Bir yazısının içine "Tek bir kelimenin ifade edilişindeki vücut diline ya da tonlamaya bakıp aynı kelimenin farklı insan karakterleriyle ya da aynı insanın farklı ruh hallerinde nasıl farklı anlamlarla yüklendiğini bilen biri olarak" diye bir cümle yazmış, sonrasında okuduğunda ve hâlâ okuduğunda  cümlenin kendisinden çıktığına şaşıran bir şahıs olarak bir kez daha altını çizmeliyim ki bu kitap öyle güzel bir denklik hali yarattı ki,  ne kadar  teşekkür etsem azdır.

Kitabın son sayfasındaki "Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir." cümlesiyle karşılaştığımda, Gregorius romanın önemli karakterlerinden biri olan kitabı aldığı ve okumaya başladığı andan itibaren  hayal ettiği olayların içinde dolandırdı bizi diye düşündüm.

Sağlığı ile ilgili kaygılıydı ve kitabın sonunda Yunan göz doktorundan çıktığı anda dışarıda bir yağmur başlamıştı. Kitabın en başında da yine yağmur vardı!

Tamam bu kitap adından ve kapağından dolayı ilgimi çekmiş, favoriler listemde yerini almıştı. Ama eğer ki bir tetiklenme olmasa öne çekilmeyecek, ilk siparişte getirilmeyecek ve hatta okuma sırası önlerde olmayacaktı.

Üstelik hem bayramın, hem havaların, hem de aldığım maillerin güzelliği ve özlemle  öyle ekstradan bir ambiyans oluşturdu ki; şimdi hissiyatı anlatmam için cümleyi uzatmam, bu uzatma halinde dağılmam ve sonuçta anlam bütünlüğü kaybolmuş bir cümleye ulaşmam kesindir. O yüzden, hissiyatımın dışavurumuna engel olamayarak  giriştiğim şu boyumdan büyük işten yüzümün akıyla çıkmak  için şuraya nokta koysam şahsım için iyi olacak.

Aslında Portekiz'e gitmediğini, gittiyse de bahsettiği kişilerin hiçbiriyle karşılaşmadığını düşünüyorum. Gittiği ihtimalini biraz daha öne çıkarıp, trende karşılaştığı kadın ile iş adamını da hayalinin kahramanları yaptığını, trendeki kadına da, romanda bir türlü karşılaşamadığımız -sınıfa getirdiği- kadın rolünü verdiğini düşünüyorum.

Yani biz adamın yürürken kurduğu, aklında canlandırdığı bir hikâyeyi okuduk gibime geldi. Tek gerçek alınan kitaptı.

Yazar kitabı 300 sayfada toparlasa iyiymiş, çünkü son 100'e girildiğinde ritmi müthiş düşüyor.

Yeteri kadar tanıdığımız ve hakkında epey bilgi sahibi olduğumuz  Sözlerin Kuyumcusu'nu, bir anlamda çaprazındaki kişilerin ağzından teyit ediyoruz, hiçbir sürprizle karşılaşmıyor, şaşırmıyor, farklı bir durumla beslenmiyoruz. Sanki roman tekrar ediyor kendini ve "A..aa!" diyeceğimiz hiçbir şey olmuyor, ki bence yazar da dağılmış son düzlükte ve gereksiz tasvirler ve detaylar koymuş.

Tabii ki bu hissiyat tümüyle bana özgü.

Belki de ben ilgimi kaybettim son sayfalarda ve dolayısıyla kurguya atıyorum suçu. 

Bir de iki ana karakter Gregorius ve Amadeu Prado fazlasıyla doyurucuyken yan karakterlerden baba dışındakileri hafif kalıyor gibi... belki de benzer bir tema üzerinde giden iki kitaptan Rüzgarın Gölgesi'ni önce okumuş olmam bu kitapla ilgili farklı bir algı yarattı bende.

Rüzgarın Gölgesi'nden pek çok karakter iz bırakmışken bu kitaptaki iz bırakan karakter sayısının diğerinin yarısı kadar olmadığını fark ediyorum.

Kesinlikle insanı bir an önce bitireyim gibi bir telaşa sokmuyor, müthiş bir keyifle yaşanıyor kitap. Okurken aklıma gelen şeylerden biri şu denklik haliydi. Tıpkı hayatın ta kendisi gibi; insanın kendi gibi bakabilen insanlarla kurduğu bağın tadını duyumsatıyor her satırda.

Üstelik de içinden tren geçen bu kitap her cümlesiyle insan ruhunun pek çokları tarafından umurda olmayan, bilinmeyen, fark edilemeyen istasyonlarına uğrayarak gidiyorsa, insan daha ne isteyebilir?

İlk 300'de Isabel Allende'nin "Son yıllarda okuduğum en iyi kitaplardan biri.." fikrine katılsam da son 100'de kitap beni kendisinden koparttı. Suç çok zengin karakterler ve olay örgüsüyle aynı temayı işleyen Rüzgarın Gölgesi'nde olabilir.


21 Kasım 2012 Çarşamba

Şekil Bozukluğu

Pazartesi günü sanat aleminde ne var ne yok diye bakınırken oyunlara da göz atıyordum. Tiyatro sezonu açılmış olmasına rağmen henüz sezonu açmamıştım. Geçen hafta sevdiğim mizah yazarlarından Eprahim Kishon'un bir oyununun afişini bilboardlarda görünce heyecanla nete dalmış, salonun dolu olduğunu görünce de kaçıracağım oyun için üzülmüştüm.

Bu kez, özellikle de içgüdülerim "Bu oyuna git." deyince kıvranmaya başladım. İçgüdülerimi harekete geçiren oyunun adı ve afişi olmuştu, yazarı hakkında bir bilgim yoktu ama Trabzon Devlet Tiyatrosu çıkışlı Ben Feuerbach kişisel tarihim açısından önemli bir aksiyon yaşatmış izi derin bir oyundu.

Çok tereddüt yaşadım; bunun yanı sıra sürprizlerle karşılaşmayı seven yanım bu oyundan iş çıkar diye ısrarla dürtüyordu. Dayanamadım ve  en sevdiğim eylemlerden birini yaparak My Bilet.com'daki hesabıma girdim. Yer konusunda umutsuzdum. J sırasında bir boş koltuk görünce  bunu bir fırsat saydım ve  kaçırmadım.

Oyunun olduğu dün  gidip gitmemek konusunda sürekli ikilem yaşadım. Tanıtımında yer alan "Bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşması anlatılıyor." cümlesi ile tanımadığım yazarını yana yana getirince içimdeki ukala burun bükmedi değil... bir yandan da  "bir sürpriz çıkar ve ben oyunu ve yazarını parlatırım" diyerek keşfetmenin tadını da hatırlatıyordum kendime.

Salona girdiğimde dekordan etkilendim, dışarıda gördüğüm oyun resimleriyle sahneyi bir araya getirdiğimde hemen bir artı attım.

Oyunun açılışındaki  çerçeveye alınmış insan yüzleri ve doğru kullanılmış ışık ve tabii ki doğru seçilmiş müzik, şöyle bir koltuğa yerleşmeme sebep oldu. Bekar kadın ve yalnızlıktı sahnedeki, cümleler hoştu, atmosfer sıcaktı.  Bu da yazarla iyi bir tanışıklık demekti ve umuttu.

İçimde hep var olan ama arada bir ve aslında çok nadiren ortaya çıkan ukala, sonradan fazlasıyla utandırılacağı üzere, oyunculuk ve tonlama üzerine biri iki kelam etmeye kalktı oyunun hemen başında. Ama oyun ilerledikçe ve oyuncular ısındıkça ukala önce bedenimi sonra da sessizce salonu terk etti. Ben de  ukalaları salonu terk eden diğer izleyiciler gibi  koltuğuma çakıldım. O andan itibaren sadece beni değil tüm salonu eline geçiren bir oyun vardı; hüznü mizahla tatlandırmış, komikliklere başvurmayan, ukala bir bakışla komiklik sayılabilecek anları ve cümleleri bile sevimli kılmayı başaran  şahane bir akış vardı sahnede.

Bir saat beş dakika süren tek perdelik bu oyun derdini o kadar güzel anlatıyordu ki, o kadar geçirgen bir metni ve bu metin üzerinde o kadar samimi ve sevimli oyunculukları vardı ki,   anlar  çerçeveye alınıp dondurularak o kadar şık vurgular yapılıyordu ki,  ışık ve müzik, ufacık ayrıntılar, imgeler,  meslekler öylesine güzel planlanıp uygulanmıştı ki, her saniyesinde  oyuna  teslim olmaktan başka çareniz kalmıyordu.

Kanımca, oyuna sadece "bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşmasını anlatıyor" noktasından bakmak, başta iyi bir gözlemci olduğu anlaşılan başarılı yazar Hayriye Ersöz'e büyük haksızlık.

Oyun tek kişilik  yalnızlıkla, ilişkilerdeki yalnızlık halleri üzerine pek çok şeyi anlatıyor aslında... Bunu o kadar hoş noktalardan ve detaylarla  yapıyor ki bir anlamda bu detaylar izleyiciyi de oyunun  bir parçası yapıyor.

Ayrılma kararındaki bir evli çift, evlenme hayali kuran ve bunun zorunlu olduğunu düşünen bekar bir kadın, evlenmek için seçilen adam ve bir bedende somutlaşan yalnızlık üzerinden; her yetişkinin kendinden ya da tanıklıklarından bir parça bulacağı, bekar kadının hissettiği baskının nedenlerini de ortaya koyan son derece başarılı  öykü üzerinden son derece başarılı bir oyun kuruyor Yönetmen Yunus Emre Bozdoğan.

Bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşmasını anlatıyor vurgusu bir kişiyi öne çıkarıyor ve hikayesini onun etrafından  anlatıyor  algısı yaratsa da oyunun en güzel yanı aslında sahnede tüm karakterleri eşit kılıp hiçbirini öne çıkarmadan, derdini kolektif bir katkıyla anlatıyor olması. Her bir karakterin bir diğerinin katalizörü olduğu ve sonuçta ortaya bir mesele koyduğu ve bu meselenin salondaki herkes tarafından gayet iyi anlaşıldığı başarılı bir dil bu.

Keyifli bir tiyatro gecesi için biçilmiş kaftan olan Şekil Bozukluğu;  gayet sevimli, kasıntısız, kurgusu güzel, oyunculukları şirin,  ritmini asla kaybetmeyen, doğru tiplemeleri ve başarılı kostümleriyle eğlenceli ve"Kuzeyli" bir oyun. İzlenmeli.


Dekor tasarımı: Aytuğ Dereli, 
Giysi tasarımı: Töre Özsel,
Müzik: Fatih Veli Ölmez
Işık tasarımı: Yüksel Aymaz
Suflöz : Aynur Yılmaz


Oyuncular: UĞUR KELEŞ, EMRE ÖN, N. MERT HÜROL, F. DİDEM ÖZKAVUKÇU, SİNEM BİLGİN


12 Kasım 2012 Pazartesi

Rüzgarın Gölgesi-Carlos Ruiz Zafon

 Kolanın buzla ve limonla iyice aroma kazandığı son yudumlarını çok severim ve bu son yudumlar her seferinde yeni bir bardak hazırlamama sebep olur.

 Öngörü: 

 "Şans mı bana yardım eder ya da benim sezgilerim mi güçlüdür?" sorusunu şu an cevaplayamayacağım ama hep sonraya bıraktığım bu kitap, kesinlikle kolanın son yudumlarının tadında. İştah açıcı olarak kullanmaya karar verdiğim yarım saatlik vakitte 52 sayfasını okuduğum Rüzgarın Gölgesi kesinlikle benim yakamı bırakmayacak. Muhtemelen kendisi 500 küsur sayfalık kitapları en kısa sürede okuma rekorumu kırdıracak ve okuma süreci içinde kitaptan bir karakter gibi onu yaşama halim devam edecek. Sanırım ben bir süreliğine birincil dünyam olarak kitaptaki öykünün içinde olacağım.

Okutma arzusu: 

 En sevdiğim yanı da romanı bölümlere, bölümleri de kendi içinde bölümlere ayırarak kurgulayan Yazar Carlos Ruiz Zafon'un tavrı oldu. Çünkü  bölüm aralıkları uzun olan kitaplarda -hele bir de akıcılık yoksa- okuma arzusu yorulmuş olsa dahi bölümü bitirmeden araya ayraç koymayan, dolayısıyla bölüm sonuna kadar ızdırap yaşayan ben; geçtiği arabaları bir daha geçmek zorunda kalacağı için mola vermeyi sevmeyen, mola verdiği anda da sabırsız bir gerginlik hisseden eski zamanlardaki kendimi yaşarım.

Bazı uzun kitaplar: Ağırlıkla, uzun bir kitap yazıp kariyere  çentik atmak ya da  kazanca çevirmek maksadıyla yazılmışlar duygusu yaratırlar insanda, en azından bende. Rüzgarın Gölgesi tüm bunları  yerle bir eden, üstelik hepsi birbiriyle ilişkilenmiş karakterlerin her birini başrol yapmayı başaran, daha 300. sayfayı henüz geçmişken olası bir sohbette hayranlıkla söz edilebilecek en az beş karaktere insanı odaklayan, çok satan kitaplar konusundaki ön yargıları gözden geçirtecek enfes bir roman.

 Uyarı: 

 Kesinlikle araya işler ve güçlerin girmeyeceği bir dönemde; mesela cuma akşamı ya da cumartesi sabahından başlayıp pazartesi sabahı bitirmek planlamasıyla ya da bir tatil dönemine denk getirilerek okunmalı. Çünkü insanı günün hiç bir anında rahat bırakmıyor, sürekli çağırıyor. Çağıramasa da "yahu benim bu hayatta da kahramanlarım, insanlarım ve işlerim vardı" diye titremesine, tıpkı görülen bir rüyanın farkına varıldığı anda uyanmak için gösterilen gayret gibi gerçek yaşama dönebilmek için çabaya ihtiyaç duyuruyor.



Bazı kitaplar insan ortaya bir iddia koyduğunda onu gerçekleştirmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlarmış: 

 "Muhtemelen kendisi 500 küsur sayfalık kitapları en kısa sürede okuma rekorumu kırdıracak" cümlesini kurduğumda, bunun o anki coşkuyla söylenmiş, altında kalınma ihtimali olan bir iddia olarak  abartmış olabileceğim kaygısını da yaşamıştım aslında... Olur ya bir sürü engel çıkar, araya iş güç girer ve insan bunu gerçekleştiremez di mi? İşte bu kitap "di" dedirtmiyor.

 Manzara:

Bugün ki hedefim 200'ü geçmekti, banklarda "150. sayfada eve döner bir kahve içer, bir şeyler atıştırır ve ardından yanına şu Efes'in yeni birasını da ekleyerek devam ederim" demiştim.

Günü ilahi güce emanet ettim ya ben, o da gereğini yaptı yine: Bölüm tam 150. sayfada bitti, üstelik bir mektupla... Mektubun sondan bir önceki cümlesinde şu kelimeler vardı: "Seni o trende, düşlerle dolu ve ihanetlerle kırılmış yüreğinle, hepimizden ve kendinden kaçarken hayal ediyorum."

Kıyıya usul usul vuran, tam da Sound Of Silence şarkısının tadında sakin dalga sesleri sunan, mavinin bambaşka bir tonuna sahip bir deniz. Bu denizin üzerinde bahsi geçen şarkıya vurmalı tonunda sesleri ile katkı veren, çok yakındaki balıkçı tekneleri. Bir kenarından kafayı çıkarmaya hazırlanan güneşin turuncularının serpilmeye başladığı taptaze bir maviye sahip gökyüzü. Bu gökyüzüne izlerini bırakan iki uçak. Çam ağaçlarının altına, güneşin en kızıl haliyle kendini göstermeye başladığı andan itibaren efekt tadında bir ürpertiyle esen rüzgar. İnsanın gerçekten ve her seferinde bildiği halde güneşin yükselme anında hissettiği korku desem abartı olur ama uygun kelimeyi de bulamadım şimdi. Çünkü tam da şu noktada, öğrenci avına çıkmış bir telefonda bu eylemi pazarlayan bir kadını dinlemek zorunda kaldım, yaklaşık 15 dakika.

Kitapsa; eğer dünkü gibi araya işler güçler girmezse muhtemelen bugün bitecek, olmadı yarın sabahki güneşin doğuşunda. Kesinlikle muhteşem bir kitap ama! Bunun altını çiziyorum.  "Başka Zaman Kütüphaneleri"ni iyi ki okumuşum dememe sıklıkla sebep oldu kendisi; bir yanıyla birbirlerini o kadar güzel tamamlıyorlar ki... bir gün birine bir hediye almak düşünüldüğünde muhteşem bir ikili olacaklarını söyleyebilirim. Tabii ki sürekli bahse konu kitap akla geldiğinde pek çok gülümseme, pek çok iyi ki ile birlikte pek çok sevgi sözcüğü ve jesti de çağrıldı akıl tarafından. Pek güzel görüntüler olduğunu söylemeliyim laf aramızda.

Aslında 525. sayfaya ayracı koyduğumda aklımın çağırdığı senaryo çok güzel ve bambaşka bir şeydi; kesinlikle başka türlü bir final yapmazdım. Ama hayat işte... 525.sayfasının sonuna geldiğimde  o ana kadar ışıkları seçilmeyen tekneler tam da karşıma gelmiş üstelik de ışıl ışıllardı. Aslında bir final için sahne güzeldi; ama benim şu hain hayal gücüm bambaşka bir senaryo yazınca, hiç olmazsa havai fişekler olmalı diyerek orada bıraktım kitabı. Bir de bir başka özel, duygusu büyük ama cismi küçük bir şeyin final sayfasını çevirdiğim anda orada olması gerek. Çünkü bu kitap her türlü ritüeli fazlasıyla hak ediyor.

Abartı:

 Öyle bir kitap okudum ki ben; genelde bu saatlerde pek kahve içmememe rağmen şu mail kutusunu açtığım anda yanımda şiddetle istedim onu, hatta bir shot votka ile birlikte. Bu arada Zubrowka kahve uyumunun güzel olduğunu söylemeliyim. Bunda kitabın sonunda oluşan coşku ve onun şiddetle çağırdığı senaryonun rolü nedir bilmiyorum an itibariyle... Bilince kesinlikle paylaşacağım ama.

Kitapla ilgili şöyle bir karara vardım, gerçi henüz kesin olmadığı için karar demesem daha doğru da...

Eğer kitabın son sayfasına gelmeden havai fişek gösterisine denk gelirsem, fırsatı kaçırmayıp hemen son sayfaya atlayacağım. Olmazsa, en azından son paragrafı öyle bir anı bekleyecek.

Kendime heyecan yaratmakta da üstüme yok sanki.

1 Kasım 2012 Perşembe

'Bu da Ne Ya Şimdi,' Denebilir!

Bir Kitap Yaşarken...


O sohbet anı için bir ganimet buldum bugün, daha doğrusu bırakıldı. Çocukların teyzesi ve  üç arkadaşı kahvelerini, bardaklarını yanlarına alarak saklı bahçemizi ziyarete geldiler. Bahçe gitmeden tadını çıkaralım modundalar ve yıkılma aşamasında bir eylem yapabilecekleri endişesi de taşıyorum açıkçası. Özellikle Ukraynalı olan biri var ki kendisini elinde Türk Bayrağı ile çatıda göreceğimiz kesin.

Kafileyi gönderdikten sonra bir tatlı huzurla buluştu bünye ve şımarıklık yeniden tavanda.

Şimdi bir ikilem yaşıyorum: Kahve ve kitapla banklara gitsem, müzik dinleyip kitap okusam fikrim vardı- ki kafile gelmeden önce mp3çalara, indirmediğim son iki albümleri dahil olmak  üzere tüm Bandista albümlerini yüklemiştim. Tam çıkarken yakalandım, dolayısıyla vakit de kaybettim. Aklım da kitapta. Kitapla buluşmak için bir çözüm bulacağım ama! Saat kaç olursa olsun.

Ganimet ise- ne tesadüf ki- iki adet Café Créme Arome.

Aslında kitaba eşlik edebilecek bir müzik aradım, ne tür olursa olsun -ki sözlü asla olmazdı... ama sonra, ikisinin bir arada olamayacağını, bu konuda beceriksiz olduğumu düşündüm; aynen cips meselesi gibi.  Kitap yaşanıyor ya; bu yaşama haline bir fon olur sanki duygusu taşımıştım önce, sonra vazgeçmiştim.

Kitabı sade almamak kendisine haksızlık olurdu.

Doğru kararı başka doğru kararlarla yer değiştirdim ve yeni doğru kararları da sevdim. Denemekten zarar gelmezmiş onu anladım; ayrıca yaparak pişman olmak iyi bir şeymiş; bir de her şey anda gizliymiş; duyguda, düşüncede, hissiyatta...

Sırasıyla gidersem: Akşam kitabı aldım banklara gittim, mp3 de yanımdaydı; önce biraz sadece müzik dinledim, sonra kitabı okuyordum ki yağmur  başladı, bir süre okumaya devam ettim, sonra eve döndüm

Beş dakika sonra tekrar kitabı aldım ve gittim, yağmur başlayınca bir kez daha eve döndüm. Tam kapıdan girdim telefon çaldı,Tırtıl: "Şarjımı orada unutmuşum, kitaplığın orada, getirir misin?"

Araba, sahil yolu, parke taşlarda lastik tıkırtıları, camdan dolan yağmur ve deniz kokusu, güzergah üzerinde açılma hazırlıkları yapan iki mekana göz atış, şarjı bırakıp geri dönüş. Ev.

Bu kez bir termos sütlü kahve yaptım, kitabı ve mp3'ü aldım banklara tam anlamıyla konuşlandım. Mp3'ü açtım, kitabı okumaya başladım. Bir yandan da kahvemi yudumluyordum. Hava nefis, deniz açık, balıkçı tekneleri demli çay kokuluydu. Mutluydum ve hala ayılmamıştım. Müzik kitaba fon olmuştu. Hiç de rahatsızlık vermiyor, aksine kitap film olup akıyordu.

Yağmur yeniden damlamaya başlayınca bir süre daha bekledim. Sonra, kitabı tam kapatacakken, bir şarkı başladı. Kitaptaki yerin duygusuyla şarkının tonundaki uyuma bayıldım.

Kitap kucağımda hafif damlalarla ıslanırken şarkı şahane bir gülümseyişi açığa çıkardı. An çok güzeldi, akıldan ve yürekten geçenler de... Yağmur biraz daha artınca bu kez kalkmadım.  Neden acaba?

Kitabı sweatshirt'ümün altına sokup korumaya aldım.

Müzik ve kahve eşliğinde olağanüstü güzel anlar yaşadım. Yağmuru pek sevdim, tam da olması gerektiği kadar yağıyordu. An tertemizdi ve tadını dibine kadar çıkardım. Hayatı bir kez daha sundukları için çok sevdim; ıslandım, kurudum, kitabı yeniden açtım, okudum, gülümsedim, hissettim ama asla ayılmadım.

Aslında anı terk etmeye hiç niyetim yoktu, ta ki bir vergi ödemesi için bu ay mıydı tereddüdü yaşayıncaya kadar. Eve gidip netten ödeyeyim dedim.

Aklımı bankta bıraktım.

Geldim ödeme planına göz attım, hayıflandım; bir sonraki aymış meğer. Tekrar gitsem mi tereddüdü içindeyim şu an. Ama o şarkı için gidebilirim. Gidiyorum.

Bu sabahtan söz edeyim biraz... güneş ufuk çizgisinden yükselmiş, kızılını üzerinden usulca sıyırıp oraya bırakmış, -bütün gizemiyle- kendini sakladığı  bulut şeklinde bir paravanın ardından ışığını sezdiriyor ama güzelliğinin farkında bir diklikle kendini göstermek için seçtiği anı bekliyordu. Edası pek güzeldi.

Gece muhteşemdi; yağmura, tatlı bir soğuğa, babamın ağaçlarına ve tümüyle bana ve arada bir gelip geçen diğer gece insanlarına kalmıştı. Sahil korumanın botu mu yoksa helikopter mi olduğunu anlamadığım bir ışık kümesinin kıyıya, açığa, sağa sola doğru yaptığı hızlı hareketler ise hayal dünyası ile doğru orantılı olarak geceye ürperten bir renk katıyordu.

Yanımda Café Cremé'i de götürmüştüm, sonra nedense vazgeçtim. O ara muhtemelen yurttan ya da hafiften tiner çekmiş bir çocuk yanaştı ve sigara sordu. Algı işte! O iki adete bir anlam yüklemişti.

Sonradan epeyce üzülüp pişman olacağım üzere çocuğa "Ben sigara içmiyorum." dedim.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Mutlu Moskova

Koliden çıktığı ilk akşam onu alıp banklara gittim. Onu okuma lambası ve ağaçlarla tanıştırdım. Denizi ve hemen arkamızdaki ayışığını çok beğendi. Ben de kendisini...


Henüz ilk sayfalardayken içim kıpır kıpırdı.

Bir yandan başarımın tadını çıkarırken bir yandan da "Bunu hemen paylaşmalıyım!" arzusu, bir mektup yazmak üzere 23. sayfada beni eve taşıdı.

 Bu kez direk kendisiyle tanıştırmaya karar verdim.

Karakteri çok sevdim, memleketle ilgiliydim ama Andrey Platonov tam anlamıyla vurdu.

Tasvirleri, inceden alaycılığı, düzen ve ideoloji eleştirisi, duyguları kelimelere dökme biçimi  fazlasıyla etkiledi.

İlk sayfalardaki yakıştırmam bunun bir yetişkin masalı olduğuydu;  çok naif bir masal. Yani bayıldım, henüz önümde 100 sayfa varken üstelik.

-Yasaklı Yazar- Andrey Platonov'un diğer kitaplarını da tümüyle içgüdülerime dayanarak favorilere eklemiştim ve ilk okunan kitabından alınan tattan anlaşıldığı üzere kendisiyle ilişkimiz yılbaşına kadar sürecek.

Ertesi sabah hafif bir yağmur atınca banktan geri dönmüştüm fakat yaklaşık 20 dakika sonra banklarla buluşma yeniden gerçekleşti.

Kitapla ilgili düşüncem olumlu yönde daha da gelişti ki Stalin Sosyalizmine göndermeleri pek güzel..

Moskova Çestnova ve diğer karakterlerden 3 tanesi  listemde kendilerine seçkin bir yer edinecek gibi...

Ayrıca kendimi 1900'lerin başındaki Moskova'yı gezmiş gibi hissediyorum.

Yazarı kısacık bir kitapta bu kadar derinlik sağlayabildiği için gönül defterimde ayrı bir yere koyuyorum.

Kitabı, insanı ve onun yalnızlığını hissettirmedeki başarısı nedeniyle Gece Uçuşu'na benzettiğimin altını çiziyorum.

Bu kitaba karşı şu an tarif edemeyeceğim bir sevgi oluştu içimde.

Üstelik tekrar okuduğu kitap sayısı üçü bile bulmayacak ben, bu kitabı bir kez daha okumak konusunda çok istekli gördüm kendimi.

Kesinlikle yakın bir tarihte bir kez daha -sindire sindire- okuyacağım.

Kısa ama etkili kitaplar candır.

21 Ekim 2012 Pazar

Zaman Kumbarasında Bir Portre...

Tefecilik yapan, gusto yoksunu mafya kırıntısı bir şahsiyet görüntüsündeki derisi nasır bağlamış kırışıklara sahip meşin renkli trendy-tüccar bir amca: Ulviler katında çıkar sağlamak konusundaki uyanıklığını güneşi solduracak bir parlaklıkla göze takıyordu. Muhtemelen AKP'nin, iktidarda kaldığı sürece, bayrağını burçlara çekmekte hep "Ulubatlı Hasan" olacak bu amca: Modern Muhafazakarlığın bir nişanesi olarak sabah sporundaydı. Üstelik cebindeki aletten kuran yayarken, elindeki tespihi de dudak kıpırtılarıyla senkronize bir biçimde çekiyordu. Yürüyüş ritmi gayet sportmen, spor kıyafeti ise gayet göze sokulur cinstendi.

Eğer kuran sesi dışarı doğru verilmişken amcanın gayet sporcu ve marka şapkasının altında zıpır işi bir kulaklık görmüş olsaydım; duruma, "bir moda durumlar gurusu" olarak kesinlikle 10 puan verirdim.

Amcaya her devrin adamı puanı olarak 10'u verdim gitti, estetik puanda ufak bir düşme yaptım ve kendisine 9,85'i uygun gördüm.

Eğer gayet sporcu ve marka şapkasının altında kulaklık olsaydı, tık rekorları kırma ihtimali kuvvetle muhtemel bir videoyu kaçırdığım için kendime küsebilirdim.

19 Ekim 2012 Cuma

Biz Okulu Kırmıştık


Gözkapaklarımın arasına sıkışmış bir kadın var.  "Çık oradan," derdim ona, diyebilseydim. 
Neylersiniz ki boğazıma da bir kadın kaçmış.*  


*Eduardo Galeano- Kucaklaşmanın Kitabı S.99

17 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Mektupta Sait Faik'ten Bahsetseydim...

Yazar beni öylesine kışkırttı ki direk aklıma gelen kitabı alıp sahile inmek oldu. İlk fikrim yürüyerek gidip bir kokoreç almak, o hazırlanana kadar iki üç midye götürmek, sonra da banklara konuşlanmaktı. Çünkü yazar bunlar için insanı kışkırtıyordu, dolayısıyla kendimi tutmam mümkün değildi.

Sahile indiğimde kokoreçe gitmekten vazgeçtim, mesafeye bakınca... ama bu akşamlık!

Hemen banka konuşlandım, sokak lambası aynen kitap okuma ışığı gibiydi. Hava olması gerektiği kadar serin, ay ışığı arkada kalmasına rağmen muhteşem, deniz de sakindi. Açıktaki balıkçı teknelerinin ışığı, gökteki yıldızlar, oyun parkındaki çocuklar, siyaset tartışarak yürüyen amcalar, banktaki iki sevgili, bisikletle gezen çiftler, farı ağaçları dolanarak insanların yüzünü sıyırdıktan sonra tekrar yola dönen zabıtanın motosikleti, küçük kızı arkasında ve elinde sigarasıyla yürüyen anne, eldeki kitapla doğru orantılı bir atmosfer yaratıyor, üstelik "Ah kahve!" dedirtiyordu. Aslında bira için de ciddi bir tahrik vardı.

Sayfaları çevirdikçe kendimi kitaptan kopartamıyordum. Bu arada kitap bazı şeyler için insanı öylesine tahrik ediyordu ki hemen bir senaryo yazdım. Anlatsam mı? Aslında kurduğum şu idi: Misal bir akşam saat 19'dan sonra... Anlatırsam, uygulaması o kadar tatlı olmaz diye düşündüm şimdi. Aklıma düşme hali spontandı. Gerçeği de öyle olmalı. Biraz ipucu versem mi acaba? İpucu veriyorum: Kesinlikle muhteşem bir şey.

 Akşam üzeri kanepeye uzanmış ve elime kitabını tutturmuştum: Mahalle Kahvesi. Zaten yazarı geç okuduğum için üzülmüştüm, her siparişe bir kitabını yerleştirmeyi kafama koymuş ve ilkini de getirtmiştim. Bayağı serinlemiş ve Londra modunda hava eşliğinde kanepede kitap okumak güzeldi. Üstelik üç beyaz çikolatalı, içinde yoğun rom, süt köpüğünde bir damla badem aroması olan kahve keyfi bile yaptım.

Şu bizim sahil kesinlikle pastırma yazında çok daha can. Sait Faik kesinlikle akşamları orada oturmalı, bir cıgara tüttürmeli, başta tekneler olmak üzere, topal kedi, topal kediye hiç üşenmeden arabasına binip yemek getiren, onu arayıp bulan, başka kediler yemesin diye başında durup yemesini bekleyen, geç gelen ve bu nedenle bir tanesinin adı Esile olan ikizlerin babası yan komşuma ve bilcümle aleme dair ne yazılar yazardı, kim bilir?

Hatta gün boyu şehirde işlerimi hallederken, yürürken, trende kitabı okurken, uzun zamandır göz diktiğim ve Bedestanda, ev yemekleri yapan küçük dükkânda çöp kebabı yerken, hep yazacağım yazıyı kurdum. Sait Faik üzerine bir yazı yazmayı kesinlikle kafama koymuştum. Sait Faik'i geç okumamın bir kayıp değil aksine kazanç olduğunu düşündüm ve asla keşke demedim.

Çünkü şu anda onu okurken, biriktirdiğim İstanbul'a daha farklı bir gözle bakabiliyor ve yazarın anlattıklarını daha derinden hissedip, canlandırıp, tadına daha çok varıyorum.

Küçükken, onun yetişkin gözünden baktığım İstanbul'u bu kadar güzel fark edemeyebilirdim, geç kalmış olmama çok memnunum. Hatta yaklaşık 10-15 yıl önce okuduğum ilk ve tek kitabından daha çok tat aldım şu an diyebilirim. Eğer üzerine bir yazı yazabilirsem bir gün; ben de yazımda kıskandığıma vurgu yapacağım muhtemelen.

Röportajı okudum, teşekkürler.

Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekânda, dışarıdaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla...

Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek bir teklifte bulundum.

Fotoğraf babamın ağaçlarının altında ve Nikon L23 ile çekilmiştir.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Masumiyet ya da Özel İlişki

Başlangıçta yadırgadığım ve suçu tümüyle çevirmene attığım bu kitap, ilerleyen her sayfada beni kendine hayran bırakmayı başardı. İlk kez okuduğum bir yazarın kitabı olması dolayısıyla ilk sayfalarda  bir sorun yaşasam da bunun peş peşe etkileyici kitaplar okumayla açığa çıkan, bir sonraki yazarın üslubuna alışma ile ilgili, şahsıma ait bir mesele olduğunu ve başarılı Çevirmen Roza Hakmen'e - ukalaca- bir haksızlık yaptığımı, henüz 20. sayfaya gelmeden kabul ettim. Daha doğrusu bunu bana kabul ettiren dinamik kurgusu ve akıcılığı ile kitap oldu.


İçinde şarap olan piknik sepetleri, kareli yer örtüleri, peynir başta olmak üzere üzüm ve benzeri hafif yiyeceklerle, o sepetin içine atılmış şiir kitaplarına eşlik eden rüzgarların altında, şırıltılı dere kenarlarında, göl kıyılarında her türlü... mitolojik ya da arkeolojik kitapları ise kaya mezarlarında  okumak gibi sapkınlıkları olan ben bu kitabın bir yolculuk esnasında (tren tercih edilendir) ya da bir kadeh konyak ve kahve ile bir otelin lobi barının en loş ve sakin saatinde okunmasının güzel olacağı gibi bir duyguya da eriştim.

Kitabın merakla ve kolay okunurluğunun yanı sıra ilginç olduğunun altını bir kez daha çizmeliyim; özellikle yazarın ana temanın üzerine yerleştirdiği ilişkinin ruh hallerini, kadın ve erkeğin bir arada oldukları anları ve hatta ilişkinin evreleri üzerine ana karakterin iç seslerini  yansıtma biçimi enfes. Bir adım ötesinde ise pornografik sayılabilecek anları bile öylesine sıcaklaştırıp, normalleştirerek kısa ve net cümlelerle o kadar şık anlatıyor ki yazar, kendisine şapka çıkarmamak mümkün değil.

Masumiyet ya da Özel İlişki iki yönlü de bir kitap ve okuyucu nereden bakar, nereyi öne çıkarırsa sanki ana tema da o. Yazar Ian McEwan soğuk savaş döneminde Berlin'de bir karşı dinleme eylemi için örgütlenmiş müttefiklerin bu gizli faaliyet için verdikleri çabayı ana tema olarak kullanıp üzerine -iki farklı ülkeden- bir kadın ve bir erkek arasında gelişen ilginç bir hikâyeyi  inşa ederken, süreci yan hikâyelerle de besliyor. Daha önce de söz etmeye çalıştığım gibi iki tema üzerinde sağladığı denge ile ana temayı seçme hakkını okuyucuya bırakıyor. Belki de bu paralel kurgu kitaptan daha çok zevk almanıza olanak sağlıyor. Çünkü bu iki temadan daha az ilginizi çekeni ikincil yapıp, diğerini öne çıkarmak tümüyle size kalıyor.

Anlatım dilinin ve gerilimin müthiş olduğunun altını çizmekten bıkmayacağım kitaptan aldığım lezzeti -sevdiğim kitaplar listemdeki yeri asla ilk 50'nin altına düşmeyecek- Doğunun Limanları'na benzettim ben. Benzerlerine çok rastladığımız bir finali olsa da derin cümleleri olan, film tadında, hatta bir psikolojik-gerilim filmi için biçilmiş kaftan olduğunu düşündüğüm Masumiyet ya da Özel İlişki'nin sonundaki mektup ise kitaba kattığı dramatik tat ile insana "Kitabı bitirdim ama sonundaki mektup da beni bitirdi." cümlesini kurdurtuyor.

Masumiyet ya da Özel İlişki; psikolojik gerilim, aksiyon ve aşk içeren bir filmi izlercesine ve gerçek bir hikâyeye dayalı sıkı bir kitap okumak istiyorum diyenlere şiddetle tavsiye olunur..

9 Ekim 2012 Salı

Gönlünüzü Ferah Tutun Savaş Falan Çıkmaz

Yazıyı bundan yaklaşık bir yıl önce Fransa ile yeniden depreşen Ermeni meselesi üzerine yazmıştım. Suriye sürecinde fark ettim ki her uluslararası sorunda bu yazının güncelliği değişmeyecek. Vaktiniz varsa yazıya bir göz atın; gönlünüzü ferah tutmak için.

Hatta benzer her sorunda sadece ülke adını değiştirerek ve -Stratejik Derinlik "dehası" yüzünden- artık komşularına da kafa tutamaz cümlesini ilave ederek yeniden okursanız, emin olun uzun süre huzurlu bir yaşam sürebilirsiniz.

Sanmayın ki başbakanımız bağırdığı kadar da aymaz birisi: Gaz vermeyi bildiği kadar nerede duracağını da iyi bilir. Çünkü onun öncelikli hedefi zaten belli, toplumda karşılık bulamayacağı her durumda bu hedefi asla riske etmez.

Çünkü o hedef için tıpkı ilk seçimindeki kadar geniş kitlelere ihtiyacı var. O yüzden 2014'e kadar biraz daha muhalefet ve biraz daha yüksek ses.

Ferahlık İçin(!): Havlayan Köpek Isırmaz



.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Batıl



Ne zaman evde üç beş kız toplanıp muhabbete dalsak mevzu mutlaka bir kere kıl tüye, bir kere adet günlerimize ve bir kere de yakışıklı oğlanlara değer…

Bir elmayı alıp, yatmadan önce kabuğunu hiç bölüp parçalamadan tamamiyle soyup kabukları bir peçetenin içine sarar ve bu elma kabuklarını yastığınızın altına koyup uyursanız, aynı durumu 3 gece üst üste yapıp, inanarak uyursanız rüyanızda evleneceğiniz adamı görür müşsünüz…

Dolaptan elmaları çıkardım, soydum.

Bıçaktan damlayan suya baktım.

Rüyamda seni görememekten korktum.

Güldüm.

Elmaları da bir güzel yedim…

 .

25 Eylül 2012 Salı

Öz Terme Pide Salonu İyidir

Giyim dünyasının çok sevdiğim bir lafı vardır, tek bir cümle gibi durur ama anlamı çok şeyi içerir: İlk malı müşteri alır sonrakileri mağaza satar.

Burası tam da bu cümlenin doğruluğunun yaşamımızdaki güzel örneklerinden biridir. Mekanı, Mussano'nun yıllar önce henüz lisedeyken arkadaşlarıyla geldiği bir günde beğenip yıllar sonra bir gün önünden geçerken bize söylemesiyle  aklımızın bir kenarına yazmıştık. Kendisiyle ilgili bir önceliğimiz yoktu, tercih ettiğimiz öncelikli mekanlar başkalarıydı. Bir gün, özellikle Tırtıl'ın talebi üzerine çok beğendiğimiz bir cağ kebapçıya gitmeye karar vermişken, oranın kapandığını görmüş, bunun üzerine de aklımızda kaydı bulunan ve söz konusu yerin hemen yakınındaki bu pideciye gitmeye karar vermiştik.

Dükkandan içeri adımımızı attığımız andan itibaren sonucun ne olabileceğini aşağı yukarı kestirmiştik.

Her birimiz farklı olmak koşuluyla açık pastırmalı, açık kıymalı ve açık kuşbaşılı sipariş etmiş; ortaya da kapalı kıymalı ve kapalı peynirli pide söylemiştik.

Mekandan çıktığımızda kurduğumuz ortak cümlemiz "Burası insana yeme keyfi yaşatan ve çıktığı anda da hiç pişmanlık hissettirmeyen, mutlu kılan bir mekan"dı.

O hafta sonu bu referansı kardeşe de sunmuş ve bu kez dört kişi olarak gelmiştik aynı mekana... Üstelik günlerden pazardı ve saat  tam da "evde pide zamanı"ndaydı.

Sonuçta yine her birimiz farklı pideler söyleyip ortaya da her zaman olduğu gibi biri peynirli diğeri kıymalı olmak üzere iki pide sipariş etmiştik. Sonuç yine olumluydu. Üstelik ilk kez gelen kardeş de geçer not vermişti.

Üzerinde kesin ittifaklar sağladığımız mekan sayısı azdır. Birimizin çok beğendiğine bir diğerimiz kendince kusurlar buluruz, ama bu mekandan aldığımız keyfe hiç birimiz en ufak bir eleştiri bile getiremiyoruz.

Geçen pazar, bir süre önce Park'ın karşısındaki yeni mekanına taşınan pideciyi bir kez daha ziyaret ettik, dışarı çıktığımızda tekrar edilen her zamanki ifadeydi: "Mutluyuz."  Yemek elbette bir mutluluk halidir ama bu cümleyi insana tekrar ettirecek mekan sayısı çok azdır. Çoğu zaman yemek eyleminden mutluluk çıkaran siz olursunuz. Çok beğenmeseniz de, umduğunuzu bulamasanız da ve  bir bukelamunsanız üstelik; olumsuzları görmezden gelip anın keyfini çıkarabilirsiniz. Ama burası hiç bir şekilde yediklerinizle, onlardan aldığınız keyifle aranıza, görmezden geleceğiniz bir şey sokmuyor.

Bir çok parlak mekanın  profesyonel ilgiyi gözünüze sokma halinin rahatsızlığını, sahteliğini, burada görmüyorsunuz. Burada son derece doğal ve samimi bir hizmet var. Özenli ve kendine has masalarına, garsonların üst başına, masanıza getirilen salataya, çatal bıçağa baktığınızda; sıcaklığı, iyi şeyler yapma hevesini ve işe gösterilen özeni anlıyorsunuz. Yeni mekanda göremediğimiz ama önceki yerinde  masaların kenarında duran  anket formları hoşumuza gitmiş; bu mütevazi mekanın işine, dolayısıyla müşterisine duyduğu saygının göstergesi olarak değerlendirilmiş ve bunu bir artı olarak yazmıştık hanesine.

Pide genel olarak Bafra, Çarşamba, Terme gibi yöre adları ile adlandırılsa da  hamur ve  farklı içlerden oluşturulmuş bir yiyecek sonuç itibariyle... her yöre kendince nüanslar katarak farklı kılmaya çalışmış kendi pidesini. Terme Pidesinin temel özelliği hamurunun diğerlerine oranla ince olması. Ve bu mekan, gördüğümüz tüm pideciler içinde iç malzemesini en dolgun kullanan yerlerden biri. Üstelik evde yaptığımız içler ile buranınkiler arasında çok fark sezemiyoruz biz.

Pazar sabahları burayı özellikle tercih ediyoruz. Çünkü ortam, kurduğumuz sofra, bize sadece evde yaşayabildiğimiz Pazar  Ritüellerinin keyfini duyumsatıyor. Öz Terme Pide Salonu'nun* sevdiğimiz yanlarından biri -ki bu bizim için önemli bir kriterdir- kendi ayranını kendi yapıyor olması. Mekanda hazır ayran da var tabii ki.

Burada insanların evlerinden getirdikleri içler ile pide yaptırabiliyor olması da kendinizi pazar günü pide için fırında bulunan biri gibi hissetmenizi de sağlıyor. "Sen Kendini Sadece Pide mi Sanmıştın" başlıklı  yazımdaki hissiyatı ve dolayısıyla bir pide ritüelinin tadını bize en çok duyumsatan mekan tartışmasız burası. Üstelik Öz Terme Pide Salonu, mis gibi tereyağ kokan ortamda yaşadığınız mutluluğa karşı ödediğiniz parayı da sonuna kadar helal ettiriyor.

*19 Mayıs Mah.Cumhuriyet Cad.No:34 HEYKEL KARŞISI - SAMSUN  


Sevgili Gökçe'ye Özel Notlar:
  
Burası, Parkın karşısında Birtat'ın iki dükkan yanında.

Ritüel başlıklı yazıdaki -içi evden- pideyi yaptırdığımız mekan ise: 56'larda, Jaja ve Coffe Home'un karşı köşesinde, eski 56'lar Fırının yerinde olan Gazi Unlu Mamüller.

Ayrıca Atakent Sahil yolundaki Gırgır'ın pidesini de öneririm.

Ve yine Kirazlık'ta Kerimbey Konağı'nınkini.

23 Eylül 2012 Pazar

Davete İcabet Gerek

Sahilden henüz döndüm ve manzara muhteşemdi yine, parçalı bulutlunun güneşin önde olduğu hali; tam da sonbahar öncesi, şu sonyaz denilen atmosferin tadını dibine kadar hissettiriyordu. Deniz, bank, hava ve ağaçlar "Kap kitabını gel," diye bas bas bağırıyorlardı, kıramayacağım doğal olarak kendilerini. Böylesine bir içtenlik karşısında duyarsız kalmak için taş olmak gerek!

5 Eylül 2012 Çarşamba

İki Muhteşem Ralli Günü

















25-26 Ağustos 2012 39.Hitit Rallisi

Fotoğraflar Nikon L23 İle çekilmiştir.

24 Ağustos 2012 Cuma

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

İlk kitabının başarısıyla aklıma yazdığım, sonra bu kitabı çıktığında almayı çok istediğim... "Okumak konusunda" kurak olduğum bir evreye denk geldiği için elimin bir türlü kitapçı raflarına uzanmadığı süreçte dahi hep aklımda olan Ayfer Tunç'un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı kitabı oldukça ilginç.

Kitap geniş bir yelpazedeki, sayısal olarak epey çok, renkli, şaşırtıcı karakterlerinin yanı sıra, bu karakterlerin ilişkileri üzerine başarılı detaylar veren, mizahı  lezzetli  bir aksiyona sahip.

İlk andan itibaren özellikle kullandığı kıvrak dil ve hayatı iyi bildiği her kelimesinden anlaşılacağı üzere insanımızı tanıma yeteneği, süreçler üzerine bilgisi ve güçlü kalemi ile şahsen beni epey etkiledi yazar.

Kalınlığına baktığımda okuma konusunda ısınma turları atan bana bir acaba çektirmişti aslında kitap. Ama akıp gitti.

Günlük hayatımızın farklı alanlarındaki, farklı mesleklere sahip insanlar üzerinden kurulmuş bir roman bu. Bunca karakteri ve eşyayı bu kadar yan hikayeyle ve üstelik kafa karıştırmadan ve üstelik bu kadar akıcı dille, ve bilgi ile destekleyerek yazmak, sonra tüm bu eşyaları ve kişileri birbirleriyle ilişkilendirebilmek, uzun ve kalabalık bir romanda mizahı  diri tutmak, nüansları böylesine fark ettirmek gerçekten büyük başarı.

Güzel bir yaz akşamında ağustos böceklerinin sesi eşliğinde ve ayışığında okumanın pek de lezzetli olduğu kitabın "bira çağıran bir kitap"  olduğunu da söylemek mümkün.

Tüm bu övgülere rağmen  iyi ve iz bırakacak, ya da bugüne kadar okuduğun romanlar içinde kendine sıralama açısından iyi bir yer edinebilecek bir kitap mı bu diye sorulursa; benim algımdaki "roman" çerçevesinden baktığımda değil der, hatta bunun hemen öncesinde okuduğum ve üzerine yazdığım bir önceki romanın derinliğinin yanından bile geçemez diye eklerim.

Ancak, hızla akıp giden, güldüren, yormayan, merak ettiren, tasvirleri mükemmel, yazlık sinemalarda izlenen, ya da evin sıcak köşesinde iyi bir anlatıcı tarafından nakledilen başarılı Türk Filmlerinin tadını duyumsatan, rahatlıkla çekirdek çitletilip gazoz içilebilecek, iki ciddi kitap arasında tadım öncesi su işlevini görecek, bunda da epey başarılı olacak bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta tavsiye ederim.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Bulvar Sadece Bir AVM Değildir; Bir Zihniyettir!

Şehirleşmeyi ve büyümeyi inşaat yapmak sananlara, bir kenti geçmişten geleceğe taşıyanların eski ve hikayeleri olan binalar olduğunu bilmeyenlere, eski binaları yok edip yerine tümüyle sokaklardan kopmuş görkemli ve ruhsuz betonlar dikmeyi maharet sananlara, Belediye Başkanlığının birikmiş anılar, beslenmiş bir kültür, estetik bir kaygı, partisindeki hakim zihniyete karşı dik bir duruş ve değerlere sahip çıkmak gibi bir vizyon gerektirdiğini bilmeyenlere verdiği cevap için.











Samsun uzunca bir dönem kenti yöneten (farklı partilerden) iki belediye başkanı sayesinde çehresi değişen, iki değerli insan Muzaffer Önder(CHP) ve Yusuf Ziya Yılmaz'ın(AKP) üstün nitelikleri dolayısıyla ülkenin en parlak kentlerinden biri olmayı başaran, aynı zamanda ekonomisini de büyüten bir şehir oldu.

Eski Sigara Fabrikası olan bu binalar; tüm dayatmalara, peşkeş çekme gayretlerine rağmen renk dahil herşeyiyle eskisi gibi restore edilmek koşuluyla bir firmaya 39 yıllığına kiralanan, ünlü pek çok markanın yeraldığı, mülkiyeti kente ait örneklerden sadece bir tanesidir.

Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kapı (Magda Szabo) Üzerine Mektup Notları

Yine yazarını tanımadan, kapağına bakarak ama yazarın adından da etkilenerek seçtiğim kitaplardan birine başladım.

Elbette kitabın adı da önemli bir etkendi onu seçmemde...

Ve bir kitap daha beni yanıltmadı.

Ve sanırım Erno Nemeçek'ten sonra adını aklımda ve hatta gönlümde taşıyacağım bir kahramanım daha olacak.

Şu kitabı elimden bir bırakabilsem neler yazacağım da, ama ne yazık ki bırakamıyorum.

Yani bir kitap bu kadar mı insan kokar ve bir insan bir kitabı bu kadar mı güzel çevirir.(Çeviren:Hilmi Ortaç)

Artık çevirmenlerin önemi fark ettirilmiş biri olarak bu konuda çok hassasım.

Öyle bir keyifle okuyorum ki kitabı, öyle bir okuma aşkı yarattı ki bende...

Çocukluktaki ilk kitaplarımın, Mercan Adası, Define Adası gibi bilumum ada ve başta Pal Sokağı Çocukları olmak üzere bir sürü insan, arkadaşlık, dostluk, emek ve yürek anlatan kitapların akıcı ve son derece lezzetli tadını alıyorum.

Büyük ihtimalle bu kitabın bırakacağı okuma tadı sayesinde Ulysses'i okumak artık lay lay lom benim için.

Şimdilik, kahramanını özel bir karakter olması dolayısıyla -adını- aklıma kazıdığım ve anlatım dilini çok sevdiğim kitabımı alıp odama çıkıyorum.

Kitabı her sayfada biraz daha çok seviyorum.

Şu yakın tarihte hayatıma girmiş ikinci şey bu kitap, ve şu yakın tarihte hayatıma girecek hiç bir şeyin birinci olma şansı yok, ne yazık ki.

O yüzden bu ikinciliğe o gözle bakılsın lütfen.


3 Ağustos 2012 Cuma

Yıkılan Ariel'in ya da Yıkılan Önyargıların Hikayesi

“Bana göre bütün müslümanlar terörist” demişti Ariel, sohbetimizin başlangıcında. “Türk denince geri kalmış, barbar ve bağnaz bir insan imgesi oluşuyor gözümün önünde, Türk eşittir müslüman o da eşittir terörist!”

Olsztyn'in merkezindeki barlardan biri olan Novo'dayım. Pazartesi gecesi vakit geçirebileceğiniz şehrin çok az sayıdaki açık eğlence yerlerinden birisi, belki de yeganesi. Pazartesi gecesi nereye gidilir sorusuna Olsztyn'deki diğer erasmus öğrencilerinden aldığım yanıttı burası. Çok fazla bir şaşası olmayan, küçük bir dans pisti ve karşısında sıralı bir kaç masadan ibaret, öğrenciye girişin 15 zloti olduğu, popüler dans parçalarının çalındığı sıradan bir “club”cık.

Karşımdaki adam Ariel -ilk kez böyle bir Polonyalı erkek ismi duyuyordum, daha doğrusu ilk kez bu adda bir Polonyalı'yla tanışıyordum- küt kumral saçlı, kirli sakallı, yuvarlak kafalı daha çok bir İspanyol'a benzeyen, gayet iyi bir İngilizce'ye sahip ve ciddi hal-tavırda birisiydi. Türk olduğumu öğrenince daha da sertleşti ve yukarıdaki sözleri sarfetti. Daha önceden tanıştığım İspanyol arkadaşım Borja'yla barda karşılaşınca selamlaşmış, o da bara birlikte geldikleri Ariel'le bizi ayaküstü tanıştırmıştı.

Bu durum ilk kez başıma gelmiyordu. Polonya'da kaldığım süre boyunca çeşitli ortamlarda tanıştığım sayısız yabancıdan benzeri tepkiler almıştım. Ancak bu şimdiye kadar karşılaştıklarımın en sertiydi. İşin garibi ise ilk gördüğümde bende bilgili ve kibar bir adam izlenimi bırakmış birisinden bu sözleri işitiyor olmamdı.

Eğer gururlu bir Türk genciyseniz bu durumda yapabileceğiniz iki şey vardır: Ya karşınızdaki Polonyalı'ya ana-avrat kaptırıp, onun -Almanları ve Rusları öven, Polonyalıların tarih boyunca yaşadığı dramları acizlik olarak tanımlayan- bir iki lafla damarına basıp gülegüle diyerek çekip gideceksiniz ya da yeterli sabrınız varsa tüm bu lafları bir süreliğine sineye çekip “Ulan ben Erasmus'um, benim görevim tüm insanlığı kucaklayan davranışlarda bulunmak, en iyisi insanlıktan çıkmayıp şuna kibarca bir karşılık vermeyi deneyeyim,” diyeceksiniz.

Birinci yolu seçerseniz ülkenizin tanıtımından, ikinci yolu seçerseniz o sırada gözünüze her biri ilah olarak görünen güzel Polonyalı kızlarla kontağa geçebilme ihtimallerinizden vazgeçeceksiniz. Çevrede bulunan mevcut kız nüfusunun potansiyeline şöyle bir göz attıktan sonra, işin zorluğunu bilerek gecemi Ariel'i fikirlerinden döndürmeye adadım.

Barın taburelerinde karşılıklı oturup barmaid'in servis ettiği Tyskie marka Polonya biralarından yudumlarken ilk sorumu sordum.

-Sence Türk'ler nasıl insanlar?

-Dedim ya! Müslüman, içki içmeyen, domuz eti yemeyen, kadınları çarşafla gezen, erkekleri bütün gün camide namaz kılan, cahil insanlar.

-Ama ben gördüğün gibi şu an içki içiyorum, ve üstümün başımın, giydiklerimin de senden bir farkı yok.

-O zaman sen Türk değilsin, beni kandırıyorsun. Çünkü sen müslümansan içki içmemen gerek!

-Evet Türkiye müslüman bir ülke. Hatta Osmanlı zamanı şeriatla yönetiliyordu; ama birgün Mustafa Kemal adında büyük bir adam ortaya çıktı ve Cumhuriyet'i ilan etti. dedim ve modernleşme hikayemizi dilim döndüğünce Ariel'e anlatmaya başladım.

Diyaloğumuz Ariel'in Türkiye'yi ve beni tanıma yönünde artan merakı ve bu yönde sorduğu sorularla devam etti. Sohbetin orta yerine doğru o sırada Olsztyn'de Erasmus yapmakta olan iki Türk kız arkadaşım son derece şık elbiseleriyle yanımıza geldi. Birer içki alıp Ariel'le tanıştılar. Ariel'in yüzündeki ciddi ifade alkolün ve sohbetimizin samimiliğiyle giderek gevşiyordu ve artık hemen her konudan muhabbet etmeye başladık. Ariel dinine bağlı bir katolikti, sosyalizme inanıyordu, interneti, Facebook'u, Twitter'ı falan insan ilişkilerini öldüren mecralar olarak görüyordu ve Türkiye hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Türkiye hakkında kurduğu denklem kabaca “Türk=Müslüman, Müslüman=Arap, Arap=Terörist” şeklindeydi. 11 Eylül saldırıları ve İslami terörle kafayı bozmuştu. İçki fabrikalarımız olduğunu, şu an bulunduğumuz barın 10 katı büyüklükte eğlence yerlerine sahip olduğumuzu öğrendikçe sarfettiği “Really?”'lerin sayısı artmaya başladı.

Saatler ve içilen içkilerin sayısı ilerledikçe Ariel'in neşesi artmıştı. “Bizim kızlara sor bakalım, bombaları nerdeymiş?” dediğimde kahkahayı patlattı. “Adamım, siz hiç Türk gibi değilsiniz, size inanmıyorum.” dedi.

Gecenin sonunda ayrılırken, kaldığımız yurda gelip bizimle sohbete devam etmek istediğini söyledi. Facebook'a karşı olduğundan bir kullanıcı hesabı yoktu. Bu yüzden arada sırada “mecburiyetten” kullandığı mail adresini almamı rica etti. Yurdun kuralları gereği gecenin bu saatinde dışarıdan arkadaş sokamazdım, gece nöbetçisi yaşlı teyzeden azarı yerdim yoksa; ama mail adresini telefonuma kaydettim. Ancak harflerden birini eksik ya da yanlış yazmış olmalıydım ki, o günden sonra gönderdiğim maillere herhangi bir yanıt alamadım. İşin doğrusu bu çok da umurumda değildi.

Ariel'i o geceden sonra hiç görmedim.O gece Novo'da birlikte olduğumuz Olsztyn'deki Türk arkadaşlarımdan birisine birkaç gün sonra yolda rastlamış ve ona hiç mail göndermediğimden veryansın etmiş. O günden sonra da onu tamamen unutmuştum.

Ta ki geçenlerde Facebook karşıtı, İnternet düşmanı, Müslüman avcısı Ariel, beni Facebook'tan ekleyene ve hal hatır sorana kadar!

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bendensiniz!

Keyifli bir sabahtı, kesinlikle... sahil enfesti ve  "Bugün süper ötesi bir gün, keyfini çıkarın" diye göz kırpan bulutların resmi, "ilahi gücün"  mesajıydı.  Fazla şeyler söylemeye ve dilemeye de gerek yoktu. Buluttaki göz kırpmasının bir tek anlamı vardı; o da şuydu: Bugün bendensiniz!

12 Temmuz 2012 Perşembe

Küçük Prens Ana Teması Üzerinden Üçüncü Gün

"Büyüklere her şeyi açıklamak gerekir zaten"


-Küçük Prens var mı?
-Küçük Prens büyüdü artık.
-Ben küçüklüğüne yetişemeyenlerdenim, bir bakayım dedim küçüklüğü nasılmış.




Son halini şöyle özetleyebilirim, ki an itibariyle başka bir konudan söz edebilmesi hatta yazdıklarının içine mesela şu anda cevaplamakta olduğu mektuptaki konulara cevap anlamında cümleler kurabilmesi de mümkün değildir. Ve hatta aslında oturup bu mektubu yazması da mümkün değildi. Ama tüm bu mümkün olmayan haller içinde konsantre olduğu iki şey vardı: Birincisi, daha henüz gün kararmaya başlamamışken ve hatta "Akşam üzeri keyifli olur be!" diyerek aklından geçirdiği Cuba Libre'yi dahi erteledi; bu şeylerden birincisi yüzünden...

Bugün tam da amcasının ciltli ilk kitaplarını- ki Altın Masallardı bunlar- aldığı köşenin çok yakınında ve benzer bir aradaki kitapçıdan zevkle satın aldığı, gün boyu ara ara açıp baktığı, kapağını okşadığı ama okuma keyfini eve sakladığı kitabı, sivrisineklere karşı kendini ilaçladıktan sonra dışarıdaki sandalyelerden birine oturup diğerini ayaklarının altına çekerek okumaya başladı.

İlk satırlardan itibaren  içine çeken kitap her sayfasıyla onu memnun kıldı. Hani bazen insan kendi davranış biçimlerini adlandıramaz da bazı kitaplardaki kahramanların ve elbette yazarın onları tasvir etmesi üzerinden olumlu ve farklı hallerini görerek "A..aa ben de böyleyim" deyip sevinir ya... henüz 35. sayfaya gelmiş ve yazmaya başladığı mektuptan ayrılıp biraz sonra kitaba dönecek olan kendini, karne verilmiş de notları hep pekiyiymiş gibi hissetti. Tabii ki öyle olduğunu biliyordu ama bu kitap tıpkı başındaki ithaf cümlelerinin benzerini ona da duyumsattı.

Elbette kitabın beşinci, onuncu, onbeşinci, yirmibeşinci, otuzbeşinci... aslında her sayfasında aklına birini de getiriyordu, hatta onunla birlikte okuyordu kitabı. Coşkuluydu, aklında kurduğu sahneler farklı, cümleleri de onlardan farklıydı: Mesela cümle şuyken ve bunu Sevgili Falancaya söyleniyormuş gibi kurmuşken... bu arada cümle şudur: "Ah şu düşünüşümün kurduğu duvarların bir kısmını yıkmış olsaydım ve içimden geleni yapabilseydim... şu an tam da kitabın şurasındayken, kesinlikle kucaklayıp şöyle bir döndürürdüm, çünkü şu anki memnuniyetimin, kitaptan aldığım keyfin, hatta yeniden okuma heyecanı hissetmemin sebebi sensin ve bunu, ancak bunu yaparak anlatabilirim. Çünkü kelimeler hissettiklerimi ifadede yetersiz kalır ve bu bana yetmez"

Aklındaki sahnelerde ise kucakladığı gibi ayaklarını yerden kesmiş ve tüm semazenlerin "Yahu biz de kendimizi bir şey sanıyorduk!" diyecekleri kadar döndürüyordu.

Muhtemelen devam edecek, inşallah yani:))

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kısacık Bir Ara Sıcak

Sanırız en güzeli ve en keyiflisi böyle oluyor: Başka bir sebeple blogun adını yazıp arama yapınca Pamukkale Şarapları'nın Twitter hesabında bir yazımızın paylaşıldığını gördük. Sayfayı açtığımızda geçen yıl aralık ayında yazılmış Bir Yudum Luz Casal başlıklı yazının bu yılın haziran ayının altısında sayfadan paylaşıldığını fark ettik. Yazı tümüyle şaraba atfen yazılmasa da üreticinin hesabında paylaşılmaya değer bulunması sevindiriciydi. Ama daha sevindirici olan ise yazının ilk olarak firmanın önemli adlarından ve aileden Selda Tokat'ın Twitter hesabında paylaşılmış olmasıydı.

Bu doğal olarak sevinçlerimizi zıplattı ve bunu La Paragas tarihine bir not olarak düşmek de keyifli oldu.

3 Temmuz 2012 Salı

Uyandıktan Sonraki 1 saat 39 dakikası

Dün gece hissettiği üzere mutlu ve huzurlu bir uykuya teslim olmuştur. Aslında teslimiyeti sevmeyen anarşist ruhu yine de bu esaretten mutludur. O kadar mutludur ki pürüzsüz bir uyku çeker. "Pürüz" sadece yüzünde kendine mutlak yer bulan ve gece boyunca orada en hayta haliyle takılı kalan tebessümdür.

Sabah olur. Normalde o saate kadar çoktan uyanıp, bir sürü işi halledip, kahvaltıyı aradan çıkarıp, bilgisayarın başında olurken bu kez yatağın içinde ve mırıl mırıldır. Enterasan bir biçimde aklına Rüzgar adlı şarkı düşmüştür. Gülümser, çünkü şarkının sözlerini bile bir iki cümle dışında bilmiyordur. Bu arada etraftan birisi kafayı uzatır ve endişeli soruyu sorar: Hasta mısın?

Pas güzeldir ve bunu asla affetmeyecektir: Evet, hastayım!

Gün yoğun geçecektir, bir görev dağılımı yaparlar ve cenaze işi ona kalır. Telaşlanır; mutlaka kahvenin yanına bir mektup ve şarkı yetiştirmelidir.

Çamaşırları makinaya atar, hızla köpeğinin işlerini halleder, kahvaltısını hazırlar. O arada suların kesilmekte olduğunu fark eder. Makina aklına gelir, sonra boşver der ve klavyenin başına oturur.

O klavyenin başına oturduğunda neler olacağı bellidir. Az öncenin tüm telaşları kendine delik arar. Şahane gülümseme gelir, ortalık dışarıdaki baharı çıldırtacak kadar aydınlanır. Biraz durur, dışarı bakar ve yepyeni resimler çizer. Mutludur.

Aslında sabah Yankele'nin albümünü koymuştur, hatta oradan bir şarkı yollamak fikri sabittir. Sonra Leman Sam'dan dinler şarkıyı, aslında bir yandan mektubu yetiştirme, en geç 10'da evden çıkma telaşı vardır ve akşam duaya da kalacağı için geç vakte kadar dönme ihtimali yoktur. Özleyecektir. Mesele budur.

30 Haziran 2012 Cumartesi

Alakasız Bir Fotoğraf


Bilir(mi)sin... Bir levhanın izine takılıp gidersin, virajlardan dönersin; yol yeni açılmış ve toprak taş karışımıdır, bazı anlarında "Uff ya bu da ne!" deyip dönmek istersin... tekerleğin biri uçurumun kenarını sıyırarak gitmektedir, karşıdan gelene yol vermek imkansız bir çiledir.

Ama içindeki ses, merak, farkındalık inat eder, sen yürürsün...

Tüm o engebelerden, her dönülen virajın ardındaki belirsizlikten ürksen de, devam etmek acayip bir keyiftir.

Sonra bir noktaya gelirsin, bakarsın ki oradan öte yol yoktur, yürümek gerekir, arabayı bırakırsın ki dönecek bir yer de yoktur.

Tek çare, geri vitese takıp dönecek bir yer bulana kadar gitmektir.

Yürürsün, inersin, dar yollardan geçersin...

Sonra.. evet sonra, o yola çıkarken hedefinde olanı, beklediğinden daha müthiş akanı görürsün.

Manzara, hava muhteşemdir ve herkesin bildiğini sandığı ve en iyisi zannettiğinin ötesindedir.

Kimsenin gitmeye cesaret edemediği, güzelliğini bilemediği kadar muhteşemdir zaman.

Onca yukarıdan kendini bırakıp, kendi saklısında kendi çizdiği yoldan akıp giden o derin vadideki suyun sesi gibi...

Mihriban'ın Bahçesindeki ocakta bekleyen; eşsiz bir patates köftesiyle, en keçi peynirinden, en ince ve çıtırından gözlemeye ve hatta en şahanesinden reçellerle, peynirlere, zeytinlere ve hatta domatesle salatalığa eşlik edecek çay gibi.

Her bir kare fotoğrafın çekimi esnasında birbirine dokunan ten gibi...

Adı gibi...

Kocamandır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP