24 Şubat 2021 Çarşamba

Bu Da Mı Başıma Gelecekti!

Oysa incecikti; 114 sayfa-cık! 9.sayfadan başlayıp 114'ün çeyreğinde biten... Onunla Pelin Pembesi'nde rastlaştık. Kendini ortalara atmayan bir sessizlik içindeydi. Fısıldıyordu. Oysa ben bağırdığını, ama sessizce, göze girme çabası içinde olmayan bir vakarla bağırdığını duyuyordum, sanki.

Evet duyuyordum!

Bir süre kitaptan alıntılanmış satırların üzerinde kaldım. Onların fısltılarını da tıpkı Pelin Pembesi'nin fısıltıları gibi dinledim. Bir his düştü içime. Yazarı tanımıyordum. Fakat iyi bir okur olduğundan artık emin olduğum Pelin Pembesi hakkında yeterli fikre sahip olmuştum. Bir derinlik vardı yazılarda, tartışmasız. Bir ruh zenginliği öte yandan... Hayata dokunduğu mutlak  bir farkındalık ayrıca! Bir süre ilgiyle takip etmiştim önce, kitaplarının ve okuma yelpazesinin genişliği dikkatimi çekmiş, ruhun ulvi seslerini kıymetli bulmuş, bakış açısından etkilenmiş, sonra da blogroluma eklemiştim.

Kitabı fısıldayan yazısındaysa altı çizilmiş bir alıntı vardı. Cümleler, etkileyici idi. Ama roman karakterinin mesleği ben için daha cezbediciydi. O dünya hakkında dışarıdan da olsa bir fikrim vardı. Bir izleyiciydim ve yazıyordum. O yazılarım biraz da olsa camianın içine sokmuştu beni. Hayatımın enn güzel kadınından bilgiler alıyordum, camiaya yakındı ve arkadaşları vardı. İşte tüm bu bileşenlerin bendeki etkisiyle "Almalıyım... evet bu kitabı almalıyım!" demiştim. Blog da ilk cümleden itibaren"Kesin almalısın," diyordu zaten.

İlk kitap akıp gitmişti. Yazdım. Kurada ikinci çıkan bu kitabı ise adını vermeden belirttmiştim, yazıda. Şimdi altını çizerek duyuruyorum: Duygusal Adam. Yazar: Javier Marias. Çeviren: Neyyire Gül Işık.

Zorlu bir okumaydı sanki! Yazdıklarım da bu hissi verecektir muhtemelen.  

Fakat nasıl tanımlasam bilmiyorum ve buradan ötesinde söz edeceklerim bir yaman çelişki gibi duracak olsa da, öyle değildi işte!

Hap gibi içerim ben bunu diye düşünüyordum elime aldığımda, evet. İlk sayfaları okuduğumda bayılmıştım; bir trendeydim çünkü. Hatta Enn Sevdiğim Kadın'a coşkuyla anlatıyordum okuduğum sayfaları. Sonra bir konuşmada yazarın adını söyledim ve gördüm ki o tanıyor zaten; iki kitabını okumuş. Övdü. Fakat ben... evet ben... çoğu dev kitabı kısa sürede bitirmiş ben... üstelik de plasiyer diye adlandırılmış satıcılarla ilgili -kitaptaki- analizleri ve iki meslek arasındaki benzerlikleri gayet iyi anlayan ben... ve üstelik de onlara dair bir kanaati olan ve bunu kendi tanıdığım bir kaç kişi üzerinden somutlaştırmış, hatta enn sevdiğim kadına özellikle intihar örnekleri vererek anlatmış ve bu durumu da kitaba övgü ve beni ayrıca heyecanlandıran bir durum olarak onunla paylaşmış ben; çoğu zaman kitabı bir kaç sayfadan sonra bırakıyordum. Fakat bu bırakmalar nedense  rafa terk etmeme sebep olmuyor, bir başka kitabı da çağırmıyordu. Sonra, diyelim ertesi gün,  elime aldığımda bir kaç sayfa geri dönüyor, döndüğüm sayfadan devam ediyordum. Sanki bir yeni okuma zevki edinmiştim ve üstelik sanki kitaba dahil bir karakterdim; dün ne olmuştuları ölçüp biçiyordum!

Onunla aramızdaki bu fırtınalı ilişki 15 günden fazla devam etti. 114 sayfalık bir kitap ve 15 gün! Elime aldığımda bizzati harflerin arasından geçip canlı bir an lezzetiyle betimlenmiş alanlarda, görünmez bir izleyici oluyor, konunun zenginliği içinde renkler açıyor, olağanüstü zevk alıyordum. Ve sürenin bu kadar uzamış olmasına dışarıdan bakıldığında mutsuz olduğum, ya da kırıcı olur diye kitabı eleştirmediğimin düşünüleceği gibi kaygılar taşımıyordum ve 15 günde eziyetli gözükecek bir okuma olduğu düşünülecek bu duruma ve ondan vazgeçememe bir açıklama da getiremiyordum.

Hani desem ki "İşte klasik müzik dünyası, besteci adları, opera eserleri, oraya ait bir erkek, onun dünyası falan," bir de eklesem ki "bilmediğim bir dünya, üstelik sevmediğim bir müzik ve dolayısı ile bana ırak bir mevzu..."  Değil!

Üstelik, Carmen tadında bir kadın karakter var. Ve enteresan ve bir o kadar da aşık bir adam, bir eş. Duygusuz gibi görünen pragmatik bir iş adamı. Cümleleri akılda çevrilen ve o cümleleri üzerine düşündürten bir adam!

O zaman neden?

Neden hiç değilse bir kaç günde bitirip de kitaplığın okunmuşlar bölümüne koyamıyorum ben bunu?

Bir cevabım ne yazık ki yok...


Nihayetinde, bazı sayfalarını verdiğim aralar nedeniyle baştan aldığım, belki de 15'den biraz daha fazla gün sonunda bitiriyorum. Kapatıyor ve elimden bırakmıyorum. Vedalaşmadan önce bu beraberliğimiz üzerine düşünüyorum; onu sevdiğimi dokunarak ifade ediyorum.

Sanki bir ülkeden, bir yolculuktan yatağıma bırakılmış, o ülkede ilginç ve zengin karakterli insanlar tanımış, onlar beni göremeseler de ilginç hayatlarına tanık olmuş, oteli sevmiş, şehrin sokaklarında dolaşmış ve barda bir kaç kadeh içerken insanlarla merhabalaşmış ve bir iki kelâm etmiş, görünmez bir adam gibi hissediyorum kendimi.

Sonra kalkıyorum uzandığım yerden, Duygusal Adam'ı okunanlar bölümüne bırakıyorum kitaplığın.

Neden, Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri başlıklı serimin içinde yer almıyor bu kitap? Üstelik bu konuda çekincesiz de biriyim!

Peki ilk kez başıma gelen çok farklı bir okumaydı bu diyebiliyor muyum?

Hayatımın en özel okumalarından biriydi. Çok ilginç ve bu sıkıntılı gibi duran süre nedeniyle buna yine de bir açıklama getiremiyorum...

Karakterleri ve olayları gerçekten tanık olarak kaydetti mi kitaptan biriktirdiklerime?

Kesinlikle!


O halde derdim ne benim?




*Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri, merak edilirse buradan lütfen.



 

*PELİN PEMBESİ ile tanışmak için de buradan lütfen

17 Şubat 2021 Çarşamba

KarIşık Değil Hayat



Bir gün dışarıda lapa lapa kar yağarken...

Bir boş vaktimde...

Çıtırtılı sobanın başından bilmem kaç senedir baktığım aynı yerlere gözlerimi dikmişken...

Çocukluğumun düş zamanlarına gittim.

Orada bir çocuk, gecenin yakışıklı laciverti günün mavisine dönerken; kır sakallı, iskoç kareli ama ısrarla koyu ceketli; içinde mutlaka deriden, köstekli saat için cepli... hatta şimendifer resimli saatin ben demiryolcuyum dedirten zincirinin takıldığı bir iliği olan yelek, herdaim cami kokulu...

Hani amcalar kendi ölüm yataklarındayken gözyaşı damlalarının kelime olduğu anlatılarındaki, göz gözü görmez bir tipinin kapı altlarından, cam aralıklarından girip de birbirine sığınmış üşümüşlükleri daha üşümüşlükler yaptığı buz kesmiş bir sabahta... Siyah paltosu bembeyaz olmuş, elinde iki torba kömürle kapı ağzından ''Bu enikler olmasa bu çekilir bir çile mi?'' diyerek taa istasyondan şehrin bir tepesindeki fakir eve yürüyen...

Sadece bu tavrıyla bile sülaleye sorumlu baba olma duygusunu miras bırakan...

Tabakasından çıkardığı kağıdı baş parmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırıp tütünleri özenle yerleştirdikten sonra dudaklarıyla şöyle bi ıslatıp, alışmışlığın ustalıklı estetiğiyle sardığı ve bunu her seferinde bir ritüele çevirmeyi başardığı sigarasını ispirtolu çakmağı ile yakan...

Ondan son gazoz parasını aldığımın ertesi günü ölümün soğuk yüzünü ilk kez hissettiğim Dedemin, sabah namazına giderken biz sıcağa kalkalım diye yaktığı mangalın ısıttığı, babannenin sıcağından uyanılmış odada, sokak lambalarının sarı ışıkları altındaki dokunulmamış karı seyrederken...

İsterdim ki:

Hani demiştim ya yetişkin halimdeyken bi kere daha...

 "Hani ütülenmiş, hala temizlik kokulu ve ev ne kadar sıcak olursa olsun, o çarşafa ilk yattığında hissettiğin tazelik kokan bi soğukluk vardır ya!"  Tıpkı onun gibi...

...dokunulmasındı  beyazlığa,

hoyratlığın çirkin ayakları basmasındı hak etmediği ruha,

hiç iz olmasındı bu bebek aydınlığın üstünde...

O telaşlarla, kimbilir kaç sabah o dokunulmamış keyfi seyrettim.

Ve şimdi...


Bugünlerde yani...

Tıpkı o karın hiç dokunulmamış halini, o saflığı sevdiğim gibi.  
 
2009


****


Gün akşam ve hava karanlık. Pencereyi açıyor, denizi eve dolduruyor, sokak lambasından geçen kar tanelerini donduruyor, kaloriferin üflediği sıcakla ısınıyorum. Madrugada'nın albümünü koyuyorum. Sıra ona geldiğinde üç kez şarkıyı başa alıyorum, hatta birinde iki hoparlörün dibine ve tam ortalarına oturuyorum. Sırtımı bu kez, çektiğim ahşap ama kolçaklı sandalyeye veriyorum. Öyle dinliyorum. Derin ve etkileyen sesiyle her şarkıyı sahne sahne yaşatan, dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden biri olduğunu düşündüğüm Sivert Høyem'in bir cümlesinde, bir kez daha asılı kalıyorum. O esnada klibini bulup bloga koymaya karar veriyorum. Aslında bu paragrafı da 10 yıl önceki bir yazımdan alıp birazcık güncelliyorum.

 
Bir çay yapıyorum. İngiliz usulü. Sütlü ve iki şekerli! Ve tam on yıl aradan sonra dün gece, ilk kez, Madrugada* dinliyorum. Elimde enteresan bir roman!






*Madrugada kimdir derseniz de buradan lütfen

12 Şubat 2021 Cuma

Dün Tertibimle Konuşunca Gaza Geldim

Acemi eğitim dönemi bitmiş, 10 günlük dağıtım izninde işleri yoluna koymuş, usta asker ama usta birliğinde en alt devre olarak yeni birliğime katılmak üzere bir akşam vakti küçük amcam ve Ender Abi tarafından şehrime 1,5 saat mesafedeki, şahane arkadaşlar edinip efsane günler yaşayacağım Tugay'ımın kapısına bırakılmıştım.  Nizamiyede getirenlerle vedalaşmış, nöbetçi subayının yanına varmıştım.


İçeride, izinden dönmüş bir kaç asker daha var. Subay sırayla soruyor. Diyorum ki ben dağıtım izninden dönüyorum ve yeni görev yerim Tugay Karargâh Bölüğüne teslim olmam gerekiyor. Orada bir de çavuş var; bir görev için gittiği çarşıdan dönmekteymiş. Hava karanlık, aylardan kış. Subay beni bölüğüme götürmesi için birine bakınırken, o çavuş "Ben götürürüm," diyor. Birlikte çıkıyoruz, askerliğin adetindendir ve ilk soru hep odur: "Memleket nere?" "Memleket uzak değil, şura," diyorum. O konuşmaya hevesli, usta asker ve bir çaylak bulmuş. Babacan bir tavır takınacak, biz de geçtik bu yollardan tadında tatlı tatlı havalanacak. Alan açıyorum ona. Tadını çıkarsın istiyorum ustalığının. Kibar biri ama! Şafak sayan bir teskereci. İlk sorularından bir diğeri, acemi birliğim nere?  "Ankara Etimesgut," diyorum. Duruyor. Fırsat vermeden soruya, veriyorum yanıtını: "Ben tankçı onbaşı, ünvanım tank şoförü ve aynı zamanda tankımın komutan yardımcısı; tank komutanı şehit düşerse de hem tankın şoförü hem komutanı."  Ne havalı bir ifade ama! "Lakin an itibariyle düz piyade, sınıf değişince de rütbe gitti. Şu an tank ehliyeti olan ama tankçı olmayan vasıfsız bir er." Bir numara var bunda diye düşünüyor, zeki biri. Anlıyorum merak ettiğini, anlatıyorum hikâyeyi. O bağları hemen kuruyor ve bir isim zikrediyor. Anlıyorum ki ben varmadan dosyam varmış, varmasıyla da bir mevzu yaratmış. İsim ilkokul arkadaşım. Bölüğün çavuş rütbeli yazıcısı.

Varıyoruz yeni görev alanıma. Yeşillikler içinde güzel bir birlik. Sıcacık oda, sıcacık bir kucaklaşma. Akşam muhabbetinin ortasına düşüyorum. Bir demli çay geliyor hemen yandaki gazinodan. Güzel sohbet, bir kaç okul anısı ve odadaki herkes tarafından altı çizilen "İyi kurtardın tanktan," cümlesi. Oysa bir yanım üzgün. Ama mecburdum da! O ve arkadaşlarında benim adıma bir ferahlık! Laf lafı açıyor, bir kaç okul anısı daha ekleniyor, tanımadıklarımla hemen kaynaşıyor derken,  geçiyoruz koğuşa. Rahat ve derin bir uyku. Şafakla birlikte yeni bir maceraya, aslında bir varolma savaşına ilk adım!

Elimi yüzümü yıkayıp geçiyorum bölük karagâha. Bölük yazıcısı olan arkadaşım bölük assubayını geldiğime dair bilgilendiriyor. Dosyamı inceleyen -bölüğün her şeyi- assubay, benim tank bölüğüne gitmem gerektiğini söylüyor, dışarıdan duyuyorum. Arkadaşımın yüzünden düşen bin parça.  Akşam boyunca da sürekli eğitim diyerek zorluklarından konuştular. Aslında tankı çok sevmiştim. Kalpten. Bereyi de! Onun kızların gözündeki yeri bir başka! Aslında askerler arasında da... Kıskançlık yaratan ve imrenilen bir ayrıcalık. Ama öte yanda da beni bekleyen zorlu bir hayat var! Diyorum ki ben bir konuşayım, şu assubayla. Bunun münasip bir durum olmadığı ve kişinin özelliklerinden bahsederek kararın değişmeyeceğini söylüyor, arkadaşım. Bense gözümü kararttım ve konuşacağım. Umutsuzca ama arkadaşa kıyamamanın hatırıyla giriyor odasına... Çıkıyor ve girebileceğimi söylüyor. Çok üzgün.  Dedim "Üzülme, duydum." "Ben bensem ve haklıysam, bilirsin beni."  Giriyorum, kapıyı vurup içeri. Dinliyor ama görüyorum ki fikri net:"Sen tankçısın ve bizim işimize yaramazsın."

Artık yeter, diyorum ve  savaş baltamı çıkarıyorum gömüldüğü yerden. "Nerde," diyorum "bu tank bölüğü?" Varıp gidiyorum tariflenen yere. Park yerindeki sıralı tankları görünce eriyor bir yanım. Soruyorum binalarına varınca birliğin: "Tank Keşif Bölüğü nerede?" Diyorlar ki o da burada ama birlik 12 Eylül'den beri Çorum'da görevde, subayları da orada, sadece bir çavuş ve beş asker bölüğe göz kulak olmak ve nöbet için buradalar. Diyorum ki "Bana O çavuş lazım zaten," Diyorlar koğuştadır onlar. Giriyorum koğuşa ki uykudalar. Kalkıyor çavuş; gözlerinde şaşkınlık. Sarılıyoruz. Diyorum böyleyken böyle... O akşam ve bir kaç akşam daha onların koğuşta kalıyorum.  Gündüzleri arazi oluyor akşamları Tank Bölüğü ile ortak kullandıkları gazinoya takılıyorum. Bir de enteresan durum var ki 13 Eylül günü, yani bulunduğum andan yaklaşık beş ay önce efsane tatilden dönerken yol boyu durdurulmuş, sürekli kimlik kontrolünden geçirilmiş, Çorum girişinde de bu kez plakayı seçip de arabaya yanaşıp  kimliklerimizi isteyen  kara bereli asker bu arkadaşım olmuştu. Sessizce konuşmuş, ailesine iyi olduğunu, selam ve sağlık haberlerini iletmemi söylemişti. Terhisi çok yakındı ve o nedenle bölük hâlâ Çorum'dayken o ve diğer askerler an itibariyle kebap yapıyorlardı.

Gazinoda ben gibi sınıfı değiştirilmiş, yine ben gibi siz tankçısınız diye buraya postalanmış torpilli bir kaç askerle sohbet ederken, bölüklerinin zorluğundan falan söz ediyorlar, daha çok da tankların temizlenmesi canlarını sıkıyordu ve nöbetler ve sürekli eğitimler elbette... Yani kardeş buraya gelme diyorlardı. Bense an itibariyle sınırı geçmiş ama iki ülke arasındaki tarafsız bölgede kalmış aidiyetsiz bir kaçak gibiydim. Üstelik içinde bulunduğum koşullar nedeniyle aslında bayılsam da an itibariyle tank bölüğüne katılmak gibi bir niyetim zaten yoktu. Üstelik de dereceyle mezun bir tank şoförü olarak yıldız bir muharebe birliğine dağıtım olmuşken ve Ankara'da kalacakken, neden bu duruma razı olaydım!

Böylece bir kaç gün daha geçiriyorum kaçak olarak, pazartesi öğlene doğru bir haber uçuruluyor bana; iki bölük de beni aramaktaymış. Aslında Tank Bölüğü ile aynı binanın içindeyim, fakat yokum. Çünkü tank keşif bölüğünün koğuşundayım ve piyade şapkalıyım. Bir çözüm üretmeliyim! İçimdeki sana dik yapana sen daha dik ol gücü harekete geçiyor. Ve mümkün olmayacak bir işe soyunuyorum. Dağıtım olduğum bölüğe dönüyor,  benim tankçı olarak işlerine yaramayacağımı söyleyen assubayın karşısına dikiliyorum. Keskin bir netlikle "Ben bu bölüğe gönderildim!" diyorum. O da tam bir asker ve cevaben ve altını çizerek diyor ki "Sen tankçısın ve bölüğün orası." Öfkeleniyorum, ben sana sorarım bakışımı atıyor, başımı dikiyor, selâmı çakıp çıkıyorum. Bölük yazıcısı ilkokul arkadaşım ve birlikte çalıştığı başka bir çavuş merakla beni bekliyorlar. Diyorum ki "Bu tugayın komutanı nerede?" Tırsıyor arkadaşım, olacak şey değil bu! Vasıfsız bir er, nasıl çıkar onca kademeyi atlayarak koca generalin karşısına?

Gidiyorum, gözümü karartmış, söyleyeceklerimi kurmuş, tümüyle hazır durumdayım. Giriyorum karargâhın kapısından, soruyorum nöbetçiye odayı, çıkıyorum merdivenleri... O güne kadar muhatap olduğum en yüksek rütbeli subay, bir iki kere olmak üzere Zırhlı Birliklerdeki bölük komutanım yüzbaşı. Varıyorum kapının önüne, o ara yan kapıdan ben yaşlarda bir onbaşı çıkıyor, o an bilmediğim sonra iyi arkadaş olacağım bir tertibim bu. Soruyorum ona, söylüyorum görüşmek istediğimi ve sanıyorum ki  komutanın postası o. "Komutan şu an yok ama sen bu işlere bakan şubeye git," diyor. "Ben oranın yazıcısıyım," diye ekliyor ve gösteriyor kapıyı. Tıklatıyor ve giriyorum içeri. Bir kader anı!

Bir binbaşı ve asteğmen var masanın arka tarafında ve bir işle meşguller. Burada bir zaman sıçraması gerekli, ve bir parantez açmalıyım diye düşünüyorum. O halde aç parantez (İleriki zamanlarda  asıl binbaşım izinde olduğu için onun yerine de bakacak bu binbaşı. Ve o kısa süreli günlerde onu jipimle evine bırakıp sabahları alacağım. Sohbet edilebilir olduğumu fark edecek,  İngilizce öğreten bir dergisini abone olduğu bayiden alıp  ona verirken her akşam, bir vesile ile dil öğrenme konusu açılacak, hatırlamadığım bir sebeple ingilizceyi kullanmam gerekecek ve bir kaç günlük birlikteliğimizin sonucunda fark ettiği "kalitem" onda bir ışık yakacak ve benle ilgili biriktirdiklerinin ışığında hatırlayacak bu anı ve soracak: "Yoksa tankçı, o tankçı sen miydin?" Sonra gülüşeceğiz.

Şimdi  kader anına tekrar geri dönüyorum. Diyorum ki -yazıyı uzattığım kadar uzatmayarak-  kısaca, altını çizerek ve güvendiğim -aslında hiç tanımadığım- dağlar olduğunu hissettirerek: "Komutanım benim bölüğüm karagah bölüğü, ben de oraya gittim. Fakat onlar işlerine yaramayacağımı söyleyerek beni tank bölüğüne yolluyorlar."  O ara gözüm binbaşıda. Yüz ifadesi derdimi anlatamadığımı fısıldıyor bana. Alanı genişletiyor ve devam ediyorum: "Tamam tankçı olarak eğitildim, asıl dağıtımım seçkin bir mekanize tugaya ki sen seç deseler orayı seçerdim." (Ankara'yı çok istiyordum. Enn Amcam, yengem ve minik kuzenlerim Ankara'da yaşıyordu, hafta sonları evci çıkarım, hatta gecelere akar, sivil arkadaşlar edinir, gencim güzelim eğlenirim, diye düşünüyordum.)  O sanırım beni hafife alıyor ve benden öncekiler gibi pısacağımı düşünüyor ve son kararını açıklıyor: "Sen tankçısın, tank bölüğüne gideceksin." İçimden diyorum ki artık ölsem gitmem ve hiç bir güç beni oraya yollayamaz. O esnada şaşkınca beni izleyen asteğmene gözüm kayıyor. Binbaşı net. Ve anlıyorum ki tek kurşunum var  ve tek atışlık bir şansım. Bünyem level atlıyor. Başım göğe eriyor. Pençelerim sivriliyor. Gözlerimde bir kesinlik! Bir es veriyorum. Muhteşem bir sessizlik. Tertibimi görüyorum, pür dikkat ve şaşkın. Sürüyorum o son mermiyi namluya. Hedefi gördüm... ve diyorum ki "Komutanım, -tamamı yalan olmak üzere devam ediyorum; net, buyurgan, müthiş bir güvenle; sanki yetişkin bir ben daha içimden çıkmış ve dışarıdan bana bakıyor. Çocuk benle gururlanmış ve yürü be koçum diyor-  "Komutanım ben dün akşam bu durum üzerine K.K. Kurmay Başkanıyla telefonla görüştüm, durumu anlattım ve o bana dedi ki, senin bölüğün Tugay Karargâh"  Derin bir sessizlik ve şaşkınlık çöküyor ortama. Ordu kademesinin en altında bir asker, o kademenin iki numarası ile telefonla konuşacak kadar yakın! Binbaşı gülümsedi, işlem tamam! Ve biraz da şaşkınlıkla sanırım, soruyor: "Sen torpilli misin?"

Sonra  telefonu kaldırıyor, bölük assubayının bağlanmasını istiyor santralden. "Bu sizin askeriniz," diyor. Bölük assubayı aslında saygı duyacağım, hatta duyduğum -ve ileriki günlerde kanka olacağımız ama bir gerginlik de yaşayacağımız ki o başlı başına bir macera- tam bir asker, direniyor ve diyor ki anladığım: "O tankçı." Binbaşı da diyor ki "Bu sizin, çünkü anladığım bölüğü net çizilmiş, adrese teslim bir dağıtım olmuş bu. Yazılı -sınıf değişikliği- emri mutlaka gelir yakın zamanda ve başımıza iş alırız."

*Kara Kuvvetleri Kurmay başkanını tanımıyordum, tanımıyorduk, amcamın bir tanıdığı vasıtasıyla ulaşılıp durumum anlatılmıştı, daha önceki bir yazıda söz ettiğim gibi... Tankçılığı aşk derecesinde seviyordum. Hayatım normal sürseydi koşa koşa gideceğim ve çok istediğim bir birliğe çıkmıştı dağıtımım, üstelik  askerliğimi orada yapamamış olmanın, o tadı alamamış olmanın eksikliğini de hissettim ama öyle bir arkadaş grubu oluştu ki burada. Gelecek günlerde yaşayacaklarımızın her biri bir efsaneydi.. Özel durumum nedeniyle buraya gönderilmiştim. İnternet çağında değildik, bürokrasi yavaş işliyordu ve asıl emrin Ankara'dan gelmesi uzamıştı sadece. Ama geldiğim yerde az önce her biri bir efsane diye söz ettiğim yaşadıklarıma ve arkadaşlıklarıma bakınca.... ?



 




 

9 Şubat 2021 Salı

Mavi Kapaklı Sabah

Dün evde temizlik vardı. Evde temizlik olunca laptopumu ve iş defterimi alıp küçük kardeşin dairesine inerim. Her birimizde ötekinin dairesinin anahtarı vardır. Üç kardeşte üç farklı anahtar. Kapılar öyle çilingirle falan açılacak gibi değildir ve anahtar unutulursa sonu faciadır.

İnince dolabını açtım ve bir kaşarlı tost hazırladım kendime. Kahve istemedim. Mutfak tezgâhının üzerinde bir kutu kestane şekeri ve üzerinde bir çatal duruyordu. Açtım kapağını, elimle bir tane alıp attım ağzıma. Tost makinesinin başına döndüm. Gözüm yine tezgâhın üzerindeki kutuya kaydı. Bir tane daha... Sonra bir tane daha. Tostuma tereyağı sürmedim. Buzdolabında arandım, sonra vazgeçtim. Televizyonda İz TV'yi açtım. Sonra bilgisayarımı... Önce haberlere bakıp, bir iki köşe yazısı okuyup, şöyle de gündeme bir göz attım. Sonra gong çaldı. Günün ilk hareketini biraz takip ettim, bir fikir edindim, nasıl bir gün olacağının kokusunu aldım ve bir iki alım, bir iki de satım için fiyat belirleyip, talebimi ilettim. Yanımda bir kitap var. Son çeyreğindeyim. Biraz okudum kanepeye uzanıp. Sonraya bıraktım kısa sürede. Fakat dayanamadım, iş arası verip ara ara gelip yine okudum.

Aslında bir başka yazı yayında olacaktı bugün, bir kaç yerini düzenlesem hazırdı. Ondan vazgeçtim. Şimdilik tabii ki. Çünkü bu sabah, henüz gün ışımamışken ve yatağımın sıcağındayken yan yastığımdan aldım kitabı, hayranlıkla okumaya devam ettim ve bitirdim. Onu yazmalıyım diye düşündüm o an. Yazı için fotoğrafını çekmeye karar verdim. Çıktım yataktan. Yorganın dağınık hali hoşuma gitti ve üzerine koydum kitabı. Sadece okuma ışığım açıktı. Görüntü hoşuma gitti. Giyinme odasına geçip dolap çekmecesinden fotoğraf makinemi aldım. Bir kaç poz çektim ve içlerinden biri bu yazıda olacak diye düşündüm. Fotoğraf makinesini yerine koyup yatağa dönünce durdum. Bu nevresim takımının odama çok yakıştığını düşündüm. Beyaz çarşaf ve mavi beyaz çizgili yastık ve yorgan kılıfları ile yatak başımın olduğu duvardan başlayıp köşeyi döndükten ve banyo kapısının ardında biten mavi ve sonrasında giyinme odasının kapısından geçip balkon çıkışının ve kocaman pencereyi geçip sonlanan beyaz duvarlarımla ham ahşap mobilyaların uyumunun Kuzey'li havasını bir kez daha sevdim. Tasarımları bana ait sade ve beyaz kapılarımı da...

Enn Sevdiğim Kadın'la akşam uzun uzun sohbet ettik. Cıvıl cıvıl bir neşeyle. Ona sarılmayı ne kadar özledim. Yoksa pandemi de bir deneyim, eğlendiğimi bile söyleyebilirim. Yan yastığım hep boş kalmasın da istiyorum bir yandan. Elbette önce sağlık ve önce canan!

Gündemi konuştuk dün akşam. Espriler yaptık, güldük. Yarın güneşli, dedim. Hafta sonu sokağa çıkma yasakları sıktı, dedim. Bunu dün demedim. Geçtiğimiz hafta sonu dedim. Bir yerden atıştırmalıklar, sonra kahve mekânlarından birinden koca bir kahve alıp, kıyısında denizin, bir masaya yayılıp belki kitap okurum da dedim. Dedim mi? Yoksa bunu hayal edip de söylemedim mi acaba ikileminde kaldım şimdi.

Öğleden sonraydı sanırım. Dün öğleden sonra yani. İz TV'de bir hanımefendi Atina'daydı. Güzel anlatıyordu -ki yemek kitapları da varmış. Güzel bir programdı. Bir de Yunanlı hanımefendi vardı ona eşlik eden. Bir ara masadan kalktım, kanepeye uzanıp izledim. O esnada Atina'ya gitmeliyiz, diye düşündüm. Akşam bunu da konuştuk, Enn Sevdiğim Kadınla. Hatta dedim ki Atina artı Kuzey'de tren. Belki de bunu demedim. Aklımdan geçirmiş olabilirim. Ama Kuzey fikrimi biliyor. Konuştuk. O bölümü izler izlemez aradım. İnterrail biletlerine baktım, dedim ve ekledim: Lütfen TL'ye çevirme! Şunu düşündüm bir kaç gün önce aslında ve bunu enn bayıldığım yol arkadaşımla paylaştım: Dünyanın en güzel manzaralı tren yolculukları belgeseli ki altı bölüm, bitince, bir gün toplu izleme yapıp birine karar verelim. Kuzey'den vazgeçebilirim.

Tırtıl'a sormuştum cuma günü amcayla döndüklerinde. "Neden kestane şekeri almadınız?" diye. "İşimizi hemen bitirmemiz gerekiyordu," dedi. "Niye araba gelmedi?" dedim. "Onun gece yol izni yoktu ve yol izni olan arabayla döndük ve araba yarın gelecek," dedi. Dün akşam camdan baktım. Sunroof'u da var. Ben tadını çıkarmıştım ki kardeşim yan koltukta çıkarıyordu keyfini... Bir kez daha üç harfli arabayı bahçe duvarının önünde park halinde görünce akşam, onun adına çok sevindim. Sabah işe giderken personeli toplamayacak artık!  Neredeyse üç yıldır araba kullanmıyorum. Niyetim de yok. Eskimi hatırlatan bir performans yapsam mı acaba?*


Gün henüz ışımadı ve ben asıl yazacağıma değinmedim henüz. Bir kitap! Okudum ve bayıldım. Bu kez ben seçmedim bloglar fısıldadı. O fısıltılar arasındaki kurada çıkandı okuduğum. Yazarın bir kitabını okumuş ama hatırlayamamıştım. Raymond Carver. Büyük kayıp benim için! Bir öykü kitabı. Katedral. Mindmills* fısıldamıştı bana. Hatta Sevgili Neslihan bir anlamda kefil olmuştu. Bayıldım. Kısa cümlelerle ve sanki hepsi olağan bir durummuş -ki bence öyle-  tadındaki anlatıma ekstra bayıldım; öykü sonlarının bir sona varmamış gibi duran hali önce bir şaşkınlık yaratsa da sonra anladım ki bu bir tarz. Derin. Etkilendim. Taklit etmiş bile olabilirim. Üslubun etkisinden çıkamayıp da o tatla yazarken taklitçiliğimle yüzleşmenin tadına da bayılır, keyfini de yaşarım. Öyle yapıyorum. Okuduğum kitaptan bir diğerine geçtiğimde ilk anda yeninin üslubunu yadırgarım. Huyumdur. Başlangıcında yaşadım. Bu ne, bile demiş olabilirim. Ama sonra... evet sonra... seversem...  İçinde eririm. Eridim. Fena halde. Arka kapağı kapattığımda bile o eriyikten ayrışıp da hayata dönemedim. Tadı damağımdayken henüz, gidip giyinme odasındaki dolabın alt çekmecesinden fotoğraf makinemi aldım ve sıcağı sıcağına yazı için fotoğraflarını çektim işte! Sonra... Kurada ikinci çıkan kitabı çalışma odasına geçip okunmayanlar bölümünden kitaplığın... Aldım. Bir göz attım. Ve araya kitap almadan belki, fısıldananlarla devam kararını verdim. 



*Bu Kez Ben Seçmedim Bloglar Fısıldadı için buradan lütfen !

*Bir permormans hikâyesi Radara Gir ki Görem için buradan lütfen.

MINDMILLS ile tanışmak için de buradan lütfen!

2 Şubat 2021 Salı

Okuduğum Romandı

Şahane roman.

Doğum tarihi 1933.

Buram buram edebiyat kokuyor ve elimden onu hiçbir şey alamıyor.

Ve gerçek bir entelektüel; hayatın tozunu yutmuş, savaş alanı görmüş, dünya görüşü sağlam, muhteşem bir yazar:

André MALRAUX!



282. sayfada şöyle bir cümle var: "Hayatın içine sanatın araçlarını sokmak gerek dostum, hayır, hayatı sanata dönüştürmek için değil, Tanrı aşkına, hayır! Onu daha fazla hayat haline getirmek için!"


Bildiğim bir yazardı ta ezelden. Politik duruşu, ideolojik açıdan henüz çocuk bana yakın oluşu, İspanya iç savaşına devrimciliğin enternasyonelci karakterinin olmazsa olmazı çerçevesinde katılışı, organizasyona katkısı, 2. Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı Fransız Direniş Örgütü'ne katılarak verdiği mücadele, vurulup yakalanması ve akabinde kurtarılmasıyla birlikte Özgür Fransa Tugayı'nı örgütlemesi, savaş sonrasındaysa 10 yıl süreyle Fransa Kültür Bakanlığı'nı yapması onu, küçük bir devrimcinin gözünde nerelere taşıyabilirdi ki! Üstelik o küçük devrimci Pal Sokağı gibi kitaplardan yeni kurtulmuş, kendince büyümüş, devrimci ruhu topraktan çiçek çiçek fışkırmışken tıpkı diğer arkadaşları gibi ideolojiye yönelik, çapından büyük kitapları okumakla meşguldü. Elbette çocuk/gençliğinin coşkusunu yaşıyor, boyundan büyük romanları da okuyordu. André onun gözünde yazardan öte bir ikon devrimci, gözü pek bir savaşçıydı. Elbette kocaman da bir kültür adamı.

En Amcamın kitaplığında görmüştüm kitaplarını ilk; ama beni aşar gözlerle bakmış, şöyle bir göz atmış, boyumu aştığını hissedince "Ahh bir büyüsem de okusam," hayalleri kurmuştum. Sonra Nâzım Hikmet'in dilinden de rastlamıştım bir kez daha;  Memleketimden İnsan Manzaraları'nın 238. sayfasının alt tarafındaki şu satırlarla:

"Ve bizde

Hânedânı Ali Osman

       ve etrafındakiler

       Londra bankaları ve Venizelos'la beraber

               Yürüdüler fethetmeye Türk milletinden Anadolu'yu

        "Ve hattâ

         laf aramızda,

         milli Çin lideri Çan Kay-Şek,

        Amerikan parası ve japon silahlarıyla..."

Süleyman'ın sözünü kesti Fuat:

"...İnsanlığın Hali Romanında Malro'nun

lokomotif vagonlarında bir yakılışı vardır işçi Çinlilerin..."




Geçen yıl Ağustos ayında birden aklıma düştü André Malraux; okuma zamanım gelmiş ve geçiyor, diye düşündüm. İki kitabını birden sipariş verdim. Hatta Altenburg'un Ceviz Ağaçları'nı şu an ne yazık ki kapanan, ekler'ine bayıldığım ve yanına çay söyleyerek keyfime baktığım ve kitap okuduğum pastanede o an okumakta olduğumun son sayfasını çevirip arka kapağını kapatınca almıştım elime. Sonra evde devam ederken  kenara bırakmış, sonra da zamane romanlarının kolaycılığına sığınmıştım. Okuduğuma emek vererek kendimi yormak istememiştim! Çünkü bazı kitapları okumak kolayıma geliyordu; düşündürtmüyor, daha çok da gündelik hayatın sıkıntılı hallerinden uzaklaştırıp bir hayal aleminin içinde, eğlendiriyordu beni. Üstelik pandeminin kararttığı hayatı bir de satırların derinliğinde boğmanın ne alemi vardı! Öyle düşünüyordum.


Sonra birden bir aydınlanma yaşadım sanırım. İşte o zaman kült kitaplardan sayılan İnsanlık Durumu'nu aldım raftan.

İş arası her elime aldığımda ya da okuma lambamı yakıp yatağa uzandığım her seferde kitabın içine dahil olup bu dünyadan uzaklaşınca; "Ne iyi etmişim de almışım," diyerek, kendimi alkışladım sürekli... Yoğun diyalogların olduğu, ideolojinin ve eylemlerin tartışıldığı bölümlerde tadım kısmen kaçtı, yalan yok.

Belki de benzer tartışmaların yorucu geçmişiydi buna sebep! İşte oralarda sağdan soldan okuyup gördüğüm hızlı okuma tekniklerini kullanıp sayfanın sol üst köşesinden sağ alt köşesine doğru hızla tarayarak geçtim. Zaten ideolojik yakınlık dolayısıyla bildiğim şeylerdi ama genel akış ve uzak durduğum Çin "sosyalizmi" nedeniyle de derinlikli bakmaya bir ihtiyacım yoktu. Ama yazar diyaloglardan çıkıp da anlatıcı olduğunda ağzımın kenarından tartışmasız bir lezzet akıyordu. İnsana dair ne kadar çok şey anlatıyordu. Şiirsel bir derinlikle değiyordu aşka, kadına, ve erkeğe... Erotizmin keskin, zeki ve zarif bir estetikle yer aldığı ve bayağı addedilebilecek ortamlarda bile bayağılaşmadan ortaya koyulan çıplaklık, muhteşemdi. Ve elbette karakterlerin iç seslerine yönelik, her biri kitaptan alınıp aklın bir köşesine nakşedilecek,  yeri geldiğinde satılacak cümleler, çok lezzetliydi. İlişkinin cezbedici, oyunbaz tuzakları; zeki kadınla sığ erkek arasındaki farkın altını pek de güzel çiziyordu.


Ve ben için farklı şeyler söylemeyen, şaşırtmayan ama elbette geçmişte okusam bana çok şey katacak son bölüm ve hızlı geçtiğim diğer bir kaç -yoğun diyaloglu- sayfa; hâkim ideolojiye yakın durmayan, onla içlı dışlı olmamış ama bu dünyada neler olmuşa meraklı ve öğrenmeye açık,  özellikle genç okur için kesinlikle muhteşem. Ben hızlı geçtim, çünkü emperyalizmin elemanları, elbette bankaları masayı kurmuşlardı. Para ve güç hırsı kabul ettiğim bir gerçeklik de olsa, romantizm ve insan hallerinden aldığım tadı ezmiş,  ideolojinin felsefesinden bakarsam da bir araya gelmeleri mümkün olmaması gerekenler ne yazık ki kabul etmek zorunda kaldığım bir gerçeklik olarak bir araya gelmiş, yol haritaları oluşturuyorlardı.

Tüm bu gidişat ve duygu fırtınaları içinde ruhuma düşense, yazının son bölümüne  Ken Loach'un* İspanya iç savaşını anlatan muhteşem filmi Ülke Ve Özgürlük için yazdıklarımın içinden- bir iki istisna dışında- her devrimin kaderi olan hâle isyan eden kelimelerimi, buraya taşımaktı: "Belki de tüm olması gereken; elinde pazar torbasıyla iki fraksiyon arasındaki çatışmanın ortasında kalan teyzenin "Birbirinizi öldüreceğinize faşistleri öldürün, açız biz!" diye bağırdığı sahnededir. Fraksiyoner farklılık, ''No pasaran!'' diyen bir anti faşist birleşmeyi gerçekleştiremediği gibi, safları iyice ayrıştırıp sertleştirir; ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar'' olanlar tarafından tasviyesiyle biter."


Son söz: Zorlu bir okumadır şiddet içerir, devrimcilik zor zenaattır, eziyet yaşatır. Üstelik şu dünyada Çin işkencesi diye bir şey vardır! Aşk da vardır, ve finaldeki bazı cümleler geç olmadan sevdiklerinize hissettirin, diyebilir!

*Ken Loach, Ülke Ve Özgürlük

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP