Adem Usta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Adem Usta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2021 Çarşamba

Mavi Gün

Beş önceki gün; yani Cuma öğle üzeri, soğuk ama güneşi pırıl pırıl saatler dışarı istiyor beni. Davete icabet gerek ama içimde bu aralar sıklıkla bahsettiğim bir ben var; şu pandemi sürecinde türeyen, tembelin önde gideni; ateşi sönük bir dünyalı: "Oturalım oturduğumuz yerde Yemek Sepeti'nden isteyelim bir şeyler," diyor. Uyuyorum ona, hatta girip siteye bakınıyorum. İşte tam o sırada gözünü sevdiğim öteki ben olaya dahil olup duruma bir kez daha el koyuyor. "Helâl sana, işte bu!" diyor, çoban kabanı askıdan alıp giyiyorum; çünkü hava sert gözüküyor. Sırt çantasında dün de bizimle olan kitap var. Tam çıkarken ve fikrimde yokken birden fikrim, üstelik emir kipinde bir "Hooopp!" çekiyor. "Heyy fotoğraf makinesi hadi sen de evladım," diye ses ediyor, alınganlık içeren ve istemem yan cebime koy tadında bir naz hissedince de başını okşayıp atıyorum onu da çantaya....

Daha bahçedeyken çok tatlı ama nemsiz bir soğuk sarılıyor boynuma, öpüyor yanaklarımı. Çok sempatik... Hadi gel de "Ne kadar soğuk bu," de ve sevme onu. Çok hoşuma gidiyor, öteki ben zaten evde...

Kıyıboyuna bir geliyorum ki sanki José Saramago romanından yapılmış Körlük filminin platosundayım. İnsanlar yok. İki yana da boylu boyunca bakıyorum. "Bir Allah'ın kulu yok yahu!" Basketbol sahası boş, onun etrafındaki iki sıra tribünler ve benim okuma bankım ve diğerleri bomboş. Hani sabahın en erkeni olsa eyvallah diyecek, sıkıntı da etmeyeceğim. Şaşırtıcı!


İskele enfes görünüyor, çok mavi ve çok berrak bir hava. İskelenin hemen arkasında üç gemi alargada. Aklım her an çelinebilir! Bir hamle yapıyor bedenim, gemileri çekelim diyor fotoğraf heveslim. İki adım gidiyorum ki bayıldığım ben olaya müdahil olup tekrar el koyuyor.

Martılar kıyı boyu!


İskelenin aksi yönüne yürüyorum. Fikrim gibi bedenim de çok memnun. O halde bir teşekkür bana. Henüz bir insanla karşılaşmış değiliz. Köprüye yanaşırken bir insan görüyorum. Elinde çöp tenekesi ve süpürge olan bir temizlik görevlisi. Bir dünyalı görmenin mutluluğu neredeyse boynuna atlayacak. Selam veriyor, kolay gelsin diyor, dünya dili konuştuğu için de pek seviniyorum.

Martılar kumsalda, kafalar tümüyle karada, kuyruk yönleri deniz. Bir orkestranın şefi gözleyen hallerinde bir disiplinle bekliyorlar. Bir kısmı ki bunlar daha gençler; adı bir kaç kez değiştirilse de benim için hep Alanos Deresi'nde banyo yapıp eğleniyorlar. Aslında iki grup da etraf mekânlardan gelecek öğle yemeklerini bekliyorlar.

Bir banka oturuyorum ve adından yola çıkıp kapağından etkilendiğim ve her zaman olduğu gibi içimde oluşan hislerle satın aldığım 100 sayfalık romanımı kaldığım yerden okumaya başlıyorum. Martıların yüzleri bana dönük; çok sevimli ve komikler. Arada bir havalanıp üzerimden geçiyorlar ve nerede kaldı bu yemekler merakıyla çevreyi kolaçan ediyorlar. Fakat size şunu söylim, onlara gelen menü bana gelse öper başıma koyarım. Çok iyi mutfakları olan beş lokantanın mıntıkasındalar. Şık kahve mekânlarını saymıyorum. Kebaplardan başlayın, pide ve pizzalardan devam edip, dünya mutfaklarında fren yapın. İşte bunların hepsinden oluşan ve onlar için biriktirilen yiyecekler bizzat mekân çalışanları tarafından servis ediliyor. Sonrası çok eğlenceli bir cümbüş. Elbette kargalara da nasip ki onlar tam bir beyefendi ve hanımefendi gurme havasındalar ve asla martıların bir kısmı kadar yemeğe saldırgan ve çığırtkan değiller.


Kitabım çok tatlı. Tabii ki onu tatlı kılan yazarı Natsuko İmamura. Genç bir kadın olduğunu düşünmekteyim, şu an. Üç kez aday gösterildiği Akutagawa Ödülü'nü nihayetinde 2019 yılında bu kitabıyla almış. Çok keyifle okuyorum. Tatlı bir mizahı var ve anlatıcısı bir erkek. Üsluba bayılmış durumdayım. Bir yandan japon kültürüne dair tatlar ediniyorum, bir yandan da öyküde yer bulan oyun arkadaşlarım kadar neşeleniyorum. Elbette meraklanıyorum da. Bir yanım da sorulara yanıt almak için bir an öncenin telaşlarında.

Kitabın sonlarına gelirken bir an sanki yoruldu yazar diye düşünüyor, içimdeki çok eleştirmen ukala bu duruma bayram ediyor ve alıyor sazı eline. O konuştukça bende tat gidiyor. Ve bu ruh halinde kalan bir kaç sayfa biraz zorlamayla ve bu ne şimdilerle bitiyor.

Sonra kitabın arka kapağındaki - ki eğer almayı düşünürseniz bakmamanızı öneririm- tanıtım yazılarını okuyorum. İyi ki de öyle yaptın diyerek serinkanlı benin boynuna sarılıyorum; son bir kaç sayfada küçümseme nedenim olan her şey kitap bütünlüğünde sadece yerli yerine oturmakla kalmıyor, koşup yazarı öpesim geliyor.

Bu keyifle bekleşen martılara selam edip, dönüşte görüşürüz diyerek bir süredir sen ne için yola çıkmıştın hatırlatması da yaparak sitemkar bir sesle "Hadi!" diyen bünyenin çağrısına uyuyor ve yola devam ediyorum. İstikamet Adem Usta. Dönüşte de yıllardır var olan, beğendiğim ama kalabalığından dolayı gitmediğim kahve mekânının sevdiğim ve hep kullandığım ara sokakta açtığı çok şirin ve sakin şubesinde, kitap eşliğinde kahve-pasta eşleşmesi planlıyorum.


"Ohhh masam boş!"

Tezgahın önündeyim. An itibariyle hiç düşünmeme gerek yok.

"Tavuk, lütfen"

Geliyor, onların tanımlamasıyla kızartmam. Görüntü muhteşem. Diyorum ki masama koyulurken...

"Bu işte, tam fotoğraflık."


Bu kez müessesenin ikramı salataya hayır demiyorum. Önce yemeğimin suyuna bir lokma ekmeği banıyor, damaktaki çok sesli patlamaların tadını çıkarıyorum. Masaya bıçak gelmiyor; çatal ve kaşık var. Ben de istemiyorum. Çatalla şöyle bir bastırıyor, ekmekle tutuyor, itirazsızca gelen lokmalık tavuğu yolluyorum test merkezine...

"Hımmmmmmm misss...".

Göze hoş geldiği gibi damağa şarkılar söyleten bir öğle keyfi. İki koca parça tavuk ve zengin garnitürler gözümü korkutmuyor da değil. Keşke porsiyon istemeseydim diye geçiriyorum aklımdan. Sonra diyorum ki işte geleneksel esnaf lokantası budur. Varlıklarını sürdürüyor olmalarına seviniyor ama bir dahakine az kızartma deyip tek parça ile sofradan kalkmayı düşünüyorum: Çünkü günümüz standartlarından bakınca gerçekten kocaman bir tabak. Aslında onlar kızartma deseler de bu bir tavuk tandır bence... Kemiğinden tutup kaldırsam löp diye sıyrılacak etler, öyle hissediyorum. Ödememi yapıyorum, günümüzden bakınca fiyata da şaşıyorum; çünkü az porsiyonu biraz fazla ekmekle bir öğünü geçirtecek hissi veren bu tabağın tam porsiyonu 30TL. Ve bu lokanta hem fiyatları, temizliği ve yemek kalitesi ile her gün dolup taşıyor ve yıllardır da dükkânı ve patronu sevdikleri belli personelde bir eksilme olmuyor.


Çıkıyorum, tipbox'ı bugün boş geçmiyor, keyifle yürüyorum sahile; kahve dükkânı konusunda hayalim dürtse de doymuşluk hali diyor ki zorlayıp da keyifsizce içme. Dinliyorum onu ve kahveyi evde yapmaya karar veriyorum.

Ama... evet ama, en kısa zamanda, o kahve dükkânının şirin sokağa bakan köşe masasında, renkleri pek hoş yastıklı bambu koltuklarında elimde kitabımla olacağım sözünü veriyorum kendime.


Bir de butik var sokakta, bir kaç ay evvel zemin kat mini bir dairenin mini bir odasında bir hanımefendi tarafından açılan şirin bir butik. Önünden geçerken dikkatimi çekmişti ve o da anladığım civardaki kitap kafe müşterisi genç kızları çekmişti. Kendisiyle konuşup, bir iki fotoğrafla söz edeceğim bir yazı düşünüyorum.

24 Aralık 2021 Cuma

Rakıya Su Katarım

*'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


**İçki denip geçilemez... İçki içen ne yaptığını hatırlamaz ama, rakı içen unutulanları bile hatırlar... Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden harddisk'tir.

Kaç gündür rakı sayıklıyorum. Bir yandan da üşeniyorum. Dün burada bulamadığım yeni yıl ajandası için enn sevdiğim kadın önermese hiç haberim olmayacak şehrin kadim kırtasiyecilerinden birinin dört durak ötemde şube açtığını öğrenince atlıyorum trene ki vakiti de öğlene denk getiriyorum. Varıyorum Mimar Sinan durağına. Geçiyorum bulvarı ve bayılıyorum küçük ve şirin parkın hemen dibindeki ve onunla sarmaş dolaş dükkâna... Seçiyorum mavi renkli ve  spiralli ajandayı. Ödememi yapıp çıkıyorum ama aklım da beni çelmeye çalışıyor. Enfes bir kış soğuğu, pırıl pırıl bir güneş... Çok sakin ve binalarla boğulmamış, çok sevdiğim doğu bloğunun herhangi bir ülkesinin herhangi şehiri tadı veren bir zamanın  içindeyim ki  karşı köşedeki iki katlı, yeşillikler içinde, parka, geniş bulvara ve de onun içinden geçen tren yoluna bakan; dış oturma yerleri ve hatta ikinci kat balkonu da çok hoş  mekân göz kırpıyor. Kahve ve atıştırmalıklarla an itibariyle yandaş keyifse tahrik ediyor beni ki sırt çantamda da şahane bir kitap var. Üstelik ajanda için dökülsem de yola, günü yazarım sanki diyerek fotoğraf makinemi de çantama atmıştım.

Bu etki altındayken dahi çeliniyor aklım. Trendeyim. Bizim istasyonda iniyor, kartımı okutup iademi yüklüyor, sevdiğim pastaneyi kalabalık buluyor, Adem Usta'nın önüne gelince de benim masamın boş olduğunu görüyor ve içeri süzülüyorum. Hımmmmmm şahane, çünkü yemek tezgahında pırıl pırıl karnıyarıklar var. Aklımdan cacık da geçiyor ama hâlâ kararsızım.

Yemek, masama bir gelsin hele!

"Bir karnıyarık lütfen."

Geliyor bol kıymalı, bütün biber ve domates dilimleri ile göz okşayan, fırın gördüğü belli pırıl pırıl karnıyarık tabağım. Ekmekten bir lokmalık koparıyor ve suyuna banıyorum. Tam olarak ölmelik! Cacık hâlâ çağırıyor... O ara müessesemizin standart ikramı salata geliyor; teşekkür ediyorum ama masaya koydurmuyorum ve diyorum ki yiyemem, ziyan olur.

"Bu muhteşem tabloya ekmek dışında hiçbir şey katmamalısın," diyor içsesim. Saygı duyuyorum.

Çıkınca oradan, yeni açılan mekân adına üzümlü kek dese de anne kurabiyemden bir tane kahvemin hatırı için alıyorum. Keyif coştu bir kere...

Uzun zamandır ki bir yılı geçtiği kesin rakı bir kaç zamandır aklımda dönüyor; sürekli erteliyorum ama bugün fikrim net. Ancak onu, pandemide esnafımızı koruyalım etkinliğim çerçevesinde büyük marketler yerine mahallemizin mini marketinden almayı istiyorum. Girdim ve reyona gittim, üzgünüm ki kafamda günlerdir olan yok. Bu kez başka bir mahallemiz esnafına yönlendim ama o da kapalı. O zaman büyüğe..

"Bir İzmir rakısı; mavisinden lütfen."

Bir paket de beyaz leblebiyi reyona gelirken raftan almıştım zaten.


**Asildir rakı,

Bakın 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size...

"Muhterem efendim, teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun meyhanesinde taam eylemek ve husisi eğlence tertip ederek vakit geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir. Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim... Pera sahaflarından Şener Efendi"


Bu davetiye Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü'nde yazdığı ve bayıldığım makalesindendir ki beni bu akşama tetikleyen o oldu. Balkondan buz gibi suyumu aldım. En Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı bardaklardan birini tezgâha koydum. Şişeyi açtım ve burnuma gelen kokuyla başım döndü. Rakıyı bardağımın içelim güzelleşelim satırına kadar doldurdum, ve bir parmak üstünde bıraktığım boşluğa kadar soğuk su ilave edip iki de minik buz attım. Beyaz lebebiler mini çanakta... Çilingiri Fransızın önüne kuruyor,  Denize ve Budha'ya bakıyoruz.  En Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. İki yıl olduğunu düşünürken ben, o geçen yıl pandemide içtiğimizi söylüyor. Blogu tarıyorum çünkü hatırlıyorum ki bira takıntısı oluşmuştu bünyemde ve hep rakı içtiğimiz ve rakıya çok yakıştırdığımız ve geleneksel mezelerine paha biçilmez Hut'da Ay'ın ve Venüs'ün muhteşem gözüktüğü bir akşamda bira içmişiz. Eğer bu iki yılda hatırlamadığım bir gün varsa günahı benim. Bu durumda ben rakı içmeyeli bir yılı geçmiş diyerek de bunu tarihe not düşüyorum. Deniz, Budha, gece, serpiştiren kar ve rakı olunca... Müzik gerek!

Rakıya ve tekliğe en güzel kim eşlik eder?






*Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

**Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü başlıklı yazısından...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP