28 Ocak 2021 Perşembe

Bu Kez Ben Seçmedim Bloglar Fısıldadı

Üvey Kardeş'le Leylak Dalı'nda karşılaştım. İki kuzeyli ilk anda göz göze geldik. Yazarı tanımıyordum. Ama gelen sesler beni almalısın, diyordu. Duymazdan gelemedim ve listeme ekledim.

Sonra, Pelin Pembesi'nin yeni yazısını görünce blog listemde ki dumanı üstünde yazılara bayıldığımın altını çizerim hep; gittim, okudum ama Javier Marias daha önce okumadığım bir yazardı! Bir yorum yazdım ve "Almalıyım!" dedim. Blog da "Almalısın!" dedi. Attım sepete.

Bir kitap yazım için MINDMIILS uğramış bloğa, yorumunun içine şu cümleleri de bırakmış: "En son tren yolculuğuna ve hatta istasyonlarına dair okuduğum öyküler oldu. Raymond Carver'ın Katedral öykü kitabından. Carver müthiş bir öykücü."

Vurgu kendinden çok emindi, etkiledi, bilmediğim, -daha doğrusu o an hatırlayamadığım- bir yazardı ve sepete eklenmesi kaçınılmaz oldu.

Tren yahu!

O ara bir baktım La Paragas yerinde duramıyor, sesleniyor, zıplıyor, dikkatimi çekmek için elinden geleni ardına koymuyor. Çocuk işte! Kıskanıyor. Önce biraz kafa yapıp eğleneyim şunla, dedim, görmezden geldim. Ama o çok telaşlı. Farkındayım. Biraz daha cool yapayım, dedim. Çakmadı. Artık burnumun dibinde ve neredeyse elleri kendini fark ettirmek için gözüme girecek. Güldüm. Yeni fark etmiş numarası yaptım ki yedi. "Buyur," dedim. "Bolaño," dedi. "Sevdin," dedi... "Seni mi kıracağım," dedim. Biri Enn Sevdiğim Kadın'ın önerisi olmak üzere ki tuğla olan, iki kitabını birden ekledim.
Sonra baktım 2020'de okuduğu kitapları yazmış Klio'nun Şarkısı, koştum gittim ve içinde şu cümleler de olan bir yorum yazdım:"Sıkı bir liste, senin İsmail Güzelsoy hayranlığın ki sen yazana kadar hiç haberdar değildim, sen yüzünden sonunda bir kitabını okutturacak sanki bana." O da dedi ki, "Umarım, umarım Değmez'i beğenirsin." Sözümü tutum ve onu da ekledim sepete.

EKMEKÇİKIZ, yani Benim Sevgili Okul Arkadaşım, aldığı kitapların fotoğrafını koymuştu ve dumanı tüten yazılara bayılan ben hemen sıçramış, altına da bir yorum yazmıştım. Sonra üzerine çok hoş bir yazı yazdı ki bu bana blogda bir yazı yazmak yerine, oradaki şahane sohbete katılma fırsatı verdi.* Yorumda da belirttiğim nedenlerle, Modiano'nun gönlünü almak, biraz da yalnızlığına yoldaş olmak için bu kez kendim kendime fısıldayarak ekledim onu da listeye.

Yorumda ne mi yazmıştım?

"Yazarımız biraz kasıntı biraz arıza, cama buğu bırakmayı seviyor kabul, ben öbürlerine benzemem havası da atıyor. Onu ilk okurken başlarda kapılmış, sonra arkadaş olur muyum? diye düşünmüş, sonra olurdum ama enn arkadaş olmaz, enn arkadaşlarımla onu bir araya getirmez ama ıssız mahalle kahvelerinde onunla kahve içip donuk ruhundan çıkacak sözcüklerini dinleyip sohbet etmek isterdim, diye düşünmüştüm. Daha önce dediğim gibi Bir Gençlik'le tanıdım onu ve yukarıdaki izlenimlerle birlikte bir başka tat olarak sevdim, bu kitabı da* hakeza öyle... ve genel düşünceden bağımsız olarak gri alanda da olsa, her şey iyi giderken insanı auta da çıkarsa elini tutup, dünyasını anlayıp, kalabalıklar içinde yalnız bırakmak istemedim:) Kabul etmeliyiz ki O da öyle biri işte!. Muhtemelen ben onu yalnız bırakmayacağım... Ve grisinin tadını farklı buluyor ve şefkat duyuyorum sanki. Vicdanımı off yapıp bir eleştirmen kimliği takınsam başka tabii ki, o nedenle üzerine yazıp da kamuya sunmadım.:)"

Ve aslında bu kolide iki kitap daha vardı, hatta üçüncü de olmalıydı fakat takdir-i ilahi işte, tükenmişti ve kitapçım onu bir kaç gün sonra gönderecekti ve bu yazı yayınlanmak için onu bekliyordu. Gelseydi muhtemelen onu yazacaktım ki bugün elimde olacak! "İyi ki gelmemiş," dedim sonra, çünkü üzerine tadını çıkara çıkara bir yazı okudum, dün akşam!



*Bu kitabı da, ifadesiyle kastedilen yazarın Mahallede Kaybolma Diye adlı kitabıdır ve o çok hoş yazı şuradadır. Tadı çıkarıla çıkarıla okunan da şurada.

*Kitap fısıldayan bloglar blog listemde vardır ve tanımayanlar için bir tık mesafededirler!

25 Ocak 2021 Pazartesi

Meğerse Gökyüzünden Sessiz Atlar Geçiyormuş

Uyanıyor, yataktan çıkmıyor, yeni başladığım ve yan yastığımın üzerinde duran bir öncekine oranlarsak tuğla sayılacak 322 sayfalık romanımı alıyorum elime. Okuma lambamı yaktım. Yastığı dikleştirdim ve akşam kaldığım yerden okumaya başladım: Gerçek bir roman, eski zamanlardaki niteliklere sahip, ne satar planlamalarının bulaşmadığı, dönem okuyucusu ne alır hesaplarının yapılmadığı, buram buram edebiyat kokan ve elden bıraktırmayan bir kitap! Ve gerçek bir entelektüel, hayatın tozunu yutmuş, savaş alanı görmüş, dünya görüşü sağlam, muhteşem bir yazar!

Bir süre sonra, saat henüz altıya varmışken, çıkıyorum yataktan. Salona geçiyor, çalışma alanı olarak da kullandığım, salona açık mutfağımın manzaraya paralel masasına oturuyor, açıyorum bilgisayarı. Yazılar okuyor, sohbet tadındaki yorumlara bir kez daha bayılıyor, sohbete dahil olup yanıtlıyorum onları. O ara gecenin kepenkleri iyice açılıyor. Gözlerimi ekrandan alıp pencereye bakıyorum ki, ufuk çizgisinde bir sanat faaliyeti var: Denizin minik prens ve prensesleri, evden sıvışmışlar, ellerindeki boya kovaları ve fırçalarla gökyüzünü boyuyorlar. Afacan ama yetişkin halim ve yetişkin ama çocuk sevinçlerimle bir süre gülümseyerek seyrediyor, hatta az önce aklımdan geçirdiğim betimlememe bayılıyorum. Bu beni tetikliyor. Üşenmiyor, az sonra silineceğini düşünüyor ve gidip oraya erebilecek fotoğraf makinesini alıyorum.

Anı yakalıyorum; denizden esen ve günün rengini belli eden şefkatli ısı yüzümü usul usul okşayıp, ruhuma coşku katarken Aklım olaya müdahil oluyor, ve diyor ki: "Hani geçenlerde; oyun parkındaki kaydırak için sokak lambasının sakin ışığına bağdaş kurmuş Buda gibi diyordun da ve tam onu çekecekken bir sesle,  belki de  omuzunda bekleyen meleklerin bir dokunuşuyla  başını sağa çevirmiştin ve ondan vazgeçip gökyüzünün büyüsüne kapılmıştın ya!"

Bu kadarla kalıyor, çünkü bunun refleksimi harekete geçireceğini biliyor. Çeviriyorum kafamı. Hızlılar ve o an içinde ancak altı kare çekebiliyorum. Sonra yatak odama geçip, balkonundan dört kare daha ama!.. Ancak arkalarında  bıraktıkları toz bulutlarını. Üzülmüyorum çünkü elimde son hızla geçtikleri ilk an fotoğrafları var! İyi ki de enstantane ayarı ile falan uğraşmamışım, diyorum. Atların net halleri yerine uçarak gidişlerini gösteren rüzgâr izli bir tablo gördüğüm; ardları toz duman. Seviniyorum.


Sonra çakma kumru ekmeklerimden yapıyorum. Bir de kahve. Yine blog yazıları, gazeteler falan devam ediyorum. Elbette payıma düşenleri alıyorum ki bir tanesi Sevgili Okul Arkadaşım'ın Her Güne Üç Güzel Şey adlı yeni bloğunun içindeki - O'nun ifadesiyle- Nazım Hikmet'in çok sevdiğim eseri Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan uyarlanmış Bir Tren Kalkar Haydarpaşa Gar'ından başlıklı şiir dinletisi...*

Çalışma odasına yürüyor, kitaplıkta arıyor ve kitapla dönüyorum. 21.11.1978. Ucu soğuk bir tükenmez kalemle atmışım ki biraz kazınmış bir siliklikte tarih; ve altında da o zamanki çocuk imzam.

Kitaba atılmış tarih beni 11 yıl önce, üzerine aksiyonlu günler dahlinde bir yazı* yazdığım an'a götürüyor.


Sevgili Okul Arkadaşım hatırlar mı tanık oldu mu, daha önce söz ettim mi? bilmiyorum. Çünkü onların oturdukları apartmana yakın ve o sırada inşaat halindeki bir binanın üst katlarından birinde asılıydı, O. Yerinden memnun olarak bir süre asılı kaldıktan sonrasıysa bir şenlikti ki sormayın. O yıl kitaba attığım yıl olabileceği gibi, bir önü ya da arkası da olabilir, diye de düşünüyorum şu an!

Dinleti başlıyor. Kitabımı açıyorum. Ne güzel ki ilk sayfadan başladı. Bir an elimdeki kitabın kalınlığına bakıyorum; sayfa sayısı 464, dinletiyse 1 saat 18 dakika, küsur... Nasıl olacak ki? diye düşünüyorum. Takibe devam ederken bir an geliyor ve kitapla dinletinin yolları ayrılıyor. O ara kulaklık takmışım, dünyadan kopmuş ve olaya iyice dahil olmuşum. Bir anda  kala kalıyor, panikliyor, acaba bendeki kitap arızalı mı? diye düşünüyorum. Sonra uyanıyorum!

Arıyorum vardıkları yeri... ve nihayetinde buluyorum. Sayfa numarasını not alıyorum!

Yeniden senkronize olduk. Ve birlikte devam ediyoruz.

Muhteşem anlatıcılar, sayfa olarak bir kez daha benden kopuyorlar. Peşinizdeyim bırakmam, diyorum ve sabırla ve bir an öncesinin telaşıyla ama, tekrar arayıp buluyorum gittikleri sayfayı.

Fakat bu arada dinletiyi hiç durdurmuyorum, şırıl şırıl akıyor; kâh vagonlarda, kâh yolcu bırakılacak istasyonlarda, kâh hüzün denizlerinde kulaç atarken konuşulanlara kulak kabartmış bir durumda ve varlığım görünmez bir kenarda, onlarlayım.

Öyle kapılmışım ki dinletiye, koptuğumuz yerlerde video'yu durdurup da onlarla aynı yerde buluşmayı, aynı yerden birlikte devam etmeyi akıl edemiyorum! Üstelik ikinci kez aynı durumu yaşayınca kan ter içinde kalıyor, kaçıracağım diye telaş ediyor, bir an içimdeki boşvermişi dinliyor, arama bırak, izle diyorum. Bu halimden hemen sıyrılıyorum sonra... Şiir okuma özürlü biri olarak onlar gibi okuma becerisi kazanmak için azmediyor ve yeniden buluyorum gittikleri yeri.

Zorlandım bu kez çünkü: beni, dolayısıyla mantığımı ters köşeye yatırmışlardı;  elimdeki kitaba göre ileri gitmek yerine geri dönmüşlerdi! Buluşunca çok sevindiğim için kızmıyorum elbette.

Ama sonra bir kaçış daha, artık biraz daha uyanığım; çok uzağa gidemeden yakalıyorum. Zıpkın gibi finalde bir daha kopuyoruz, bir teşebbüste bulunuyorum elbette, ama öyle bir vurgu ile içimi titretiyor ki abla, öyle kopmuşum ki dünyadan, çakılıp kalıyorum.

Çok mutluyum. Enfes bir dinleti izledim, bir iki yerde kelimeleri farklı kullansalar da yüzlerine vurmadım! Zor bir işi yakışır bir biçimde yaptıkları için yürekten alkışladım. Sonra, Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısına döndüm ve fırından yeni çıkmış coşkumla, not aldığım yol haritasını da bırakarak, mutlu mutlu bir yorum yazdım.



*Dinleti linki, yazı ve yol haritası bıraktığım yorum için buradan lütfen.

Aksiyonlu Günler dahlindeki yazı için de buradan lütfen.

23 Ocak 2021 Cumartesi

Tanıştırayım: Jean ECHENOZ!



Hap gibi bir kitap. İncecik. 82 sayfa...

Ama KOCAMAN!

Kapak içinde tür olarak anlatı yazıyor. Arka kapağın kenarındaki dijital künyenin altında da büyük harflerle ROMAN.

Enn Sevdiğim Kadın önerdi.

Aldım.

Siparişim geldi, koliyi açtım: diğer kitapların arasında jelatin içinde beyaz kapaklı cılız bir kitap. "Vayy!.." dedim, "kitapçım eşantiyon göndermiş."

28.08.2020.

Çok övdü ve altını çizdi!

Ama ben hayalimde ne canlandırdıysam -görünüşe aldanıp- kitaba benzetememişim!

O tarihte gelen, star ışığı olan bir kaç kitabı okudum ama jelatini üzerinde olan ve kitap yerine koymayıp da eşantiyon diye sevindiğim ve an itibariyle sürekli özür dilediğim Koşmak, hep sonraya kaldı.

Bir kitap olduğunu da fatura kontrolü esnasında anca anlamıştım zaten! Üstüne üstlük yazarı da tanımıyordum.

Geçen gün elime aldım. Kahramanı biliyordum. O yüzden belki de geri atmışımdır!?

Tabii ki bu lafın gelişi: aslı kıvırtma, derin de bir mahcubiyet.

Şu an çok heyecanlıyım. Bir de coşku ki elim ayağıma dolanıyor ve ne yazsam, nasıl yazsam, nasıl övsem telaşı içindeyim.

Yazıdan önce kahvemi içindeki kahve miktarını çoğaltarak ve 350 cl olarak hazırladım. Dura dura, hissime ve kitaba yakışır cümleleri kuramaya kuramaya, kırık dökük bir yazı çıkacak endişesi yaşıyorum. Okurkenki coşkumu kelama dökemeyeceğim diye korkuyorum!  Hatta kitabı boşver, Jean'dan söz et, diyorum. Çünkü, 82 sayfada nasıl bir tuğla okumuşum hissi yaratabildin, diye O'na sormak istiyorum. Ayrıca sanıyorum ki ben son dört aydır bu kitabı okuyorum. Bütün şehirlerde bulundum, yarışların tümünde, tribündeydim sanki.

Kitabı okumadan epeyi önce Mussano ile sosyalizm üzerine konuşuyorduk. Stalin'i ve Rus modelini eleştirmiş, Marx'ın önermesine en yakın pratiğin Yugoslavya özelinde Tito dönemi olduğunu söylemiş, Dubček'li Çekoslovakya döneminin, yani romantik adıyla Prag Baharı'nın yeterli zamanı bulamadığını, güç yettiği ve yerli işbirlikçiler hazır olduğu için de başı hemen ezilmişti, dedim.

Jean sanırım bu konuşmayı kapmış. Dediklerimi neredeyse satır satır yazmış!

Enfes de bir zaman fonu var kitabın. Dil muhteşem ki ara ara Küçük Prens efekti aldım. Hatta bunu dile de getirdim. Jean Echenoz kardeşime bittim, onu tanımaktan o kadar mutlu oldum ki hemen iki kitabını sipariş ettim.

Anladığım, kendisi gerçek hayat hikâyecisi! Gelecek kitaplarımdan biri Ravel!

Hatta keşke tarih kitaplarını da Jean yazsaydı, dedim. Pandemi olmasa Jean'la da bir öğlen yemeğinde buluşmamız kesindi. En az bir öğle arasını birlikte geçirdiğimiz Pedersen Hoca kadar sevdim kendisini.

Fakat Jean bir roman kahramanı olmadığına göre onunla Enn Sevdiğim Kadın'ın da katıldığı bir akşam yemeği, daha hoş olabilir!

Gelirsek anlatılana, Emil Zatopek'in, yani tüm zamanların en büyük atletinin, namı diğer Çek Lokomotifi'nin hikâyesi. Yazarın çok tatlı ifadelerle dile getirdiği yarışlar var, o yarışların figüranlığının arkasındaki yaşam var, olimpiyatlar, sporcu eş Dana, şehirler, müzik var ama bunun yanısıra; yere batasıca egemenler, faşistlerden daha faşist "sosyalistler", tanklar, rejim cahili komik propagandalar da var!

Son tahlilde Koşmak insan bir kitap; naif, esprili, yüzde tebessüm damakta tat, gönülde izler bırakıyor...

Ve yarışlarla boğmayıp Emil özelinde kocaman bir dönem hikâyesi anlatıyor.




Çeviri: Mehmet Emin Özcan.

20 Ocak 2021 Çarşamba

Sevilmeyen Müzikle Kazan-Kazan İlişkisi

Gençtim. Hızlıydım. 16 yaşındaydım. Ona tahammülsüzdüm. Bir gün öyle güzel bir senaryonun içinde kaldım ki ertesinde bir kitap aldım.

"Bir an yaşayıp  bir kitap aldım hayatım değişti," diyen kişilerden oldum. Yükseldim. Yükseldikçe hayatım güzelleşti.

Gün geldi konserlerin hiçbirini kaçırmaz oldum.

Bir saniyesine bile tahammül edemezken üzerine yazılar yazmaya başladım.

Beni daha mutlu eden, o mutluluğu gittikçe katmerleyen sevinçler yaşadım.

Okudukça çoğaldım.

Çoğaldıkça dinledim.

Dinledikçe, sevdiklerimle sevmediklerimi ayırdım ama hiçbirini küçümsemedim.

Yazılarım değer gördü, sosyal medya hesaplarında yayınlandı. Teşekkür e-postalı davetler aldım.

Ülkemizin en kıymetli sanatçılarından biri internet sayfasının basından bölümünde yıllar önce, hâlâ sayfasında duran konser yazımı paylaştı...

Öğretmenimiz hep derdi, bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp!

Aşk Tesadüfleri Sever güzel şarkıdır; Artakalan belki daha güzel şarkıdır; süpervizörlüğünü Murathan Mungan'ın yaptığı o albümlerdeki Müslüm Babayı dinlemeye bayılırım...

Yıllar önce o anı yaşamasam, o an beni bu kitaba sürüklemese ve o kitap beni yükseltmese konserlere ve gösterilere gitmeyecek, dolayısıyla yazmayacak, paylaşmayacak ve hayatın bana enn büyük ikramiyesi olan Enn Sevdiğim Kadın'la rastlaşmayacak, şahane mektuplaşmaların merak yükselten tadını duyumsamayacak ve  ardındaki,  yaza dönen baharın en güzel günlerinden birinde, bir vapur güvertesindeki buz gibi biralı, saatler nereye aktınız dediğim, olağanüstü güzel, heyecan verici yüz yüzeliğin o ilk akşamını yaşayamayacaktım.

Demem o ki; özellikle gençler, orta uzun yazılar sıkmıyorsa sizi, kendinize bir iyilik yapın!

Ve Bir Konser Teması Üzerine Çeşitlemeler* başlıklı yazıya bir göz atın.

Severseniz kitaplasınız... Zaten seviyorsanız da çok şanslısınız.


*Yazı için buradan lütfen.

 


17 Ocak 2021 Pazar

Evet Hayat!

+18


Arka kapaktan



"... Her şey anlamsızdı. Öyle düşünüyordum. Ama aslında bir anlamı olduğunu biliyordum: Bu anlam beni parça parça ediyordu. Paramparça sözcüğü biraz abartılı gelebilir ama ben abarttığımı düşünmüyordum. Belki o zamanlar anlam ile gereksinimi karıştırıyordum. Belki de sinirlerim bozuktu..." 


Sayfa 124'den

"... Hakkını vermek gerek sözlerin sevecendi. Ama korkarım iyi düşünmeden konuşmuştun. Benim dediklerimi hiç düşünmemiştin. Kadınların sevişirken söylediklerini her zaman dikkatle dinle, Max. Konuşmuyorlarsa tamam, o zaman dinleyecek bir şey yok, düşünmen de gerekmeyecek, ama eğer konuşurlarsa, fısıldıyor olsalar bile, her sözcüğü iyi dinle ve üzerine düşün. Ne dediklerini düşün, ne demediklerini düşün, söylediklerinin gerçekten ne anlama geldiğini anlamaya çalış. Kadınlar katil orospulardır, Max, hasta bir ağaçtan ufku seyreden soğuktan donmuş maymunlardır, karanlıkta ağlayarak, hiçbir zaman söyleyemeyecekleri sözlerin peşinde, seni arayan prenseslerdir. Yaşamımızı yanlışlıklarla planlıyor ve yaşıyoruz..."

 


Hayattan*

... Islaklığına kırmızılı mavili floresan ışıklarının vurduğu, bağırdan şarkıların yankılandığı, abartılı renklerin renk kattığı, küçük küçük evlere tıkışmış kadınlar ve onları izleyen; kapalı bir Anadolu şehrinin çapkın bakışlı, hovardalığın etiketini rol bellemiş, hazzın tatlı tatlı gülümsemesini yüklenmiş farklı yaşlardan erkeklerinin dolaştığı sokakta...

...Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü, komidinin üstünde duran, ara verilmiş, kapağı üste dönük kitaba takıldı;...

...Sanki sevişmeyi ilişkilerine yasak etmiş, kalleş yanının vereceği zarardan birbirlerini korumak istemişlerdi. İlişkilerini, adı bildiğimiz aşk olan duygunun da ötesinde, kırılmasına izin vermeyecek kadar narin sevmişlerdi. Bunu eskimesin diye birbirlerine hiç söylemediler. Bir araya geldiklerinde ruhları konuşuyordu. Sıklıkla ve bulundukları yaşın tazelikleriyle "Ben ne kadar oyum, o da ne kadar ben," diye düşünüyorlardı...

...Bir türlü soramıyordu: ''Neden?'' Kadın anlatırken pimi çekilmiş zaman ayarlı el bombaları bırakıyordu. Kendinle kaldığında el bombaları patlıyor, pazıl yavaş yavaş tamamlanıyordu...

...Yumuşak ve sevgi dolu bir yüzdeki, odayı usulca tarayan, aradığı kişiyi bulunca parlayan yeşil iki gözle göz göze geldi. İçinde kopan ve şükreden bir ibadet rüzgârıyla koşmak istedi. Ruhu koştu, sarıldı; bedenini beklemeden...

..."Doğum günün kutlu olsun," diyen iki dudak yanağına, salondaki herkesin içini ısıtacak sıcaklıkta bir öpücük kondurdu. Öpücüğün sahibi karşısına oturdu, şaraplar dolduruldu. Orkestra, akşamları içmekten yorgun düştükleri anlarda, teybe koyup üst üste başa sararak dinlettiği; Çocukların, sevgililerinin, eşlerinin fotoğraflarını önlerine koyup onlarla sivilleşirken, özlemin göz yaşlarını o anda kurdukları iptidai siperlerine saklamaya çalıştıkları Tapılacak Kadınsın'ı çalıyordu. Onunsa, göz yaşları orduevinin camlarından taşıyor, her bir kayaya çarptıkça daha fazla çağlayarak aşağıda sakin sakin akan Kızılırmağa karışıyordu....

... Trenlere ve mekânlarına tutkulu olan, ötekini ayartmış, kayalara oyulmuş tünelin üstüne çıkarmış, ağız tarafından ayaklarını sarkıtarak, altlarında uzanan rayların uzaklara taşımasına sevdalı, yaramaz çocukların evden izinsiz telaşıyla ama yine de zamana kayıtsız bir neşeyle, yüzlerine bulaştıra bulaştıra yemişlerdi, dondurmalarını...

                                                                                        **

Sarsılarak ve bayılarak okuduğum kitabın çevirmeni Peral Bayaz'a şükran.


*On bir yıl önce yazılmış, o haliyle duran,  Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün'den...

13 Ocak 2021 Çarşamba

İçinden Tren Geçen Kitaplar

Son kitap yazımın ardındaki yorum-sohbet bir anda onu "Sonuçta bir yazı işte!" olmaktan çıkardı ve hayatın içinden geçen enfes bir an haline soktu. Sanki ben yazmamışım gibi bir kaç kez daha okudum onu ve altındaki yorumları... Her okuduğumda hayatla ve yaşamakla ilgili şahane bir tadın başka başka nüanslarını keşfettim. Bu bana uyandığımda başucumda bulduğum bir yeni yıl armağanı hissi yaşattı. Ortak yaşanmışlıkların ve anıların ve de özlemlerin bir araya geldiği paydaş duyguların, sıcak bir sohbetiydi sanki...

Bu yazı için beni tetikleyense grubun en genci, cıvıltısına, hayat duruşuna, bunu yazıya döküşüne bayıldığım Sevgili Ceren'in "Corona bitse ilk hedefim uzun bir tren yolculuğu. Demek ki kitaplarımdan biri de hazır," cümlesi oldu. Ve kitaplığa koştum. Trenli kitapları alıp döndüm. Önce fotoğraflarını çektim. Yerleştirdim ama yazmaya başlayamadım! İçimde bir profesyonel türedi ve "Ard arda kitap yazılır mı ha!" dedi. Direnmeye çalıştım ama iki satır yazıp kaldım. Bunu bir kitap yazısı olmaktan çıkaracak dili bulamadım. Bir kaç gün üst üste taslağı açtım. Sadece bakakaldım. Beceremedim. Duygularımı hissediyor ama onu dilime taşıyıp da yazıya aktaramıyordum. İşime döndüm. Sonra, Radyo Z'de önceden tanıdığım, bayıldığım Rus kanalı RT Documentery'de izlediğim Lyubov Morechodova* ile karşılaşıp iki de güzel şarkı dinleyince kıvama geldim, üstüne de Sevgili Okul Arkadaşım'ın yeni blogunda* yeni tarzdaki yazısını okuyunca fabrika ayarlarıma iyice döndüm ve Ceren'in cümlesi üzerinden haraketle, eşlikçi olabilecek kitaplara dair ilk satırlar dökülmeye başladı.

Demir Raylar'dan daha önce söz etmiştim. Yeni cümlelere ihtiyaç yok diye düşünüp, "Kitabı çok beğendim: içinde tren var, üstelik istasyon istasyon geziyoruz ve bu istasyonlarda büfeler var, ayrıca tren restoranlarında takılıyoruz, gittiğimiz mekanlarda bahşiş veriyor klasik müzik çaldırıyoruz, bazı otellerde kalıyoruz ve iz sürüyoruz, anılar da var elbet! Bir de 131 sayfalık bir kitapta bunları anlatmadaki lezzet önemli! Haa, konuya ilgisi olmayan, içinden trenler geçmeyen biri ne der, onu da bilemem!" cümlelerimi kopyalayıp yapıştırıyorum. Bununla yetinmek istemiyorum öte yandan. O zaman da bir polisiye tadındaki kitabın arka kapağından -fazlasıyla katıldığım- bir kaç cümle taşımalı diye düşünüyorum:

Aharon Appelfeld, yapıtları yıllar geçtikçe durulan, saflık kazanan, şaşırtıcı derecede incelikli ve hassas bir yazar. Demir Raylar'ın hemen her cümlesi mücevher parıltısında.- The Chicago Tribüne.


Tren Geçti, Murathan Mungan tarafından oluşturulmuş şahane bir seçki! Kendi yazdığı Makas adlı öykü ve bir tür önsözle birlikte tam 32 öykü var içinde. Ama kimlerin ne öyküleri!  Gönül hepsini tek tek yazmak istese de bir çoğundan özür dileyerek, kışkırtıcı bir kaç ismi kitaptaki sıraya göre sıralamaya karar veriyorum: Demiryolu Hikayecileri/Bir Rüya- Oğuz Atay, Bir Tren Yolculuğu- A. Hamdi Tanpınar, Üçüncü Mevki, Müthiş Bir Tren- Sait Faik, Konuşmadan Geçen Tren Yolculuğu- Leyla Erbil, Kuklacı- Erdal Öz, Yaz Suyu-Tomris Uyar, Kar Yolcusu-Ayfer Tunç, Çift Çizgi-H. Ali Toptaş, Bir Trende Gidenler- S. Kudret Aksal, Trenlere Bakmak- Oktay Akbal, Ayran- Sabahattin Ali.

                                                                                       ***

Trenler Kalkar Haydarpaşa'dan da bir seçki, bu kez derleyen Haydar Ergülen. Murathan Mungan'ın seçkisiyle sadece bir öykü çakışıyor ki o da Hüsnü Arkan'ın Nisa'sı. Kitap Haydar Ergülen'in Hareket Memuru Dedi ki'si ile başlıyor. Nursel Duruel'in Sular-Köprüler'inin de olduğu  21 yazarın toplam 22 öyküsü ile devam ediyor...


Trenler de Ahşaptır'sa bir tren tutkunu olan yazarın farklı yerlerde yayımlanmış tren ve yolculuğuna dair yazılarının topluca yer aldığı  bir kitap ki o kendini şu cümlelerle anlatıyor:
Trenler de Ahşaptır'da dört bölümde toplanan yazılar trenleri, tren yolculuğunu, istasyonları, garları özellikle yazarının hayatında önemli yer tutan Eskişehir, Haydarpaşa, Ankara garlarını ve bu mekânların kendisinde bıraktığı izlenimleri, anılarıyla birlikte anlatıyor. Bir şair olan Haydar Ergülen sevdiği bütün şairlerin şiirlerinden alıntılarla zenginleştirmiş yazılarını. Cemal Süreya'dan Behçet Necatigil'e, Mehmet Âkif Ersoy'dan Nâzım Hikmet'e kadar pek çok şair ve dizeleri yer alıyor kitapta. Yazar bizi 30-40 yıl öncesinden başlayarak nostaljik yolculuklara çıkarıyor, trenle yapılan yolculukları neden çok sevdiğini anekdotlar, anılar, gözlemler kanalıyla, özlemle ve şiirsel bir dille anlatıyor.


                                                                                        ***

Platonov, can dostum güzel insan. Onu Mutlu Moskova ile tanıdım, sevdim. Sonra da dostluğumuz derinleşti. Kendinden daha önce söz etmiştim ki oradaki cümlelerimle  harman ederek devam edersem ve altını çizersem: Çevengur, -Mutlu Moskova'nın yeri ayrı olmak üzere- bir adım öndedir benim için. Çünkü onun ilk yirmi sayfasında makinistler, şahane bir baş makinist ve lokomotifler var. Ve Platonov ya! dedirtir... Sovyet Devrimine ideolojinin özüne olmasa da pratiğine başka bir taraftan, muhalif bir gözden bakması güzeldir, ufuklar açar. Dili çok ama çok sevimlidir, ince de bir mizahı vardır ki tadından yenmez. İnsanın elini omuzuna atıp O' nunla öyle konuşası gelir. Bir de hep trenler, istasyonlar işte!.. Bir de Rusya yahu!


Av Dönüşleri benim Faruk Duman'la tanışma ve ilk cümlesi ile de bayılma kitabım. Çünkü şu cümleyle başlamıştı, 90 sayfa 6 öykülük kitabının Pancar Vagonları adlı öyküsüne: "Yüksek tavanlı evimiz vardı. Demiryolu işçileri öylesine büyük taşlarla örmüşlerdi ki, duvarların kalınlığı insanı hayrete düşürürdü. Evimizin duvarları. İçinde devasa tüneller barındırıyordu da haberimiz yoktu."

Ve şu cümle: "Pancar vagonları gelirdi. Gelir, evimizin açıklarında biraz bekler, sonra giderdi. Apansız. Nereye giderdi? Şeker Fabrikası İşletmelerine gittiğini duymuştuk." "Yol kenarında bekçilerin kulübeleri bulunurdu. Gece bekçileri. Yük vagonlarını kollarlardı, makas değiştirirlerdi."

 




Gabriel Garcia Marquez, Yüz Yıllık Yalnızlık demektir. Onunla tanıdım, sonra yıllar süren yol arkadaşlığımız oldu. Doğu Avrupa'da Yolculuk nispeten taze bir okuma. Yoğun inşaat, az okuma döneminin sonlarında, gezmelerin ufaktan ufaktan başladığı süreçte çıkmıştı ülkemizde ve şahane bir tren yolculuğundan yeni dönmüş, onun gazıyla da hedefe Trans Sibirya'yı koymuştum. Bu bir gezi kitabı, kapak içinde öyle yazıyor. Üstelik Doğu Avrupa'da ve üstelik 1950 yılında Sosyalist ülkelere yapılmış bir gezinin kitabı! Ara başlıklarından biri, SSCB: Tek Bir Coca Cola İlanı Bulunmayan 22.400.000 Kilometrekare...

Okunmaz mıydı?

Okumadım ben de!..

Bizzati yazarın yol arkadaşı oldum, gezdim. Onunla trende, restoranlarda, müzelerde hem okuduğum kitaplarını hem ideolojiyi konuştum. O bir Latindi ve benim Latin Devrimcilerim, onların içinde de idollerim vardı! Ne renkli sohbetlerimiz oldu, uçsuz bucaksız yollarda... Ve ne yanıtlar aldım daha dünyada bile olacağımın belli olmadığı yıllara dair...

Kitap okumaya karar verdiğim bir tren yolculuğunda bir kez daha okunacağı kesin.

Lakin şöyle de bir laf etmiş kişiyim ben: "Film falan izler, kitap okurum diyorsanız işiniz zor. Manzaralar ve fotoğraf çekme arzunuz diğer eğlence seçeneklerinize hep galip geliyor."

 




* Lyubov Morechodova ile tanışmak ve iki güzel şarkı dinlemek için lütfen buradan.



*Her Güne Üç Güzel Şey içinse buradan lütfen.


*Ceren'in Günlüğü içinse buradan lütfen.

7 Ocak 2021 Perşembe

Yine mi Büyük İkramiye!

Oysa yeni yıl başlangıcındaki ilk yazı: yılbaşı hindisi, bir kaç kadeh şarap, bir yılbaşı olmazsa olmazı olarak Türkan'ın PastaHane'sinden alınmış, bal kabağı peynir uyumunun arşa erdiği üst malzemenin, tat dokunuşlarıyla çeşnilendirilip neredeyse krokan kıvamında pişirilen incecik tabanla birleştirildiği ve elbette üzeri kıvamlı ama zar kalınlığındaki kabak turuncusu sosla kaplandıktan sonra, her zamanki sadeliği ve sanat işi bir zarafetle süslenenen kekinden ayrı ayrı söz eden ve yılın son akşamını biraz da ballandırarak anlatan bir yazı olmalıydı...

Ama bir kitap!

Trene ilk bindiğimde okula bile başlamamıştım, son bindiğim uzun yol treniyse bir efsane!* Bir de planda olan, belli bir noktasına kadar defalarca gittiğim ve ardını hep merak ettiğim ama şu zamanlarda pandemiye yenildiği için bekleyen -biri nispeten popüler- diğeri belli bir noktadan ötesi ıpıssız, medeniyet öncesi ama upuzun iki hat var. Dolayısı ile içinden trenler geçen bir çocuk olarak kitabın adından hareketle heyecanlanmış, "Hep trenler hep istasyonlar ne güzel," diyerek zıp zıp zıplamış, kavuşmayı heyecanla beklemiştim!

İlk sayfada ve ilk satırlardayken, garda ve kalkmasına henüz bir saat olan bir trenle karşılaşınca  kendimi kompartımanda sanmış, şu cümlelerle de iyice heyecanlanmıştım: "Tren hızlandıkça bir sevinç dalgası yükseliyordu içimde. Ama her an daha da kararan bir ormanda dikenli bitkilerin, böceklerin, gececillerin arasına fütursuz dalışımın ödeyemeyeceğim bir bedeli olduğu duygusuna da kapılıyordum."

Bilinir ki içinde trene dair vurgular olan dergilerin, filmlerin, kitapların, sohbetlerin ve elbette yolculukların gönüllü tutsağıyım. Sonlarda söyleyeceğimi baştan söylersem: İstasyon kısa kitapların  koskocaman olanlarından! Yeni yılın ilk sabahında bir aldım elime, son sayfayı çevirip arka kapağını kapatana kadar bırakamadım!

Yaşadım...

Okumadım!

Kar'ı buzu, soğuğu, mekânları, eczaneyi, adanın plajlarının kış yalnızlığını sevdim... Arada bir çakarıyla rastlaştığım polis arabasını gördükçe ürksem de, dahi eczacı ablaya bayıldım.

Küçük şehirlerin, kasabaların gazino, lokanta, pavyon, meyhane şekline bürünebilen, gündüzünde kadınlar matinesi dahi yapılabilen, illaki bar tezgahında kadın olan, yegâne ama işlevsel alkol mekânlarına ve farklı zamanlardaki müdavimlerin kozmopolit yapısına ölürüm... Mekândayken sıklıkla gülümsedim; bu yazar da ben gibi ölenlerden olmalı, diye düşündüm. Bayıldım. Pop yıldızı unvanları elinin tersiyle itişini, çok genç ama reklamcı bir yeniyetme olmayışını, dilindeki ve kelimelerindeki ince mizahı çok sevdim.

Kitaba ad olan İstasyon çok işlevli bir sözcük kitapta, -sağaltıcı- bir metafor...  Tren, vapur, sürpriz konuk, doğa, market, kasaba insanları, sokaklar, soğuk, soba sıcağı, eczane, bira, şarap, şarhoş, kar, tipi, polis, telefon, Çocuk, Arkadaş... Hepsi, ama hepsi başrol bu kitapta. Üstelik Arkadaş bilge bir kişilik, duyarlılık noktasında dersler veriyor. 

 
Fark ediyorum ki esas kadından hiç söz etmedim: Trene binen ve yolculuğa çıkıp anlatıcı olan Kadın. Kasıtlı bir tavır değildi. Şu yazıları yazan adam yerine ben yazsaydım, kesinlikle söz ederdim! Görmezden mi geldi, yoksa onun derdi kitabı yazmak mıydı bilmiyorum.  Ama yazmamakla iyi ettiğini düşünüyorum.

                                                                                         .........



Ruhumun coşkun mutluluğu, içimdeki heyecan, okuma süresince beni yalnız bırakmayan korku, merak, Birgül Oğuz'un akıcı ve çok ama çok tatlı, çapraz sorgu tadındaki oyunbaz üslubuyla sürekli yükseliyor, olayların yarattığı duygu değişimleri nedeniyle de gerilimle ferahlık arasında gidip geliyordum. Bir okur daha ne ister ki diye düşünüyor, elimin altında keşke ödül aldığı romanı da olsaydı diye hayıflanıyordum.

Derken... damakta bir lezzetle kitabı bitirdim ve kapattım. "Bu gencecik yazar ne kitaplar yazar daha," diye düşündüm, "Böyle de bir yazarımız var yahu!" sevinçlerimle zıp zıp zıpladım. Şükrettim. Yeni yılın ilk gününde bana koskocaman ama koskocaman bir okuma keyfi, daha ötesi yaşam zevki yaşatan, yüzüme missler gibi  bir gülücük kondurup yıla dair heveslerime, heyecanlarıma, planlarlarıma istim vererek beni ıraklara baktıran yazara bu büyük ikramiye için çok teşekkür ettim.


*Doğu Ekspresi ve Kars

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP