İstanbul Modern etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul Modern etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2019 Pazartesi

Demir Küpte Günü Batırmak

Öncesi

2.Gün 

18 Aralık 2016

Güzel gecenin günü yeni doğmuş bebek tadında, sıcacık ve pırıl pırıl. Çok kara olmayan karga güneşin tadını çıkarırken sanki de uzaklardan gelecek birini bekliyor. Ondan aşağı kalır bir yanımız yok. Dipdiri, suyu verilmiş çelik tadında, kış güneşli sabahı içimize çekiyoruz. Balkondan bakınca görebildiğimiz, bir kaç saat içinde varacağımız, pek de güzel anlar yaşayacağımız coğrafyada her şey yolunda. Sabah rutinlerinin ardından hazırlanıyor, çantalarımızı odada bırakıp, yine güzellikler geçerek kahvaltıya iniyoruz. 


Akşamın tüm izleri silinmiş mekân, pırıl pırıl; odalarından birine hazırlanmış kocaman açık büfe, hem ürün çeşitliliği hem de estetik açıdan kusursuz. Dışarıdaki aydınlığa oranla içerinin loş hali, henüz uyanamamış "hane halkından" dolayı salondaki sakinlik, kahvaltıyı kapatmışız hissi veriyor. Sükunet muhteşem. Abdülezelpaşa Caddesi'nden akan hayat şimdilik ıssız; tatil sabahı mahmurluğunda... Deniz pırıl pırıl.


Balat'ta, Haliç'e bakan bir masada, güneş bütün şefkatiyle yaşamı ısıtırken, lezzetli böreklerin tadını çıkarıyoruz. Özenle seçilmiş kahvaltılıklar ve aynı özenle düzenlenmiş bir alanda şahane bir pazar keyfi. Güzel gecenin, güzel olacağı hissedilen gününe bundan daha güzel bir başlangıç olamazdı. İkinci çayımı alıyorum. En sevdiğim kadın kahvesinin keyfinde. Dün geceki masamız gözümüzün nuru. Az ötemizde ve aydınlık penceresinin önünde... Seviyoruz onu. Yumurta tokuşturmayı yine ben kazanıyorum. Ardımızdaki eski Roma surunun hemen dibinde, yani mekânın içinde, kadim bir su akıyor; yılların ötesinden bir kaynak suyu. Kıymetli. Beyaz örtülü, çiçeği eksik bırakılmamış masalar bir başkadır... Beynim kısa süreli bir zaman yolculuğuna çıkıp, bir an canlandırmasının içine yerleştiriyor bizi. Sonradan doldurulmuş yolu ve gezinti alanını sıfırlayıp, denizi bulunduğumuz masanın dibine taşıyor. Öyle kalmalıydı diyor iç sesim.


Bitirince kahvaltımızı, tekrar odaya çıkıyor, çantalarımızı omuzluyor, son kez sevimli ve kadim oturma odalarına göz atıp vedalaşıyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz; güzel anlar yaşadığımız, çok da memnun kaldığımız, hikâye tamamlayıcısı Troya Hotel Balat'tan. Sabahın güneşli soğuğu yanaklarımızda, gözlerimiz mutlu, tadını çıkararak sabahın, planladığımız noktalara doğru yürüyoruz.


Bir tereddüt yaşasak da, daha Unkapanı Köprüsüne gelmeden, Haliç'in sağını değil solunu seçiyoruz.  Kadir Has'ta öğrenci olmayı düşlüyoruz. Tur hazırlığında olan vapurlara imreniyoruz. Oltaları denizde, bakışları hayat gailesinde, günlük nafakasının peşinde ve sigarasını dudağında unutmuş balıkçılara bakarken, nedense Sait Faik düşüyor düşüme. Şişhanenin dibinden, bizim istikametimize göre Haliç'in solundan Karaköy'e doğru, pek de neşeli cümleler kurarak yürüyoruz.


Orada ne işleri var diyecek pek çok insanın aksine benim için tadı hâlâ aynı, gün pazar olduğu için kapalı küçük büyük rulman dükkânları, hırdavatçılar, yedek parça dükkânları, aralara sıkışmış küçüklü büyüklü esnaf lokantaları, minik çay ocakları, çağa biraz daha uyan -taklitçi- kafe özentisi, önlerine bir kaç masa atılmış, suya yakın, zamanın ruhuna uymuş teneke büfeler... ve elbette tüm bu yolun geçmişini, eski ve canlı zamanlarını çok bilmiş tarihi şahsiyet edası ile, bugününe mezbelelik diyecek insanların aksine, sevgiyle anlatan ben.

Bir süre sonra, doğruca Galata Köprüsüne gidecekken, sağa kıvrılıp aynı noktaya daha geniş bir açı çizerek varma kararını veriyoruz. Epey de eğleniyoruz. Bir yanda da sahildeki değişikliklere, inşaatlara üzülüyoruz. Karaköy'ün kedileriyse kaçmaz. Hani bilmeyen biri görse, kendilerine kaidesinin üzerindeki ne güzel kediler heykeli muamelesi yapması kesin. Ne de canlılar, ne kadar gerçeğe yakın yapmışlar denileceği mutlak. Pek emin olunmadığında, acabalı sorular sıraya dizildiğinde, birazcık tereddüt edince de dokunup kontrol edilmesi muhtemel  kediler... Seviyoruz kendilerini.


Keçiler de kaçmaz. Asla kaçmaz! Gençlerbirlikli-söylenişi bile güzel*, en Alkara yol arkadaşım ve cümle Gençlerbirlikliler için, kutsal. Bir de laf aramızda, sayı olarak diğer takım taraftarları kadar çok olmasalar da, entelektüel kapasiteleri, deplasman kaçırmamaları, yardımseverlikleri, akademik kariyerleri, takımı sahiplenişleri, örgütlenme ve hoca yollatma becerileri açısından koca koca takım taraftarlarına etki anlamında nal toplatırlar. Bulaşmayın!



Ve varıyoruz İstanbul Modern'e...

Milyon kere gelsem bıkmam... bıkmayız. Dünyanın tüm islerinden, çirkinliklerinden, can sıkıntılarından, siyasetin kirleten yorgunluklarından, gamdan kederden, acıdan isyanlardan kurtulmanın en güzel noktası. Rehabilitasyon merkezlerinin âlâsı. Canımın içi. Hoş bulduk. Sırt çantaları dolaba.

Meğerse yalı salonu orkestrası sabah konseri için bizi bekliyormuş. Öylece kalıyoruz. Enfes bir yerleştirme. Bir kenara çekildik ve izliyoruz. Müthiş bir gerçeklik duygusu. Şahane tebessümler içindeyiz. Olağanüstü bir sessizlik ama duyuyoruz. Zevkle, hayranlıkla, şaşkın bir rüyanın tadında-uzun süre- dinliyoruz. Göğe eriyoruz yahu... göğe.


Sonrasında... girdiğim odalardan birinde oynamakta olan kısa filme bakınca, kala kalıyorum, oturuyorum kanepelerden birine. Yıl 70'ler. Toplum polisleri devri. Umutlu ama zor yıllar. Amcamın kitapları yakılırken, mahallemizde İşçi Partisi'ne 3 oy çıkarken, hiç aklıma gelmezdi ki bir gün de annemin korkularından, mutfak çekmeceleri çıkarılıp onların altına saklanmış kendi kitaplarımı yakacağım. İzliyorum. İçim kararmıyor. En sevdiğim kadın güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Karanlıktan, aydınlık pencerenin önüne çıkıyorum. Orada kalıyorum. İstanbul Modern'den, denize ve akıp giden hayata bakıyorum. Filmi ona anlatıyorum. O... Enn sevdiğim kadın.


Ferah, sade, insanı yormayan salonlarını dolaşırken, her bir resme, objeye göz atıyor, bazılarının önünde kalıyoruz elbette. Bunlardan biri Burhan Uygur'un ahşap ve tuval üzerine karışık teknikle yaptığı Kapı adlı çalışması. Frene bastıran renklerin göz alıcılığı mı yoksa figürler mi, yoksa hepsinin birlikte anlattıklarını çözme çabalarım mı bilmiyorum. Düşünmüyorum da... Sonra bakıyorum!.. Sırrımı çözmeye çalışıyorum. Kalıyorum. Yazının tam da şurasında, İstanbul Modern üzerine bir gün harcasam ve başrolünde onun olduğu bir günü yazıya dökebilsem diyorum. Eserlerden de bahsetsem, tek tek. Saf, zaten pek anlamadığım teknik kısımlarına girmeden, kenarlarına yazılmış yazılardan okuduklarımdan ve anladıklarımdan notlar alarak, sadece bana anlattıklarını, hissettiklerimi kendi kelimelerimden yazıya döksem istiyorum.  Aynı yerinde bekler mi beni acaba?


Ben yukarıdaki düşüncelerimin samimiyetiyle, ilgimi çekenlerin önünde kala kala, kendimce anlamlar çıkararak gördüklerime, yürürken; yine ilgimi çeken, gerçekten beğendiğim ve etkilendiğim bir grup, ışıklı enstalasyonun önünde kalıyorum. Aslında kalıyoruz da benim kalmam başka türlü. Cesaretim kırılıyor. Okuyorum. Mimar Bilgehan Şenel'in beğendiğim çalışmasının açıklama bölümündekileri.


"Enstalasyon şehri çevreleyen deniz üzerinde gün ışığının yansımalarından ilham almaktadır. İstanbul'un karmaşık yapısı, hala bitmemiş bir şehir oluşu, mimari bozulmaları, farklı sosyo kültürel yapısı, yıllar içinde aldığı göç, farklı sosyo ekonomik kesimleri içinde barındırması, kapsamlı bir şehir planının olmaması, sonuçta planlanmamış doğaçlama gelişen, tarihi dokusunu, yeşil dokusunu koruyamamış beton ve demirden bir kent oluşturur. Tasarımda kullanılan ham demir konstrüksiyon inşaat sahasına dönüşen bugünkü İstanbul'u temsil etmektedir."


Şimdi bu bilgiler ışığında aynı çalışmaya bakıyorum. Bu kez sanki görmeye başlıyorum; az önce ışıklı bir obje olarak hangi odama koysam acaba, diye düşündüğüm şey, yani Demir Küp, anlam kazanıyor... gün batımı, anlam kazanıyor. Şu yazma fikrim zenginleşiyor. Önce ben ne anladım, sonra açıklamaları okuduktan sonra ne anladım şeklinde bir yazı hayal etmeye başlıyorum bu kez.

Balkonda manzara hep güzel. Tarihi yarımadanın en güzel görüldüğü noktalardan birindeyiz. Güneşin karşıdan vurması teknik açıdan sorunlu fotoğraflara sebep olsa da başka türlü güzeller. Balkonda oturabiliriz. Güneş ısıtıyor.

"İki frambuazlı cheesecake lütfen."

"Frambuazlı cheesecake maalesef."

"Limonlu, frambuaz saslu cheesecake lütfen!"

"İki de limonata lütfen."



Bir yandan frambuazlı cheesecake'lerimizin tadını çıkarıp, lezzetli limonataları yudumlarken, bir yandan da devletimizin müteahhitler eliyle önümüze serdiği, canlı enstalasyonu izliyoruz. Pek topoğrafik bir yerleştirme. Bitince acaba, alışır mı gözlerimiz?


Güneş, açıktan geçen şehir hatları vapuru, miss gibi limonata ve bu kez yenilen frambuazlı cheesecake, nelere alışmadın ki deyip teselli ediyorlar beni... sahi nelere alışmadık! Biraz daha oturuyoruz balkonda. Sonrasında küçük adımlarla dolaşa dolaşa, baka baka, bazı eserlerin önünde kala kala, şimdiki zamanın İstanbul Modern'ini içimize ve anılarımıza kazıya kazıya kitapların olduğu alandaki -sanatsal-çalışmaya varıyoruz. Seviyorum alanı. Matrixvari bir filmin içindeymiş gibi hissediyor, bundan da çocukça bir tat alıyorum. Her ne kadar kız arkadaşına-çirkince- ayar veren bir adam ayarımı bozsa da, ve tepki verme damarlarım hareketlense de, bunun da filme dahil iki karakter olduğunu düşünüyorum.


Sırt çantalarımızı alıp çıkıyoruz. İnşaatların arasından geçmek, binaların sessiz hali, bir sürü yasak tabelası, baretli insanlar, beton mikserler, gelen giden dev kamyonlar ve bunca gürültünün arasından kafasını çıkaran garip sessizlik;  Matrix oyunumu sürdürmeme katkı veriyorlar. Varınca yeşil alanlara ve caddenin canlılığına, dünyaya dönüyorum. Aslında ve nedense İstanbul Modern'den çıktıktan sonra yürüdüğüm yollara bayılıyorum. Garip? Ve her seferinde, geçtiğim yollar sanki İstanbul'a ait değilmiş de ben bir rüyanın içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum.


Şu binaya fazlası ile şefkatliyim, aramızda yıllardır süren -sessiz- bir iletişim var. Bana bir hikâye anlatıyor ama ne? Görmüş geçirmiş yalnızlığının çok şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi olduğunu hissediyorum. Bir gün orada olmazsa ve ben onunla sohbet edip onu dinlememiş olursam o güne kadar diye de, çok korkuyorum. Karaköy'ün alışveriş merkezi tadındaki alt geçidine neredeyse varıyoruz. Buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız, saatten cüzdana, tişörtten kupalara, magnetlerden kolyelere, küçük küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Sevdiği arkadaşlarını asla boş geçemeyen bir tanıdığım var.

Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenlerinden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!


Keyifle çıkıyoruz Taksim'e. İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a. Rus Konsolosluğunun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Bizi Çiçek Pasajı paklar! Öğrenci yaşlardayken ama maalesef ben öğrenci değilken, iş için geldiğimde İstanbul'a, Liseden -can-arkadaşlarımla buluşur, eğer başka bir planımız yoksa mutlak buraya gelirdik. Severdi de sanki Cavit Abi bizi. Entelektüel Cavit'in mekânındayız yani. Huzur'da. 

"Bir midye tava lütfen."

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen"

"İki de bira lütfen." 


Tam da herkesi kendi hardalını yapma merakının sardığı sene, geliyor hardal, peşinden de doğal olarak uyarı. Fena yakar çünkü! Gerçi hardallık bir işimiz yok ama oğulu da kırasımız yok. Tecrübeliyiz de. Birazcık alıyoruz. Gözümüzden yaşı başarıyla getiriyoruz ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ne yazık ki acımız bununla kalamıyor. Daha  Abi maharetlerini ve hardallarının nasıl özel olduğunun altını çize çize anlatacak.

Sonrası her zaman olduğu gibi iyilik güzellik. Sonuçta günün en güzel saatleri. Sigara börekleri hayal ettiğimiz gibi olmasa da, iki bukalemun olarak, onları da çok güzeller yahu kategorisine terfi ettiriyoruz. O zaman bayılıyor, bir süre sonra bir daha istiyor, buz gibi biralarla çiçek gibi yapıyoruz günün bu güzel saatlerini. Ne becerikliyiz ama!

Dönüş saati yaklaşıyor. Çiçek Pasajından ayrılmak her zaman zor. İstiklal'de yürümekse her zaman güzel. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor. Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum.

Konuşa konuşa, İstiklal'in simge yapılarına baka baka Gezi Parkı'na varıyoruz. Sırtımızı ona verip banklardan birine oturuyor, Rusları, eylemcileri ve sıcak gündemi bir kenara bırakıp, önümüzden akıp giden kalabalığı seyre dalıyoruz. Rus büyük elçisinin bir suikasta kurban gideceğiniyse o an için düşünemiyoruz!

Sonrasında Havabüs ve Atatürk Havalimanındayız.

Elimizde kahve kokuları, dilimizde hoş sohbet, Demir Küpte günü batırıyoruz.


*Mahir Ünsal Eriş'in Sarı Yaz ve Kara Yarısı adlı son kitaplarındaki biyografisinden.

19 Nisan 2012 Perşembe

Felekten Bir İstanbul Çaldım

Üç yıl önceden beri yapmayı çok istediğim bir şey var: Konuşmak.

Bir  ya da bir buçuk ay önce: Sinyal vermeye başlıyorum. Yanıt aldıkça -yanıtlarını karşının bilmediği- bir soru yanıt oyunu hazırlıyorum.

Sonuç: Karar verildi. Ama tarih? Mutabakat sağlanıyor, fakat ucu açık.


Değiştirilmek zorunda kalınan asıl A planı: "Onu İnciraltı Meyhanesi'ne götürmeliyim, üstelik de ikindi rakısına. Ya da onun sevdiği bir yere mi?"

Gitmeden önceki son durum: Ancak saat 16 ya da 17'den sonra buluşabileceğiz. O zaman vakte ihtiyaç var. En uygun uçak dönüşü bile;  ulaşım, artı en az 45 dakika önce orada olma zorunluluğu yüzünden uygun değil. O zaman otobüs.. her yerden binebilme şansım var. Bineceğim yeri göz önüne aldığımda ekstra bir 20 dakika daha kazanıyorum.

Uçuştan 2 gün önce: Hımmmm hava parçalı bulutlu, güzel! Yeni A Planı: Sabiha Gökçen- Taksim, Tünel, Karaköy, İstanbul Modern, Salvador Dali , Kadıköy.


Uçuştan bir gün önce: Felaket, hatta maç iptal ettiren  yağmur haberi... oysa o gün için  parçalı bulutlu gözüküyordu!

B planı: Kadıköy ve Kadıköy

Yine uçuştan bir gün önce: Tırtıl kursa bırakıldı, bir arkadaş ofisinde çay ve poğaçalar...
Klavye ve Sunexpres'in sayfası, en sevilen anlardan biri yaşanacak, kalp atışları hızlandı.  Bingo!  15-A.

Akşam: Tırtıldan cep telefonu istendi ve hızlandırılmış bir cep telefonu eğitimi alındı.

Uçuş sabahı: Hava parçalı bulutlu, ısı 19 derece, fakat burada yağmur var. Son dakikada ayakkabılar çıkarılıp botlar giyildi. İhtimallere karşı seçenekli bir kıyafet tercih edildi: Jean, mavi gömlek, onun bir üst tonunda kapüşonlu bir triko, ekru ince bir mont..

Samsun- Çarşamba Havaalanı: İlk pişmanlık; oysa bir erasmus öğrencisinin satır aralarında yakalanmış ve akla kazınmış bir cümle var, onu evirirsem: "Yapmayıp da pişman olacağına yap da pişman ol." Uçağım standart renklerinin dışında ve en turkuazdan daha turkuaz. Ah o tereddüt!  Eksik fotoğraflar hanemde bir çentik daha.

Sabiha Gökçen Havaalanı: Hava uygun ama yağmurun izleri var.

"Bir sıcak çikolata lütfen!"

Dışarıya bakan camın dibinde bir masa, yeni bir plan. Kıyafetlerinden havaalanında çalıştıkları anlaşılan genç bir adam ve sevgilisi  tartışıyorlar. Konu basit ama kızda üslup ve inat çok tatlı.  "O ayakkabıyı giymeni istemiyorum."  Oğlan hince ve sevimli sevimli gülüyor. Kız ısrarcı ve giymeyeceğine dair söz vermesini istiyor. Bu oğlan için bir artı; kız belli ki onun sözüne güveniyor. Masadan kalkarken gülümsüyorum ikisine de... Oğlana dönüyorum ve "Bu kızın kıymetini bil, ve bir gün kapanmış kepenklerle karşılaşıp duvarlara konuşur hale gelmek istemiyorsan biraz da uğraştır ve sonunda dediğini yap. Çünkü çok samimi... ve o şirin duyguyu fark et." Gülüşüyoruz.

Kadıköy'deyim. An itibariyle B Planı uygulanacak gibi görünüyor. Yağmurdan hemen denizin dibindeki bir kafeye sığınıyorum.

-Bir kaşarlı tost ve bir çay lütfen.!


-Bir tost daha rica edebilir miyim.?
-Tostu çok beğendin galiba paşa.
-Paşa!!! :))))

Evet beğendim ama daha çok  vakit geçirip yeni bir A planı oluşturasım var. Yağmur geçti. Karşıda güneş göz kırpıyor.

Son kararım: Karaköy, İstanbul Modern, Salvador Dali, Tünel, Taksim, Tünel, Karaköy, Kadıköy. Bu planla birlikte kısa bir süre önce satır arasından alınıp kayda geçirilmiş bir eylem için bingo!

Neden?


Yüzümde şahane bir tebessüm, Namlı'nın önünde kahvaltı için kuyruk olmuş insanlara bakıyorum. "Siz gidin bir de Mihriban'ın orayı görün ve gerçek bir kahvaltı neymiş anlayın !" diyorum. Mihriban'ın orası...hımmmm!

İstanbul Modern:

Ödeme için bankoya yanaşıyorum.

-Bugün ücretsiz, sizi üye yapalım. 
 -Buralı değilim, teşekkür ederim.

Bir notum var ve biraz dolaştıktan sonrası için damağım kıpır kıpır. Çünkü referans çok güvenilir.

Terastayım. Hımmm şu masa güzel.!

-Frambuazlı Cheesecake lütfen!
-Frambuazlı Cheesecake yok maalesef. Limonlu var!

Katlar, fotoğraflar, La La La İnsan Adımları, muzır bir çıkarım!

Abdi İbrahim'in önü ve Van Gogh Live. Tereddüt. Oysa çok sevdiğim iki tablo var ve görmeliyim. Telefon, tuşlanan numaralar.

-Alo, naber?
(Tanıyamadı:))"Burası çok kalabalık sizi duyamıyorum. Sizi birazdan bu numaradan arim ben.." "Yahu benim ben, Buraneros.:))" (Kahkaha) Naber? "İyi.. senden naber? Sana bir soru soracağım ve üç şık vereceğim." "Dur dışarı çıkıp seni bu numaradan arıyorum.""İlk soruyu soruyorum: Şu an ben neredeyim? Şıkları veriyorum: a) İstanbul Modern b) İstanbul Modern c) İstanbul Modern. (Kahkaha) "Tebrikler ikinci soru: Ben ne yiyemedim? a) Frambuazlı Cheesecake b) Frambuazlı Cheesecake c) Frambuazlı Cheesecake"

"Bir de burada Salvador Dali değil Van Gogh var."  "Evet ya Dali Mimar Sinan'daydı." "Maalesef  orada da bitmiş muhtemelen." "Van Gogh'a gitsene". "Bugün iki yüksek sanat ağır gelir. İstanbul Modern'de İnsan Adımlarını gezerken aklıma hep "şu" geldi" "Koca bir sanat müzesinde baktığım sanat eserlerinden elde ettiğim çıkarım ve bana kattıkları "şu" Kahkaha ve bir cümle.


Tünel, iki foto ve  İstiklal. Hızlandırılmış bir tur yapmalıyım. Günde bir sürü bonus saklı olduğunu biliyorum, ve bugün hayatla hayatımın en güzel oyunlarından birini oynuyorum.

Neden?

Burada şu "Neden?" dolayısıyla sıralamayı değiştiriyorum. Çünkü daha çok merak ettirmek istiyorum. Tünelden çıktım. Yüzümde kocaman bir tebessümle dışarıdayım, bu günü  taçlandırmalıyım. İnci'ye giriyorum

"Bir profiterol ve bir limonata lütfen!"


"Bu çocukların CD'sini almalıyım." Giderken yarım yamalak dinlemiş, fotoğraf çekmeyi ve müziklerini iyice dinleyip CD'lerini almayı dönüşe ertelemiştim. O da ne çocuklar vazgeçtiler ve toplanıyorlar. "Niye gidiyoruz?" "Adamları görmüyor musun karşıya gelip dükkan açtılar, bir de kocaman adamlar."


O kocaman adamların müziği kulağıma takılmıştı ama ben sanki bir dükkândan geliyor sanmıştım. Çocuklar yer değiştirmeye karar verince ben bu koca adamları dinlemeye karar veriyorum. Üstelik de Corazan'ı çalıyorlar. Önlerinde epey kalıyorum. Bateri ve saksafon caddeye, saate ve âna  çok yakışıyor. Çok şahane bir ân  yaşamışım ve  mutluyum.

Neden?


Kısa bir süre önce satır arasından alınıp kayda geçirilmiş bir cümle vardı. O ân sahne sahne yaşanmıştı. Ve daha önce "bir ân için" yapılması planlanan eylem buraya bırakılmıştı. Kadıköy'de inilip de B planına geçildiğinde üzülünmüştü. Ama günün  sunacağı  bonuslara güven de sonsuzdu... Güneşi gördüğüm ânda eylemin kıpırtısı yüzüme şapşahane bir  tebessüm kondurmuştu zaten.

Neden?


*Ve oradayım. Kapısının önünde. Gülümsüyorum. Bu afacan halimi çok ama çok seviyorum.  İçerideyim. Bakınıyor ve  buluyorum. Ama o da ne, o yok! Kahretsin! Mutsuzluk...  "Asıl yeri "şurası" oraya baksana, kesin vardır." Aklımın bu önermesine şiddetli bir ret. "Hayır ben burada olsun istiyorum."

"Pardon, burada göremedim ama acaba .... var mı?" Görevli aynı yeri kontrol ediyor. Bense umut ediyorum. "Yukarı bir bakim." Onunla ben de çıkıyorum ve şiddetle orada görmek istiyorum. Merdivenler, ilk sıra, görevlinin rafa giden eli ve bingo!

Kasadayım. Ampul yanıyor. Kasanın önünde ödeme yapmaya hazırlanmış bir genç kadın kulak kabarttı ve o kulak kabartısıyla bir karar verdi. Bu ânı bir anlatımdan hatırlıyorum ve aynısını taklit ediyorum. "Bu kim?" "Falanyalı falanca."

"Onu da...?"



Aslında şu ân İnci'deyim. Mutluyum ve biliyorum ki hayatla her gün oynadığımız eğlenceli oyunun karşılığı bu bonuslar. Çünkü ben onu eğersiz seviyorum o da beni. Ödüllendireceğini biliyordum, hatta emindim deyip Limonatanın ve Profiterol'un tadını çıkarıyorum


Keyifliyim, ayaklarım demirlerde,  beklediğim saat yaklaşıyor. Şanslı bir adam oluşuma sevinip yukarı, gökyüzüne bakıyorum.


Kadıköy'deyim.. Telefonum -nerden benimse- çalıyor. Aldığım eğitimin faydasını görüp, açıyorum. Biraz konuşuyoruz ve telefon kesiliyor. Korkuyorum, "Ne kadar kontör ya da dakika vardı acaba" diyorum. "Olmadı şuradan bir yerden ararım," çözümünü üretiyorum. Fakat tekrar aramayı başarıyorum. Kadıköy'e ilk indiğim anda tost yediğim kafedeyim. Telefon çalıyor. Fark ediyorum ama telefonu açmıyorum. O'nu gördüm ve dışarıdayım.

*Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir ki o da Tırtıl'a aittir.

*Ek-14.08.2022

Buraneros'un Notu: Enn Sevdiğim Kadınla müzik ve İstanbul üzerine de yazışmıştık ve o Ada'da geçen bir ânından söz ederken ben bu çok tatlı hâli kayda almıştım ve onu, ânını taklit ederek;  daha önce okuduğum ve -enn- bayıldığım kitaplarımdan Amin Maalouf'un Doğunun Limanları ve CD için Ada'yı özellikle seçmiştim. O'na götürmek üzere yaşadığım bu keyif hayatımın en heyecanlarındandır. İçimdeki tatlı çocuk işte... Ve o çocuk iyi ki var ve iyi ki hiç büyümüyor.


Devam yazısı Günahım Var Boyumdan Büyük

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP