30 Aralık 2021 Perşembe

Postalımın Gonca Gülü

Yorumumda "Ben bağcıklı ve yandan fermuarlı botta kaldım. Uyanık asker işidir o, kim çözüp bağlayacak o postalın ipini di mi ama, lakin yasaktır. İşte o yasağı aşanlar da vardır. Şimdi yazayım mı şuracığa bir askerlik anısı," dedim ve Şaşkın da "Yandan fermuar var ya candır can. İyi ki asker olmamışım desene. Askerlik anısını da merakla beklemekteyim," dedi. O deyince böyle ben de dönem fotoğraflarıma koştum. Koştum da sorun şu oldu: İçlerinden bir kaç tane seçtim, o fotoğrafların fotoğraflarını çektim ki onlar artık flash bellekte de olsun. Sonra o fotoğrafların en uygun olanını bilgisayarda keserek sadece postalları aldım ama ne yazık ki gelişmiş fotoğraf teknolojisinin uzağından oldukları için iç taraftaki fermuarları belirgin gösterecek fotoğraflar elde edemedim.



Sabah koğuştan çıkıyorum; cipe atlayıp binbaşıyı almak için her sabah gibi ekmek ve gazete alıp orduevine çok uzak olmayan evine varıp, zile basıp, günaydınlaşıp onları teslim ediyor ve cipe geçip oturuyorum. Yaklaşık 15 dakika sonra iniyor. Ben normal sabahlardan biri gibi Tugay'a doğru yöneliyorum, "Orduevine gidelim," diyor. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü şafak sayarken etiketli yazıların bundan öncekinde bahsettiğim üzere kendisi artık orduevinin de komutanı.

Ana caddeye çıkınca dönüyorum orduevine. Bir baskındayız anladığım. Normalde bana söylerdi ama asker dayanışması yapacağımı düşündüğü için sanırım, beni bile ekti.

Oysa biz orduevinin askeri değildik, dış görevdeydik, bağlı olduğumuz bölükle de oranın askeri olmak dışında bir ilişkimiz yoktu ve orduevinin koğuşlarında kalıyor, olanaklarının da tadını çıkarıyor, hizmet verdiğimiz insanların mevkilerinden güç alıyor, onlar dışında da kimseyi takmıyorduk. Buranın askerlerinin devrecilik yaparak alt devreleri ezenleriyle de kapışmış, bizim yataklarımızın da olduğu kapıya uzak taraftaki gümbür gümbür sobayı kendi bölümlerine götürüp oradakini alt devrelerin tarafına getirdiklerini anlayınca da yanan sobayı onlara eski yerine taşıtmıştık ve zaten R. ile de hesaplaşma evresindeydik.

Tepeyi çıkıyor ve gazinonun önünde park ediyorum. "R.'yi çağır," diyor bana. Zevkle! "R." diyorum, "lütfen dışarı."

Binbaşıyı ilk kez bu kadar disiplinli, katı ve sert bir asker olarak görüyorum, çünkü karargâhta dört kişilik bir ekibiz; yazıcı, şoför, yardımcısı bir assubay ve levazım şube müdürü olarak kendisi. Şimdi buranın komutanı, varlığını ve yeni disiplin tavrını sergileyecek. Sanırım biraz da askercilik oynayıp eğlenecek.

R. tüm askerleri orduevinin önüne diziyor. An itibariyle karizması ve sosyetenin ve magazin basınının popüler kişilerinden olmasının zarafetiyle zıt bir hal içinde; rahat, hazır ol, esas duruş, dikkat gibi ifadeleri asker disiplini ve gür bir ses ile söylemek, aynı disiplinle de binbaşıya tekmil vermek durumunda. Orduevi ilk kez bu kadar asker! Çıt yok. Binbaşı hazırolda bekleyen askerleri tek tek inceliyor: Sakal traşı olmamış olan var, teskerecilerin bazılarının botlarında ve üst kıyafetlerinde fermuar var, saçlar terhise gidecek asker formunda, dolayısıyla kural dışı. Binbaşım bu durumların düzeltilmesini istiyor ve dili çok eleştirel ve asker sertliğinde. Ben de cipin başından olayı seyrediyorum. O günlerde tugay rutin denetlemede, Genelkurmaydan gelen denetçilerin başında bir albay var; tatlı bir adam. Binbaşım esiyor. Sabah traşı olmamış olanları fırçalıyor ki öyle çok göze batan bir durum da yok; ama asker her sabah traşını olmalı!

Albay ve heyeti bir süre izliyorlar. O ara bana dönüyor ve soruyor, sanırım bir an onları tugaya götürecek olanın ben olduğumu düşünüyor. Diyorum ki "Ben binbaşının şoförüyürüm." Şöyle yukarıdan aşağı bir süzüyor beni. Gülüyor ve sonra ekibine dönüyor ve diyor ki: "Kendi şoförünün sakal ve saçlar maşallah, botlar fermuarlı, hakeza düğmeli olması gereken üniforması da fermuarlı." Gülüşüyoruz ki kendisiyle akşamdan rütbesiz ve sivil tadında bir sohbetimiz de var.

Benim Jean-Paul Belmondo, Louis de Funés kupajı binbaşım da, bizim tayfanın diğerleri de ben gibi fermuarlı bot ve üst giyiyoruz; üstelik gün boyu ana karargâhtayız ve tugay komutanı dahil tüm üst rütbelilerin gözü önündeyiz.

Arabaya dönünce fark ediyorum ki binbaşım bugün tepeden tırnağa tam bir asker.

Ta ki bana "Tugaya gitmeden eve uğrayalım," deyip, arabaya fermuarlı postal ve fermuarlı üniforma ile dönene kadar.

Şaşkın'ın o yazısı.

29 Aralık 2021 Çarşamba

Mavi Gün

Beş önceki gün; yani Cuma öğle üzeri, soğuk ama güneşi pırıl pırıl saatler dışarı istiyor beni. Davete icabet gerek ama içimde bu aralar sıklıkla bahsettiğim bir ben var; şu pandemi sürecinde türeyen, tembelin önde gideni; ateşi sönük bir dünyalı: "Oturalım oturduğumuz yerde Yemek Sepeti'nden isteyelim bir şeyler," diyor. Uyuyorum ona, hatta girip siteye bakınıyorum. İşte tam o sırada gözünü sevdiğim öteki ben olaya dahil olup duruma bir kez daha el koyuyor. "Helâl sana, işte bu!" diyor, çoban kabanı askıdan alıp giyiyorum; çünkü hava sert gözüküyor. Sırt çantasında dün de bizimle olan kitap var. Tam çıkarken ve fikrimde yokken birden fikrim, üstelik emir kipinde bir "Hooopp!" çekiyor. "Heyy fotoğraf makinesi hadi sen de evladım," diye ses ediyor, alınganlık içeren ve istemem yan cebime koy tadında bir naz hissedince de başını okşayıp atıyorum onu da çantaya....

Daha bahçedeyken çok tatlı ama nemsiz bir soğuk sarılıyor boynuma, öpüyor yanaklarımı. Çok sempatik... Hadi gel de "Ne kadar soğuk bu," de ve sevme onu. Çok hoşuma gidiyor, öteki ben zaten evde...

Kıyıboyuna bir geliyorum ki sanki José Saramago romanından yapılmış Körlük filminin platosundayım. İnsanlar yok. İki yana da boylu boyunca bakıyorum. "Bir Allah'ın kulu yok yahu!" Basketbol sahası boş, onun etrafındaki iki sıra tribünler ve benim okuma bankım ve diğerleri bomboş. Hani sabahın en erkeni olsa eyvallah diyecek, sıkıntı da etmeyeceğim. Şaşırtıcı!


İskele enfes görünüyor, çok mavi ve çok berrak bir hava. İskelenin hemen arkasında üç gemi alargada. Aklım her an çelinebilir! Bir hamle yapıyor bedenim, gemileri çekelim diyor fotoğraf heveslim. İki adım gidiyorum ki bayıldığım ben olaya müdahil olup tekrar el koyuyor.

Martılar kıyı boyu!


İskelenin aksi yönüne yürüyorum. Fikrim gibi bedenim de çok memnun. O halde bir teşekkür bana. Henüz bir insanla karşılaşmış değiliz. Köprüye yanaşırken bir insan görüyorum. Elinde çöp tenekesi ve süpürge olan bir temizlik görevlisi. Bir dünyalı görmenin mutluluğu neredeyse boynuna atlayacak. Selam veriyor, kolay gelsin diyor, dünya dili konuştuğu için de pek seviniyorum.

Martılar kumsalda, kafalar tümüyle karada, kuyruk yönleri deniz. Bir orkestranın şefi gözleyen hallerinde bir disiplinle bekliyorlar. Bir kısmı ki bunlar daha gençler; adı bir kaç kez değiştirilse de benim için hep Alanos Deresi'nde banyo yapıp eğleniyorlar. Aslında iki grup da etraf mekânlardan gelecek öğle yemeklerini bekliyorlar.

Bir banka oturuyorum ve adından yola çıkıp kapağından etkilendiğim ve her zaman olduğu gibi içimde oluşan hislerle satın aldığım 100 sayfalık romanımı kaldığım yerden okumaya başlıyorum. Martıların yüzleri bana dönük; çok sevimli ve komikler. Arada bir havalanıp üzerimden geçiyorlar ve nerede kaldı bu yemekler merakıyla çevreyi kolaçan ediyorlar. Fakat size şunu söylim, onlara gelen menü bana gelse öper başıma koyarım. Çok iyi mutfakları olan beş lokantanın mıntıkasındalar. Şık kahve mekânlarını saymıyorum. Kebaplardan başlayın, pide ve pizzalardan devam edip, dünya mutfaklarında fren yapın. İşte bunların hepsinden oluşan ve onlar için biriktirilen yiyecekler bizzat mekân çalışanları tarafından servis ediliyor. Sonrası çok eğlenceli bir cümbüş. Elbette kargalara da nasip ki onlar tam bir beyefendi ve hanımefendi gurme havasındalar ve asla martıların bir kısmı kadar yemeğe saldırgan ve çığırtkan değiller.


Kitabım çok tatlı. Tabii ki onu tatlı kılan yazarı Natsuko İmamura. Genç bir kadın olduğunu düşünmekteyim, şu an. Üç kez aday gösterildiği Akutagawa Ödülü'nü nihayetinde 2019 yılında bu kitabıyla almış. Çok keyifle okuyorum. Tatlı bir mizahı var ve anlatıcısı bir erkek. Üsluba bayılmış durumdayım. Bir yandan japon kültürüne dair tatlar ediniyorum, bir yandan da öyküde yer bulan oyun arkadaşlarım kadar neşeleniyorum. Elbette meraklanıyorum da. Bir yanım da sorulara yanıt almak için bir an öncenin telaşlarında.

Kitabın sonlarına gelirken bir an sanki yoruldu yazar diye düşünüyor, içimdeki çok eleştirmen ukala bu duruma bayram ediyor ve alıyor sazı eline. O konuştukça bende tat gidiyor. Ve bu ruh halinde kalan bir kaç sayfa biraz zorlamayla ve bu ne şimdilerle bitiyor.

Sonra kitabın arka kapağındaki - ki eğer almayı düşünürseniz bakmamanızı öneririm- tanıtım yazılarını okuyorum. İyi ki de öyle yaptın diyerek serinkanlı benin boynuna sarılıyorum; son bir kaç sayfada küçümseme nedenim olan her şey kitap bütünlüğünde sadece yerli yerine oturmakla kalmıyor, koşup yazarı öpesim geliyor.

Bu keyifle bekleşen martılara selam edip, dönüşte görüşürüz diyerek bir süredir sen ne için yola çıkmıştın hatırlatması da yaparak sitemkar bir sesle "Hadi!" diyen bünyenin çağrısına uyuyor ve yola devam ediyorum. İstikamet Adem Usta. Dönüşte de yıllardır var olan, beğendiğim ama kalabalığından dolayı gitmediğim kahve mekânının sevdiğim ve hep kullandığım ara sokakta açtığı çok şirin ve sakin şubesinde, kitap eşliğinde kahve-pasta eşleşmesi planlıyorum.


"Ohhh masam boş!"

Tezgahın önündeyim. An itibariyle hiç düşünmeme gerek yok.

"Tavuk, lütfen"

Geliyor, onların tanımlamasıyla kızartmam. Görüntü muhteşem. Diyorum ki masama koyulurken...

"Bu işte, tam fotoğraflık."


Bu kez müessesenin ikramı salataya hayır demiyorum. Önce yemeğimin suyuna bir lokma ekmeği banıyor, damaktaki çok sesli patlamaların tadını çıkarıyorum. Masaya bıçak gelmiyor; çatal ve kaşık var. Ben de istemiyorum. Çatalla şöyle bir bastırıyor, ekmekle tutuyor, itirazsızca gelen lokmalık tavuğu yolluyorum test merkezine...

"Hımmmmmmm misss...".

Göze hoş geldiği gibi damağa şarkılar söyleten bir öğle keyfi. İki koca parça tavuk ve zengin garnitürler gözümü korkutmuyor da değil. Keşke porsiyon istemeseydim diye geçiriyorum aklımdan. Sonra diyorum ki işte geleneksel esnaf lokantası budur. Varlıklarını sürdürüyor olmalarına seviniyor ama bir dahakine az kızartma deyip tek parça ile sofradan kalkmayı düşünüyorum: Çünkü günümüz standartlarından bakınca gerçekten kocaman bir tabak. Aslında onlar kızartma deseler de bu bir tavuk tandır bence... Kemiğinden tutup kaldırsam löp diye sıyrılacak etler, öyle hissediyorum. Ödememi yapıyorum, günümüzden bakınca fiyata da şaşıyorum; çünkü az porsiyonu biraz fazla ekmekle bir öğünü geçirtecek hissi veren bu tabağın tam porsiyonu 30TL. Ve bu lokanta hem fiyatları, temizliği ve yemek kalitesi ile her gün dolup taşıyor ve yıllardır da dükkânı ve patronu sevdikleri belli personelde bir eksilme olmuyor.


Çıkıyorum, tipbox'ı bugün boş geçmiyor, keyifle yürüyorum sahile; kahve dükkânı konusunda hayalim dürtse de doymuşluk hali diyor ki zorlayıp da keyifsizce içme. Dinliyorum onu ve kahveyi evde yapmaya karar veriyorum.

Ama... evet ama, en kısa zamanda, o kahve dükkânının şirin sokağa bakan köşe masasında, renkleri pek hoş yastıklı bambu koltuklarında elimde kitabımla olacağım sözünü veriyorum kendime.


Bir de butik var sokakta, bir kaç ay evvel zemin kat mini bir dairenin mini bir odasında bir hanımefendi tarafından açılan şirin bir butik. Önünden geçerken dikkatimi çekmişti ve o da anladığım civardaki kitap kafe müşterisi genç kızları çekmişti. Kendisiyle konuşup, bir iki fotoğrafla söz edeceğim bir yazı düşünüyorum.

24 Aralık 2021 Cuma

Rakıya Su Katarım

*'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


**İçki denip geçilemez... İçki içen ne yaptığını hatırlamaz ama, rakı içen unutulanları bile hatırlar... Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden harddisk'tir.

Kaç gündür rakı sayıklıyorum. Bir yandan da üşeniyorum. Dün burada bulamadığım yeni yıl ajandası için enn sevdiğim kadın önermese hiç haberim olmayacak şehrin kadim kırtasiyecilerinden birinin dört durak ötemde şube açtığını öğrenince atlıyorum trene ki vakiti de öğlene denk getiriyorum. Varıyorum Mimar Sinan durağına. Geçiyorum bulvarı ve bayılıyorum küçük ve şirin parkın hemen dibindeki ve onunla sarmaş dolaş dükkâna... Seçiyorum mavi renkli ve  spiralli ajandayı. Ödememi yapıp çıkıyorum ama aklım da beni çelmeye çalışıyor. Enfes bir kış soğuğu, pırıl pırıl bir güneş... Çok sakin ve binalarla boğulmamış, çok sevdiğim doğu bloğunun herhangi bir ülkesinin herhangi şehiri tadı veren bir zamanın  içindeyim ki  karşı köşedeki iki katlı, yeşillikler içinde, parka, geniş bulvara ve de onun içinden geçen tren yoluna bakan; dış oturma yerleri ve hatta ikinci kat balkonu da çok hoş  mekân göz kırpıyor. Kahve ve atıştırmalıklarla an itibariyle yandaş keyifse tahrik ediyor beni ki sırt çantamda da şahane bir kitap var. Üstelik ajanda için dökülsem de yola, günü yazarım sanki diyerek fotoğraf makinemi de çantama atmıştım.

Bu etki altındayken dahi çeliniyor aklım. Trendeyim. Bizim istasyonda iniyor, kartımı okutup iademi yüklüyor, sevdiğim pastaneyi kalabalık buluyor, Adem Usta'nın önüne gelince de benim masamın boş olduğunu görüyor ve içeri süzülüyorum. Hımmmmmm şahane, çünkü yemek tezgahında pırıl pırıl karnıyarıklar var. Aklımdan cacık da geçiyor ama hâlâ kararsızım.

Yemek, masama bir gelsin hele!

"Bir karnıyarık lütfen."

Geliyor bol kıymalı, bütün biber ve domates dilimleri ile göz okşayan, fırın gördüğü belli pırıl pırıl karnıyarık tabağım. Ekmekten bir lokmalık koparıyor ve suyuna banıyorum. Tam olarak ölmelik! Cacık hâlâ çağırıyor... O ara müessesemizin standart ikramı salata geliyor; teşekkür ediyorum ama masaya koydurmuyorum ve diyorum ki yiyemem, ziyan olur.

"Bu muhteşem tabloya ekmek dışında hiçbir şey katmamalısın," diyor içsesim. Saygı duyuyorum.

Çıkınca oradan, yeni açılan mekân adına üzümlü kek dese de anne kurabiyemden bir tane kahvemin hatırı için alıyorum. Keyif coştu bir kere...

Uzun zamandır ki bir yılı geçtiği kesin rakı bir kaç zamandır aklımda dönüyor; sürekli erteliyorum ama bugün fikrim net. Ancak onu, pandemide esnafımızı koruyalım etkinliğim çerçevesinde büyük marketler yerine mahallemizin mini marketinden almayı istiyorum. Girdim ve reyona gittim, üzgünüm ki kafamda günlerdir olan yok. Bu kez başka bir mahallemiz esnafına yönlendim ama o da kapalı. O zaman büyüğe..

"Bir İzmir rakısı; mavisinden lütfen."

Bir paket de beyaz leblebiyi reyona gelirken raftan almıştım zaten.


**Asildir rakı,

Bakın 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size...

"Muhterem efendim, teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun meyhanesinde taam eylemek ve husisi eğlence tertip ederek vakit geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir. Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim... Pera sahaflarından Şener Efendi"


Bu davetiye Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü'nde yazdığı ve bayıldığım makalesindendir ki beni bu akşama tetikleyen o oldu. Balkondan buz gibi suyumu aldım. En Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı bardaklardan birini tezgâha koydum. Şişeyi açtım ve burnuma gelen kokuyla başım döndü. Rakıyı bardağımın içelim güzelleşelim satırına kadar doldurdum, ve bir parmak üstünde bıraktığım boşluğa kadar soğuk su ilave edip iki de minik buz attım. Beyaz lebebiler mini çanakta... Çilingiri Fransızın önüne kuruyor,  Denize ve Budha'ya bakıyoruz.  En Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. İki yıl olduğunu düşünürken ben, o geçen yıl pandemide içtiğimizi söylüyor. Blogu tarıyorum çünkü hatırlıyorum ki bira takıntısı oluşmuştu bünyemde ve hep rakı içtiğimiz ve rakıya çok yakıştırdığımız ve geleneksel mezelerine paha biçilmez Hut'da Ay'ın ve Venüs'ün muhteşem gözüktüğü bir akşamda bira içmişiz. Eğer bu iki yılda hatırlamadığım bir gün varsa günahı benim. Bu durumda ben rakı içmeyeli bir yılı geçmiş diyerek de bunu tarihe not düşüyorum. Deniz, Budha, gece, serpiştiren kar ve rakı olunca... Müzik gerek!

Rakıya ve tekliğe en güzel kim eşlik eder?






*Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

**Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü başlıklı yazısından...

22 Aralık 2021 Çarşamba

Bu Yakışıklı Benim Amcam

Hiç yüzyüze gelmediğiniz, fiziken yok bir insanı ne kadar sevebilirsiniz? Başkalarıyla, en yakınındakilerle bile sırf onlar üzülmesin diye paylaşmayacağı sıkıntıları içine atmaktan başka bir çare olmayan çaresizlikler içindeyken ne yapabilir insan? Kendiyle konuşur, o sıkıntılar beyinde dönüp dururken kendinin bile inanmadığı çözümlerle teselli bulur. Uykusuz geceler sıraya dizilir, radikal ve çözüm üreten kararlar alınır, alınır, bozulur. Dış faktörler fenadır, bir çıkış yolu vardır. Bu yol bilinse de ötelenir çünkü bedelini ödemesi gerekenden hariç, bedel ödemesi istenmeyenler de vardır ve şu alemin en yorucu işi bu durumda doğruluğu kesin ama zarar görecek masumları yüzünden ertelenmek zorunda kalınan kararlardır.


Yıl 2001

Çok daha beter krizlerden hep yükselerek çıkmış ben bu kez çaresizdim. Oysa sürekli çatışarak ve olması gerekenleri bağırarak, o günlere gelmiştik. Ve göz göre göre geldiğimiz nokta bir eylem gerektiriyordu. Kardeşim rahattı, "Neleri aşmadık ki," diye düşünüyor ve bunun altından da kalkacağımızı umuyordu. Oysa fikir birliği içinde olmadığımız bir düşünce yapısıyla da mücadale gerekiyordu ki bunun sonuçlarından zarar görecek çocuklar vardı bu kez. Süreç akarken öngördüğüm tüm olumsuzluklar bir bir gerçek oluyordu. Bizim işimizdeki pozisyonumuz sağlamdı çünkü yıllardır birlikte çalışıyorduk ve babanın kaybındaki ve sonrasındaki tüm krizler bizi teğet geçmiş, hepsinden de büyüyerek çıkmıştık.

Şimdi anlamayana anlatmak gibi şu dünyanın en beter işine soyunmak gerekiyordu ve alınacak radikal tavrın yan etkileri sürekli aklı çeliyor ve ne yazık ki doğrular üzerinden bir kararı sürekli öteliyordu.

Çözümsüz ve özel hayatı da içeren sorunları diğer insanı gözeterek genelde insanlarla konuşmayı sevmem. Ama konuşmam lazım, kardeşimi de üzmek istemiyorum çünkü abim bunu da aşırtır bizeden çok emin. Ama bu kez ben gidişin ne olduğunu görüyor, ertelemelerin de kaybı büyüteceğini biliyorum. Biriyle kesin konuşmam gerek. Bir yol çizmeyecek, fikir vermeyecek, konuşmayacak ama yanımda olduğunu ve kararlarımı tutarlı bulduğunu sessizce hissetirecek biri ile.

Her bayram mutlaka ziyaret ettiğimiz, hiç görmediğimiz ama yokmuş gibi davranılmayan amcamın mezarının başındayım. 15-20 metre ilerisinde de dedemin mezarı var, ona dularımı okuyup amcaya koştum. İçimde ne varsa döktüm. O beni, ben de O'nu can kulağı ile dinledim. Hiç konuşmasa da bildim ki fikirlerime destek. Netleştim. Ve sonrasında önce küçük çöpleri süpürdüm, sonra Yavaş Hayat'ta yazdığım gibi son derece radikal ve silbaştan kararlarımı bir bir hayata geçirmeye başladım.


Bu yakışıklı, bu sırdaşım, babamdan ve enn amcamdan küçük, çapkınlık derslerimi aldığım amcamdan büyük adamla adaşız da. Doğduktan sonra ölmüş ve benden büyük, aklımız ermeye başladığında mezarını çok aradığımız bir kuzenimiz de var. Ve adını bildiğimiz ama yazmayacağım bir de yengemiz var; hiç görmemiş olsak da benimseyip sevdiğimiz ve merak ettiğimiz...  Yengeyle tanışmayı ve görüşmeyi, ona sahip çıkmayı hep istedik, Halam bir şekilde haber uçurdu ancak o yeni ailesi nedeniyle -büyükler ilk evliliği ve kuzeni bilmedikleri için- bunu istemedi, saygı duyduk.

Geniş ailemi işte bu nedenlerle çok seviyorum. Bizde kimse ölmüyor. Hani şu slogan vardır ya özellikle siyasi cenazelerde çok kullanılır; falanca ölmedi kalbimizde yaşıyor. Bizimkiler hep hayatımızın içinde. Bu fotoğrafın arkasında da daktilo ile ve büyük harflerle  Z. ve Arkadaşı Y. yazıyor. Açık renk takım elbiseli yakışıklı adamla - hep ilk adım kullanılsa da- adaşız ki bu adların bana konulmasının, sonradan keşfettiğim daha farklı ve ilginç de bir hikâyesi var.

Günlerden bir gün, enn amcamın üniversite yıllığına bakıyorum. Tarabalarına bayıldığım, döşemenin tahta süpürgeliklerinde mantar yetişen kira evdeyiz. Henüz ilkokulun başlarındayım. Yıllığın hemen başındaki bir isim dikkatimi çekiyor. Göbek adı denilenle birlikte asıl adla da adaşız. Bir profesör. O an için bunu, bu benzerliği çok adlandıramıyorum ve bir özellik gibi de gelmiyor bana. Sonra bir gün, belki biraz daha büyüyünce dank ediyor ve ilk adımın da nereden geldiğini, göbek adımın ortak olduğunu böylece anlıyorum.. İlk ve kullanılan adım enn amcamın kariyeri pek parlak hocası Ordinaryüs Profesör Dr. B. Z. S.'dan, göbek adı denilense üçümüzde ortak... Sonra bu keşfimi onaylatmak için enn amcama soruyorum. Uzun uzun anlatıyor. O anlattıkça hayallerimin, enn amcamın içimizde en yetenekli dediği  benimle ilgili hayallerine, ne kadar uzak olduğunu anlıyorum.

19 Aralık 2021 Pazar

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



En İyiler-4

 
 
18+


Bir Kitap Önerisi


Yanında Kullanma Kılavuzu İle!



**

Tadımlık

... ikinci kişiniz varsa, ki bu tercih edilendir; caz- blues karşımı bir şeyler yakışır diye düşünüyorum ve tercihimi Madeleine Peyroux'dan yana kullanıyorum. (Plase: Ali Farka Toure). Tek kişilik, bonusu da yalnızlık hissiyatı olan seçenek için de benim tercihim, Pink Floyd'dur. ...









16 Aralık 2021 Perşembe

Ne Hayal Kurmuştuk Ama

60'ların sonu ya da 70'lerin başı hatırladığım. Bir pastane açılıyor; şehirin trafiğe kapalı, en şık mağazalarının olduğu Mecidiye Caddesi'nin hemen girişinde. Adı Kilim olduğu gibi dekorasyonda da kilim hakimiyeti var. Gerçekten çok hoş pastane bir eğlence mekânı tadı da veriyor. Ama daha ilginç olan şey ilk kez karşılaştığımız müzik kutusu: Şu para atılıp tuşlarda adı yazılı şarkılardan biri seçildiğinde, kurulu mekanizmanın, ses kalitesi evdeki radyoya entegre pikaplardan çok çok yüksek sistemin içine yerleştirilmiş plaklar arasından seçileni alıp pikaba taşıyarak çaldığı, görüntüsü pek hoş cihaz.

O günün koşullarında muhteşem bir eğlence aracı!

Müşteriler ağırlıkla  genç kızlar ve erkekler. Biz tıfıllara bir an önce büyüsek dedirten, çok sempatik ve hoş yıllar. Erkeklerde uzun saçın, kızlarda mini eteğin, pantolanlarda İspanyol paçanın moda, Anadolu Rock'ın patladığı, Apaşlar'dan Dadaşlar'a, oradan Mavi Işıklar'a ve dahi Silüetler'e kadar uzayan sürüsüne bereket gruba ve kızılderili/ kovboy filmlerine bayıldığımız, yazlık sinemaların bol olduğu, tıfıllar olarak mahalle savaşları ve maçları yaparken bir yandan abilere özenip onlar kadar büyümeyi istediğimiz, gerçek kot pantolanların sadece Amerikan pazarlarından ya da limana yanaşan yabancı gemilerden alınabildiği, adına balıkçı pantolonu denilen yerlilerinin yıkandıkça mor'a döndüğü yıllar. Kilim Pastanesi'nin disko havası ise bize sadece hayaller kurduruyor. Hep genç Halam şahane bir çıtır ve taze bankacı ya da bir kaç yılı daha var, bense okumayı henüz rayına oturtmuş bir tıfıl. Evde radyoya entegre bir pikap var. Babaannem Murat Çobanaoğlu başta olmak üzere aşıkları dinliyor; dinlerken söyleyip söyleyip içleniyor, gözünden yaşlar süzülüyor.

Halamla bizse  dans edilen bir kulüp hayali kuruyoruz. Nasıl bir şey olduğu konusundaki fikrimiz filmlerden ve dergilerden. Mekânın bir Kızılderili çadırı şeklinde olmasını, tüm personelin de Kızılderililer gibi giyinmesini planlıyoruz. Günlerimiz artık bu kulüple dolu ki hayallerimizde bir gerçeği yaşıyoruz.

Sonra bir gün, aradan bir kaç yıl geçtikten sonra belki; artık bizim diyeceğimiz daireye taşınmış mıydık, yoksa taşınmak üzere miydik çok emin olmadığım dönemde yine spontane bir seçim için bir plakçıda Long Play'lere bakarken ben... Plağa kapağından ve tabii ki yazı karakterlerinden kaynaklı olarak vuruluyorum. Çünkü hayalini kurduğumuzun, kostümlerin ve fikirlerimizin somut hali şu an elimde.

Heyecanımın ete kemiğe büründüğü bir anda, kıpır kıpırım.


Çıkarıp kabından çiziği falan var mı diye inceliyorum plağı. O güne kadar bilmediğim grup, 1910 Fruitgum Company'nin bir iki şarkısını dinliyor, "Tamam alıyorum, bunu sarın ben finansman temin edip geliyorum," diyorum. Çok heyecanlıyım, telaşlıyım çünkü tek olan bu plağı kaçırmamalıyım. Sanki ona sahip olursak gerisi kolay. Eve koşa koşa gidiyorum. Hatta uçarak. Çünkü hayallerimde çoktan açtık kulübü ve insan kaynıyor içerisi. Finansör babaannem. Para elimde. Kulübümüzün müzik sorunu çözülmüştür ancak artık bir ortağımız daha var: Babaannem. Bir de şartı var: Kulüpte Manço şarkıları da çalınacak.

İşte Hendek İşte Deve'yi yoldan geçerken sokağa dökülen plakçı pikabından dinleyip, bayılıp koşarak eve gelmiştim. Parayı kapınca da geri koşmuş, alıp eve gelmiş ve sıcağı sıcağına dinlediğimiz andan itibaren de babannem bir Manço hayranı olmuştu.


Plak Amerika'da 1969'da çıkmış. Grup 1965'de kurulmuş. Ve bu albümle büyük çıkışını yapmış. Bir çok kırkbeşlikleri milyon sınırı aşmış ve ödüller almış. Sonra dağılmışlar, sonra yine kurulmuş ve Vikipedi'ye göre 1999 yılında bir kez daha toparlanmış. Plağı geçen gün ne tetiklediyse bir anda aklıma geldiği üzere aldım yerinden. Uzun yıllardır dinlememiştim. Bu yazıya karar verip yazarken de dinlemedim. İki şarkılarını kullanmayı düşündüğüm grubu yıllar sonra bu yazı yayındayken tıpkı ilk kez onunla karşılaşan bir okur gibi dinlerken, Halamın varlığının beni hep çocuk tutuyor olmasının sevinciyle hayali kulübümüzün kaç onuncu yılını kutlarken bir yandan da: O güzel, huzurlu, sıcacık mahallenin aynı evin insanlarıymış gibi olunan, ucuz ekmek kuyruklarında olunulmayan, bayramlarda çikolatanın likörle birlikte neredeyse her evde ikram edildiği, kahvehanelerde ve mahalle bakkalarında has Tekel Birası'nın satıldığı, kuran ve din eğitimini mahallemizin unutulmayacak, izi derin Mümin Hoca'sından aldığımız, bir evin duvarına bir başka evin film makinesinden yansıtılan filmleri tüm mahalleli olarak izlediğimiz yaz akşamlı o güzel yılların keyfini, beceriksizlerin elindeki şu  günlere inat, dibine kadar çıkarmayı düşünüyorum.

Lütfen buyurun.

Damsız girilebilir!



İlk Parça albümün A yüzünün ilk şarkısı ve grubun hitlerinden biri: Indian Giver.



İkinci parça ise albümün B yüzünün son şarkısı: 1910 Cotton Candy Castle.



12 Aralık 2021 Pazar

Ben Böyle Günü Yerim

Dün Ve Gün Cumartesi



Uyanıyorum. Bugün aşmışım. Çünkü perdenin kenarından gün sızıyor. Saate bakıyorum. Sekizi bulmuşum. Oysa gün ışımadan uyanmaya alışmıştım. Elim ayağıma dolanabilir ki dolanıyor. Bünyemse kısa sürede hayatla senkronize oluyor ve her şey sırasıyla ve telaşsızca halloluyor. O sırada beynim bir mesaj atıyor. Heyecan verici. Bir itiraz da var sanki. Ama bu aralar bir ben daha var ki bu tür ikilemlerde daha önce de belirttiğim gibi oldukça dirayetli. Tuttumu koparıyor... İnisiyatifi bir kez daha alıyor ele. Direktif direktif üstüne. İtiraz mâkamı ehh pehh etse de yine mağlup. Ve Çınarlık Pidesi galip.

Gidilecek!

Gidilmeli de...

Hava muhteşem. Oysa parçalı bulutlu gösteriyordu dün. Pencereden sızan bahar havası coşkulu, güneş piste davet ediyor.

"O halde dans!"

Ufacık bir ekmek arası yapıyorum.

Ama ufacık.

Aceleye gerek yok. An itibariyle her şey yolunda ve sakinlik yerini alıyor.

Evet evet, öğleden sonra ve hatta saat 13:30'dan sonra plan işleyebilir.

Kitap okuyor, nette dolaşıyor, yorumları yanıtlıyorum. Arada bir itiraz makamı "Off ya!" nidaları ile sızma harekâtları yapsa da anlıyor ki kendisini takan pek yok. Yine de hakimiyet bende havasını atacak ve tek karar merci benimin altını çizecek ki bünye alıştı artık buna. Yavaş yavaş beyaz bayrağı eline alıyor, sanki son noktayı yine o koyuyor ki varsın koysun.

O şimdi köşesinde. Artık bizimle değil!

Alaylı meteorolog şu an bulutlarla temas halinde. Görüşme olumlu. Belli bir saatten sonra güneşi perdeleyecekler ve doğal olarak da rakımı yüksek coğrafyada hava soğuyacak.

O halde ince, sıfır yaka bir tişört, gömlek, v yakalı bir kazak, sırt çantası kenarına asmalık da bir mont yeterli. Yedek maskelerimiz yerinde.

Haydi istasyona!

Rektörlük'de iniyorum. Otobüse aktarma için durağa gidiyorum. Bir köpek arkadaş boylu boyunca uyuyor. Battaniyesi, enfes bir güneş. İki karga yemyeşil ve güneş pırıltılı çimlerin üzerinde ve afiyette. Pek de neşeli bir sohbetin içindeler ki arada bir vals yapıyorlar.

Saat 13:30 civarı. Durakta otobüs yok. Dolaşalım o halde. Kültür Kafe dışarıdaki masaları toplamış. Neden ki acaba? Hımmmm, içeride de yoklar.

Aslında vakit geçirme halleri içindeyim çünkü az önce aktarma yapacağım otobüs durağa yanaştı ve şoför hareketin 14:00'de olacağını söylüyor. Bu biraz işime gelmedi tabii ki. Şaka değil, pandemi başlangıcından bugüne, iki yıldır yani, biraz sonra ulaşacağım coğrafyadan uzağım.

Aklıma düşünce oluşan ve karar sonrası zıp zıp zıplayan heyecanım şu an isyanda.

Sonra, içinde bulunduğum ortam ve şefkatli güneş sakinleştiriyorlar beni. "Sayılı dakika çabuk geçer," diyor iç sesim. Biraz dolaşıyor, yeşillikler ve ağaçlara karışıyorum. Ve 15 dakika kala da otobüsteyim. Elimde ilk kez okuyacağım, Rus Edebiyatı'nın önemli ve çağdaş yazarlarından Mihail Şişkin'in Mürekkep Lekesi adlı öykü kitabı... Üsluba ve kurmacalarına bayılmış durumdayım.

İstikamet yokuş yukarı ve varacağımız nokta -şimdinin mahallesi ama benim için hep- Büyük Oyumca Köyü.

Bir uçak gibi sürekli tırmanırken manzaraların tadını çıkarmalıyım.


Aşağı Oyumca'yı az önce geçiyoruz. Toparlanıyorum. İki kişi iniyoruz ve kapıdan süzülüyoruz. Bir köpek havasını atıyor ve simsiyah havlıyor. "Buralar benden sorulur," agalığında. Yanaşıyorum. O demirden ve ızgaralı bir kapının ardında. Hâlâ kabadayı. İyice yanaşıyorum ve arada laf atıyor, gülümsüyorum. Elimi uzattım, bir kez daha burnundan kıl aldırmadı... Ve artık kankayız.

Bu kapkara ve pırıl pırıl atla bir kaç adım sonra karşılaşıyoruz. Adı Şimşek olsa yakışır. Ateş gibi bir genç. Biraz sen kimsin havası atıyor bana. Bense Pony Kafe'ye doğru tırmanmakla meşgulüm. O sanki kızgın ve orada olmaktan memnun değil. Ahşap çite paralel biçimde en alttan en üste kadar son hızla koşuyor, sonra aynı hızla aşağı doğru. Duruyorum. Ben bu havaları yemem pozumu takınıyorum ve fotoğraf makinemi sırt çantamdan alıyorum. En alttan koşmaya başlıyor, kafam çitin üzerine paralel, hatta bir tık içeride. Seri şekilde fotoğraflarını çekiyorum. Yokuşu çıkan arabalar yavaşlıyor. Kim bu deli merakındalar sanırım. Bu kara şimşek her yanımdan geçişinde neredeyse nefeslerimiz tokuşuyor. O kadar yakınız... Şimdi alanın en tepesinde ve sanki duruşuna bakılırsa direncini kıracağım. Göz göze gelsek, bu yolla bir iletişimimiz olsa da tokalaşma fırsatı vermiyor bana. Kaç poz çektim sayamıyorum. Şimdi makine çantada. O az önce tam gaz indiği aşağıdan geliyor. İşte bu. Durdu. Aramızda şimdi bir ten teması var. Elim pırıl pırıl tüylerinin üzerinde geziniyor. Başını uzattı. Şimdi yanak yanağa bir kucaklaşma. Ve yeniden uça uça gidiyor.


Bir an bütün alanları dolaşsam sonra pidemin başına otursam diye düşünsem de bundan çabuk vazgeçiyorum ve Pony Kafe'den içeri süzülüp verandasında bir masayı gözüme kestiriyorum. Çok tatlı bir genç kadın gülümseyerek, menü ile geliyor. Menüyü alıyorum ama aslında kararım net. Fakat artık az rastlanır ve şık bir menü olduğu için dokunmadan bırakmak istemiyorum.

"Bir Çınarlık Pidesi lütfen"

Bir şekersiz kola ama birlikte getirin lütfen"



Hımmmmmmm misss. Görüntü ve yayılan koku muhteşem. Bir parçayı alıyorum elimle. Bir ısırık. Çıtır diye bir ses ve muhteşem bir kavurma kaşar peyniri işbirliği. İncecik ve çıtır bir hamur, susam ve çörek otuyla, beraber ve solo tatlar. Şahane, gizemli, kara mizah, ilginç karakterler, alışılmadık bir anlatımla Güzel Yazı Dersi adlı ilk öykünün finali.

Ve muhteşem bir manzara.

O halde ölebiliriz...


Epey süre ölüyoruz. Bir de çay içsem mi diye düşünmüyor değilim. Otobüs Rektörlük'ten saat başı kalkıyor ve 15 ila 18 dakika sonunda, hemen tesisin çıkışındaki durağa varıyor. Biraz fotoğraf çeksem ve gelecek otobüsle dönsem diye düşünüyorum ve istemeye istemeye de olsa ödememi yapıp verendayı terk ediyor hemen üst kısmına çıkıyorum. Küçük çocukların gözetim altında Pony'lere bindikleri alanda hoş görüntülerin tadını çıkarıyor ve çocukların olmayacağı bir anda fotoğraflar çekmek için bekliyorum. O sıra aşağıdaki ve uzak manejde iki genç kadının antreman yaptığını fark ediyorum. Bir süre izliyorum, sonra oraya yürüyüp, onlardan izin alarak fotoğraf çekmeyi düşünürken, bindiği at neye kızdıysa fren yapıyor ve genç kadın hooopp aşağıda; ve atın önünde. Bir süre kalkmayınca endişe ediyorum. O ara antrenörü görünüyor, yanaşıyor; bir şeyler soruyor, genç kadın ayağa kalkıyor ve atlar sahadan çekiliyor.


Bense ahırlara giriyorum. Flaş kullanmamak koşuluyla fotoğrafa izin var. Enfes bir enstantane yakalıyorum: Loş odasının penceresinden uzak ufuklara, gözlerinde bir hasret, özlenen bir özlem varmışçasına bakan simsiyah ve çok asil bir yetişkin at. Muhteşem bir açıdayım; arkasında, sol yanında ve kafanın duruşundan tek gözünü görsem de duygunun bütününü hissettiğim bir yerdeyim ki kendimi saklamayı becermişim. Beni hissetmiyor ya da umursamadı. Duygu yüklü fotoğraf için her şey müsait. Bir yandan havada uçuşan duygunun tadını çıkarmak istiyorum; bir yanda da yakaladığını bırakmak istemeyen blogger hevesinde fotoğraf arzum var. Çekiyorum peş peşe. "İşte bu tamam!" dediğim bir tane var içlerinde. Ancak bazı fotoğrafların öyle bir büyüsü vardır ki tüm sözcüklerin boyunu aşar. Bu fotoğrafa baktığımda anı canlı yaşadığım için bana duygu yüklü bir hikâye anlatıyor. Ama düşünüyorum ki bloga koyduğumda bir hiç olacak. Vazgeçiyorum.

Onu da, bir hapishane gününün son sayımı öncesi toplanılan avluda dolaşan, ve o anın öncesinde, getirdiğim savcılar ifade alırken takıldığım yazıcı odasında görülmüştür damgası basılmış mektubunu okuduğum Kumru Öğretmen'e baktığım andaki ve bana ait duygunun, bir yazımda kelimelere dökülmüş, bir kaç satırlık halinde bırakmaya karar veriyorum.


Tek kapıdan girilen, koğuş düzenindeki bu ahırdan çıkıyor, pencerelerin önünden uzayıp giden manzarada soluklanıyor; pencerelerden kafalarını uzatan atlarla fotoğraf çektiren, selfi yapan ya da pozu eşlerinin çektiği insanların, çocuklarının atlarla birlikte fotoğrafını çeken ebeveynlerin arasından geçip; biraz sonra söz edeceğim "vahşi" atın yanına gidiyorum. Oradan dönüşte de 1+1 tadında, muhtemelen özel kişilerin özel atlarına beli bir ücret karşılığı kiralanmış üst fotoğrafdaki daha konforlu mahalleye göz atıyorum ki bu bir tahmin. Gerçeği sorup öğrendiğimde de bu cümleyi muhtemelen değiştirmiş olacağım.


İşte benim ikinci kankam. Padokta tek. Sanırım stresini atma bölümü burası. Çitlere saldırıyor ki birinin bir tahtasını kırmış. Oradan oraya deli gibi koşuyor, sonrası da tahtaları zorluyor. Adamım. Bir türlü yakınlaşamıyoruz. Çılgın hali herkesin dikkatini çekmiş vaziyette ve ilgi odağı. Önce kendimi fark ettiriyor, ilişki kurmaya çalışıyor, sonra da en uzak köşeye gidiyor, oradan izliyorum onu. Ara ara da fotoğraflarını çekiyorum. Sanırım anlaşmak üzereyiz. Üsteki, üzeri giyinik olansa otobüsü kaçırınca turladığım esnada, alanın daha alt kesiminde ama elektrikli tellerle çevrilmiş ve uyarı işaretleri olan bölümde rastlaştığım, en espritüel at. Ne numaralar yapıyor. Bir star havası var. Ben atların yatınca kalkamadıkları, o nedenle ayakta uydukları gibi bir inanca sahiptim. Bu sırt üstü bile yatıyor. Kalıptan kalıba rahatlıkla geçiyor, arada bir narasını da ihmal etmiyor ve an itibariyle iki ayrı bölümde olan diğer atla birlikte sakin ve enfes bir bölgesindeler Atlı Spor Tesisler'inin. Muhabbeti koyultuyoruz, kahve içsek yeridir. O da kalan numaralarını fotoğrafa hapsetmem için peşi sıra sergiliyor. Kişiye özel enfes bir gösteri ki teşekkür edip, tokalaşarak vedalaşıyoruz. Sarılmamıza engelse, ne derece çarpıcı olduğunu test etmeyi aklımdan bile geçirmediğim elektrikli teller oluyor.


Bir sonraki otobüs için vakit yaklaşıyor. Usulca durağa doğru yürüyorum. Siyah köpekle vedalaşıyorum. O ara tepemden bir yolcu uçağı geçiyor. İnişte. Bir kaç pozunu, isteğini kırmayarak çekiyorum. Ve duraktayım.

Banka oturuyor, manzaramın enfes havasını soluyor, kitabımı açıyorum. Tam kitaba kapılmışken bir çıngırak sesi gözlerimi sesin geldiği yöne dikiyor ki ne göreyim. Bir inek. Üstelik yokuş aşağı inen bir inek. Asfaltta. Fotoğrafını çekiyorum tam, bir inek daha... ve bir fotoğraf daha. Böyle devam ederken, Teyzem görünüyor. Muhteşem. Sanki çocuklarıyla konuşuyor. O ara fotoğraf çeken beni fark ediyor. Tırsıyorum.

Fotoğraf makinem artık sırt çantamda. Sanki hiç çekmemiş rolünü oynuyorum. Çok mutluyum ama. Şahane günün finalinde sanki bana sunulan bir bonus bu. Köy akşamında eve dönen mallar ve muhteşem ötesi bir çoban. Teyzem. Çok tatlı! Hayal etsem olmazdı. Otobüsü kaçırma endişem olmasa yanındaydım. Çubuklarına hastayım. Orkestra yöneten, teyzemin sopa kullanışı yanında halt etmiş. Niye video çekmiyorum ki ben. Günü çıngırak sesleri ve teyzemle hayvanların sohbeti katmerliyor.


Otobüsteyim. Bu kez geldğimiz yoldan değil de daha geniş bir coğrafyayı dolaşarak, köyün merkezinden geçerek ve sonrasında yokuş aşağı inerek varıyoruz Rektörlük durağına.

Aslında daha önce yürüdüğüm ve enn sevdiğim kadına ballandırdığım bir yol. Caminin yanındaki mini meydana ve karşılıklı dizilmiş banklara ve bir arka sokaktaki ahşap konağa, evet konağa bir kez daha bayılıyorum; köyün merkezinden geçerken...

Durakta inince doğrudan trene geçiyorum, bir aktarma bu. Yoldayken fikrim dürtüyor. "Bu güzel, pek pastoral güne şık bir final yakışır," diyor iç sesim. Kırmıyorum ve trenden iner inmez fikri net ama seçimi şüpheli bir şahıs olarak pastaneden içeri süzülüyor, pastamı seçiyor, sonra da bulvarı gören her zamanki masama oturuyorum.


Daha önce denemediğim bir seçim: Karamelli Profiterollü Pasta.

Dışı yakıyor beni.

İlk lokma üzerindeki minik profiterol. Muhteşem. İçinden cevherler fışkırıyor. Çok eğlenceli. Sanki etrafı çevrili silindir bir kutu.

Acaba içinde neler saklı?

Keselim o halde... ve açıp bakalım Pandora'nın Kutusu'na: Profiteroller saklı, vişne dokunuşu var, kiminin içinde erimiş beyaz çikolata, kiminin içindeyse kakaolu çikolata var.

Üstelik baymıyor ve hayaller aleminde tura çıkarıyor; günün tadına kesinlikle tat katıyor.

Demi ve kokusu yerinde çayla birlikte pastoral güne şahane bir final, aferin içgüdülerime.



Ay tepemden gülümsüyor...

10 Aralık 2021 Cuma

İştah Açıcı



...

Yıllar geçti. Evrenin yaşı. Tapınaksız çağlar. Paslanan ince dallar arasından, her yıl cüretkâr termitlerin daha çok kemirdiği kubbe kirişleri arasından güneş doğdu, battı, tekrar doğdu; her şey pul pul döküldü, her şey soyuldu, her şey toprağa, çamura ve acı suya karışıp kayboldu, son bir hamleyle kendi içinde filizlenecek enerjiye sahip ne varsa, her şey onlarla karışmak ve yeniden biçimlenmek üzere şekilsiz bir kozaya dönüşüp ortadan kayboldu. Hepsini daha önce görmüştüm. Aynı uykudan uyanıştı, aynı uykuya dalıştı. Eğer gündüz vakti rüzgâr kuvvetli eser ve bataklıktaki otları çiğneyip dümdüz ederse, geceleyin rüzgârın kesileceğini ve havanın sakinleşeceğini, ya da sıcak bir günün ardından daima serin bir esintinin geleceğini ve pusu dağıtacağını ezbere biliyordum. Yine de elimden geleni yaptım. On yıllar boyunca ihmal ettiğim mektupları yazabilmek tam bir yılımı aldı, eski arkadaşlarım sonunda bana ne olduğunu, hayatımın ne hale geldiği, eski aynalar, karanlık halılar ve bitmek bilmeyen kamaralar arasında, kederli bir senfoni dinlemek için ayda bir kez bir limuzinle konser salonlarına götürüldüğüm büyük ve öfkeli bir şehrin en yüksek binasının tepesinde nasıl inzivaya çekildiğim konusunda fikir sahibi olabildiler; sürgünde, vahalarda, su kemerli ve fıskıyeli surların ve karmakarışık çinilerle kaplanmış duvarların arkasında, develeri gut hastası olan suratsız haydutlardan başka kimselerin oturmadığı alev alev yanan bir çölün ortasında nasıl yaşadım, develerini hurmalarla nasıl besledim, çocuklarına nasıl Fransızca öğrettim; ya da kuzey dağlarındaki hayatım, yılın dokuz ayı gövdeleri yarı yarıya karın içinde gömülü kalan çam ağaçlarının kilometrelerce uzandığı, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kurulmuş oturan büyük taş ev, üst ve alt katlarda boydan boya kitaplarla kaplı duvarlar, okumalarım, hayatlarım, hepsine söylediğim yalanlarım. Çünkü denizden söz edemiyordum.

...

Bayan Unguentine'nin Seyir Defteri, Sayfa 88, ve 89'un bir kısmı...

Yazar, Stanley Crawford.

Çeviri ve dip notlar, Suat Kemal Angı




Üç Gün Önce Ben

*Kitabımı açıyor, denizdeki ilginç yolculuğa eşlik ediyorum. Bay ve Bayan Unguentine çok ilginç iki karakter, bense yazarın edebi ve şahane üslubu sayesinde onların mavnasında, heyecanlı, meraklı, gülümseten, çok keyifli bir yolculuktayım.

Velhasıl an itibariyle ortamımdan çok memnunum. Eski bir yazlıktan evrilmiş, dolayısıyla kadim ağaçları olan ve güzel düzenlenmiş bir mekândayım. Hava enfes, minik kedi çok tatlı, ve anında kankayız.

*Film Tapas Kitap FalanFilan


8 Aralık 2021 Çarşamba

Film Tapas Kitap FalanFilan

Önceki hafta pazar günü, havalar son değil de ilkbahar tadındayken Enn Sevdiğim Kadın'la sınavları sonrası Gloria jean's Coffees'de buluşmaya karar veriyoruz. Günün ve güneşin en güzel saatlerinde arıyor. İlçemizin yeni ve ikinci AVM'si CityMall'da ve benim de çok sevdiğim ve çok hoş kitapçının, O'nun altını çizdiği ifadeyle enfes manzaralı terasında... İlk gelişi ve an itibariyle bayılmış durumda. O halde Gloria iptal. Hazırlanıyorum ve kısa süre sonra terastayım. Oradan buradan daha çok da coğrafyanın eski hallerinden söz ediyoruz ki laf buralar dutluktuya kadar uzuyor. O son 17 yılını bilen bir Angaralı, bense yerlisiyim. Uzun sohbet, keyifli kahvelerin ardından içinde gerçek ve çok hoş kahve mekânları da olan, tam anlamıyla küçük kasabanın şirin AVM'sindeki hoş buluşma tadının ve güne çok yakışan keyif anlarının ardından eve bırakıp beni, sahilden devam ediyor O. Eve varınca arıyor ve tabii ki sahilin ve mekânlarının kalabalığından söz ediyor. Bir yer var ki uzun süredir aklımda. Bir kaç kez niyetlendim fakat pandemi yoğun nedeniyle gerçekleştiremedim; daha doğrusu yalnız gitmek istemedim, daha çok da uzun soluklu bir akşamüstü sohbetinin geceye ulaşacağı, mevsim sonbaharın sonu olsa da serin bir yaz akşamı tadında bir zaman dilimi hayal ettim.

Bundan bir kaç gün sonraysa CityMall'un sinemasının vip salonunu öven bir telefon aldım; O ve arkadaşları Sen Ben Lenin'i izlemişlerdi. Bu beni tetikledi. Bir plan yaptım. Filmi izleyecek, sonrasında da şu hayal ettiğim mekânda kendime biçtiğim senaryoyu yaşayıp işin asıldığı bir gün keyfi yapacaktım.

Ne yazık ki sinemayı iptal ettim çünkü o akşam filmin son günüymüş. Dolayısıyla ardındaki eylem de iptal oldu. Önce İskele Kafe'ye gidip yeni elime aldığım mavi kapaklı kısa kitabı okumaktı niyetim. Yürürken önünden geçtiğim ama hiç gitmediğim, yine belediye işletmesi kafe aklımı çeldi. İskelede bir tur attım ve dönüşte kafede bir karışık tost, çay ve kitapla denizin, manzaram, iskele ve onun ardındaki gemilerin tadını çıkardım. Evde temizlik vardı, biraz daha vakit geçirmek için bu kez boş yakaladığım, babamın ağaçlarının son noktasındaki kadim bankıma oturdum ve bayım bayım bayılmakta olduğum Stanley Crawford'un Bayan Unguentine'nin Seyir Defteri adlı 118 sayfalık enfes kitabını okumaya başladım.


Hafta içi doktor randevum vardı. İki yıl önce baktırdığım dizimin son halini merak etmiştim. O dozda bir sıkıntı yaşatmasa da arada bir kendini hatırlatıyordu.

Güneşli bir gün. Keyifli ve uzun bir tren yolculuğu. Yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesinin içinden, eski stadın yerine yapılan Millet Bahçesi'nin önünden geçerek hastaneye varma, ama daha vakit olduğu için karşısındaki kocaman ve çok hoş parka dalma ve Erlend Loe'nun şöyle bir baktığım, Türkçe seslendirme dolayısıyla vazgeçtiğim filmi de yapılan, edebi anlamda yüceltilmeyecek ama stand up lezzetinde ve hoşlanarak okuduğum, hoş bir ara sıcak olan kısa kitabı Kadının Fendi'ni bitirme... Sonra doktor. Önce elle muayene, sonra diz röntgeni, filmdeki durumun elle muayeneye göre daha iyi olduğu, iki yıl önceki ilaçlardan bir reçete, sonra kadim eczaneye yolun tadını çıkararak yürüme...

Tren ve ev.


Pırıl pırıl bir sabaha uyanıyorum. Enfes bir güneş misafirim. Çok kararlıyım. Bugün kesinlikle hayali kurulmuş gün yaşanacak. Bunun öğlenle akşam arası ama ikindiden önce başlayan ucu açık bir süreç olmasını istiyorum. Sabah kahvaltımın ardından gazetelere göz atıyor, kahve içmiyorum. Gong çalıyor ve işe girişiyorum. Vakit yaklaşıyor. Saat 14:30 gibi evden çıkmayı planlıyorum.

Hazırlanmam gerek. Bir an yürüsem mi, minübüsle mi gitsem ikileminde bocalarken, öğle yemeği için burada bir şeyler atıştırsam, sonra da mekânda usulca, avarelik tadında kitabımla başbaşa mı takılsam, diye düşünüyorum. Bu plansızlıkla yola koyuluyorum. Aslında minibüsle gitsem yürüme mesafem kısalacak!

Ama yol keyfi azalacak.

Bir ara niyetimi bozmak üzereyken tam... Keyfim olaya el koyuyor. Çok itiraz etmiyorum. Sanırım işime geliyor ve ona uyup buralarda bir şey yemeyi iptal ediyor ve trene doğru yürüyorum.

İyi de yapıyorum.

Bir taşla çok kuş.

Eğer minibüsle gelsem bu enfes ve daracık sokaktan inmemiş olacaktım; çünkü fırının önünde inip normal caddeyi kullanacaktım. Üstelik durmayacak, çantamdan fotoğraf makinesini almayacak, güneş düşmeyen sokaktan film sahnesiymiş gibi güneş parıltılı denizi böylesine görmemiş ve keyifle seyretmemiş olacaktım.


İki yanındaki, hâlâ eskinin tadını yaşatan ve kendini koruyan bahçeli yazlıkları ile kendisine bayıldığım dar sokağın köşesinden sola dönüyorum ve bir sonrasında kesin geleceğim İrish Pub'ın önünden karşıya geçiyorum. Fikrimde az sonra masalarından birine oturacağım mekânın cepheden bir fotoğrafını çekmek var. Deniz kenarından yürüyürek gelince önüne, bundan vazgeçiyorum; çünkü hemen yola kenar masada ve yine onun hizasındaki bir başka masada toplam beş hanımefendi, şarap eşliğinde bir keyif yaşıyorlar.

Yolu karşıya geçiyor, Latina Tapas Bar'dan içeri süzülüyor ve denizi gören daha ortalarda, daha sakin iki kişilik bir masaya yerleşiyorum. Önüme menüyü bırakıyor bir genç adam. Ben elle dokunulabilen, sayfaları açılan, kağıt menüleri seviyorum. Fakat bu yeni moda tek sayfa, antet dışında harfsiz bir kağıt ve barkod okumalık olanlardan. Soruyorum. Yokmuş öteki tür menüleri. Bu eksi puan. İkinci eksi puan garsonların maskesiz oluşu. Sadece bir genç kızda var. Çocuğa diyorum lütfen al şu elime tıkıştırılmış telefonu ve ayarla.

Ve kamerayı yaklaştırıp, zevksizlik abidesi bu menü okuma eylemini, eskiye özlem duyarak tatsızca yapıyorum.

"Bir bonfileli tapas lütfen"

"Bir kalamarlı tapas lütfen"

"Bir de 50'lik, Tuborg filtresiz lütfen."


Biramla birlikte daha yetkili biri geliyor. Son derece kibar ve bu kibarlık gayet ölçülü. Mutfağın saat 3'de başladığını, tapasların bu nedenle gecikeceğini söylüyor. Bunun benim için bir sakıncası olmadığını belirtiyorum. O önden çıtır tavuk öneriyor. "Olur," diyorum; sonuçta öğleni boş geçmiş durumdayım.


Kitabımı açıyor, denizdeki ilginç yolculuğa eşlik ediyorum. Bay ve Bayan Unguentine çok ilginç iki karakter, bense yazarın edebi ve şahane üslubu sayesinde onların mavnasında, heyecanlı, meraklı, gülümseten, çok keyifli bir yolculuktayım. Sanki beşyüz sayfalık ve elden bırakılamayan bir kitap gibi keyifli bir içerik.

Velhasıl an itibariyle ortamımdan çok memnunum. Eski bir yazlıktan evrilmiş, dolayısıyla kadim ağaçları olan ve güzel düzenlenmiş bir mekândayım. Hava enfes, minik kedi çok tatlı, ve anında kankayız; ancak anneyi sevmedim. Biraz hain. Ben arada miniği besliyorum. O neredeyse elime dalacak ki onu uzaklaştırmak için boş elimi ileri götürüp, öteki elimdekini küçüğe verdiğim esnada inceden bir tırmık yiyorum.
.

Bir birayla kalkarım planım bu arada iflas ediyor. Öyle güzel bir gün ki, güneş sanki yeni bir hikâye yazıyor. O ara bir kaç masa daha doluyor. Ortam biraz daha canlanıyor ama ne kitap okumama engel, ne de alanı terk etme hissi yaratıyor bu durum. Seçilen müzik çok hoş, doğal seslerle ve doğa ile çok uyumlu ve asla kulak tırmalamıyor ve "Ben haddimi bilirim, sizin keyfiniz için buradayım," tadında usul usul okşuyor anı.

O halde ben de devam ederim, diyorum ki başlangıçta erken kalkarım diye düşünüyordum.

Tapaslar ve çıtır tavuklar, öldüm bittim... Neydi be, denecek kıvamda değiller, ama benim keyfime gayet güzel eşlik ediyorlar. Ortamı çok sevdim ki bunda havanın etkisi olduğu kadar garsonların sürekli başımda bitmiyor olmalarının da etkisi var. Müşteriye alan açtıkları kesin ve bu yönde belli ki tembihlenmişler. Elbete ki bulunduğum saatteki sakinliğin bana daha çok kalma isteği yaratmada etkisi var ve bu sakinlik çok hoş.

O halde...

"Bir 33'lük bira lütfen."


Kitabımı yeniden açıyorum. Onun meraklı ve hoş bir yerindeyim. Biramı yine zamana yayıyorum. Günün ruhları dürtükleyen saatleri... Bir akşam yemeği hayal ediyorum. Nedense şarap çağırmıyor aklım. Oysa ortam çağırıyor şarabı. Sonra finali tatlı olan, baştan sona İspanyol bir akşam geçiyor fikrimden. Çünkü bahçenin farklı noktalarında çok hoş, içinde ateş yakılacak, bacasız şömine türevi düzenekler ve kenarlarında ve yerde de kesilmiş odunlar var. Hayal kurduruyorlar ve hayallerin görselleri ve anları da çok hoş. Düşünmeli!

Artık kalkma zamanı. İşin kapanışına yetişmem ve son durumu almam gerek. O an aslında Enn Sevdiğim Kadın'ı aramak, isterse iş çıkışı gelebileceğini söylemek geçiyor aklımdan. Öte yandan hafta sonu şehir dışında yoğun bir iş günü olduğunu biliyorum. Bu fikirden vazgeçiyorum. Ödememi yapıyor; Tip Box'ı gönüllüce boş geçmiyorum. İrish Pub'ı bu kez daha yakından ve daha dikkatlice inceliyorum. Yine ara sokağa dalıyorum, istasyona yürürken de fikrim tatlı çağırıyor. Reddetmiyor, uyuyorum çağrısına. Bizim istasyonda iniyor ve pastaneye giriyorum. Büyükçe çilekli eklerden bir tane ve bir çay lütfen, diyor, rayları gören cam kenarı bir masaya oturuyorum.

Muhteşem bir yaz akşamı sanki. Pencereler açık. Akşamın ruhları dürtükleyen saatleri... Eve sahilden yürüyorum. Ekranımı açıyorum. Gün kapanmak üzere, her şey yolunda. Son verileri iş defterime kaydediyorum.

Telefon...

Tek tuş.

Keyfimi, keyifle Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum. Onun dinlerkenki gülümsemesine bayılıyorum. Sonra ETS'nin sayfasına giriyorum. Odalara bir kez daha bakıyorum. İki odadan birini netleştirmeye çalışıyorum. Çünkü geçen bir yazıda söz ettiğim hedeflerimden, bizim opera balede bir konser, bir de Amasya kaldı geriye.

An itibariyle kalacağım yer net. Ve şu 10 gün içinde, her an yola koyulabilirim.

Gibi...

Güneş, duy beni!

6 Aralık 2021 Pazartesi

Neredeeeen Nereye!

Önceki gün eski bir yazıma bir yorum geldiğini fark ediyorum. Başlangıçta şaşırtıcı bir durum yok ki çok daha eski yazılara da arada bir geliyor. Sevdiğim bir şey var: E-postama düşen yorumları açmadan doğrudan yazıya gitmek ve yorumu oradan okumak, sonra da yazıya göz atmak.

Yazıya gidiyorum. İşte o zaman ve her zaman diyorum ki: "Şu hayatta yaptığım, insana değen, ekonomik bir değer içermeyen en iyi işlerden biri, hayatımın en güzel imecesi, blog aleminin bir ferdi olarak yazmaktır."

Dört yıl önce 7 Mehmet'de bir akşam rakı içsek, mezelerinin tadına baksak diyoruz ve Antalya'ya uçuyoruz. Odak yemek olsa da hedef aslında Antalya. Yıllarca her iki yönünden de dibine kadar geldiğim ama kendisine hiç uğramadığım şehir.

Bu kez neredeyse altını üstüne getiriyoruz ve doğal olarak da müzeyi geziyoruz. O ara salonlardan birinde bir de sergi olduğunu fark ediyor, onu da geziyoruz. Sergi alanında sadece biz varız. Fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor. Sergideki seramik kuşların fotoğrafı...

Sergiden, sanatçının adı dahil bir kaç satırla söz ediyorum. Ve enn sevdiğim kadının çektiği fotoğrafla biraz oynayarak, Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü* başlıklı yazıda 11.fotoğraf olarak kullanıyorum.

İşte önemsiz gibi duran, kim nasıl ulaşacak ki diye düşünülecek o fotoğraf, yıllar sonra bugün önemli bir işe yarıyor.

Yorumun bir talebi var. Cümlenin ad ve adres dışındaki şekli aynen şu: "Boyalı kuş sergisinde çektiğiniz fotoğrafı çok beğendim, bir makalede kullanmak üzere fotoğrafın orjinalini mail adresime gönderebilir misiniz, ilginize çok teşekkür ederim."

Fotoğrafı kullandıktan sonra silmişim. Önce blogdakini indirip orjinal haline getirmeyi deniyorum ama nafile. Sonra arıyorum ve orjinalini enn sevdiğim kadından istiyorum. Bir kaç dakika sonra elimde. Sonra onu, fotoğrafı nette bulup, beğenerek isteyen, aynı zamanda öğretim görevlisi olan ve 4 yıl önce o salonda eserleri sergilenen sanatçıya gönderiyorum.

Bir e-posta geliyor: "Çok teşekkür ederim, gözünüze sağlık."

Bizse bir işe yaramanın sevincini yaşıyoruz.


*Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü

4 Aralık 2021 Cumartesi

Şuraya Bir Link Daha Bırakıyorum



İz Bırakanlar-3
 
 


Gerçekliğin Ötesinde, 



Gerçeğe Aykırı, 



Ezber Bozan Zamanlar...





Bölüm 2











Görsel, Gisele van Oepen'in suluboya çalışmasıdır ve sitesinden alınmıştır.

3 Aralık 2021 Cuma

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



İz Bırakanlar-2
 
 


Gerçekliğin Ötesinde, 



Gerçeğe Aykırı, 



Ezber Bozan Zamanlar...











1 Aralık 2021 Çarşamba

Gez Göz Arpacık

Tarih 26 Ağustos 2012. Rallinin ikinci etabı. Yer kıymetli. Araçlar, olası bir Rus saldırısında bizim tankların konuşlanacağı zirveden devam edip, tam anlamıyla bir dağ etabı yapacak ve harika köylerden geçerek aşağı vadiye ulaşacaklar. Çok zorlu ama aynı oranda da sürücülerin çok keyif alacağı ve harika manzaralara sahip, doğa ile iç içe bir çekişme alanı.

Profesyonellerle, çok iyi makinelere sahip fotoğraf tutkunlarının arasındayız. Ancak onlarla hareket etmiyor, kendi seçtiğimiz noktalarda konuşlanıyor ve bolca fotoğraf çekiyorum.

Sonra güzergahta bir boşluk oluşunca etabın en alt noktasına inmeye karar veriyor, tatlı bir yokuştan son sürat inip akabinde sola doğru, sert kayaların arasındaki keskin ve dar virajı dönüp tırmanacakları noktayı benimsiyor ve oraya konuşlanıyoruz. Yemyeşilliklerin arasından gürül gürül bir ırmak akıyor.

İki gündür Tırtıl'la uğraşıyorum çünkü ona alınmış bir fotoğraf makinesi bu. Henüz 9-10 yaşında ve fotoğrafla ilgilenmek yerine amcayla arabalar üzerine sohbet halindeler.

Kendime bir açı buluyorum. İlk araçlar geçiyor. Bir kaçını fotoğraflıyorum ama bu ısınma. Zaman tayini yapmaya çalışıyorum. İstediğim kadraj için deklanşöre basacağım süreyi saptamaya çalışıyorum. Etrafım üst düzey makinelere sahip profesyoneller ve iyi makineleri olan fotoğrafseverlerle dolu.

Ralliye katılanların içinde Burcu Çetinkaya da var ki tek kadın yarışmacı olduğu için onun birinciliği garanti.

Araçlar tam karşımdan, son virajın ardından çıkıp geliyorlar. Bana birincinin fotoğrafı lazım. Bütün insanların hedefi o ve herkes hazır.

Kadrajım ayarlı, yakın plan istiyorum ve makinenin izin verdiği ölçek nedeniyle araçla mesafem riskli. Makine seri çekmiyor, çocuk işi ve tek atışlık şansım var.

Öyle bir hesap yapmalıyım ki saliselerin altında bir sürede deklanşöre basmalı ve makine işlemi yaparken araba flash diskteki kareye hapsolmalı.

Herkes nefesini tutmuş vaziyette. Tripodlar kurulu, bizim makine elimde. Askerden tecrübem var. Daha yavaş eski Kırıkkale tüfekleri ile atış yaptığımızdaki yöntemimi kullanacağım. Mermiyi hareketli hedefin öyle bir zamanlamayla ve ölçüyle önüne atmalıyım ki mermi yolu katederken gelen hedefin hızıyla senkronize olmalı ve tam istenen noktada onunla buluşmalı.

Şampiyonun önce toz bulutu görünüyor. Birazdan küçük tepenin ardından çıkacak ve görünür olacak. Nefesimi tuttum. Üzerime tam gaz geliyor. O sola viraja girdi girecekken matematiksel hiç bir veri olmadan tümüyle içgüdüsel verilerle deklanşöre bastım. Klik sesi geldi.

Veee...


İşte bu!



Kimse istenen fotoğrafı yakalayamıyor. Kimsede şampiyonun en özel virajdaki arzulanan fotoğrafı yok.

"Ben de var," diyorum. "Tırtıl'ın minik Nikon L23'ünde hem de..." Etrafım sarılıyor, ekranından gösteriyorum. Nasıl becerdiğimi soruyorlar. Gülüyorum. "Tank şoförüydüm ben," diyorum.

"Simülatör dahil eğitimini almadığım ve kullanmadığım hiç bir silah yoktu," diye de ekliyorum. Gülüyorlar. Herkes e-posta adreslerini veriyor; o kareyi istiyorlar. Keyifle alıyorum adresleri ve eve gelir gelmez, fotoğrafı bilgisayara aktarıp herkese tek tek gönderiyorum.


En amcamın bir lafı vardı. Dolmakalemin revaçta olduğu klas çağlardı. Bana birlikte gittiğimiz kırtasiyeciden, ilkokul çocuğu elimin ölçeğinde Parker marka mürekkep çekilen bir dolmakalem almıştı ve bankaya gelmiştik. Onun çalışma odasınaydık. Daha sonra onun müfettiş arkadaşı; yıllar sonra CHP'den milletvekili, ardından da Devlet Bakanı olacak Doğan Kitaplı odaya gelmişti ve benimle konuşmuştu ve beğenisini daha sonra amcama söylemişti. Henüz Cumhuriyetin kokusu silinmemiş ve tüm masaları ceviz ağacından Ziraat Bankası'nın muhteşem binasındaydık. Koltuğuna oturttu enn amcam beni. Önüme bir kağıt koydu ve "Yaz bakalım," dedi.

"Güzel yazı yazan kalem değildir, insandır!"



*Daha çok fotoğraf içinse buradan lütfen, 25-26 Ağustos 2012 Hitit Rallisi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP