Korona Günleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Korona Günleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2022 Perşembe

Üç Bin Yıllık Bekleyiş, Büyükler İçin Bir Masal

Sevgili Momentos'a teşekkürlerimle...



O bahsetmese, altını çizerek önermese, hayatımın enn keyifli akşamlarından birini, ondan alacağım hazzı bilemeyecek ve hep bir eksik kalacaktım. Kesin.

Olağanüstü keyifli bir seyirdi.

Onunla yetinilmeyip ayrıca taçlandırılarak çoğaltılmayı da hak ediyordu.

Sinemanın sayfasına girdiğim andan itibaren nedense 16 seansı ilgimi çekmişti. Büyülenmiştim sanki. İradem dışı bir gücün çekim alanındaydım ve henüz bunun farkında değildim. Seçeceğim koltuk belliydi. 6. salon, D sırası ve 3 numaralı koltuk. Bir konuda daha dikkatim çekilmişti ki o da filmin müzikleriydi. Elbette bilgileri veren kişi müzik anlamında seçiciydi ve güvenilirdi lakin yine de gerçek olan yaşanan an ve o andaki ruh haliydi. O nedenle müzik kısmını çok önemsemedim. Tilda Swinton vardı ama film Başka Sinema'nın değildi ve normal koşullarda kesinlikle gitmezdim çünkü yakın durduğum bir tarz değildi fantastik filmler. Önce afişine baktım fakat hakkında hiç bir yazı okumadım ve bu kez karar vermemdeki etken içgdülerim değildi.

Geçen akşam eksik bıraktığım üzere, gerçi daha sonra başka bir mekanda olsa da keyifle yemiştim ama sinema keyfi üzeri olmadığı için sayılmayacağından- Mado'da dondurma yemekti.

Üzerimi değişip, işi erken kapatıp çıkıyorum evden. İstasyondayım ve bir iki dakika içinde geliyor tren. Hava kapalı, serin, yağmur geldi gelecek. Tedbirliyim. AVM'ye varınca ve epey süre olunca sanayiye geçsem eski bir arkadaşımla iki lafın belini kırsak diye düşünüyorum. Yoksa Migros'un şirin lokantasında bir şeyler mi atıştırsam? Sonuçta Migros'tan geçen filmde aldığım mini torbada ve minik ölçüdeki tam buğdaylı bisküvilerden alıyor, yanına mini mini, çıtır çıtır, tuzlu ve susamlı simitçiklerden mini bir paket ekliyor, bir de çikolata ve Pepsi Max ile alışverişi sonlandırıyorum. Şimdi en üst katta ve gişenin önündeyim.

"D-3 lütfen"

Bilet fiyatı ufakça bir sıçratıyor. Filmin Başka Sinema'nın olmadığını anlıyorum. Ve sonra da 6 numaralı salonda değil de salon 1'de olduğunu ki bu bir ilk... Ülke bu günleri de gördü diyerek de bilet fiyatını şuraya not düşüyorum: 44 TL.


Şimdi terastayım. 1 numaralı salon an itibariyle bana en yakın olan. Açıkta bir sürü tanker var fakat benim yanımda fotoğraf makinesi yok. Trende çantaya atmadığımı fark etmiştim. Elime zorla tıkıştırılmış cep telefonu ben varım ya diye dürtüyor. Ona hep soğuk davranmış olmama toz kondurmayarak yine de istekli davranmıyorum, lakin o benim farkımda ve daha olgun bir tutum içinde; üstelik fotoğrafları istediğimi fark etti. İlk adımı hiç gurur yapmadan o atıyor. Bu yakınlaşma çabası da sanki buzları çözecek. Çekiyorum bir kaç poz. Teras keyfim şahane, trenler, limandaki gemiler, önümdeki sıra sıra gemiler, kapalı hava, kısmen soğuk ve Pepsi Max'im ve atıştırmalıklarımla şahane bir an.


Ve salondayım. Büyük sürpriz çünkü 6 numaralı salondan daha büyük bir alan, koltuklarda hoş bir kırmızı, arkaya doğru diklik daha az ve daha geniş ve ruh ısıtıcı bir salon. Ve benim için kapatılmış. Havalanıyorum elbette, sonuçta blogger aleminin bir ferdiyim, özel bir muameleyi -içinde olduğum topluluk adına- hak ediyorum. Reklamlar, fragmanlar falan derken film başlıyor. Açılış sahnesindeki uçağın iniş anı çok görkemli, kamera yerleştirmeleri ve açılarından etkileniyorum. Salonun akustiği ise olağanüstü. Asıl Adı Tom Holkenborg olan Junkie XL ya da JXL takma adını kullanan Hollandalı elektronik müzik sanatçısı ile de film sayesinde tanışmış oluyorum ki bir kazancım da O. Müziklerse ölüp bitmelik ki sonda söyleyeceğimi baştan söylersem; perdede filmin son yazısı kaybolana kadar koltuğumda çakılı vaziyette ve müziğin büyüsünde yok olarak kalıyorum. Temizlik için salona giren abla bile bu ne iş diye şaşkın şaşkın koltuğuna çakılmış vaziyetteki bana bakıyor.

Film büyüleyici ve kulak kesilesi çünkü çok hoş, entelektüel besin düzeyinde felsefi sohbetler içeriyor. Görsel efektleri şaşırtıcı ve enfes. İçinde İstanbul var. Elbette tanıdık mekânlar. Zerrin Tekindor bence olmuş. Kösem Sultan. Film fantastik bir yetişkin masalı lakin besleyici. Harem var ki bayağı bayağı ters köşe bir zevk. Cenk yapıyoruz. Saraylarımızın muhteşem entrikaları var ve tüm bunlara ince bir kara mizahla dokunuşlar da... Lakin masalımsı, rüya tadında, bazen meraklandıran, bazen çocukluk masallarından izlerin içine yollayan, aşkı kutsayan, vesaire vesaire güzelliklerle insanı şaşırtan, içine alıp hiç bir saniyede dışına kaçma fırsatı vermeyen, rengarenk, duygulu, şahane ve ötesi bir filmle enfes bir sinema keyfini ve nadir bir eğlenceyi (bana) yaşatan, seyirlik bir filmdi der ve noktayı koyarım.


Üç Bin Yıllık Bekleyiş, çeşm-i bülbül içine hapsedilen bir Cin (Idris Elba) ile pozitif bilimle uğraşan bir akademisyenin (Tilda) rastlaşması. Kesişen yollar ve zaman sıçramalı anlatılarla ortaya çıkan bir şenlik. Özgürlüğüne kavuşmak isteyen Cin ve ikna çabaları. Aşk. Üç dileğin yerine getirilmesi noktasında -bence pek tatlı bir neden ve rüşvet teklifi. Zamana yayılmış gerçekleşmeler. Ve bu süreçlerin tamamında bir masalı yaşarmışçasına kendini dev perdedeki öykünün içinde hisseden bir seyirci.

Vee salonun enfes ses düzeninde, insanı içine çekip bırakmayan, filmin akışı ile senkronize enfes müzikler!

Avustralyalı yönetmen George Miller'dan oyunbaz, bazen kafa karıştırıcı, çarpıcı, gerçekliği sorgulatmayan, bizim tarihimizden masallar, belki biraz ürkütücü sahneler ve karakterler... Ece Yüksel ve Burcu Gölgedar'dan iz bırakan, Türkçe konuşmalı akılda kalıcı hoş performanslar... Muhteşem kostümler ve isimler perdede akarken kendini enfes müziğe kaptırmış, salonu terk edemeyen, bu tavrıyla ışıklar yanmışken salona temizlik için girmiş ablayı da şaşırtan bir izleyici. Üstelik ve tekrar edersem kader salonu onun için kapatmış, tek.


Kapıdan çıkıyorum ama filmden henüz çıkabilmiş değilim, son kare müthiş. Dijital efektlerin sahicilik hissi veren ve bildiği halde insanı gerçeklikten soyutlamayan başarısını düşünüyorum. Ve çok keyifli bu film akşamını taçlandırmak istiyorum lakin isteksiz bir yanım da var. Ah filmi konuşacak biri olsaydı diyorum. Buz gibi bir beyaz açtırıp ya da bira ve eşlikçileri ile şişenin ve kelimelerin dibini bulmak vardı ve kesindi. Kendime döner ısmarlıyor, keyfini çıkarıyor ve eve geliyorum. Enn Sevdiğim Kadın telefonda, filmi ona ballandırıyorum.



Ve sonuç itibariyle bu tür filmlere uzak duran bu kul der ki: Eğer masalları seviyorsanız, fantastik filmler sizin için sorun değilse; bu şahıs sevdi ki filmi... siz kesin seversiniz.

20 Eylül 2022 Salı

Vira Bismillah Vira Palamut

Hava muhteşem. Çünkü güneşli ve pırıl pırıl. Üstelik enn sevdiğim gün. Cumartesi. Ben dışındaki tüm koşullar tadında. Ben de tadımdayım. O halde başlayabilirim. Giyinip çıkıyorum. Spor bir şıklık. Vira Bismillah dendi ve balık sezonu başladı. Hakkını vermek boynumun borcu. Elbette bir ritüel bu, o halde istikamet balığın merkezi. Keyifli bir tren yolculuğu, iniş istasyonum mükemmel bir nokta; Liman. İnince rayları geçip enfes bir parka gireceğim. Sonrasında da balığın en taze olduğu noktaya, balık haline. Hoş ve dairesel bir bina. Orta bölümünde yine dairesel bir lokanta var; benim en sevdiğim belediye başkanlarının eseri. Lokantayla yine dairesel dizilmiş balıkçılar arasında da parke taşlı bir yol ile yakışır bir kapalı alan. Önce balığımı seçmeliyim. Miss gibi tazelik. Çeşitlilik güzel, denizden bu sabah, bir kaç saat önce çıktılar. Kafa karıştırıcı bir durum söz konusu olsa da ben sezonu palamutla açmalıyım. Alanda alkol yok ama her çeşit balık en taze halleri ile ve birinci elden var. Balığımı seçtiğime ve ödemesini balıkçıya yaptığıma göre lokantaya geçip masama karar verebilirim.


Cam kenarında, tezgahlardaki alışverişi de gören masayı seçtim. Garsonumu da sevdim. Efendi, ölçülü, az konuşur nitelikli bir genç adam. Elbette sezonun açılış günlerine yakışır bir masa donatacağız.

"Bir mısır ekmeği lütfen."

"Bir turşu kavurması lütfen."

"Bir de salata lütfen."


Hımmm... sıcacık mısır ekmeği, sıcacık turşu kavurması ve görüntüsü enfes, balığa ve masaya yakışır bir salata. Mısır ekmeği ve turşu kavurmasını fazla soğutmadan sezon açılışını yapsak nasıl olur?

Bünyedeki tüm paydaşlardan güzel olur yanıtı geliyor. Elbette kırmıyorum onları ve abartmadan, kıvamında bir incelikle ve aralıklarla götürmeye başlıyorum. Hakikaten müthiş bir keyif. Mekânda bir kaç kalabalık masa daha var ve görüntü o ki balığımı biraz daha beklemem gerekecek. O halde usulca olmak koşuluyla mevcutların tadını çıkarmaya devam. Hem yavaş hayat güzeldir.


Ve günün ve hatta sezonun ilk balığı görünüyor. Solist altları saygı içinde şöylece bir toparlanıp sahneyi ona açıyorlar. O vakar içinde, kendine güveni tam. Zarafete bakınca çatal bıçağı alıyorum elime. İlk lokma ve gittim ben. Muhteşem desem değil, yetmez. Lokum gibi yakışık almaz. Olağanüstü güzel pişirilmiş enfes bir lezzet. Kılçıkları ayırırken bir gram, bir milim, bir mikro ölçek kadar bile balık yapışmıyor üzerlerine. Atıyorum çatal bıçağı. Ellerimle, parmaklarımın keyfiyle, ağır ağır, bitecek korkusuyla her bir parçasını tüm hücrelerimde hissederek gerçek bir balık keyfini, eşlikçileri ile birlikte, buselik makamında yaşıyorum.


Suları soğuk bir deniz kentinde yaşamak muhteşem. Dolayısı ile denizden en çok birkaç saat önce çıkmış ve hakkı verilerek pişirilmiş, üstelik onlarca tezgahın içinden gönlünüzce seçtiğiniz balığınız sevimli bir imeceyle ve esnafı da gözeten bir tutumla masanıza gelince, herkese kazandıran bu tavır sanırım keyfi daha da çoğaltıyor.

Ödememi yaparken tip box'ı boş geçmiyorum çünkü masama bakan genç adamın tavrını çok beğendim. O sırada rastlaşıyoruz. Omuzuna dokunarak kendisine çok teşekkür ediyorum. Ve balık halinin mevlevi heykelleri ve su fıskıyelerine doğru olan kapısından çıkıyorum. Ağır adımlarla yeşilin ve su sesinin sessizlik içindeki keyfini çıkararak istasyona geçiyorum. Çünkü günü bitirmeye niyetim yok.


Bu kez Gar durağında iniyorum. Önce yeniden başladığını haber aldığım Amasya treninin saatlerini öğrenmem gerek çünkü enn sevdiğim kadınla bir planımız var. Bir kaç gün önce garda büfe işleten bir abi bizim milletvekillerinin uyuduğunu, seferleri Amasya vekillerinin başlattığını söyleyince pek ayılamamıştım ben, şimdi gişeden saatleri öğrenince taşlar yerine oturdu çünkü saatler uygun değil. Akşamı enfes bir rakı masasında geçirmiş hangi kul sabahın altısındaki trene koşturur ki... Şimdi karşıya geçip günü parlatmaya devam edebilirim. Keyifle okuduğum bir kitabım var. Ve Şehir Müzesi'nin kafeteryasındaki cappuccino'ya bayılıyorum.

"Bir cappuccino lütfen."

Filtre kahveyi, Amerikano'yu şekersiz içerim ama cappuccino ile kendimi şımartırım; idealin üç minik poşet toz şeker olduğunu da kesinleştirmiş durumdayım. Kitabımı açıyorum. Yazarın kağıt oyunları ile ilgili bilgiler verdiği yeri biraz göz attıktan sonra atlıyorum ve hayatla ve keyifle romanı okumaya devam ediyorum. Kahvemi usulca ve zamana yayarak içmekteyim ancak kaç zaman geçtiyse ve kitap nasıl aktıysa fincanın dibi görünüyor.

"Bir Cappuccino daha lütfen."



13 Eylül 2022 Salı

Dolunaylı Gece Ve Ters Köşe Bir Film

Pencereden bakıyorum.

Aman Allahım!

Denizin dibindeymiş de, kafasını şöyle bir uzatmış da, bir yandan gözlerini ovuştururken ve bir yandan esneyip gerinirken kendini bir an önce gökyüzüne atma afacanlığı ile gülümseyen bir turuncu; burnumun dibinde, yusyuvarlak, taptaze ve bebek kokulu.

Şahane bir akşamın müjdecisi.

Sırt çantamı alıyor ve yola koyuluyorum.

Bir fikrim var ama zamanım yok. Biraz da hızlı haraket etmeliyim. İstasyondayım ve trenin varmasına 1 dakika var. Enfes bir son yaz akşamı. Ay aklımda. Şu an bulunduğum noktadan görme şansım yok ki çıkardım da aklımdan; ta ki yol bana sürprizlerini sunana kadar.

Onunla saklambaç oynamak çok keyifli ancak an itibariyle bu, trenle onun arasındaki bir mesele; bana, ikisi arasındaki son derece afacan ama iyi kalpli saklambaçın keyfini çıkarmak düşüyor.

Tren denizden uzaklaşıyor, o sırada ay saklanıyor, benim nereye saklandığı konusunda bir fikrim var, tren söylemem için binbir şirinlikle asılıyor ama bende gülümseme dışında tık yok. Tren denize yaklaşıyor ve keyifle sobeliyor. Böyle böyle devam ederken ve yeniden saklanmışken ve Kürtün Irmağı üzerindeki köprüyü geçerken tren; en şahane haliyle yeniden arz-ı endam ediyor ay. Yelken Kulüp coğrafyası boyunca ve denizin bir karış üzerindeyken de havasını atıyor. Atletizm sahasına henüz varmadan, barınağı hemen geçtikten sonra Sheraton'ın ardına saklanıyor ve uzunca süre tren onu aramak zorunda kalıyor. Tren köprüye tırmanmaya başlayıp da da zirvesine vardığında ve tatlı virajı alıp da inişe geçmeden hemen önce limandaki gemilerin arasındaki görünüşü ile bir kez daha sobelense de ay, sen var ya sen, dedirtiyor.

Filmin başlamasına 15 dakika kala istasyondayım.

İniyorum ve hızlı hareket etmem lazım.

Güvenlikten geçiş ve yine hızla sinema katına... Gişenin önünde bir hanımefendi bilet iptalinde çünkü küçük oğlunun yaşı seçtikleri film için uygun değil. Bense terastan ayı seyretmek ve onunla iki lafın belini kırmak istiyorum. Ama henüz sorun çözülmedi ve ben için gergin bir bekleyiş. Nihayet biletimi alıyorum ama film başlamak üzere, onunla antrakta görüşebileceğiz. Koltuğumdayım. Ve film başlıyor.


Perdede mesajlar akıyor. Bir twitter kullanıcısı değilim, telefondan mesaj atmam. Sadece arada bir kardeş atar ben onu yanıtlarım ki bu da ayda yılda bir. Garipsiyorum, takipte zorluk yaşıyorum. Makine hızında çalışan parmaklar, sürekli tuşlanan telefonlar ve perdeye yansıyan mesajlar. Önce bir anlam veremiyorum. Hatta sıkıntı basıyor. Çünkü filmin ana temasının sosyal medya, telefon kullanımı olduğunu düşünüyorum. Başrol oyuncusu Rabah Nait Oufella'ın oynadığı Karim D.'yi de sevmedim.

Mutsuzum, erken çıkmayı emeğe saygısızlık olarak almasam kaçabilirim. Film biraz da geçmişte yediğin hurmalar durumu. O hurmalar atılan tweet'ler oluyor. Tam da popüler olmuşken, ayıkla pirincin taşını şimdi.

Kahramanımız -taze- bir yazar. Bende ise onu yazarlığa yakıştıramama halleri. Bir kitabı basılmış ve bir tanıtım partisindeyiz. Karim D. bir sosyal medya fenomeni; 200.000 takipçisi var. Ve ben için sıkıntılı haller devam ediyor. Küçümsemeye de devam. Ölçümse yaş, davranışlar, sosyal medya popülizmi, mesajlar ve fiziki durum. Nedense bir yazar kalıbına sokamıyorum. Kitap için verilen partide ve sonrasında ırmak hızla tersine akmaya başlıyor, çünkü yeni sözleri nedeniyle takipçilerce eleştiriliyor ve hızlı bir terk ediş. Yayınevindeki toplantıda durum gergin, oysa kitaba ciddi bir yatırım yapmışlar ve sıkı da bir reklam kampanyası hazır ama sosyal medyada durum feci.

Yönetmen Laurent Cantet ise ilmek ilmek örmeye devam ederken mevzuyu, bana ayar vermeyi de ihmal etmiyor. Çünkü filmin başlangıcındaki sahneler nedeniyle önyargılı davranan ve filmin biletini kesen ben utançtan koltuğuna saklanmış ama filme kapılmış, bazı nüansları da kapmış durumdayım. Yine bir göçmen sorunu, yaşadığı ülkede yabancı olma hali ama hakikaten iyi işlenmiş, mantıklı, bir ajitasyon ihtiyacı duymuyor, sade bir gerçeklik ve gönül teline dokunuyor.

Ve hiç abartmadan, tüm nüanslarıyla, hiçbir şeyi göze sokmadan, hayatın doğal akışına uygun biçimde, ince ince işleyerek, fark ettirerek ve düşündürerek izleyicinin kalbine filmin fikrini işliyor. Keyif almasını sağlıyor.

Müzikleri, yan rolleri ile de ve son jenerik dahil izleyicileri koltuklarına çakıyor.

Bu arada Arthur Rambo'nun kardeşinin ve annesinin oyunculuklarına ve sözlerine dikkat. Bir de yazar abla var (Anne Alvaro), kısa bir sahne olsa da Karim'e tavrı ve sözleri beni çok etkiliyor.

Yabancı bir ülkede oralı olmak ama bir türlü de oralı kabul edilmemek, dolayısı ile oralı hissedememek üzerine, büyük laflar etmeyen ama meseleyi anlatabilen sıcak bir film. İzleyiciyi filme dahil eden nitelikli bir görüntü yönetimi olduğunun da altını çizmeliyim.


İyi bir film izlemenin keyfiyle çıkıyorum salondan. Bu keyfi çoğaltmam gerek. Mado'nun terasında meyveli ağırlıklı, deniz ve dolunay manzaralı bir dondurma nasıl olur?

Fikrin üzerine atlıyor ve Mado'dan içeri süzülüyorum. Denize karşı güzel de bir masa buluyorum ve kalabalığa da karışmıyorum lakin AVM'nin, dolayısı ile Mado'nun kapanmasına 10 dakika kalmış. Oysa ben deniz ve üzerindeki dolunay ile filmden aldığım tadı, bazı sahneleri öne çıkararak ve hatta geceyi yavaşlatarak gözden geçirecektim.

Sonuçta yürüyen merdivenleri tek tek iniyorum. Ay zaten denizle oynaşı bitirmiş, çoktan kara tarafına geçmiş. Renk turuncudan beyaza dönmüş. O uzakta ve dağların ardına çekilmek üzere. Asansörle üst geçide çıkıyorum. Biraz bakışıyoruz, sonra el sallaşıp vedalaşıyoruz. İstasyona geçmemle de tren gözüküyor. AVM'nin son insanları ile biniyoruz. Keyifli bir yolculuk ve artık mahallemdeyim. Bir an Mavi'de takılsam, bir bira söylesem ve denize bakarken filmi gözden geçirsem diye düşünüyorum ama bundan vazgeçiyorum. Denizin dibinden eve doğru yürüyorum. Enfes bir son yaz gecesi.

Keyfim gıcır.

10 Eylül 2022 Cumartesi

Sıradan Bir Günün İzleri

"Bu filmi izlemeliyim gibi hissettim bir an. Fakat bizde tek seans ve saat 20:00 olarak oynayacak, cumartesi pazardan birinde olabilir bu kez belki... Hayat ne derse o elbette, bir de bakmışım ki yarın sinemadayım. Bekleyip görelim. Fragmanı özellikle izlemedim, sürpriz olsun," diye yazıyorum; Filmgündemi'nde gördüğüm ve cuma akşamından itibaren saat 20'de gösterime girecek film için.

Gün şimdi perşembe, sabah yağmur var. Berberim ekonominin geldiği nokta ve o noktanın getirdiği yüksek kira artışları nedeniyle epey yukarıya, dik bir yokuşun belli bir noktasından sonra girilen bir sokağa ve daha küçük, tek katlı bir dükkâna taşındı. Kardeşi arıyorum ve sabah işe giderken beni bırakmasını söylüyorum, sabah olunca da tekrar arıyor ve bu kez de beni beklememesini söylüyorum çünkü yağmur var ve beni traş eden genç adam da şehrin bir ucundan, 15 kilometre mesafeden iki araç değiştirerek geliyor; dolayısı ile güneşin açacağı bir saatte gitmek işime geliyor. Bu sebeple de bir öğle keyfi yapabilirim. Çıkıyorum evden saat 12'yi geçe, istikamet berber, o sırada aklımdan yemek noktaları geçiyor.

Saçlarımı kestiriyorum. Daha önceki gelmelerde aynı sokağın cadde geçişinden sonraki devamında dikkatimi adıyla ve sevimli verandası ile çeken lokanta ile kendi mıntıkamdaki bir iki yer arasında tereddüt yaşatırken zihnim bana, direnç koyuyor ve adı da ilgimi çeken Özgür Şef'e giriyorum. Tabildot 40 TL, coğrafyadaki genel fiyatlara göre uygun ki bizim mıntıkada içinde et ya da kıyma olan yemekler 50-60, tavuk döner 45, iyi bir mantı ise 45'den başlayıp cinsine göre 60 TL'ye kadar uzuyor.

Fiyatlar uygun da acaba yemekler nasıl?

Çalışanların Özgür Şef dışındakileri kadın. Bu iyiye işaret. Ben sanırım saati biraz kaçırmışım, söylenene göre 25 dakika sonra fırındaki yemekler çıkacak ve beklemeyi göze almazsam tezgahta olanlara razı olmam gerek. Soteye benzer bir şey görüyorum ki tavuk taşlıkmış. Enteresan. İstiyorum. Çorba seçeneklerinden mercimek uyar bana, pirinç pilavı lütfen, bir de cacık.

Mahalleyi sevdim. Mekânı da. Girişiyorum yemeklere ekmeğimi bana bana ki tavuk şaşlık şaşırtıyor beni çünkü enfes. Elbette diğerleri de...

Gün cuma oluyor. Yani dün, evde temizlik var ve ben çalışmalarıma kardeşin dairesinde devam ediyorum. Sinema kafamda net. İş yoğun, piyasalar güçlü şirketler bazında uçuyor, doların geldiği nokta ile eşitlendiler; sabreden ve serinkanlı dervişler için sayısal olarak da çoğaltılmasına olanak verdiler ki bu da süper bir durum. Lakin ülkenin durumu o kadar güzel değil. Bugün işten biraz kaytarabilirim. Üşenmiyorum ve yemek için bir kez daha Özgür Şef'e gitme kararımın peşine takılıyor ve yokuşu tırmanıyorum. Bu kez Nohut, Ezo Gelin çorbası, pirinç pilavı ve cacık kombinasyonu yapıyorum ve bayıldığım verandada aynı masama oturarak ve mahalle içi sokağın tadını çıkararak götürüyorum. Sinema için 18:30 gibi evden çıkarım düşüncesindeyim. Ödememi yapıyor, ellerinize sağlık diyor ardından mahallenin derinliklerine dalıyorum. Elbette her yer apartman, alıştık artık. Sakinlik hoş ve ne kadar apartmanlar olsa da yine de bir mahalle tadı var. Sinekli Bakkal'a kadar uzayıp geniş bir tur atarak bulvara varıyorum ve uzun zamandır gelmediğim ve bulvar kafesi tadını sevdiğim Bebek Pastanesi'nin dış masalarından birine çöküyorum.

Juan José Saer ki kendisi Arjantinli bir yazar. Yara İzleri adlı romanını çıkarıyorum, trileçe sipariş veriyorum ve o arada bir yaşıma daha giriyorum çünkü artık karamel soslusunun yanı sıra frambuaz soslusu da varmış. Karamel soslu lütfen, diyorum, o ara üzerine bir top dondurma koydurmayı düşünüyorum ama gerçeğe dönüştürmüyorum ve sakin akan bulvarın kenarında, enfes bir havada kitabıma eşlikçi trileçenin keyfini yaşıyorum.


Ödeme yaparken de hanımefendi ile biraz laflıyoruz, çünkü meze dolaplarını boş görüyorum ve soruyorum. Sebep belli. Çıkınca yolu uzatıyorum yine... Elbette sokak araları; çünkü alt kesimde iki geniş bulvarın arasında kalan bölgede eskinin köy halinin izlerine rastlamak mümkün. En azından eskinin ağaçlarının çoğu korunmuş durumda. O sırada sokağın köşesinden, sırt çantası ile ve pateniyle ve pateninin parke taşlar üzerinde çıkardığı sesle ve köşeyi dönmesiyle birlikte gittikçe hızlanan çok tatlı, 12-13 yaşlarında bir çocuk hayran bakışlarım arasında yanımdan geçiyor. Dönüşü tren hattının da olduğu bulvardan yapıyorum. Toplumun açılıp saçılmış haline, genç kızların şort ve etek boylarına, göbeği açıkta bırakan "çaput parçalarına" falan bakınca da artık başımıza yağacak taş da kalmadı çok şükür diye düşünüyorum. Copacabana, Cannes ve benzeri bilumum popüler hatlar bizimkilerin yanında muhafazakar kalmazsa adam değilim; gururlanıyorum ve bu sessiz başkaldırıya helâl olsun, yürüyün kızlar diyesim bile geliyor. Eve varınca uzanıyor, bilgisayarı dizlerime alıp açıyor, ne var ne yok diye memlekete ve piyasalara göz atıyor, saat 18.05'de son verileri alınca da sinemaya gitme hazırlıklarını planlıyorum. O ara ev telefonumdaki aramalardan, telefonun uzun uzun çaldığından söz ediliyor. Alıp bakıyorum, çok az kişide numarası olan telefona. Yanılmıyorum tabii ki... Evet, Enn Sevdiğim Kadın. Arıyorum. İzmir Fuarı'nın Basmane kapısındaki bir mekânda, birasını yudumluyor. Uzun uzun konuşuyoruz.

Geçen gün incelediğim üzere anılarımda çok özel yeri olan küçük şehire uçuş aktarmalı ve iki uçuş arası 15-16 saatten fazla. Otobüsle Ankara, sonrasında uçaksa mantıklı. Bundan da söz ediyorum. O sırada geçen yıl gerçekleştiremediğim ama gerçekleşse kalmayı düşündüğüm taş otelin gecelik fiyatı da konuya dahil oluyor. Enn Sevdiğim Kadın da pandemi öncesi İzmir'e son gidişimizde kaldığımız otelin fiyatını söylüyor. Hem de geçen yılla kıyaslayarak ki geçen yıl bu mevsime göre artış dört kat. Tabii ki akıl almıyor.

Enn sevdiğim kadın akşam Tarkan konserini izleyecek. Ben de birazdan sinemaya gideceğim, öylesine uzanmış ve yazılar okuyarak vakit geçiriyorum, kitabı elime alınca da rehavet bastırıyor. Ben direniyorum çünkü gelmekte olanın farkındayım. Az kestirmekten zarar gelmez derken ve belki de temizlik kokusunun etkisiyle derin ve tatlıca sızmışım. Uyandığımda saatin gece yarısına vardığını düşünüyorum. Baktığımdaysa 20:33 olduğunu görüyorum.

Film kaçtı.

Bugünse hava enfes, bu öğlen de bir Özgür Şef yapabilirim, yolu yokuş olsa da sevdim valla, bu kez bir yerlerde dondurma da yerim belki. Belki de başka fikirler aklımı çeler, kimbilir. Bizim mahallenin esnafıysa bir süre kusura bakmasın... Hımmmm hem de soracağım adı Özgür mü diye. Elbette adı aşırma noktasında bir sözüm olamayacak, çünkü yakıştırdım mekâna. Gün ne getirir bilinmez ama sinemaya, Arthur Rambo'ya bu akşam giderim diye umuyorum.

3 Eylül 2022 Cumartesi

Bıçağın İki Yüzü

Bıçağın İki Yüzü bittiğinde koltukta bir süre kalıp, derin bir nefes alıp, üzerine arada kalmışlıkla düşünülesi... ve bir anlamda da -izleyici olarak- muhafazakarlık sınırınız nerede başlar ve nereye kadardır testi yaptırası bir film. Öyle bir nefeste yazılası değil yani!


16+ Bir Filmdir! Dolayısı İle Yazı!



Yukarıdaki cümleyi bu sabah henüz yazıya başlamamışken, bloguna uğradığımda gördüğüm filme gitmeme vesile olan Sevgili Filmgündemi'nin bir yazıma yaptığı yorumunu yanıtlarken kullandım. Sonra bunu ben mi yazdım şimdi hoşluğu ile gaza geldim, çünkü filme ve izleyecilerine dair bir gerçeği çok basit gözüken kısa bir cümle ile ifade etmiştim. Bu giriş her yazı başlangıcında yaşadığım sıkıntıyı aştığım ilmek oldu ayrıca. O halde teşekkürler Filmgündemi.

17:20 seansı uygundu. Gerçi mesaimin bitmesine 40 dakika kalacaktı, dolayısıyla filme yetişmek için işi son verileri alamadan ve iki saat önce bırakacaktım ama olsundu. Filmin içinde Juliette Binoche varsa kaçmazdı, kaçmamlıydı.

En sevdiğim tişörtlerimden birini ve kotumu giydim. Elbette duştan çıkınca traşımı oldum. Sonuçta boru değil bu, sinemada bir keyife gidiyoruz.

Önce bir şeyler atıştırmak için sevdiğim bir mekâna uğradım, sonra istasyona... Kartımı okuttum, kırmızı yandı. "Allah Allah," dedim, "doluydu ama!" Yükleme için kiosk'a yürüyordum ki bir hanımefendi tren bedava dedi. Şaşırdım. Tıka basa dolunca da anladım, çünkü şehrimizde Teknofest vardı.

AVM'ye varınca hızla asansöre yürüdüm; üst geçit, sırt çantası x ray'e, güvenlikten geçme ve sinema katındayım.

Biletimi alınca benimle aynı sırada iki yan yana yerin daha satılmış olduğunu gördüm. AVM'de bir tur attım tekrar sinema katına çıktım ve terastayım. Manzaram enfes fakat şu an sizin sadede gel be adam dediğinizin ve diyeceğinizin de farkındayım.

Ama blogun bir anlamda günlük olduğunu da hatırlayın lütfen!


Tamam kızmayın, bisküvilerimden ve onların tadını nasıl çıkardığımdan söz etmeyeceğim.

Fakat ben salona girmeden önce, lobideki koltuklarda otururken gencecik bir çift çıktı salondan. Kız lavobalara gitti, oğlan onu dışarıda bekledi. Bense o ikisinin salondaki komşularım olduğunu anladım.

Şimdi koltuğumdayım. Reklamlar ve fragmanlar başladı. O iki genç salona dönmedi. Üzüldüm çünkü varlığımla yalnızlıklarına engel olmuştum sanırım. Çıkıp salonu onlara bırakmaya, bir sonraki seansa girmeye razıydım o an. Ahhh gençlik, dedim, bir kaç saatlik başbaşalığın kıymetini bilen bir yetişkin olmama rağmen çocukların hızla geçip gidecek gençliklerindeki bir fırsata engel olduğum için kızdım kendime.

Film başladı, mutlu bir kadın ve mutlu bir adam kısa bir tatilde ve denizde. Yönetmenin bu anları aktarımını beğendim; iki mutlu ve birbirini seven insan, ne güzel. Onların mutluluklarından payıma düşeni aldım... Fakat filmin müzikleri! Muhteşem. Çok az filmde müzik dikkatimi bu kadar çekip sahnelerin önüne geçmiştir. Bunun da altını çizmek isterim.

Ve görüntü yönetimine ve de kamera kullanımına bayıldım.

Film bazılarına sıkıcı gelecek, hatta salonu terk ettirecek bir ritmde ilerliyor; ama bana hiç de öyle gelmiyor, rutin bir yaşamın perdede aktığının elbette farkındayım. Oturduğum koltuk dolayısıyla da filmin tam içindeyim ve önümdeki koridor bana yayılma fırsatı veriyor. İlk yarı boyunca mutlu bir ilişki, gündelik hayatın sıkıntıları, adamın sorunlu çoluk çocuk durumları şeklinde ilerlerken... ve bir çok seyirciye ne işim vardı şimdi sinemada ve bu filmde, daha çok eğlenebilirdim dışarıda, dedirtecek film, bana bunların hiçbirini söyletmiyor. Yönetmen Claire Denis'in tavrından memnunum, bu film böyle akmalıydı konusunda hemfikiriz, aldığı Altın Ayı anasının ak sütü gibi helâl; müzikler zaten! O halde her şey yolunda.

Antrakta çıkmıyorum, suyum sırt çantamda, bisküvim enfes, pek çok izleyici için sıkıcı olsa da keyifli bir ilk yarı izlemişim.

İkinci yarı ritmi bir tık hızlandırıyor yönetmen, duygusal aksiyonlar sahne alıyor. Konu bir üçgene evriliyor. Ve bir yanda gerçek bir sevgiye dayalı bir ilişki ve adanmışlık, öte yanda daha cinsellik temelli, aşk desem aşka yazık ederim diyeceğim ama Sarah tarafından bakınca da aşk diyebilirim; tutku ve bağımlılıksa zirvede! Bunu da (bir kısım) kadının dünyasından bakınca anlayabilirim. Ve son kertede şunu derim: Kadın olmak zor be!

Elbette filmin ana konusu bir üçgen ve bu üçgen içindeki aşk, meşk, tutku, iş ortaklığı, cinsel bağımlılık, belki erkekler arası bir rekabet falan olsa da yan hikâyelerle filmi beslemiş yönetmen, gerçek yaşamı da bu düzlemine taşımış. Tüm olan bitenler üzerinden bakınca da olur bu hayatta böyle şeyler dedirtiyor ve benzer filmlere çok rastlamış olsak da yine nüansları olan, yeni bir kanal açarak üzerine konuşmaya değer bir yolun taşlarını da döşüyor Claire.

Ama müzikler işte!

Juliette'den ziyade oynadığı karakterin engel olamadığı tutkularının yaratığı duyguyu her ne kadar anlasam da sanırım bir yanım o karaktere bürünmeyi Binoche'una yakıştıramıyor. İşte tam da o sırada film izleyen yanım olaya müdahil oluyor ve sende bu duyguyu yarattığına göre rolünün hakkını vermiş olmalı, diyor. Elbette kabul ediyorum ama... ben 15 yaşında bir ergenim de hâlâ; filmdeki, sevdiği kahramanının başına kötü bir şey gelecek diye bakamayan ya da yüzünü eliyle kapatıp parmak arasından ne olup bittiğine göz atan bir ergen.

Filmde bu kadarına da ne gerek vardı dedirtecek, pornografinin kapısını tıklatacak sahneler de var; bir isyana neden olur mu izlerken bu? Eğer Juliette'nin yeri kalbinizde ben gibi değilse olmayabilir ki filmin gerçekliğinden bakınca ben de hakkı verilmiş derim.

Ama ahh o filmin müzikleri işte!

Gelirsek sadede, iyi bir yönetmen kadına, erkeğe, hazma, aşka, sevmenin farklı renklerine dair sıra dışı bir film çekmiş. Tüm hissiyatların hakkını veriyor olması açısından da izlediğim güzel bir filmdi.

Üstelik sinemadan çıkınca, bir mekânda şarap açtırası ve üzerine konuşulası... Sevdiğiniz biri varsa da ona sarılınası... Güzel vakit geçirdim, geçirdik denilesi bir filmdi Bıçağın İki Yüzü.

Eğer tutkulu bir çiftseniz ve hâlâ birbirinize aşıksanız... Film dönüşü için birlikte yattığınız karyolanın yatağına, yorganına ve yastıklarına en sevdiğiniz nevresimlerinizi ve kılıflarını geçirmenizi; dolabınızda soğutulmaya bırakılmış ve dönüşünüzü bekleyen iyi bir beyaz şarabı hazır olarak bekletmenizi tavsiye ederim; hatta Doluca Moskado'yu iyi bir beyaz olarak öneririm.

Kadehlerinizi içkilerinizle birlikte dolaba koymayı unutmayın ama!


Bağlılığınızın güçleneceğini, iyi ki en sevdiğim adam-kadın bu duygunuzun bir kez daha tavan yapacağını garanti edebilirim.

Tersi bir durum söz konusu olursa da tekmeyi basın gitsin, derim. (şaka, şaka)

Benimse yoldayken telefonum çalıyor, şarzım bitti bitecek, telefon kapanıyor, sonra açmayı başarıyor ve geri arıyorum. Enfes bir sonyaz akşamı. Enn Sevdiğim Kadın tatil evinde ve aramızdan serin ve enfes bir şarap tadında kelimeler akıyor, ben eve doğru yürüyorum. Başım öylesine dönmüş, aklım öylesine uçmuş ki anahtarı kaybettim sanıyorum.

Filmgündemi ise burada


30 Ağustos 2022 Salı

Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika

Eylül'ü severim. Benim için özel bir aydır. Kısa sürelileri ayrı tutarsak tatil kapsamına girecek seyahatlerimin hepsi Eylül'dedir. Babamın öleceği Aralık ayından önceki -ki en efsane seyahatlerimden biri- 12 Eylül darbesi nedeniyle tamamlanamamış olsa da, %2'lik kısmı eksik kalsa da Eylül ayınının biri sabahında marşa basmamla başlamıştı.

Enn Sevdiğim Kadın'ı tatil anlamında uğurlamaların hepsi de Eylül ayına dairdir.

Ve o uğurlamalardan biri daha yaşandı dün gece.

Öyle güzeldi ki!

Bu sabah ilk noktasına, baba evine vardı. Bunu belirten mesajı telefonumdaydı.

Bu yazı yazılmasa ne olurdu?

Üstelik aklımda hiç yoktu.


Sabah birden, yatağa uzanmış dünyada ne var yok bakarken fark ettim ki içimden kelimeler akıyor. Zaten iş de bayram tatilinde. Tembel akan kelimelerin kafa bulduran şırıltısına kulaklarım kesildi ve yaz oğlum dedi.

Oysa olağan bir akşamdı. Maç izledim, sonra bir başka maç izledim ve saat O'nu alma vaktine vardı ve ben kardeşin dairesindeydim.

O'nu alma vaktine varış pek hoşuma gitti.

Arabayla giderken ve onun mıntıkasına yaklaşmışken ve kardeş uzunca bir tırı sollamışken ve ben andan başka bir tat alırken O'nu aradım, bulunduğumuz noktayı bildirdim, bir kaç dakika sonra da kapısının önündeydik.

Bir yanıyla ne kadar olağan ve sıradan bir süreç.

O henüz binadan çıkmamıştı. O ara motosikletli bir kurye aradığı bloğu sordu. Onun ardından ben de binaya girdim ve enn sevdiğim kadının dairesinin önüne vardığımda O evden çıkmıştı ve sırt çantası sırtında, ondan daha büyük bir çanta da omuzundaydı. Elbette vermemekte ısrarcı oldu ama çantayı aldım. Çünkü O enn kıyamacağım insanlar listemin başında.

Bagajlarını yerleştirdik ve lojmanlar bölgesinden ayrıldık.

Arka koltuktan bir anahtar uzattı bana. Evinin. Sonra sohbet ede ede, otobüs saatine vakit olduğu için ağır bir hızda garajlara vardık.

Şaşırtıcıydı ortam.

Nerede eski canlılık, ışıl ışıl haller diye düşündüm.

Garipsedim.

Ama O çok güzeldi.

O, ben ve kardeş şen şakrak sohbet ettik. Artık yok olan efsane otobüs şirketinden konuştuk ve o seyahatlerin tadından...

O sırada otobüs perona yanaştı. Ben bagajlarını verdim.

Sohbeti koyulttuk.

Tüm bu süreçte O'nun bu anlarını bir masal gibi zihnime kaydettim. Ne kadar güzel, sıcakkanlı, iyi yürekli ve hımmmm... bir kadın olduğunu bir kez daha teyit ettim. 10 yıl sonra bile aynı kadını ilk gün heyecanı ile seviyor olmam üzerine düşünmedim. Her karşılaşmamızda daha yeni tanışmışız ve ben onu ilk kez uğurluyormuşum duygum; hiç bir zaman yerini bir başka, taaa eskiden gibi ve bu kaçıncı kere hissini yaşatacak bir duyguya yollamadı beni.

O ara kardeş elemanlarından birinin başına gelen, oldukça dramatik, arabada ağlamakta olan bir müşterinin, bir genç kızın epey pahallı bir telefonunu kaybetme olayını anlatıyor. Sonra onun bulunmasını ve hafta sonu taksi şoförlüğünü ek iş olarak yapan elemanının bahşişe boğulmasını...

Bu hikâyenin en hoş tarafı bu tür olaylar için taksicilerin kendi aralarında özel bir hat oluşturmalarıydı.

Elbette eski otobüs yolculuklarının tadından söz ettik. Çok derin yolculuk anıları bırakan Ulusoy'un yok oluşu üzerine arşivdeki, naftalinlenmiş pek çok anıyı ortaya döktük. Varan'dan girip Boss'dan çıktık. Ulusoy'un domates çorbasının ve üzerine kaymak ekletilmiş ekmek kadayıfının ve tabii ki Bolu Dağı tesislerinin altını çizdik.

Sonra da sarıldık, öpüştük ve enn sevdiğim kadın otobüse bindi.

Biz alanı terk etmedik.

Otobüs yolculuklarını ve garlarını özlemiş miydik?

Sanırım özlemiştik.

Uçak hiçbir zaman yolun tadını, yolda olmanın tadını vermiyordu. Oysa akıldan geçenlerle akıp giden yolun tadını senkronize etmek, o sırada bir şeyler atıştırmak, bir fincan çay ya da kahve içmek, sorunları kilometrelerce arkada bıraktıran bambaşka bir keyifti.

Saat 00:30'a iyice yaklaşmıştı. En sevdiğim kadın otobüsten indi, alanı terk etmeyen bana ve kardeşime bir kez daha sarıldı, öpüştük.

Çok şanslıydık çünkü bu kadar içten sarılan ve sarıldığı insana çok ama çok iyi gelen, yanağından makas almalık, kalbi bu kadar samimi, çok güzel bir insan bulmak zordu.

Otobüs kalktı.

Biz arabaya geçtik.

Ben O'nun evinin anahtarını cebimde mi diye kontrol ettim.

Hız limitlerini aşmamaya gayret ederek ve gecenin ışıklarını birbir geçerek eve doğru yol alıyorduk ki kardeş soda içmek istedi ve bana da sordu. Portakallı ya da limonlu bir şey al dedim; Schweppes diye de marka telaffuz etti içimden bir ses; ona aktardım.

Gecenin sessizliğinde yağ gibi akarken üç harfli, Schweppes'imi ağır bir keyifle içtim.

Kardeş üç harflisini park ederken ben binaya giriş şifresini tuşladım. Birbirimize iyi geceler diledik ve o evine girerken ben asansörün tuşuna bastım.

Derin ama salak ve asla körü körüne aşık olmayan, aynı kadını 10 yıldır aynı heyecanla seven ve mutlu bir adam tadında uyudum.

Uyandığımda O'nun mesajını gördüm. Gülümsedim ve hemen yanıtladım.

Sonra da içimden aktığı gibi, sanki ilk ve tek sevgilisini yazan bir çocukluk heyecanıyla bu yazıyı yazdım.

11 Ağustos 2022 Perşembe

Ve Film Çiviyi Söker


Son üç yazımın içinde kaybolmuştum.

Ummadığım derecede bir zaman yolculuğuydu.

Yazarken yaşamak, tüm detayları zamanda sıçrayarak, başka bir boyutta yaşarcasına hissetmek çok enteresan bir deneyimdi.

Belki de çok sarsıntılı bir süreçten, alınmış radikal kararlardan bir nefes için kaçıştı o yolculuklar!

Çivi çiviyi söker ifadesinin bende vücut bulmuş halleriydi belki de.

"Her neyse, neydi işte!" diye düşünürken şimdiki zamana dönüyorum ve Filmgündemi'nin sayfasına göz atıyorum.

Bir başka çivi arıyorum ki geçmişten gelip bünyeye yerleşen mevcut çivi sökülsün ve ben bugüne dönebileyim.


*

Başka Sinema filmleri listesinde Coen kardeşlerin bir filmini görüyorum.

Hemen bizim sinemanın filmlerine koşuyorum.

Ve Bingo ki hem de ne bingo; Coen Kardeşlerden Sen Şarkılarını Söyle.

Ahh Buraneros, al sana serotonin!

Toparlanıyorum. Mesaimin son saatleri. Son verileri almadan kapatıyorum bilgisayarı.

Bir şeyler yemeyi düşünüyorum ve sonuçta yürürken yerim diyor, hazırlanıyor, çıkıyor, bir börek ve bir üzümlü kek alıp böreği yerken ve yarısındayken istasyona varıyorum.

Kapılıp gittiğim ve içinde, ve gerçekten içinde olduğum zamandan bugüne, şehrime dönmüş gibiyim ve bu his muhteşem.

Trendeyim.

Mutluyum.

Şimdi gişenin önündeyim; koltuğum kapılmış.

Şimdi terastayım.

Bir sürü gemi alargada. Fotoğraf makinesi neden almadım yanıma bilmiyorum.



**
Sanırım... Son üç yazıyı yazarken gerçekten o günleri yaşadım.,

Bu kadar detayı hatırlamak şaşırttı beni.

Kıymetliydi evet.

O süreci yaşamasam devrimi yapamayacaktım belki de?


Çivi çiviyi mi sökmüştü acaba?



*

Penguen'den içeri sızıyorum. Gözüm raflarda. İlk anda çarpmayınca görevliye soruyorum. Bilgisayardan bakıyorlar ve yerini tespit ediyorlar. Elimde kitapla kasaya gidiyorum. Çok tatlı bir genç kız. İnternet kitapçımdan aldığım fiyatı söylüyorum ve bu durum ne yazık ki kitapçılar için fena diyorum. İkinciyi neden aldığımı soruyor. Enn Sevdiğim Kadın için diyorum. Gülüyor. Romanı merak ediyor. Kısaca özetliyorum ve okumasını öneriyorum. Bugün şanslı günüm çünkü birikmiş bonuslarım varmış, o nedenle biletimi az önce indirimli aldım ve kitap maliyeti düştü, diyorum.

Gülüyor.


*

Salondayım.

Ve bu kez koltuğum satılmış olduğundan bir yanındaki koltuktayım. Bugün salon benim için kapatılmış değil diye düşünürken ilk kez bu kadar kalabalık oluyoruz: Tamı tamına 11 kişi.

Ve antrakta "Bugün gözlerimi yaşarttınız çocuklar," diyorum.

Diyorum da... İkinci yarıda kalabalıktan sıyrılıp alt koridorun olduğu sıradaki orta koltuğa oturuyorum... Ve şimdi tek başımayım sanki salonda.

Bu çok hoş.

O kadar alışmışım ki tek izlemeye; neredeyse tamamı benimle aynı koltuk sırasında olan kitle nedeniyle bir türlü tutunamıyorum filme...


Şimdi her şey yolunda. Ayaklarım bugünde ve yere basıyorlar. Ben de filmin karakteriyim artık. Hani tarihini bilmesem filmin, kuracağım kesin cümle şu: 60'ların Amerika'sında olmak.

Jean Berkley karakterindeki Carey Mulligan'a bitmiş durumdayım.

Bazı kadınların diline küfretmek acaip yakışır.

Çok hem de!

Ve şahanedir.

Kesin bilgi!

Llweyn Davis, yani Oscar Isaac, müthiş. Kendisi sonradan öğrendiğime göre Guatemalalı bir müzisyenmiş.

"Komiksin abi, bi de çok sempatik ve sevimlisin," dedim.

Tabii ki şarkılara bayıldım. Gitar zaten...

Fakat John Goodman!

"Abi ne şahane bir adamsın sen yahu."

"O ne şahane bir karakter Coen biraderler," de dedim.

Çizgi film karakteri gibiydi diyeceğim ama dilimi ısırıyorum.

Sıradanlaştırmak istemem; sıradan olmayan, siyah beyaz, çizgileri son derece nitelikli, ciddiyetli ama kara mizah bir çizgi romanın kahramanı sanki kitaptan tüymüş de gelip filme kurulmuş. Bir de şoförü var ki o da arabayla birlikte kitaptan filme kaçmış. Beş parasız bizim Llewyn'de onların arabada yancı. Şikago'ya gidiyoruz. Elimizde bir uzunçalarımızla. Enfes bir kar atıştırıyor ve gecenin bir yarısı.

Fakat Jean Berkly karakteri de aklıma fena takılmış durumda.

Haaa evet evet...

Niyeyse bu evetim onu da pek anlayabilmiş değilim. Altından yine kalkamayacağım karakterlere ve o sahnelere dalmam için gaz veriyor muhtemelen!

Sahneler muhteşem; filmin rengi karlı bir gün gibi. Bense bu detaylara hiç girmemeliyim, diye düşünüyorum çünkü ballandıracağım kesin. Fakat bu yazıyı net cümlelerle kısa kesmek istiyorum.

Ve yaşasın!

Başarıyorum mu?

Filmin karakterleri birbirinden hoştu eyvallah, lakin filmde bir de sarman var ki bence o da başroldü.

Yani 60'lar, Amerika, şahane şarkılar, sızdırılmış bir Bob Dylan şarkısı, gitar, Justin Timberlake sürprizi, olmazsa olmaz bir yol hikâyesi ile gülümseten, kulaktan pası alan, güldüren, insanın içini sıcak tutan bence enfes bir film.


Yazıdan çıkmak üzereyken kendime fren yaptırıyorum ve geri sarıyorum.

Salondayım.

Filmin kapanış jeneriğinin son cümlesi sahneden çekilene kadar 11 kişinin hiçbiri yerinden kalkmıyor. İki olasılık var: Ya hâlâ çalan şarkılar için ya da bu gençler bilinçli gelmişlerdi ve gerçek sinema seyircisiydiler.

Çok hoşuma gidiyor akşam.

Bundan sonra filmleri önü koridor olan sıradan izleyeceğimse kesin. Ama Enn Sevdiğim Kadın Piazza'yı protesto inadını kırarsa ki yumuşadığını hissediyorum. O zaman bana her koltuk Trabzon*


*

İstasyondayım. Saat 21'i geçmiş durumda. Samsunspor tesislerindeki minikler antremandalar. Ay muhteşem. Aklımda enn sevdiğim kadın. Sırt çantamda ona aldığım kitap.

Tek tuş...

Ve O.

İçime doğmuştu. Yanılmamışım. Az önce ev telefonumu aramış.

Sesi bana ne kadar iyi geliyor.

Ona filmi ballandırıyorum.

Ay'dan söz ediyorum.

Onunla ortaklaştığımız bir an.

O sırada tren gözüküyor.

Ayaklarım yere basıyor.

Ona çok övdüğüm bir kitabı, Sütçü'yü bulmuş olmanın keyfi, ay'ın en sevilesi hali ve gecenin içine akan tren.

Vee...

17:55'de yayınlansın diye ayarladığım Affet Beni Akşamüstü'nü  ve yorumları taslaktan değil de blogdan bir okur gibi okuyacak olmanın keyfini hayal ediyorum...

Gece uzun olacak...

Kesinlikle bira almalıyım!



Ve filmden bir Bob Dylan şarkısını Llewyn söylemeli...




*Trabzonspor seyircisinin "Bize her yer Trabzon," sloganından evrilmiştir ve benim Trabzon'la hiçbir akrabalık ilişkim yoktur.

Filmgündemi ise burada


18 Temmuz 2022 Pazartesi

Nerede O Eski Bayramlar

Bayram müjdesi, İstanbul'dan dönen kardeşin Tırtıl denetiminde gittiği tahlilden çıkan sonuç neticesinde anlaşıldığı üzere C-19'la aralarında bir kankalık ilişkisi kurulmuş olmasıydı. Muhtemelen uçakta ya da havaalanında bulaşmıştır diye düşündük. Nedense gittiği düğünde olabileceğine pek ihtimal vermedik. Oysa düğüne ben de davetliydim ama hediyemi onla göndermiş, gerisini telefonla halletmiştim. Acaba bir kez daha mı sıçradı çekirgem, diye düşünmekteyim!

Onun önceden ve telefonla hallettiği kurban işi doğal olarak bana havale oldu. Araba kullanmakla vedalaştığım için direksiyona Tırtıl, co-pilot konumuna da ben geçtim. Biraz izledim ki bizim oğlan fena değil, hatta umduğumdan da iyi lakin araba da otomatik, diye düşünerek yine de geçer not verdim. Ve navigasyondan da destek alarak vardık köye.

Oysa eskiden olsa babıda (babannem) ile ben hayvan pazarına gidecek, babıda satıcıların homurtuları arasında hayvanları seçecek ve kesinlikle koç olacaktı alınanlar.

Pazarlığa damardan girişecek, el sıkışılacak, uzun süre kollar sallanacak sonuçta satıcı pes ettirilecek ve muhasip olarak ben de babamdan teslim aldığım paraları ödeyecektim. Sonra bagaja yerleştirilecek koçları eve getirecek ve kocaman bahçeye salacaktık. Bir iki gün de olsa onlarla sohbet edip vakit geçirecek, isim takacak, birbirimize alışacaktık.

Kesilmeleri üzse de bunu yaşamın bir gerçeği olarak kabul etmeyi çoktan öğrenmiştik.

İşin bir başka hoş tarafı daha vardı. Uçaklardan atılan mesaj kağıtlarını toplamak. Türk Hava Kurumu'nun uçaklarından atılan... Ve her koşulda, kapıya kim dayanırsa dayansın ekarte edip hayvan derilerini kapı teslimi yapmak üzere Türk Hava Kurumu'na götürmek ve bundan ekstra bir keyif almak.


Evi bulmamız zaman alsa da, Mamur Dağı'nın eteklerindeki Çukur Köyü'nün sokaklarında biraz uğraşsak da olay yerine varıyoruz. Büyük baş hayvanda hisseye girmişti kardeş lakin karantina nedeniyle evde kalıp gelemediği için de vekaleti bana vermişti.

Hayvanların sahibi ve kesecek olan bir oto tamircisi, bir usta daha var orada ve beni onunla da tanıştırıyor. Sektör üzerine konuşuyoruz. Çocukluğumdan başlayarak, onun adlarını bile duymadığı efsane karakterleri sıralıyorum. Elbette iş ahlakını, usta çırak ilişkilerinin ve de taze ustaların kendilerini yetiştirenlere duydukları saygıyı falan da ekliyorum uzun ve çok keyif aldığını hissettiğim sohbete. Usta şaşkın. Şu an bunları anlatabilecek bir ikinci kişiyi bulman çok zor diyerek kıymetlerinin altını çiziyorum. O yaşıma şaşırıyor. 6 yaşımda adım attım diyorum ve ne güzel ki efsaneleri gördüm ve yedek parçacıların en efsanesi de sünnetimizde kirvemiz oldu bizim.

Derken kesim için bizim hayvan calaskalın altına getiriliyor.

Teknoloji diyorum.


Vekaletleri veriyoruz ve kesim tekbir eşliğinde başlıyor. Ortam çok güzel, yokuş aşağı bir köy, adını da oradan alıyor ama dağa göre çukurda olsa da bulunduğu nokta itibariyle bayağı bayağı dağ eteği... Tırtıl bakamıyor. Olay yerinden uzaklaşıyor. Ben kaşarlanmışım sonuçta, kesimi baştan sona izliyorum.

Çok güzel kızlar var, evin kızları, 16-18 arası yaşlarda ve kumraldan esmere bir skala. O sırada bir zaman yolculuğu, Babannem sahne alıyor, benim 18'li yaşlarım, kadınlarla diyaloğa gireceği kesin, alttan alta yoklayacağı da... Ben şu desem kesin orada işi bağlayacak, o nedenle şakasını bile yapmıyorum.

Tırtıl kesimden sonra sahaya yanaşıyor, gözüme kestirdiğim, gerçekten çok beğendiğim bir kız var. Üstelik saç renginden ve gözlerinden yola çıkarsam ki öyle yapıyorum, kesimi yapan ustanın kızı olduğu kesin. Tırtıl'a "Şu kız çok güzel değil mi?" diye soruyorum. Evet, diyor, amcana söyleyip işi bağlatalım diyorum. Gülüyor. Çünkü babıdanın tavrını taklit ettiğimi anlıyor.

Hızar makinesine benzer bir alet var. Etleri sıyrılmış göğüs kafesleri onunla kesiliyor. O süreçte biraz dolaşıyorum. Semaverde odun ateşi. Miss gibi çayların habercisi.


Kazlara doğru yürüyorum. Minikleri etrafta oynaşta. Tavuklar ve civcivler dönüş yolunda, onlar yoldan sağa kıvrılıp kaybolurken avare bir civciv bir anda görmeyince ailesini panikliyor ve aranmaya başlıyor. Çok tatlı bir panik ve sürekli sesleniyor. Aradığı bir ses... "Hey yanlış yerdesin!" diye sesleniyorum. Kesim alanına geliyor çünkü ben oradayım. Aramızda zor da olsa bir yakınlaşma oluyor. Kalkıyorum, o da peşime takılıyor. Seslere yaklaştık, sağa kıvrıldım mı tamam. Duruyorum, ailesini bulduk. Teşekkür ediyor, vedalaşıyoruz.


Çayı "gelinim" getiriyor. Oğlana aynen bu şekilde anlatıyorum. Bunun da bir canlandırma olduğunu anlıyor. Ahh diyorum talihsizler, Babıda'ya yetişmeniz zordu ama anneme yetişebilirdin ki babıdadan sonra tüm anlatıklarım onun işiydi.


Şu anla geçmişin farklarından yürüyorum. Hayvan evden epeyi uzakta kesildi. Parçalandı ve etler kuşbaşılara varana kadar düzgünce kesilip poşetlendi. Her şey torbalarda.

Oysa küçük baş hayvanlar olacaktı. Bizle bir kaç gün vakit geçireceklerdi, sonra yıllardır aynı olan kasap gelip kesecekti. Babıda ve anne onları yiyeceklerimiz ve dağıtılacaklar olarak parçalatacak, bize kalanları da planlarına göre doğrayacaklardı. Annem mutfağa geçecek, kavurmayı yapmaya başlayacak, sonra kuyruk yağının kuşbaşı kesilmiş halini tavada kıkırdak haline getirecek ve sonraki günlerde, miss gibi tereyağı eritilmiş minik tavada o kıkırdakların üzerine yumurta kırarak bizi zevkten öldürecekti.

Bir bayram sofrası klasiği olarak kavurma sofrada olacak elbette, gelinler salataları yapacak, masayı donatacaklardı ve elbette ekmekler kavurmanın tencerede kalan yağına batırılacak ve Selahattin amcamlar ve dört erkek kuzen, Enver amcamlar ve iki kız kuzen, halamlar ve iki erkek kuzen sözün hiç eksilmediği o sofrada imrenilen aile olmanın tadını çıkaracaklardı... Annemin yufkalarını kendi açtığı enfes baklavası ve dolangeri ile de dibine vuracaktık hayatın. Elbette el öpmelerin her birinde verilecek bayram harçlıkları kağıt paralardan olacaktı. Ve elbette şımşıkır bayramlıkları ile ufaklıklar arada bir  ceplerinden çıkarıp sayacaklardı paraları.


Etlerle dönüyoruz eve. Covid'li şef maskesiyle. Biz de takıyoruz eve girmeden ve etleri şefe teslim ediyoruz. Bir süre sonra arıyor, kavurma hazır. İnip alıyorum. Enfes. Babıda ve annemi asla aratmaz bir beceri... Lakin ıssızlık! Ziyaret etmek için gideceğimiz, ahşap konaklarına ve kocaman bahçesine bayıldığımız Firdevs Hala ve Şişko Enişte yok! Babamın ilk ustası Ayı Mahmut'un zarif kızı Leman Teyze ve bayıldığım ahşap evleri yok. Mevlüt Enişte ve Remziye Hala, dolayısıyla onun dillere destan tatlıları yok... Kapıları çalan, sokağa çıkar çıkmaz da topladıkları paraların hesabını sevinçle yapan mahallenin çocukları yok...

Yani kısaca ve öz: Nerede o eski bayramlar...

7 Temmuz 2022 Perşembe

Ekonomi Tıkırında*

1 ağustos 2021

İskele'den çıkınca rotam belli olmuştu: Kahve Dünyası. Madem niyetim dondurmaydı ve geçen gün onların da dondurma yaptıklarını görmüş, bir an endüstriyel tadından ürkmüş olsam da şimdilerde hep endüstriyeliz zaten rızası göstermiş, sonra da demiştim ki: "O halde kitabımı orada okuyabilirim." Girdim. "Dondurma lütfen," dedim. "Topu 6 TL." dedi genç kız. Bir an bir top için 6 TL. fazla geldi ama kısmen de olsa zeki adamım; büyük mü küçük mü toplar, diye sordum ki büyükmüş. Hayalimde çocukluk dondurmaları var; vişne, limon ve vanilyalı sipariş ettim, porselen kasede hazırlandı ki toplar gerçekten büyük. Masaya döndüm, kitabımı açtım, okuma gözlüğümü çıkardım ve yazı için fotoğrafı çektim. Sonra vişnelinin tadına baktım ve gittim. Nerelere?..


5 Mayıs 2022

Hamdolsun dondurma sezonunu açtım. Bayramdan önce, turlarken bir gün, kahve fikriyle girip Kahve Dünyası'na, dondurma keyfiyle çıktım. Üç top dondurmaya ödediğim para* el yaksa da içimi yine de serin tuttum. Hakkaten yakıcı gelmiş olmalı ki, sonraki günlerde ayaklarım pek gitmiyor. Şu an bile sıcak değilim ama yaz bastırınca ne olur, bu protest tavır evrilir mi, bekleyip görelim?! Tabii ki dondurma keyifliydi... ama memleket hali sanki âna yine limonu sıktı.

Bugün, bir saat falan önce canım ısrarla hamburger istedi. Uzun zaman olmuştu ki güzel bir hamburger yememiştim. Düştüm yola. Daha önce hep telefonla istediğim mekâna bu kez yürüdüm; çünkü açık alanı pek hoştu. Caddeyi de görebileceğim masalardan birine oturdum. Yalnız oraya varana kadar aklım alternatiflere sürekli resmi geçit yaptırıyordu. Daha çok da fiyat kıyaslamaları sundu bana. Dinlemedim, şöyle keyifle bir çizburger yiyeyim dedim ki hakkını teslim edersem kesinlikle coğrafyadaki en iyi mekân ve hamburgerleri muhteşem.

Tatlı bir genç kız geldi masama. "Bir çizburger menü, lütfen," dedim. İçeceğimi sordu, onu da "Şekersiz bir kola lütfen," diye yanıtladım.


Fotoğrafta görüldüğü üzere hoş bir çizburger masadaki yerini aldı. Köftesi şahane, peynir uyumlu, köftenin üzerindeki çıtır çıtır incecik patateslerle sepete koyulmuş iri kıyımlar keyifliydi.

Tatlı tatlı, aheste aheste yedim.

Sonra doğal olarak kasaya gittim ve şok oldum. Hesap 99 liraydı. Hamburger ne kadar dedim. 82 TL dedi kasadaki genç adam. Oysa geçen yıl menü 35 TL idi. Bir enflasyon hesabı yapmıştım gelirken; devletimizin ve reisimizin verileri üzerinden... Sonuç 60 TL civarı çıkmıştı. Şimdilik hamburger defterini kapattım. Tam fiyatlara alışmışken bir sonrasında ansızın şoklanmak fena mı henüz kendime gelip de anlayabilmiş değilim!..




*Üç top 36 TL.
*Timur Selçuk'un 1980'deki albümünde yer alan Ekonomi Bilmecesi adlı şarkısından bir ifade.

22 Mayıs 2022 Pazar

Vortex Kitap Falan Filan Üzeri Kahve

Günlerimin hepsini cumaya çeviren kadınla tanışana kadar en sevdiğim gün cumartesiydi.

Bu cumartesi O sınav teri dökerken ben kendimi sokağa atıyorum.

İlk durağım; Trileçe, çay, kitap.

Sembol'deyim, güneş masamın kenarında, tavanlar açık ve üzerim gök kubbe. İstikamet sinema, filmse bir Gaspar Noé başyapıtı:

Vortex.


Kitabımı son yudumun ardından sırt çantama atıyor, ödeme için kasaya yanaşıyorum.

İşyeri sahibi emekli misiniz, diye soruyor. Ne kadar zamandır merak içinde olduğunu ama bir türlü soramadığını anlıyorum. Açıkçası ben de olsam merak ederdim: Zaman sınırı olmaksızın, mesai saatleri içinde de gelen, çoğu zaman sırt çantasından kitap çıkaran, şekersiz çay yanına bir şeyler ekleyen, çalışanlarla ilişkisi seviyeli, teşekkürü asla ihmal etmeyen bir adam.

Emekli olduğumu ama emekli olmadığımı tebessümle söylüyorum. Espri yaptığımı düşünüyor. Soruları dilinin ucunda sıralı, hissediyorum. Sonra sırasıyla erken başlamak zorunda kalan erken emekli olur diyerek ve Bağ-Kur'un altını çizerek meraklarını yanıtlıyorum.

Ve trende, yeni başladığım kitabımla birlikteyim.


Son siparişimde bir karar verdim ve bir günde, bilemedim iki, üç günde bitirilecek kitaplar seçtim. Miguel De Unamuno, adını duymadığım bir yazar, Yıldız Ersoy Canpolat'ın İspanyolca'dan çevirdiği Üç Örnek Öykü Ve Bir Önsöz adlı kitabı kafamız uyar demese ona uzanmazdı fikrim. Dün akşam Palmiye Kafe'de, İskele Meydanın'dan gelen şenliğe dahil konser coşkusu eşliğinde, şekersiz bir fincan çayımın yanına eklediğim ve tavsiye edeceğim ve az sonra fotoğrafta görülecek, BİM'den aldığım iki bar sayesinde vallahi keyifli zamanlar geçirdim.

2021'de çıkan Sonun Bacakları adlı öykü kitabı ile bana umut vadeden yazar duygusu yaşatan, aslında Farsça'dan çeviriler yapan, iyi bir yazar demek için biraz daha zamana ihtiyacı olan ve 2019'da yılın çeviri ödülünü Furuğ'un Rüzgâr Bizi Götürecek - Toplu Şiirler kitabı ile kazanan Makbule Aras Eyvazi'nin Furuğ Ferruhzad'ı hayatına dokunmuş; biri babası olmak üzere dört erkeğin gözünden anlattığı ilk romanı ama ikinci kitabı 119 sayfalık Başa Dönemeyiz'i bitirmiştim, öncesinde.

Piazza'nın bir durak öncesinde iniyorum; ara ara söz ettiğim, ürünlerine bayıldığım Tarihi Kılıçdede Fırını'ndan acıbademler almak için. Aslında dün gece uzun uzun telefonda konuştuğumuz enn sevdiğim kadına fırından bahsettiğimde, o da henüz tatmadığı acıbademleri sormuştu. Aklımda olduğunu ama sonra geçireceğim vakti göz önüne alarak, sertleşip kuruyacaklarını düşünüp vazgeçtiğimi söylüyorum ve hem filmi, hem de AVM'de yeni açılan Penguen Kitapevi'ni övüyorum.



Bugün gişe önleri şaşılacak derecede boş. Genç kadın ekranı açtığında koltuğumun kapılmış olduğunu görüyorum. Salonda bir ikinci kişi daha var ve o biraz daha önlerde. Standart yerimin bir önünündeki sıradaki aynı numaralı koltuğu alıyorum. Biraz daha vakit var. En alt kata iniyor, Migros'daki şarap reyonuna göz atıyor, bir ufak su alıyor, ama kafeteryasının önünden geçerken de yemekler benim gözümü alıyor.

Şimdi salona doğru yürüyorum. Kitap satılan açık alanın hemen önündeki resim sergisinde Frida'nın önünde kalıyorum. Bir kız öğrencinin elinden çıkma. İlköğretim okulu şehrin varoşlarından... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!

Nasıl zıplıyor, nasıl seviniyor, nasıl sarıp sarmalıyor fikrim beni, görmek lazım.*


Sinema katına çıkıyorum. Kitabımı açıyorum. Yeni tanıdığım yazar, ya da tanımakta olduğum Miguel De Unamano kafa dengi geliyor bana. 1864-1936 yılları arasında yaşamış. Kitabın 7.baskısı elimdeki ve bilindiğini ve kendisiyle ilgilenildiğini gösteriyor. Ben bilememişim, buna üzülmüyorum tabii ki, bazen geç tanımak iyidir diye düşünüyorum çünkü okuduğum öykülerde başka bir tat buluyorum. Bu tadı tarfileme çabası içindeyim. Benlerden biri diyor ki bunlar büyüklere masal. Ona katılıyorum, evet diyorum, aynı şeyi aklımdan geçirmiş ama çok emin olamamış, pek de cesaret edememiştim, yetişkin masalı demeye... İtiraf ediyorum ki aldığım tat tam da öyle. Elbette kendisi ile ilişkimiz devam edebilir ki enn sevdiğim kadın bir kaç kitabını okumuş, tanışıyor kendisi ile.


Bugün onunla -belki- bira içeceğiz, dün akşam saatlerce konuştuk, çok tatlıydı ve çok hoş sohbet ettik ve geçen gün yıldönümü akşamı için yazdıklarımı çok beğenmiş. Yani insan tatlı bir gurur içindeyken düşünmeden de edemiyor: Onca yıla rağmen, onca yıl sonra yaşanmış bir akşamdan ilkmiş, tazecik bir tanışmanın ilk birkaç gününden biriymiş gibi... sanki benzeri hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi bir keyfi, sarılarak yürüdüğü bedenden geçen tazeliği, sarhoşluğun sınırından gelip geçen cümleleri, ayın ışığına yükselen adımların ve sözcüklerin cazibesiyle saçlarının kokusunda yok olmayı aynı kadınla bir ömrün kaç keresinde bu kadar unutulumaz ve ilk bulabilir, diye sorasım geliyor.


Son yürüyen merdivendeyim, Penguen'in Kafe'si aklımı çelmiş durumda. Filmim standarta uygun olarak 6 numaralı salonda. Fakat o da ne?! Afiş farklı. Oysa fotoğrafını çekmeyi hayal etmiştim. Önceki filmin afişi olduğunu anladım ama âdet yerini bulsun diye yine de sordum. İlk kez bu saatte sinema katını bu kadar boş görüyorum. Koltuğuma oturuyorum. Hep oturduğum koltuğuma bir genç kadın geliyor. Reklâmlar artık bayağı uzun sürüyor. Üç sıra önümdeki genç kadın kalkıp salonun kapısını kapatıyor ve perdenin sol alt köşesine yansıyan ışık yok oluyor. Ve film tek açıdan yüzü çeken kameraya bakarak enfes bir şarkıyı seslendiren Françoise Hardy ile başlıyor.



O bittiği andan itibaren de film iki ekrana bölünüyor ve sonuna kadar öyle devam ediyor; ta ki filmin sonlarında bölümlerden birindeki görüntü yok olana kadar. Oyuncular muhteşem. Aslında zor görünen film nasıl başarıyorsa izleyiciyi çekip alıyor. Sadece ikinci yarının bir kısmında, "Bu kadar uzatmasaydın iyiydi be abi!" dedirtiyor ama sonra -salondaki- izleyicilere gerekliliğini kabul ettiriyor.

Film bitiyor.

Öncelikle şunu söymemem gerek ki ilk kez başka sinema, festival filmlerinden birinde üç seyirciden hiçbiri dışarı çıkmıyor aksine son isim kaybolup ışıklar yanana kadar yerlerinden bile kımıldamıyor. Bu bir saygı, tümüyle içgüdüsel, filmi sevdiler sevmediler kısmı söz konusu değil ama saygı duydukları kesin.

Soruyorum düşüncelerini. İkisi de daha önce Gaspar Noé filmi izlemişler. Bunu onun tarzından farklı bulsalar da daha çok sevmişler ancak başkalarına tavsiye konusunda, şiddetle öneririm noktasında fazlasıyla çekimseriz. "Açılıştaki şarkı?" diyorum. Onlar diğer şarkı diyorlar, yemek sahnesindeki olduğunu anlıyorum ve "Gracias A La Vida, Mercedes Sosa," diyorum. Dario Argente ve Françoise Lebrun'un üstün oyunculuk performansları konusunda hemfikiriz.


Bir an iki genç kadını kahve içmeye davet etmeyi, onlarla filmi konuşmayı düşünüyorum. Fakat bir şeyler atıştırmak da istiyorum. O halde Migros'un kafeteryasına. "Bir taze fasulye, lütfen."

Ev yemeği lezzetinde, anne eli değmiş gibi, ekmeğimi bana bana yerken, marketin içindeki devinimi izliyorum. Hoşuma gidiyor. Çıkarken bir şişe -paçoz- Cumartesi Sangria almayı, akşam belki yazarken usul usul içmeyi düşünüyor sonra evin oralardan al'a erteliyorum.


Penguen'deyim, manzaram enfes, teras şahane, masalar ve koltuklar hoş, kitabımı açıyorum. Kaliteli bir Americano.  Tütsü gibi. Nefis bir aroma... Hissediyorum. Usul yudumlarla filmin üzerinden geçiyorum. Sonra kitabın sayfalarında, manzaramın tadında kahvemin yudumlarında, hayatın dibine vuruyorum.


Trene yürüyorum, az önce kimlik kartı boynunda asılı zihinsel engelli bir gençle asansöre birlikte bindik, çok hoş sohbetle üst geçide çıktık, geçidin üstünde kemana eşlik eden ritm box'la oluşturduğu mini orkestrasıyla müthiş müzikler çalan genç adamı dinledik, alkışladık, emeğinin karşılığını verdik ve yine sohbet ederek, espriler yaparak yıllardır sanki arkadaşmışız gibi asansörden çıktık ve onun istasyon girişinde bekleyen ve bize doğru gülümseyerek el sallayan arkadaşına biz de  el salladık, buluştuk, aynı trene bindik, onlar inene kadar da sohbet ettik. Vedalaştık, tren kalkana kadar istasyonda beklediler...

El sallaştık...



Cumartesi Sangria kafamda, trafik ışıklarını ev yönünde geçiyorum. Artık daha çok istiyorum! Migros'tayım,

reyona ulaştım;

bakındım...

bakındım...

bakındım...

Ama Sangria yok!




*Frida tablosunun etkisiyle devam eden süreç merak edilirse buradan lütfen...

16 Mayıs 2022 Pazartesi

La Paparazzi

"Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekândaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla... Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek, bir teklifte bulundum."





Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri. Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı...

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki siyah-beyaz bir Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi.

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen."

Onlar masada yerini alırken mekânla ilgili izlenimlerimiz de olumlu yönde ilerliyor. Hımmmm hoş ve lezzetli bir meze tepsisi... Geleneksel mezeler ve zengin tepsisiyle biz varız ya, diyor mekân.




*

Dün sabahın erken saatlerinde, kimliği belirsiz, gizli bir numaradan bir mesaj düşüyor telefonuma. Küçük bir not ve iki farklı tarihli -yukarıdaki- iki belge ekli... Okuyorum, başlangıçta "Bu ne?!" diyorum. İlerledikçe ve tarih aralığı bünyeyi dürttükçe meraklanmaya başlıyorum. "Bir magazin değeri var mı?" diye düşünmüyor ama belgedeki kişileri merak ediyorum, ifadeler beni kışkırtıyor.

Bir de not var, verilen saat 16'nın tahmini olduğuna dair. Biraz zorlanacağımı düşünüyor olsam da merak gittikçe artıyor, zihnim heyecanlanıyor ve makineli tüfek hızında olasılıkları taramaya başlıyor. Mekânı zor da olsa bulabileceğimi düşünüyorken tam ben, bu kez yukarıdaki fotoğraf düşüyor telefonuma.

An itibariyle tek sorun saatin net olmaması ve kişiler...

Kastedilenin bir kadın ve bir erkek olduğu kanaatindeyim. Satırlardan aldığım his bu. Bu yeterli değil tabii ki, kendimi kandırmanın alemi yok, artık mekânı elimle koymuş gibi bulabilirim eyvallah da ya yanlış kişilere odaklanırsam, haberi tümüyle yanlış üzerinden kurarsam?! Ya cinsiyetler konusundaki öngörüm yanlışsa!



Fakat bu zorluklar bir yanıyla da kamçılıyor beni. Ama yeterli araştırmayı yapacak zamanım yok.

Ya şansımı denemeye kalkar ve boş atıp tutturamazsam?


İşte ben tüm karmaşaları iyice bulanıklaşan ve bir çıkış bulamayan zihnimde dolaştırırken, pat diye bir mesaj daha düşüyor ama bu kez başka bir endişe paçamdan çekiyor ve iki soru türüyor zihnimde:

"Yoksa biri beni izliyor mu?"

"Yoksa biri beni kullanıyor mu?"

Tedirginlikle etrafıma bakarken, ilgim ve meslek heyecanım ve tabii ki gittikçe artan merakım ve gelişen gizem sürekli beni olaya doğru iterken telefona bir mesaj daha düşüyor.

"Er kişinin kod adı BRNRS, fiziksel özellikleri: 1.85, 1.86 boylarında, şişman değil, kara kaşlı kara gözlü, benim kadar yakışıklı olmasa da eh işte... Ama çok uyanık biri ve takip edeni açığa çıkarma konusunda da maharetli... O bakımdan yakınında olma, kesinlikle tele objektif kullan, mümkün olduğunca rezil et ve açığa düşme, bir buluşma ayarlayacağız ve dolu bir zarfla memnun edileceksin. Ayrıca evine yakın yerdeki hiç bir ağacın yapraklarına güvenme, sürekli uzaktan izle, bugün önemli bir gün, önemli bir yıldönümünü kutlayacaklar ve o nedenle ana yol üzerindeki çiçekçiye mutlaka uğrayacaktır, orada ve uzakta bekle ki kuş önüne düşsün.

Gazan mübarek, Rabbim yar ve yardımcın olsun, La Paparazzi...

A-J 2..1"

Çiçekçinin komşusu kebapçının veranda camlarının arkasına, dar sokağın köşesine konuşlanıyorum. Biraz sonra tarife uygun, açık mavi kot pantolon, üzerinde beyaz kare çizgileri olan bir ton açık lacivert şık bir gömlek, koyu lacivert v yakalı bir kazak ve askısından mont geçirilmiş sırt çantası ile gözüküyor Kod Adı BRNRS, onun olmaması mümkün değil... Fakat içime de bir kurt düşüyor o an. Bu bir piyonsa? Beni açığa düşürmek için bir tedbirse? İçerideki hareketlerini izliyorum, önce başka bir çiçek soruyor anladığım ve o yok. Dükkânı dolaşıyor. Ve kır çiçekleri görüyor, açık mavi ve pembe gönlüm sende'lerden bir demet yaptırıyor; süslenmelerini istemiyor, sap boylarını biraz daha kısalttırıyor, sadece bağlatıyor ve hooppp sırt çantasına...

Ara sokağı dönüyor, ben dönmüyorum. Sahile inecek ve doğruca mekâna yürüyecek, saate baktı, biraz hızlandı; bu hatayı affetmem ben; hızla geri dönüyor, koşarak sahile onun önünde iniyor, mekânı buluyor ve cepheden görecek uzak bir noktaya, dondurmacının yanına konuşlanıyorum. O an avantajlı bir durumda olduğumu hissediyorum çünkü iskelenin meydanında uçaklar var, mini bir havacılık festivali, paparazzi pozisyonunda olsam da festivalle ilgili gazeteci rolünü rahatlıkla oynayabilirim.

Biraz sonra Kod Adı BRNRS görünüyor, doğrudan mekâna giriyor, etrafa bakınıyor, enn sevdiği kadını göremiyor çünkü henüz gelmedi ama ben bulunduğum yerden oraya yürüdüğünü görüyorum: Deri pantolonu, deri olmayan ve çok uyumlu siyah kot montu, bluzu, renkli fuları, bileğindeki şahane ve spor takıları, uzun, hafif dalgalı ve doğal saçları ile tam anlamıyla bir fıstık. İçeri kıvrıldı o da. İkisinin de mekân halkı tarafından çok sevildikleri belli... Özlenmişler. Her zamanki masalarındalar, tahminimce.

Bir dinleme cihazı yerleştirilmedi bildiğim fakat büyük olasılıkla dinleniyorlardır diye düşünüyorum. Meze tepsisi geliyor. Seçimlerini yaptılar. Bir 35'lik Yeni Rakı, dedi dudaklarını okuyabildiğim kadarıyla. Tele ile izliyor arada fotoğrafları çekiyorum. Nasıl coşkulu bir sohbet ama. Deli gibi merak ediyorum. Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz. Kadehler tokuşuyor, delicesine bir keyifle ama yudum yudum içiyorlar ve uzun cümlelerle gülümseyerek, kimbilir neler neler konuşuyorlar.

O ara bir ışık yanıyor bende ve bir mizansen yaratıp, yakın masalarından birine oturup, konuşmalarını kaydetmeyi düşünüyorum; kendim için.


Üç saati geçtiler, biz sevgilimle 15 dakika konuşup susarken onlardaki bu boşluksuzluğa imreniyorum. O ara, ara çayları geliyor. Nasıl da canım çekiyor. Tam o esnada da yandaki dondurmacıdan bana bir kase dondurma geliyor. "Ben istememiştim, bir yanlışlık olmalı," diyorum. "Hayır, bize, özellikle tele objektifli bey için olduğu söylendi," diyor genç delikanlı. Durumu Aj-2..1'e bildiriyorum. Söylemiştim çok uyanıktır diyerek ayarı veriyor. Açığa düştüysem de umursamıyorum. Onlar bir 20'lik daha istiyorlar ve çok şık bir karafla geliyor. Artık dayanamıyorum. Açığa düştüğüm de sabit olduğuna göre sorun yok, direk karşıya geçiyorum, onlar enfes bir sohbetin derinindeler; birbirlerinin gözlerinde öyle kaybolmuşlar ki beni fark etmiyorlar.

Masalarında yaşam akıyor; gülümsüyorlar, her konuda konuşuyorlar, espri yapıyorlar; fakat, ikisinin de flörtöz göndermelerine paha biçemem. Muhteşem bir andayım. Besleniyorum.

Kod Adı BRNRS büyük bir laf ediyor tam o sırada; o lafın öncesinde geçmiş dönemden ilginç bazı ilişkilerinden ve karakterlerden söz etmişti, şu an söyleyeceklerini can kulağı ile dinliyorum: Geriye baktığımda sanki yüzyıl yaşamışım ve bu yüzyılın içindeki bölümler biribiri ile ilişkili değil, farklı zamanlarda başlayıp biten olaylar içinde özü aynı ama yine de farklı bir tür Dr. Who'ydum ben, anlamını çıkarttığım cümlelerini, sohbetlerde satmak üzere not alıyorum. Sonra diyor ki senle bir şekilde biterse, ben dükkanı kapatırım. Kadın gülümsüyor, olmazmış gibi düşünüyor. Abi o kadar tatlı, net ve hoş cümlelerle nedenler ortaya koyuyor ki içimden alkışlamak geliyor. Sonra pandemi nedeniyle yapamadıkları interrail'i konuşuyorlar. İskandinav coğrafyasında... Bir imrenme sebebi daha ben için... Sonra içinde Hopa geçen bir cümle kuruyor abi, oradaki bir çiftten söz ediyor. Ben bu abiyle bir gün oturup dertleşmek istiyorum. 15 dakikadan uzun konuşamasak da sevgilimi seviyorum. Abiden işin sırrını öğrenip, ilişkimi geliştirmek ve onlar gibi saatlerce bir rakı masasında oturabilmek, onlar gibi gezebilmek, hiç ses yükseltmemek, espriler, muzırlıklar yapmak, kıymet bilmek, yıllar yıllar geçse de aynı aşkı aynı aşkla sevmek istiyorum.


Ben kulak misafirliğimle gaz ve fikir aldığım hayallerimde sevgilimleyken... Tak diye bir kadeh rakı koyuluyor masama. Bir de bir tabakta bir kaç meze. Şaşkınlığımı fark eden garson, "Arka masadan afiyetle... Size." diyor. Mecburen dönüyorum. Saygıyla ve sevgiyle selamlıyor, ilişkilerine hayranlığımı ifade ediyor, kirli işim için özür diliyor, tüm fotoğrafları siliyorum. O sırada onlar masalarına yanaşan çok tatlı kediyi besliyorlar, işaret ediyorlar ve "Bir arnavut ciğeri daha lütfen," diyorlar; az önce sakilik yapan, en tatlı kadının güleryüzlü sözlerle iltifat ettiği genç kıza.


Karpuzlar müessesinin ikramı, öyle de serinler ki... muhteşem bir final yaptırıyorlar, karaftaki rakıyla.

7 saate yaklaşmışlarken, kalkıyor, herkese teşekkür ediyor, beni de selamlamadan geçmiyor, şans diliyor ve çıkıyorlar.


Çok sevdim onları, makineyi kapatıyor ama takip ediyorum; imrendim, evet ve işin sırrını öğrenmek istiyorum. Dipdibe yürüyorlar, hafif çakırlar, arada bir sallanıyorlar, bıcır bıcırlar, onlar geceye, gece onlara çok yakışıyor. Gökte ay. "Yaz geliyorr!.." dedirten bir hava... ve ertesi güne dönmeye hazır ışıl ışıl gece. Anlıyorum ki istasyona yürüyorlar, son sahneyi deli gibi görmek istiyorum. Turnikenin önündeler, dünya umurlarında değil. Birbirlerindeler. Kartı okuttu abi ve hanımefendi geçti, binene kadar bekliyor, şimdi dönebilir. Ayakları yerden kesik yürüyor. Eminim ki gittiğinde telefonu aranmış olacak. O da arayan numarayı geri arayacak. Yine unutulmaz bir geceyi kumbarasına atarken, karşıdan, evdeyim cümlesi gelecek. İyi geceler dilenecek ve yüzde muhteşem bir gülümseme ile uykuya gidilecek, cümlelerimi de içeren raporumu Aj-2..1'e yolluyorum ve telefona uykudan uyanacak olsa da sevgilimin numaralarını tuşluyorum, cümlelerim hazır, kalbim sıcacık... Uyandırdığıma belki kızacak ama geri dönüş cümleleleri muhteşem olacak.

Eminim!

La Paparazzi.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP