1.Bölüm: Demir Ağlar Ördük
Bir Kaç Yıl Önce
Şehirden gelip Tekkeköy İstasyonu'nda durduktan sonra Çarşamba'ya varacak ve artık yok edilmiş tren hattını biraz önce geçtik, alabildiğine yeşil ve ekili alanların arasında tatlı virajlarla kıvrılan yoldan devam ediyor, "terk edilmiş" seyrek evlerinin, alabildiğine yeşilin ve masmavi gökyüzünün altında ilerlemekteyken ve döndüğümüz son virajın ardındaki kavşağa varmak üzereyken görünen eski istasyon binasıysa, çocuk kalplerimizi anında çalıyor.
Ölü demir yolunun üzerindeki bu eski ara istasyona bayılıyor, kokusunu içimize çekerken bir an öncenin telaşları paçalarımıza yapışıyor, daha araba durmadan üzerine atlayacakken tam, çekik gözlüyü boş istasyon binasının yanındaki yolcu toplanma alanına park edip, önce şöyle bir etrafını dolaşıyor, sonra toz bürümüş, kısmen yıkılmış içine dalıp poz poz fotoğraflarını çekiyor, sonra da "Kim bunlar?" diye yolun karşısından bizi izlemekte olan süt imalatçılarıyla tokalaşıp hal hatır sorduktan ve gar bahçesindeki bir tahta masaya oturduktan sonra; kahvenin hemen bitişiğindeki bakkal amcaya koşuyoruz. Büyüklerden bayram harçlıklarını koparmışçasına bir alışveriş! Elbette tatlı da bir sohbet. Geriye bir an önce telaşlarıyla dönüyor ve hemen istasyonun yanındaki kadim bahçesinde, çınar ağaçlarından en kadiminin altındaki tahta masada buzz gibi kolalarımızı içerken aldığımız dondurmaları, çikolataları, gofretleri ufak ufak götürüyoruz...
Arada mola veriyor, eski usul tahta salıncaklarda sallanırken, "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek Çarşamba'ya pide yemeye gidelim," diyoruz. Üstelik Ercan Nuri Bey... Makinistlerin en popüleri! Enn Sevdiğim Kadın'ın instagram hesabından yayımladığı ahşap traversleri fotoğraflarından şıp diye tanıyor ve anında soruyor:
Neresi bura?*
*
Abiyle ayak üstü sohbet eden genç adam uzaklaşırken, Abi de çayına ve pastalarına dönüyor, çocuk o tatlı virüsü kaptı artık, bırakamaz, istese de bırakamaz çünkü o masada oturanın bir tarih olduğunu biliyor ki çocuğun içinde de tıpkı o Abi gibi trenler dolaştığını da onu tanıyan herkes biliyor.
O sırada pastanenin sahibi, kurucusu, nur sakallı, o da bir masaldan çıkmış karakter olan daha yaşlı abi şimdi demir yolcu abinin masasında ve yeni bir sohbeti koyultulmak üzere...
Çocuk kıpır kıpır, yakaladığı bu fırsatı asla kaçıramaz, çünkü masada bir tarih var.
Üstelik kulaklarını diken sözcüklerden anladı niteliği, zamanı kolluyor...
Şimdi lafa girdi girecek... Giriyor ve diyor ki:
"Antenlerim az önceki sohbetinizde geçen sözcüklerden kaptı ki siz demir yolcusunuz..." Önce masadan masaya konuşuyorlarken, şimdi çocuk masasını terk etti ve bir kaç adım ötesindeki abinin masasının önünde ve ayakta. Abinin oğlu ve gelini Amerika'da, kendisi de gitmiş, onlardan gururla söz ediyor. Az önce çalan telefonunda kızıyla bayramlaştı, torunlarına bayılıyor, yüzünde güller açtı.
Sanırım beni de sevdi. Muhtemelen onu da şaşırttım! Hangi hatları konuşmuyoruz ki... Kars yolculuğumuzu anlatıyorum. Abi ile ortak güzergâhlarımız var ama o Samsun'dan çıktığı için hep yola; Kars yolcularını hep aktarma noktalarında bırakmış.
O sırada cep telefonunda bir fotoğrafı arayıp buluyor ve bana gösteriyor; kullandığı lokomotif bu. Kömür karası; zarif ve pırıl pırıl. İyi bilirim diyorum, bakmayın çocuk olduğuma diye ekliyorum. En sevdiğim andır benim, lokomotifin istasyondan henüz çıkarken sanki bir benzin istasyonu molasıymış gibi büyük duşun altında durup, açık vagondaki kömürlerinin ıslatılmasını beklemek... Ve elbette tünel girişlerine yaklaşmışken çalan uyarı düdüğü ile birlikte kompartımanlardaki, kömür isi ve kokusuna cam kapatma telaşları bayılınasıdır bir çocuk için. Ya derin bir yaz sıcağında, koridordaki pencereden, üstelik dibinden geçen kalorifer hatının üzerine çıkıp ağaç dallarına uzanırken geçilen, Atatürk ve Cumhuriyet kokan fabrikalar... Devlet Üretme Çiftlikleri, Et Kombinaları, Çimento ve Demir Çelik Fabrikaları, Sümerbanklar ... Enfes, unutulmaz, Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş şahane bir kadın öğretmenin öğrencisi olmak ve onun edindirdiği bilgilerle tüm bu geçilen manzaraları üstelik de henüz ilkokul öğrencisiyken içselleştirmek nasıl bir kıymettir?! Ama en güzeli şeker fabrikalarına gitmek üzere yüklenmiş vagonlardan şeker pancarlarını uzanıp almak, sonra onları kuzinenin fırınında hakkını vererek pişirecek babannenin parmaklarından akan lezzeti hissetmek; dünyanın en şaşırtıcı, sofistike ve entelektüel tatlısını yemek değil de nedir?!
Ve bir de tıka basa dolunca tren, kompartıman kapılarını içeriden kilitlemek, kilitlenmiyorsa da içerden iple bağlamak, demir yolu yolcusu olmanın şanındandır.
Gülüyoruz.
Açık kompartıman penceresinden içeri tıkılan rulo yapılmış halıları da unutmamak gerek, diyorum; ona da gülüyor Abi.
Sonra köprüleri konuşuyoruz. Ahh o ahşap traversler diye iç geçiriyoruz. Amasya yolculuklarımızı anlatıyor, yakın zamanda enn sevdiğim kadınla tekrar gitmeyi planladığımızdan söz ediyorum.
O beni uyarıyor, ahşapsız ray sistemlerinden ve yeni yolların döşenme şekillerinden şikayet ediyor. Eski gar binamızı, onun muhteşem çay bahçesini, nargileleri, ve elbette yeni yetmeliğime denk gelen ülkenin neredeyse bütün büyük istasyonlarında olan, muhteşem, şık, peçeteleri beyaz ve kolalı Gar Lokantası akşamlarını, kadim müşterilerini, çiçek saksıları ile ahşap pencerelerini, muhteşem mezelerini, kadim garsonlarını konuşurken; Amasya'ya girişteki eski tarihi köprü, diyor Abi, ayaklarından biri hasar gördü, o riski almayın.
Teşekkür ediyorum, ama diyorum ki en iyi siz bilirsiniz, söz konusu tren oldumu şu gönül de ferman dinlemiyor işte... Ekliyorum, "Bilir misiniz o köprünün aslında başka bir adı vardır: Teskere Köprüsü... Hâlâ biliniyor ve kullanılıyor mu emin değilim. Askerliğini Amasya'da yapan afacan askerlerin kadim bir geleneği vardır: Teskeresini alanlar, gözü kara arkadaşlara da sahiplerse; ön tamponun üzerindeki mini plakada yer alan ve Tugay Komutanı genaralin makam aracı olduğunu belirleyen altın sarısı metal tek yıldızın üzerindeki deri kılıf alınır, artık bir hür general olan teskereci arkadaş selam duran şoför ve muhafız tarafından arka sağa yerleştirilir, muhafız şoför yanına oturur, şoför gaza gelir iki el havaya sıkar, makam arabası ve hür general rütbesini taşıyan ile o köprünün altına gelinir, otobüs beklenir, teskereci otobüse yerleşir ve şehir çıkışına kadar o makam arabası ile otobüse eskortluk yapılarak çıkışta otobüs tekrar durdurulur, teskereci aşağı iner, son bir kutlama ile birlikte tekrar otobüse biner, bir süre daha eskortluk yapılarak, son çıkışta el sallanarak ve selam durularak evine uğurlanır.**
Abi belki binlerce kez geçtiği köprünün bu işlevine şaşırıyor ve gülümsüyor. Diyorum siz hep üstünden geçtiniz o köprünün, oysa ben altından da çok geçtim.
Gülümsüyor. Ve diyorum ki en büyük korkum, bu hattaki, biraz da pandemi nedeniyle uzun zamandır görmediğim iki istasyonun tıpkı bizimki gibi yok edilip yerine ilkel ucubelerin yerleşmesi ki özellikle Havza minik ve romantik hali ile bir başkadır diyerek; ona, daha önce blogda yazdığım bir an'ımı anlatıyorum:
"İşlerimi halletmiş, pazarda dolaşmış, bir küçük lokantada enfes ve tekmil bir işkembe çorbasının tadını çıkarmış, akşamın loşluğunun çöktüğü minik istasyona varmış, biletimi alıp Sivas'tan gelecek treni beklemeye başlamıştım. Pazarın kurulduğu bir gündü, bense yirmilerin başındayım, askerlikle işi bir arada götürüyorum. Genel bir müşteri ziyaretleri dönüşü müydü yoksa haftasonu eve gelişim miydi çok hatırlamıyorum; belki de tek bir noktaya tahsilat için yapılmış bir ziyaretti, bilmiyorum... Amasya'dan otobüsle varmış, işi halletmiş, onunla devam etmek için Sivas'tan gelecek treni bekliyordum. Akşamüzerinin loş ışığı ile aydınlanıyordu küçük ve eskinin güzelliğini taşıyan bekleme salonu. Bir iki öğrenci, şık mantolu, orta yaşın üstü zarif çantalı, avukat olabileceğini düşündürten zarif bir hanımefendi, eskinin şirinliği buram buram istasyon, boş vagonlar ve zaman eskisinden ışınlanmış, tombulca, temiz yüzlü, emekliliği gelmiş ama tren aşkı sönmemiş çok sevimli gişe memuru ve ben; bir rüyanın oyuncuları gibiydik. Gününse ruhları dürtükleyen saatleri...
Bir kasketli, köylü ve o gün kurulmuş pazarda ürünlerini satıp nafakasını çıkarmış yüzünde emek ve hayat izleri olan baba ile saçları iki uzun örgülü, güzeller güzeli, ak yüzü köy, tatlı mı tatlı ama yaşından daha sorumlu minik kız girdiler içeri. Sanki bir romanın sayfasına gömülüymüşüm gibi hissettim; sanki an sayfalarda önüme çıkmış, kelimeler görüntüye dönüşmüş de ben kitabın içinde karakter olup bütünleşmişim gibi bir hoşluk hali. Küçük bir mekânda ne kadar uzak olursa o kadar uzaktaki ahşap banklardan birine oturdular, çıkınlarını açtılar... O ne güzel bir sofraydı. Beni buyur ettiler. Afiyet olsun, dedim. Elimi kalbime götürüp gülümsedim, teşekkür ettim. Öylesine doydum ki ben; onların birbirlerine bakışlarından, gülümsemelerinden ve gözlerinin içinde yankılanan sohbetlerinden... O yüreği kocaman minik kızın babaya yarenliğinden, hizmetindeki olgunluğundan...
Şimdi trendeyim, hareket memuru işareti verdi, keskin bir teşekkür düdüğü öttü, usulca hızlanıyoruz...
Kafam pencere camındayken; kenar bir köşeye, istasyonun demir parmaklı penceresinden içeri süzülen ışıkla birlikte, yük vagonları düşüyor... Akşamın karanlığı usulca çökmüş. Muhteşem bir an daha. Kalbim sıcacık. Bir filmin rolü tamamlanmış figüranıyım sanki. "Birbirlerine bu kadar sevgiyle ve alın teriyle ve bu kadar sevinçle bakan birilerini gördüm mü daha önce?" diye soruyorum kendime."
*
Ve abiyle vedalaşma vakti... Doğrudan sahile iniyorum. Sonra bunca anı üzerine beni kahve paklar diyerek Sude'ye doğru çeviriyorum rotayı ki mekân boş. Bir genç adam var. Bir Türk Kahvesi, sade lütfen, diyorum ve kitabımı açıyorum. Kahvem geliyor, akabinde de Sude mekâna geliyor, selamlaşıyoruz. Usulca içiyor, kitabımın sayfalarında yok oluyorum. Sonra ödeme için içeri geçiyorum ve kasada Sude... Pastaları yapan beyfendi bu mu, diye soruyorum ve yanılmadığımı görüyorum. Yalnız, diyorum, senin kahve sunumun ondan daha güzel ve ekliyorum; sunumda çiçek yoktu mesela.. ve senin kullandığın su bardağı ve seramik tepsi daha şıktı.
*Ahşap Traversler Ve Doğu Leylekistan **Bu tugayın gelmiş geçmiş, beş kişiden oluşan en çılgın asker grubu tarafından yapılan bir uygulamaydı, bunu bizden gören -seçilmiş- alt devrelerimiz bizim ekip sonrasında bizim konumumuzu almışlardı ve aynılarını uygulamaya kalkınca, dokunulabilir oldukları için, ne yazık ki görmezden gelinmiyorlar ve tamamı ceza alıyorlar! Yani biz o tugayın gördüğü, üstelik tam 12 Eylül sürecinin başında, en çılgın ama işlerini en iyi yapan, en gözükara çocuklardık. Öyle olmasak, komutanımız yıllar sonra, üstelik bir kısmımız evlenmiş barklanmışken ve o Karpuzkaldıran'da kamptayken; damadı ile haber gönderip bizi de görmek istediğini söyleyip, davet etmezdi kampa.