Şaraplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şaraplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2022 Cuma

Leyla

Onunla tanışmamız Sevgili Şule sayesinde oldu. Punto'dan bahsettiğim yazıma yorumunda şöyle bir cümlesi vardı: "Biz son zamanlarda 'Leyla'ya' dadandık. Denemediyseniz, bir tadın derim,"

Bir yaz akşamıydı ve penceremden içeri deniz giriyordu.

Tetiklenmiştim ve serin bir şarap çekmişti canım.

Hissiyatımı da şu cümlelerle dile getirmiştim: "Saat 21'e yaklaşırken bir kadeh Leyla'yı üzerini kapatarak buzdolabına koyuyorum. Midyeler dolapta zaten. İdeal serinliğe ulaştığında ikisini birden çalışma odasına taşıyor, müziğimi de açıyorum. Bloglarda vakit geçirmeyi istiyorum. Leyla'yı bir süre seyrediyorum. Renk ve saydamlık beni benden alıyor. Çalkarası roze için kalifiye bir üzüm. Kendisiyle anlaşacağımızı düşünüyorum. Bir one night stand olmayacak bu... kesin."*

Bu arada tarih 2021'in Haziran'ı!

Şarabın fiyatı 30TL bandında!


Bundan yaklaşık iki hafta önce enfes bir film sonrasında şöyle bir an yaşıyorum: Filmdeki şarap mı tetikledi bilmiyorum, dolaba atıp soğutacağım bir beyaz şarap hayal ediyorum. Sanırım bunun nedeni filmdeki şişe değil çünkü onu hayal bile edemem. Doğrudan şarap reyonuna yürüyorum. Genç bir çift kırmızı şaraplara bakıyorlar, bir karar veremiyorlar, çok tatlı bir acemilikleri var. Gülümseyerek katılıyorum onlara ve çok tatlı bir sohbet gelişiyor aramızda.

Biraz da filmin gazıyla o akşam için niyetlendiğim markamsa net, onu bizim mahalleden almak kararıyla atlıyorum trene. İstasyondan direk Migros'a yürüyor, Leyla ile el ele tutuşuyor, eve gelir gelmezse dolaba, buzluğun hemen altındaki rafa yatırıyorum onu... ve bir de kadehi.

Vakit geç oluyor. Üç gün sonra, alıyorum dolaptan ve açıyorum şişeyi. İdeal serinlikteki şarabı kadehe koyuyor onu odama götürmek üzere ayırıyor, mantarla yeniden kendi dünyasına hapsettiğim Leyla'yı da görüşmek üzere, diyerek dolabın orta raflarından birine bu kez dikey yerleştiriyorum.

Blogları dolaşıyorum. Yatağa uzanmış, sırtımı iki yastığa dayamış, bir yandan da müzik dinliyorum. Ay ışığı odamda tur atıyor ve ben yazılara kapılmış giderken zaman akıyor. Bir an dikiliyor ve Leyla'yı ihmal ettiğimi fark ediyorum ve uzanıp parkelerin üzerinden alıyorum kadehi. Önce bir kokluyorum ki miss. İki yerli ve milli üzüm, Sultaniye-Emir birlikteliği muhteşem, renk âlâ ve berrak. İlk yudumu aldığımda yazılara kapılmış gitmiş ben yüzünden, sanırım en az 15 dakika geçmiş durumda, bu şahane bir keşif oluyor ama! Şarap ilik gibi akıyor, yeterince nefes almış ve keyfi yerine gelmiş olmalı ki damaktan başlayıp genizden geçerek aldığı yol şaşırtıyor beni...

Müthiş bir lezzet.

Şişelerin ilk açılışları sonrasındaki sabırsızca içilişler anında genizde hissedilen yakıcılık kayıp, sanki çok çok özel bir şarap bedenimi dolaşan.

Bayılıyorum. Balığa çok yakışacağını düşünüyorum.

Ve bravo bana ki şişenin dibini bulmayıp, bir kadehi zamana yayıp, keyifli okumaların ardından enfes bir uykuya gidiyorum. Ve üç dört gün sonra hep tek kadehle ve eşliksiz bir keyifle dibini bulunca şişenin, söz etmeliyim Leyla'dan diyerek fotoğrafını çekiyorum.



Bu arada memleketin hal-i pürmelali için tarihe not düşmeden geçemeyeceğim üzere şarap 99 TL'lik bir fiyata ulaşmış durumda, bir yıl önceki ile kıyaslayınca inanılır gibi değil.

*Roze Leyla içinse buradan lütfen .

Sevgili KuyruksuzKedi'nin Leyla öyküsü için de buradan lütfen

20 Haziran 2021 Pazar

Leyla'dan Geçilmez

Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?

Ömer Hayyam





"Biz son zamanlarda 'Leyla'ya' dadandık. Denemediyseniz, bir tadın derim," yazmıştı Sevgili Şule; Lucien Arkas Bağları'nın Punto'sundan da bahsettiğim bundan iki önceki yazıma yorumunda... Onu okuduğumda: "Leyla'yı görüyorum hep, daha çok roze ve beyazını, hatta rozeden mi başlasam yaz niyetine diye düşünüyorum da şimdi..." diye yanıtlıyorum.


Peker Reis'imiz ne der hep:

"Söz namus!"

Ben de aynen öyle davrandım. Dün öğle üzeri çıktım yola, önce bir arkadaş ofisine uğramam gerekti. Uğradım, iki lafın belini kırdık, bir kaç proje gördüm, normal çayları bitmiş olduğu için bir fincan elma çayı içtim, iki üç dedikodu yaptık eve döndüm. Sonra da bir şeyler atıştırsam dedim çünkü iç sesimin alarmı çalıyordu ve uyarırken bazı fikirler de veriyordu. İç sesi biraz erteledim, dinlemedim. Aldım telefonu elime. Tek tuş. Enn Sevdiğim Kadın karşımda... O'na bir teslimatım var; Sarı Votka ve Limonçello imalatlarımdan artan kokulu Finike limonları... Gerçi bu ara başını kaşıyacak vakti yok ama hani olursa, bir tren yolculuğu bana dedim. Önümüzdeki hafta enn sevdiğimiz mekânda rakı içeceğiz! 

Evden çıkarken, burgerlerini ve bahçesini sevdiğim yerde cheeseburger, yanında patates ve kola fikrim ağır basıyor; lakin geçen gün, yine sıklıkla söz ettiğim ve sevdiğim lokanta Adem Usta'da da bulgur pilavını görünce dayanamamış, az pilav üstü bir porsiyon tavuk döner ve cacık söylemiştim. Eğlenceli bir öğlendi; tabağın domates, biber ve küçük dilimlenmiş lavaşların ressam titizliği ile yerleştirilmesinden kaynaklı olarak estetik güzelliğini uzun süre seyretmiş, yiyince de tadına bayılmıştım.

Velhasıl bir türlü dizginleyemediğim aklım çeliyor beni ve 20 metre ilerideki burgerden vazgeçiyor, Adem Usta'ya dalıyorum.

Bulgur pilavını göremiyor, tam Güveç'e meyletmişken yok herhalde diye soruyorum. Kapaklı tencerenin içindeymiş. O halde, az bulgur pilavı üzerine bir porsiyon döner ve cacık.

Kesinlikle çok keyifli ve muhteşem bir zaman dilimi; iyi pişirilmiş bulgur pilavı döner birlikteliği muhteşem ve kıvamı yerinde, iri rendelenmiş salatalıkları taptaze ve diri, tuzu ve sarımsağı sakin cacık harikulade!

Üstelik 20 TL!

Esnaf lokantacılığı budur işte!

Oradan çıkınca bir an CarrefourSA'ya uzasam diye düşünüyor, gözümün önündeki Migros'da karar kılıyorum. Bir iki şey ki bunlardan biri Ülker'in yeni ürünü marşmelovlu donat! Diğeri de tabii ki Leyla. Alıyorum.

O an bir eşlikçi fikrim yok. Biraz serinletir, bir, bilemedim iki kadeh içerim diye düşünüyorum. Sonra aklım çeliyor beni. Midye, diyor içsesim. Hemen denizin dibinde, eşi ve iki küçük çocuğu ile arabasının arkasında midye satan ve hakkaten bunları lezzetli ve temiz yapan, dili biraz yağlamacı da olsa çalışkan biri var. Gelince eve Leyla'yı koyuyorum dolaba; buzdolabına değil ama! Niyetim saat 21 civarında dokunmak Leyla'ya. O ara midye konusundaki tartışma sürüyor zihnimde. Vakit yaklaşırken de üşenme yürü diyorum; sonra maskemi takıp varıyorum. 15 tane midye diyorum, o hesap düze bağlansın diye 17 tane vereyim 20 TL olsun diyor. 1,5 liralık midyeleri komşuyuz diyerek 1,25'den verdiğinin de altını çiziyor.  Dönüyorum eve. Leyla bekliyor.



Onun hakkında hiçbir şey okumuyorum, referansa güveniyorum. Endamını ve etiketi çok beğeniyorum; Leyla'ya yakışmış!

 

Saat 21'e yaklaşırken bir kadeh Leyla'yı üzerini kapatarak  buzdolabına koyuyorum. Midyeler dolapta zaten. İdeal serinliğe ulaştığında ikisini birden çalışma odasına taşıyor, müziğimi de açıyorum. Bloglarda vakit geçirmeyi istiyorum. Leyla'yı bir süre seyrediyorum.  Renk ve saydamlık beni benden alıyor. Çalkarası roze için kalifiye bir üzüm. Kendisiyle anlaşacağımızı düşünüyorum. Bir One night stand olmayacak bu... kesin.

Hımmmmm... koku.

Çilek... Hatta çilek reçeli...

Hımmm... Ama ev çilek reçeli değil...

E ben severim bunu!

Ev yapımı olmayan, küçük paket reçel meraklısı bir çocuğum ben, hem gül reçeli ile çilek reçeli birbirinin farklı tonu gibidir.

Valla sevdim, Leyla'ya aşık olabilirim.

Onunla geçen zamanların eğlenceli olacağından eminim sanki.

Bir yudum...

Hisset...

Hissediyorum.

Hissettiğin ne?

Yetişme sürecimde özenerek edinilmiş eylemler ışığında ve kendim olarak, dilimdeki, damaktaki ve bitimdeki evreleri ve de serinletilmiş, limon tadı varla yok arası midye dolması ile uyumunu topyekün değerlendirdiğimde, hissettiğimi ifade edebilir miyim?

Bekliyor.

Hayatıma hoş geldin, Leyla.



Ve çok teşekkürler Sevgili Şule. :)

15 Haziran 2021 Salı

Bir Kaç İyi Şey... Veeee Çooook Şahane Bir Şey!

Erken kalkıyorum; her zaman olduğu gibi. Önce çalışma odasına geçiyorum ki denizin üzeri çıldırmalık.  Böyle merhabaya can kurban! Gökyüzünün melekleri yine konuşturmuşlar... Güller açtırmayı iyi biliyorlar ve her gün başlangıcında pandemiyi eğlenceye çevirmeyi başarıyorlar!

Bir kahve yapsam... Denizin kokusunu eve doldururken onu derin derin solusam ve hatta elime de bir kitap tuttursam... mı?

Hımmmmmm... Müzik?




Geniş bir kahvaltı istemiyorum. Daha önce tarifini yazdığım, Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinden tek dilim üzeri ve orjinalinden biraz zenginleştirilmiş Alanos usulü kumruları hazırlıyor, fırına yolluyor, 195 derecede 14 dakika 30 saniye olan pişme süresi içinde zeytin tabağını hazırlıyor, yumurtayı pişmeye bırakıyor, fırının son 5 dakika 40 saniyesinde de filtre kahvemi hazırlamaya başlıyorum; o demlenirken de yumurtayı soyuyor, ikiye bölüp zeytin tabağına ilave ediyor, üzerlerine de pul  biber, nane esintili kekik serpip, sızma zeytinyağı gezdiriyorum.

Fırın sesleniyor!

Bir Alkış?

Bana!

14 dakika 30 saniye içindeki senkronizasyon başarım için... Sonra hepsini bir araya getirip çalışma masasına konuşlanıyor, kuş sesleri eşliğinde şarkılar dinliyorken  blogları ve öncelikle de sevilen köşe yazarları olmak üzere gazeteleri okuyor, bu esnada da ne var ne yoksa silip süpürüyorum.




Çok fazla uzak olmayan bir evvel zaman önce, Spotify açıkken ve ben çalışıyorken o an dinlediğim şarkıcının albümü bitiyor. Sonra, biraz arabeske vuran ama bunu kaliteli yapan şarkıcıları dinliyorum... Öyle damardan vokaller değil tercihim, eğlenceli olsun istiyorum. Bitiyor albüm. Göz at'ı tıklıyor, yenilerde ne var ne yok diye aranıyorum. Şöyle biraz pavyon ağzına çalan ama gazino yıllarındaki solist altlarının tınısına dokunan bir ses ama özellikle bir kadın sesi istiyorum. Bir albüm dikkatimi çekiyor. Kapağı ki  tuğla duvarlı bir alanın fon olduğu bereli, mantolu bir kadın fotoğrafı...* Etkiliyor.  Tıklıyorum. İşte bu! Ben bir isterken Rabbim iki veriyor. Dinliyorum. Öylesine derken kulak kesilmekle kalmıyor fena halde de eğleniyorum. Çok ama çok hoşuma gidiyor, popüler biri olmadığı kesin.. Hatta diyorum ki "Kim hangi pavyonda keşfetti acaba?" Fotoğraftaki yaş hiç taze değil ama edası cuk oturmuş. İki kere üst üste dinliyorum. "Bu ne iş?" diye düşünüyor, "Hele bir bak, başka albümleri var mı? diye dürtüyorum... İsmini tıklıyorum, Spotify saçıyor önüme. Bir "Vayyy beee!!!" çıkıyor ki dilimden; karşı duvardan gidip gidip geri dönüyor. Yağmalıyorum. Yok böyle bir şey! "Ne kara cahilmişim ben ah... ah... ahhh!" diye dövünüyorum.  Utanıyorum ama bunun sorumlusu sen değilsin diye de teselli buluyorum. Bu arada sanatçıya kendimi affettirebilmek için çabalıyorum.

Sonra bir gün Sevgili Momentos* blogunda Ayşenur Kolivar'ın Lazca bir şarkısını paylaşıyor, o paylaşıma şöyle bir yorum yazıyorum: "Sıkı dinlediğim bir grup vardır, Koliva... Bir de Mircan Kaya! Muhtemelen dinlemişsinizdir diye düşünmekle birlikte bir ihtimal daha önce dinlemediyseniz, diye düşünerek, onu da dinlemenizi öneririm. Lazca caz da söyler, Gürcüce de, ve Türkçe dahil üç dilde türküler de. Popüler kültürün sunduklarından olmadığı için kariyeri de pek bilinmez, diye düşünürüm. Özel bir sanatçıdır, vasıtanızla bilinsin istediğim bir kıymettir. Eğer daha önce dinlemediyseniz mutlaka dinlemelisiniz!"

Çok hoş bir yanıtın ardından,  adını başlığa çıkararak daha çok insana ulaşmasını sağlayacak bir paylaşım yapıyor blogunda.  İşte tam o sıralarda ben satın almak için kitap bakınırken; 10 parmağında 10 marifet olan ki bunlardan biri akademik kariyer -üstelik dünyanın dört bucağında- Mircan Kaya'nın bir de kitabı olduğunu görüyorum. Üzerine atlamam kaçınılmaz! Listeme ekliyor ve hemen... ama hemen siparişi veriyorum. Elime geçer geçmez de bir hafta sonu güneşinde bahçeye iniyor, annesinin dilinden,  coğrafyadaki yaşamı gözler önüne serdiği, olağanüstü bir hayat içeren, zihne şarkılar söyleten ve hoş bir kurgusu olan Gece Karanlık Çekirge Ve Sen adlı ki 2014'de çıkmış tek kitabını bir solukta okuyor, arka kapağını kapattığımdaysa elimden bırakmıyor, anın bu tadını hafızamda döndürüp duruyorum.  Yüzümde paha biçilmez bir tebessüm, kalbimde enfes bir sıcaklık...




Yolu uzatıyor ve Carrefoursa'ya varıyorum, demiştim. Sonra "Bu taze marketin raf düzenini seviyorum." diye eklemiş sonra da şöyle devam etmiştim, kısa dönem önceki bir yazımda: 

"Giderken aklımda alacağım şarap netken, orada aklım çeliniyor. İşin aslı sonradan fark ettiğim üzere şarap rafının düzeni değiştiğinden onu eski yerinde göremeyince yok diye düşünüyor, Cabarnet Sauvignon, Shiraz ve Merlot üçlüsüne kapılıyor, hayal ettiğim, başka çeşitlerini deneyip sevdiğim ve hatta mekânında şahane bir İzmir akşamı yaşadığımız markanın denemediğim şarabını seçtiğimi anlıyorum. Bu yazıda kendisi ile ilgili bir fikir vermek isterdim ama henüz şişeyi açmadım. Ramazan geleneği olan bir ailede yetiştiğim için, inanca ve geleneğe saygı duyar, günahmışı hiç umursamaz ama ramazan bitmeden de içkiye bulaşmam." diye bir not düşmüştüm.

İşte o şarabı bayram sonrası açmış, bazı akşamları tek bir kadeh olmak kaydıyla, bazen yanına atıştırmalık bir şeyler hazırlayarak içmeye başlamıştım. Aslında daha önce söz ettiğim aynı markanın İDOL'ü için gitmiştim ama üst paragrafta söz ettiğim karışıklık nedeniyle de PUNTA'sı ile dönmüştüm. İnanır mısınız, bir kez daha fiyat kalite noktasından bakınca (44,90TL) ve hatta bundan da öte içim keyfiyle şarap şaşırttı beni. Fakat özel bir yemek akşamının şarabı olmadığını da söylemeliyim!.. Çünkü Shiraz'ın katılımıyla bir tık daha tatlanmış Punta yalnız başına bir akşamın altından kalkabileceği gibi yemek söz konusu olduğunda işin özü, arafta kalsam da, olumsuzluğa daha yakınım. Fakat, şu pastanelerde olan ve arasına peynir ve yeşillik  koyulmuş sanırım sakallı denilen minik sandviçlerle de keyifler yaşatabileceğini düşünüyor, hatta yine tatlıya yakın pastalarla da belki olabilir diye düşünmekle birlikte, denemediğim için şimdilik bir şey söyleyemiyorum. Ama bu yazmaya susacağım anlamına gelmiyor tabii ki... Çünkü çok keyif aldığım bir sürü şey sanki bana sürpriz olarak ben dışında planlanmış ve o güç tarafından da bir bir aklıma sokulmuş olmalı diye sürekli şaşıran, ama çok da mutlu, coşkulu ve doğal olarak çenesi düşmüş bir adam haline dönüşümü gülerek izliyorum.






Gabriel Garcia Marquez tıfıl çağlarda okuduğum Yüzyıllık Yalnızlıkla hastası olduğum bir adam! Benim Hüzünlü Orospularım'sa hep elimin gittiği ama çocuk aklıyla hep çekimser kaldığım, fazlası ile merak ettiğim bir kitabı. 11.06.2020'de bir toplu siparişle alıyorum. Ama okumuyorum. Bu ara Roberto Bolaño'ya sarmış vaziyetteyim ve elimde bir tuğla sayılabilecek Vahşi Hafiyeleri var. Hoşuma gidiyor, hem kurgusu güzel hem gençlik, benzerlikler falan derken akıyor ancak ortalarına gelince tuğlanın, diyorum ki: "Bununla birlikte hap gibi yutulacak ama "kocaman" bir kaç kitap daha okuyup, okunmayanlar hanesindeki sayıyı düşürsem biraz."

Aklıma yatıyor ve Mircan Kaya ile ilk arasıcağı yapıyorum ve ardına da Marguez'i ekliyorum.  90 yaşını kutlayacak bir Abi. Gün görmüş, zengin bir ailenin son ferdi; ilginç bir karakter, gazetede köşe yazıyor, klasik müzik dinliyor... Kitapsa şarkıların adlarını ve bestecilerini söylüyor. Duygularının ve maceralarının takipçisiyiz. Anlatım bence muhteşem, ortaya saçılanlar da gerçek bir gözlemin ürünü. E duygu da içeriyor, bayağılık yok, romantizm var. Kısa bir roman olsa da ara sıcak muammelesi yapılamayacak kadar da edebi...  Gerçekçi dil bazı anları rahatsız edici yapabilir diye düşünülse de bazı kalemlerde anlam bulabiliyorlar ki bence bu o türlerden biri. Ben bir tek kişi özelinde -ki o yazıları okumuş olanlar anlayacaklardır- şöyle şeyler geçirdim içimden: "Bazı "Orospular" iyi ki tanıdım diyecek, sözcüğü başka bir seviyeye taşıyıp sevimli kılacak ve arkadaşlıkları, kişilik özellikleri nedeniyle unutulamayacak ve roman tadında, upuzun bir yazıya konu olacak kadar kıymetlidir!..."





Mircan Kaya yorumlaşmasının içinde akordiyon sözcük olarak geçiyor ve plağı yerinden almama neden oluyor bu. Dokunduğumda bir zaman yolculuğu başlıyor. Plakçı dükkanlarının neredeyse manifaturacılar sayısında olduğu yıllara uçuyorum. Para atılarak müzik dinlenen cihazlardan ilkinin geldiği Kilim Pastanesini hatırlıyorum ve onun çapraz köşesindeki, bu plağı aldığım mağazayı,  onu bir an önce dinlemek için uçarak eve gelişimi de. 
 

Sonra bu albümü youtube'da buluyorum ve linkini yazdığım yoruma ekliyorum. Ve bütün gün de akordiyon sesi eşliğinde ne güzel yaşadığımı düşünüyorum.

O aralarda blogrolumda Sevgili Elisabeth'in taze yazısını fark ediyorum.* Okuyorum ki etkileyici... Bir kitap; yazarını bilmiyorum. Altına şu sözleri yazıyorum:
 
" Küçük şeyler mi?

Yoksa insanı çoğaltan koskocaman şeyler mi?

Hatta yıllarına sevilme ve sevme izler bırakacak!..

Ne çok soruyorum değil mi?

Yoksa okuduğumu ve ardındaki kalbi anlamıyor muyum? dersin.

Olamaz mı?


Bu arada yazarı tanımıyorum ama kitap ilgimi çekti.

Şimdi de yazarla tanışmaya gidiyorum. Yazını sevdim:)

Ne kazançlı bir gün."



O da şöyle yanıtlıyor: "Okusan ve sevsen nasıl mutlu olurum. "insanı çoğaltan koskocaman şeyler" o kadar güzel bi tanım ki... teşekkür ederim:)"


Okuyorum bir cumartesi öğle sonrası... Bahçede oturuyor, bir yandan bodrum katı mesken bellemiş kedi ailelerinin güneşe serilmiş yetişkinlerini ve de oyun halindeki bebelerini izlerken kitabı bitiriyorum. Sonra da Sevgili Elisabeth'in yazısına dönüp; "Kitabı aldım ve okudum, çok sevdim, hatta bir yazı yazarsam büyüklere şahane masal diye söz ederim kendisinden dedim. Çok teşekkür ederim. Bir gün bizim efsane kedilerimizden de söz ederim belki. Süheyla ve sana mutluluklar," Yazıyorum. 


Vahşi Hafiyelerle başbaşayız...
 
 




*Sevgili Momentos'un yazısı için buradan lütfen

*Sevgili Elisabeth Vogler'in yazısı içinse buradan lütfen.


*Mircan Kaya'nın Bir akşam sen ve ben, adlı albümü.

5 Eylül 2020 Cumartesi

14 Dakikada Şarap Menü

Komik bir durum!..
Yazıyı yazarken müzik dinliyorum, favorilerimi elbette: sonra onlar bitiyor ve hiç dinlemediğim, dinlediklerim üzerinden önerilen ve ilk kez karşılaştığım bir şarkıcıyı tıklıyorum, Spotify'da... bildik ve eski bir şarkının, bilmedik bir şarkıcı tarafından yorumlanmış hali ilginç geliyor ve hemen yazının sonuna ekliyorum. Şimdi, onca yıl blog yazdıktan sonra ilk kez bir okur gibi ayarlanmış saatte yayınlanmasını bekliyorum yazımın: şarkıyı tıklayıp dinlerken, onun eşliğinde okumak için!


                                                                                  ****

Hikâye bir İzmir dönüşü, ekmeği şeklen İzmir usulü Kumru, daha özü, süslü olanlardan değil de Tarihi Alsancak Gevrek Fırını sadeliğinde geleneksel Kumru yapmam; bu vesileyle de nispeten özlem gidermem, hem de kahvaltı meselesini kolaya getirmemle başlıyor. Sonra bunu biraz daha tembel işine çevirip bu kez adını yerelleştirerek Alanos Usulü Kumru'ya eviriyorum ki bundaki maksadım daha az ekmek tüketmek! Başlangıçta orjinale sadakatle sadece domates dilimleri ve İzmir-Bergama Tulumu kullanırken, olayı özellikle kahvaltıda, peynir cinsleri dahil olmak üzere çeşitlendirmeye başlıyorum.

                                                                               .................

Derken, geçenlerde CarrefourSA'da bir şarapla karşılaşıyorum: tadı ruhta olağanüstü izler bırakmış bir bağda içilen şarabın,* "alt segment" kardeşlerinden birisi bu!

Bir Cabernet Sauvignon-Merlot kupajı ki fiyat* kalite noktasında benim diyen çok şarabı arkasında sıra yapacak kadar başarılı bulacağımı, bilmiyorum henüz!

Gelince eve ve ilk kez deneyeceğim üzere ve tembele bağladığımdan: yakışacağını düşünerek aldığım Lays Fırından, yoğurt ve mevsim yeşillikleri katkılı patates cipslerini bir kaseye döküyor, serinlemiş kadehteki şarabı da masaya taşıyorum.

Şarap görüntüsü ve ilk yudumu ile aklımı alıyor, bayılınca ona bir ışık da yanıyor! Fazla uğraşa gerek olmadan, toplam 14 dakikada hazırlanacak atıştırmalıkla keyifli bir gece geçirilebileceği noktasında yol gösterici bir menü oluşuyor zihnimde.


Dün akşam -ankastre- fırını açıp, 195 dereceye ayarlıyorum. Sonra mahallemin fırınından yarımını dilimleterek aldığım, lezzetini bu tür atıştırmalıklar için ideal bulduğum, üstelik dayanıklı Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinin büyükçe ve ince iki dilimini içine pişirme kağıdı koyduğum döküm fırın kabına yerleştiriyorum. Üzerine bir miktar sızma zeytinyağı gezdiriyor, onun üzerine bir dilim Namet-hindi füme yerleştiriyor, onların üzerine de pişerken kurumasınlar diye ince dilimlenmiş domatesleri, onların üzerine de dilimlediğim küçük dolmalık biber halkalarını koyuyor, köyden aldığım kurutulup öğütülmüş, nane esintili kekikten bir miktar serpip, üzerlerinde bir miktar daha zeytinyağı gezdirdikten sonra....


Çoğu zaman iki büyük ve ince dilim, bazen de örnekteki gibi bir büyük bir de küçük parça İzmir-Bergama tulumu yerleştirip, bir miktar kırmız pul biber ekliyorum ki tüm bu işlemler bittiğinde fırın da ısınmış oluyor.


Kabı fırının orta sırasına yerleştiriyor, süreyi 14 dakikaya ayarlıyorum. O arada bir kadehe keyfe keder ölçüde şarabı koyup, kadehin üzerini buzdolabındaki diğer kokuları almayacak ölçüde tecrit eden bir bardak ya da kase ile kapatıp buzdolabının üst rafında serinlemeye bırakıyorum.

Şarap ilk aldığım gün, açıp kadehe koyduğum anda beni şaşırtmış, rengi ve kıvamı ile de teslim almıştı.  Hem görsel olarak etkilemiş, serinledikten sonra biraz daha havalansın diye bırakmış, ilk yudumla da notunu vermiştim. Genizde biraz yakıcı bulsam da damakta ben kaliteyim demişti. Merlot, Cabernet karşısında ezilmemiş, bu ortaklığın içinde ben de varım demiş, özgün kimliğinin altını çizmişti. Onun meyvemsi izleri ile çaprazlanmış Cabernet Sauvignon'un asaleti bu işe gönül koymuş Lucien Arkas'ın zevki, özeni ve kalitesiyle birleşince ortaya çıkan tat rüya gibiydi. Bir kez daha bir şarap, İdol-2018: fiyat kalite noktasında beni şaşırtmayı başarıyordu. Kendi damağının keyfine değil de aldığı şarabın fiyatına, markasına ve bilinirliğine bakan birine kör tadım yaptırsak ve ederi nedir bunun diye sorsak, eminim ki ağızdan çıkan kelam çok yukarılarda olacaktı.

Sonraki içimde havalandırma süresini biraz daha uzatıyor, genizdeki yakıcılık azalıyor ve kendi idealimi buluyorum, ve ilk şişeyi henüz bitirmemiş olsam da rengine ve kıvamın dolgunluğuna hayran şaşkınlığım devam ediyor... Seyrine bayılıyorum.

                                                                              .................

Ondördüncü dakikada fırın beni çağırıyor, önce kapağını açıyor, ilk sıcaklığı dışarı atıyor, sonra da tutacakla fırın kabını alıp biraz dinlendirip, sonrasında atıştırmalıkları ekmek tahtasının üzerine yerleştirip, dolaptan aldığım serinlemiş şarapla tanıştırıyor, sonra da televizyonun karşısına taşıyorum. Hemen kaynaştıklarını söylemeliyim.


Uzun zamanlara yayılmış bu mutlu, telefonda paylaşmalı geceyi; nüanslarında dolaştığım, yeni yeni keşifler yaptığım tek bir kadehle doya doya yaşıyorum.

Fikrimdeyse kırmızı, dili körletmeyecek kadar  acı biber halkalı kavurma üzeri, Bergama tulumlusunu denemek var!
                           
                                                                                ..................

195 derecede 14 dakika çünkü: Ekmeğin üzeri ve altı ince bir tabaka halinde çıtırlaşırken ara bölüm bir tık daha yumuşak kalıyor, fümeler sertleşmediği gibi domatesler sularını yitirmiyor, kekik kararmıyor ve biberler sertleşmeden ızgara tadında izlerle sakin ve dumansı bir tatla, tulum peyniri de tam olması gereken, kendini tam anlamıyla salmamış ama kremsi bir dokuda kalıyor.

Sonrasıysa... 

iyilik, güzellik!




 *CarrefourSa'da an itibariyle 45,90 TL

*Bağ ve o Şarap'tan bahis, La Mahzen'de Consensus başlıklı yazının üçüncü fotoğrafından sonra!

12 Haziran 2020 Cuma

Bir Yeni Normal de Benden

Benim başım kel mi? dedim. Geri kalma, trende takıl, dedim ve Pazartesi'den itibaren düştüm yollara. Önce bir derlenip toparlanmak, Eski Normal'in tozunu toprağını atmak, yenisine taze bir başlangıç yapmak üzere erkenden, maskemi takarak, normal bir gün edasıyla berberimin yolunu tuttum.

Cumartesi bir ön denetim yapmış, dükkanın derli toplu ve yenilenmiş, temiz halini görmüştüm.

Personelden bir kişi gelmişti, müşteri yoktu ki bu da bir avantaj oldu benim için. Oturdum, tek kullanımlık örtü üzerime yerleşti, berberim maskesini taktı, eldivenleri eline geçirdi. Her şey kitabına uygun, gibi görünse de bazı insanımıza -ısrarla- eğitim şart, uyarmaya mecbur kıldı. Olmadı ki, dedim, maskeyi aldın ve iç tarafını üfledin, elinle de dokundun. Kıl vardı içinde, dedi. İyi ya, dedim.

Bu arada maskeleri hastaneden getirdiklerini, söylüyor ve belli ki eğitim de vermişler ama... insanımızın bir kısmı seviyor kahramanlığı!

Tıraş başladı, eli çabuk bir çocuk ve mesleki anlamda da bir şikayetim yok, nasıl keseceğini de biliyor zaten. Fakat favoriler kısmına gelince önce sağ kulaktaki bağı çıkardı, dedim bu da olmadı, virüs varsa ortamda gittim ben.

İşim bitince ellerine sağlık, dedim, teşekkür ettim, zam var mı diye sordum ki varmış ve eski ücretin %50 üstünü ödedim.

Çıkınca dışarı ilk çöp kutusunda durdum, maskemi çıkarıp çöpe attım ve yenisini taktım! Şimdi bir hasret giderme, bir Yeni Normal eylemi yapma anı daha.

Dış kapıdaki dezenfektandan avucuma alıp, ellerimi güzelce dezenfekte ettim. Salih Usta'dayım, dükkan tertemiz, tüm personel eldivenli ve maskeli; tezgah önünü genişletmiş ve geneldeki masa sayısını azaltmışlar... güven veriyor mekan. İki tatlı genç kadın, tezgahın arkasında.

"İki dilim su böreği lütfen."

"İki mantarlı tavuklu, milföy lütfen."

"İki de şu pastadan lütfen."

Bu arada fark ediyorum ki kasanın yerini de değiştirmişler ve yığılma olmayacak bir noktaya taşımışlar. Bravo! Maskesiz girilmemesi gerektiği konusundaki uyarı da dışarıda görünür bir yerdeydi ve kasada da dezenfektan var. Sahilden yürüyorum eve.
 

Poşetleri birinci karantina bölgesine, balkona bırakıyorum. Duş işini de halledince, naylon poşete hiç dokunmadan, kağıt torbalara ayrı ayrı koyulmuş börekleri içinden alıyorum. Kahve yanına birer tanesini ekleyip, Mussano'nunkileri bırakıyorum ve lezzetli böreklerle hasretin tadını çıkarıyorum.

                                                                               ***


Salı Yeni Normal'in ikinci günü. Uzun bir aradan sonra dışarıda yemek yiyeceğim, sonra da çok M'li Migros'a yürüyeceğim. Narince odaklı!

Hasan Abi'deyim. Kimse yok, koca dükkanda tekim, bu güzel. Fakat tatlı genç kadın da yok. Önce içeride bir masaya oturuyor, genç adama şiparişi veriyorum.

"Bir buçuk porsiyon mantı ve şekersiz kola lütfen."

"Ve her şey olsun üzerinde..."

İçerisi yürümenin de etkisi ile sıcak geliyor, dış masalardan en köşedekine geçiyorum. O ara genç kadın geliyor. Güleryüzlü.

"Hoş geldiniz, özledik sizi."

Eldiven ve maske takmamı ister misiniz?
diye de soruyor. Sorun olmadığını, söylüyorum. Fakat bunun insanlarda tedirginlik yaratabileceği noktasında uyarmak ihtiyacı da duyuyor ama şimdilik bunu söylemekten vazgeçiyorum.

Muhteşem mantım yanında dilimlenmiş enfes pidelerle geliyor. Öyle özlemişim ki, o nedenle birbuçuk istedim. Ödememi yapıyor, ellerime dezenfektan sıkıyor ve çıkıyorum. Bulvarı tadını çıkara çıkara yürüyor ve çok M'li Migros'a geliyorum, bu çok beğendiğim ve ülkedeki en rahat ve hoş Migros'lardan biri. Doğrudan şarap reyonuna... Bingo, Doluca Kav serisinden Narince var, alıyorum, ama nasıl şaşırıyor ve nasıl da ve çok, ama çok seviniyorum! Az sonra...

                                                                                 ***

Perşembe günü, sabah temizliği, sakal traşı, kahvaltı ve iş başı. Öğleden sonra için Yeni Normal planlarım var. Ama  daha önemlisi eski mi eski normaldeki gelen son kitap siparişimin tarihi 02-03-2020. Bugünse Yeni Normal'in ilk siparişi gelecek. Az önce yeni uygulama olarak telefona tek kullanımlık bir kod geldi ve kargoyu getirecek görevliye söyleyeceğim. Temassız bir alışveriş!

Teslim alıyorum koliyi ve doğrudan birinci karantina bölgesine taşıyor, orada açıyor, sonra da ellerimi yıkadıktan sonra içeri alıp kitapları, kutuyu balkonda bırakıyorum. Aylar sonra yeni bir ilk... o halde bir hatıra fotoğrafı. Korona Günlerinde bir aşk tazelenmesi...

  
Şimdi yola koyulabilirim. Üzerime cicilerime giyip, maskemi takıp, sırt çantama küçük bir fotoğraf makinesi ekleyip, sadeleştirilmiş Yeni Normal tedbirlerimle düşüyorum yola. Bu bostanın fotoğrafını çekmeliyim, demiştim, Salı günü Hasan Abi'ye giderken... Çekmeliydim ki eskiden bu coğrafyanın tamamı böyleyken, bu alan sanki Kuzguncuk Bostanı gibi tek. Köyün izlerini taşıyan son haliyle de belki mütahitlerini bekliyor ve belki de kamulaştırıldı... bunu bilmiyorum. Bir şehir hastanesi türerse de yerinde şaşırmam. 


Önünden, bir kaç kare daha çektikten sonra, tadını çıkararak yürüyor, Hasan Abi'den sonra uğramayı düşündüğüm, kahvemi içerken de Olga Tokarczuk'un son çıkan kitabı  Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde'sini okumayı planladığım küçük kahvecinin önünden geçerken mekana bir göz atıyor, satış tezgahını da dışarı taşıyarak zaten küçük olan alanı iyice daralttığını fark ediyor, vuran güneşi de hesap edince bu plandan vazgeçiyorum. Bu arada ilk sayfalarında olmama rağmen daha önce ülkemizde  çıkan biri roman diğeri öykü olmak üzere iki kitabını da okuduğum Olga'nın Koşucular'dan beri fanı olduğumun altını bir kez daha çizmeliyim ki yine beni yanıltmıyor, diye düşünüyorum.

Şimdi, Hasan Abi'deyim ve bu kez mantı yemeyeceğim. Önce elimi yüzümü yıkıyorum, bugün tam anlamıyla yaz, hafif de olsa terliyorum. Dış masalardan birine, ama öncekine değil, oturuyorum. Diğer masama yakın, Şark Köşesi şeklinde düzenlenmiş bölümde altın günü yapan bir kadın grubu var. Tatlı ve bıcır bıcır, hoş dövmeli genç kadın geliyor. Yemek olarak ne var, diye soruyorum. İzmir köfte ve karnıyarık varmış, keşkek ve mantı gibi yiyeceklerin yanısıra...

"Bir karnıyarık lütfen."

"Az da pilav lütfen." 

"Bir de ayran... lütfen."


Hımmmm... pilav şehriyeli!  Ayrı düşünmüştüm ama olsun. İlk lokma karnıyarıktan... Bıçakla keserken belli etmişti kendisini zaten. Muh-te-şemmmm... Lezzetli bir iç ve muhteşem bir pişirme süreci... Olağanüstü bir öğle keyfi. Usul usul, tadını çıkara çıkara, üzerine çeşitlemeler yaparak büyük bir keyifle yiyorum, Yeni Normal'in dışarıda ama aynı mekandaki bu ikinci yemeğini... Yerken çeşitlemeler de yapıyorum, çünkü, bir an üzerinde besamel sos olsa nasıl olurdu düşüncesi geçiyor aklımdan... bunun tadını hissediyor ama sonra vazgeçiyorum bu fikrimden, çünkü, bu hali çok güzel. Lokum gibi demeyeceğim, bu ifadeyi yaratsa da beynim... Çünkü bu şiir gibi akıp giden, literatürlük, gerçek, özüne sadık, tuzu baharatı yerinde bir Karnıyarık. Muhteşem bir Şehriyeli Pilav, güzel pide dilimleri ve az bulunur lezetteki, gerçek bir Köy Ayranı ile ruhu coşkulu kılan, şarkılar söyleten, günün tadını yükselten bir Öğle Yemeği.

Ödememi yaparken, kimin yaptığını soruyor ve tadının ve beğenimin altını çiziyorum; bunu aşçımıza söyleyeceğim, diyor genç kadın.  Kartımı alıyor, teşekkür ediyor, maskemi takıyor, elime dezenfektanı sıkıyor ve düşüyorum yeniden yola. Bir an bulvarın fotoğrafını çekmek geçse de içimden bundan vazgeçiyorum. Şimdi, çok M'li Migros'tayım; kahvem bitmişti, onu alıyorum, bir iki şey daha... Ve şarap reyonundayım, tüm Doluca Kav Narince'leri kaldırma fikriyle geldim çünkü...

Önce kırmızılardan neler var diye şöyle bir göz atıyorum. Bir an Narince olmadığını sanıyorum beyazların arasında ki sırtı dönükmüş, hemen kapıyorum,  fakat ne kadar aransam da başka yok! Elbette nesli tükenmemiştir, lakin buradan aldığım özel; ancak meraklısının, bilgisi olanın fark edebileceği bir kıymeti var... Az sonra, neden özel olduğunun ve peşine neden düşülmesi gerektiğinin altını çizeceğim, ama önce kahvecinin yerine tercih ettiğim mekana bir uğrayamalıyım.

Enn Sevdiğim Kadınla, genelde onun yolculuk akşamları geldiğimiz gerçek bir bulvar pastanesine gidiyorum, üstelik iki bulvarın kesiştikleri köşedeki hoş mekana, Eski Fırın'a...

"Bir şu pastadan lütfen."

"Bir de limonata lütfen." 


Pastanın adını bir türlü hatırlayamıyorum. Ama tadı unutulası değil. Yumuşacık bir dokusu var ve içinde yumuşacık çikolata katı, yine yumuşacık ve çikolata ile ton uyumlu bir krema ve yumuşatılmış, neredeyse diğer katlarla aynı kıvama gelmiş ince bir muz var. Her seferinde tercih ettiğim, bugün bile ikincisi için çok tereddüt yaşadığım, limonata ile muhteşem uyumlu güzel bir pasta.... Limontaysa buz gibi, ferah ve çok başarılı... Bulvarı, trafiğin akışını, ışıkta bekleşen arabaları seyrede seyrede, sindire sindire tadını çıkarmaya devam ediyorum pastanın, limonatanın ve Yeni Normal'in.

Sonrasında, bugün için son bir karar veriyorum; sahilden yürümeli, kısa bir süre önce Eski Normal'de ıssızlık hüküm sürerken, bakalım Yeni Normal'de neler, neler olmuş merakıyla.*


  
İskele açılmış... İskele Kafe açılma hazırlıkları içinde, Kahve Dünyası, Starbucks ve diğer mekanlar eski kalabalıkları olmasa da günün bu saati için yine de kalabalık. İnsanlarımız pikniğe uygun alanlarda masaları doldurmuş, kumsal yüklü. Deniz dalgalı olmasına rağmen hafta içi için yeterinden fazla insana sahip. Kumsaldaki futbol sahasında gençler, korona günleri bitmiş gibi, maskesiz ve temaslı bir futbol maçında... Aslında bir çok yetişkinin de onlardan pek farkı yok. Fakat İlçe Belediyemiz bu yıl cankurtaran kulelerinin sayısını artırdığı gibi her kuledeki cankurtaran sayısını da ikiye çıkarmış ve yüzme sınır mesafesini kıyıya daha da yaklaştırmış, gördüğüm kadarıyla... Upuzun, düzenli, canlı ve temiz sahilimizle ne kadar öğünsek azdır. Basketbol sahaları, kızlı erkekli... Ve belli ki bir kaç gün sonra, kanımca, bu gidişle Yeni Normal de eskiyecek.



Gelirsek Yeniden Narince'ye 

Gerek Migros'tan gerekse mahallemizin marketinden aldıklarım Doluca Kav Narince 2018'di, bir şikayetim yoktu ki övgüyle söz etmiştim kendisinden; üzüm zaten kıymetli, altını her zaman çizerim. Fakat, buralarda bulamayınca ki iyi ki de bulamamışım, çok M'li Migros'tan salı günü aldığımın 2017 olduğunu fark etmiş ve kapmıştım. Onun önemi şuradan; iyi bir rekolte ve başarılı bir üretimin eseri olması. Üstelik bunu uluslararası iki yarışmadan, Mundus Vini'den altın, Vinalies Internarionales'den gümüş olmak üzere aldığı iki madalya ile tescillemiş olması...** Eğer şarabın anlamına ermediğim yıllarımda olsaydım, kesinlikle 2018 ile 2017 arasındaki nüansı fark etmezdim. Zaten şarabı hissederek, usulca içmeyi bilmediğimden, bir anlamı olmazdı, ne olduğunun. Tıpkı klasik müzik gibi, bir gün bunu anlayınca ve öğrenince, şarap da beni yükseltmişti. Her ne kadar hâlâ kendi beğenim önde olsa da, o beğeniye zamanla ve bilgiyle katılanlar, bu şarabın tadına ermeme de sebep oldu. Sözün kısası, seviyorsanız şarabı, bulursanız, kaldırın!



 **Kaynak Degustasyon.org

*Eski Normal'de iskele ve sahil coğrafyası 
 

7 Haziran 2020 Pazar

Haftaya Dair Ortaya Karışık

 Bi Gün

Güzel uyku, güzel uyanış, iş güç falan fakat ruhsuz bir hava. Sonra dedim bir canlandırayım günü; öğleden sonra tüm ekipmanlarımı alıp düştüm yola; önce çevre mekanlara göz attım ki tek tük masalar olsa da halkımız mekanlara gelmiş, yiyip içiyorlar. Sahil çok kalabalık değildi, tedbir almış insanlarımız ile almamışların sayısı da dengeliydi.

Önce Migros'a gittim, alışverişimi yaptım; sonra fırından ekmek aldım, sonra da Adem Usta'ya geçtim.

Dışarıdaki dezenfektanda ellerimi hallettim, sonra içeri... sakindi! İki sandviç döner hazırlattım; patlıcan musakkaysa yarın beklerim, diyordu, sonra onları da alıp eve geldim. Torbaları ilk karantina noktasına, balkona bıraktım, karantina odasında üstümdekileri çıkarıp, diğerlerini giydim, sonra da sandviçimi zevkle yedim. Özlemişim valla!

Yeme içme yerlerinin açılması ruhen bile normalleştirdi içimi, tabii ki tedbiri elden bırakmıyoruz! Az önce de kahvemi Ülker Asorti kurabiyelerim eşliğinde tükettim. Yazın içeride kalmak çekilmiyor velhasıl-ı kelam, bugüne kadar çok fark etmiyordu da, şairin dediği gibi, bu havalar mahvediyor!

Sanal Markete artık son, Adem Usta'ya selam; benim gittiğim saatlerde zaten boş oluyordu ki masa düzeni yapmışlar ve bazı sandalyelere boş bırakılacak diye kağıt yapıştırmışlar; eldiven tekmil ve tüm personel maskeli. Öyle işte!


 Her Gün

Yeni rutinim, kapanışın ardından son verileri aldığım 18:05 den sonra bilgisayarla vedalaşınca bir kadeh beyaz şarabı alıp, elime de kitabı tutuşturup ki bu ara okuduğum Füruzan'ın Balkan Yolcusu adlı gezi kitabı, yeni okuma noktama çekilip denize karşı usul yudumlarla şarabımı içerken, lezzetli satırların içinde yok olarak, diyar diyar Balkan coğrafyasını gezmek. Demlenmek, hayattan dem almak... Sonra Fox Crime'da takipçisi olduğum dizileri izlemek ki şu görünen miktarın bitmesi dört saati buluyor. Bu Doluca Kav serisinden kıymetli bir üzümün, Narince'nin 2018 eseri. Entelektüel bir duruşu ve harbiden asaleti olduğu gibi saygı duyulası, ceket iliklettiren bir ağırlığı da var. Emrin olur abim, diyesi geliyor insanın!

Füruzan bu yolculukta Osmanlı eserleri, müzeler gezdirmekle kalmıyor, o coğrafyada yaşayan soydaşlarla, kültür karakterleri ile sohbetler de yapıyor; elbette doğa güzelliklerinden de söz ederek. Bulgaristan'ın Jivkov dönemindeki ad değiştirme eylemlerinden, Miloseviç'in gelmiş geçmiş tüm faşistlere şükrettirecek soykırım rezaletlerine kadar pek çok şeyi insanların dilinden edebiyatçı kimliği ile aktarıyor. İnsanlarımız Tito'yu ve onun sosyalizmini seviyor mesela; Jivkov öncesi Bulgaristan'ından da memnun. Sonrasında buraya göç edenlerin bir çoğunun oradaki hayatı özler hale geldiğini ve çoğunun döndüğünü öğreniyoruz. Gençler mesela, serbest dolaşımın tadını çıkarıyorlar, gibi şaşırtıcı nüansları da olan bu geziyi yazar 1996'da yapmış. Okunası bir kitap olduğu kanaatini taşımaktayım ki şarapla uyumları da pek güzel. Ölçümüz bahsettiğim gibi, uzun saaatlere yayılmış tek bir kadeh!


 Bi Başka Gün

Rutin bir kontrol için hastaneye gitmem gerek, bu kez toplu taşım araçları kullanmak mümkün değil ve dolayısı ile keyifleri eksik bir ziyaret. Muayyenem en fazla 10 dakika, bir 10 dakika da tahlil için kan dersek geçireceğim süre 20 dakika... İlk randevu benim. Kardeş götürecek, sonra da geri getirecek beni... Öncesinde diğer araçlar şehir dışında olduğu için yoldan ofis personelini toplayacağız, onları şirkete bırakıp hastaneye döneceğiz. Mezarlığın önünden geçerken yakında gömdüğümüz öğretmenimizin mezarını ziyaret edip etmediğini soruyorum ki mezarı bizim ailenin mezarlığına yakın. Sonra öğretmenimizin kıymeti üzerine konuşmaya başlıyoruz. Ben ilkokulu bitirince kardeşim başlamıştı,  dolayısı ile ikimiz aynı öğretmenin öğrencileriyiz. Ölmeden bir süre önce ziyaret ettiğimizde, koltuklarda oturan bizi, salona girdiği anda günaydın diyerek ayağa dikmiş, sağol dedikten sonra da mini mini birler halinde oturmuş, şahane sohbet etmiştik. O gün vasiyet etmişti, cenazeme gelin, diye. Gülseren Kaya: hayatıma derin izler bırakan, nikahıma dahi gelerek beni mutlu eden, kıymetli ve enn sevdiğim kadınlardan biri!* Durmadan geçsek de mezarlığın önünden, duasız bırakmadık onu ve yol boyu da bize kattıklarını konuştuk.

Elemanları bırakınca dönüyoruz hastaneye, kardeş o süreci şirkete hijyen malzemeler almak için değerlendirmeye karar veriyor, işim bitince arayacağım.


Hastane var Hastane Var!

Merdivenleri çıkarken ufak bir tedirginliğim var, çünkü boğazıma silah dayanacağını düşünüyorum, hani derece yüksek çıkarsa diye... kendimden eminim ama olsun, tedirgin olmak adettendir!

Kapı otamatik açılıyor fakat güzel ve silahlı kızlar yok. Oysa dizim için gittiğim hastane, üstelik bugünkü kadar popüler olmamışken Covid_19 "...önce sınır kontrol görevlilerini aşmam gerektiğini görüyorum. Üç genç kadın, eldivenli, maskeli ve çok şık. Gülümsüyorum. Biri doğrudan boğazıma silahı dayıyor. Ateş normal. Virüs şüphesi yok. Geçebilirim derken, diğer genç kadın durduruyor. Güzel adamım sonuçta. O da ellerime hoş geldiniz dezenfektanı döküyor. Bu hastaneye en son iki yıl önce ilaç raporumu, piyasada bulunmamaya başlayan bir ilacımı değiştirip, yeniletmek için gelmiştim ki bu kez gözüme daha bir hoş görünüyor. O kadar sakin yani. Sanki bir hava yolu şirketindeyim ve çok şık kıyafetler var çalışanlarda, kalabalıktan dikkatimi çekmemiş daha önce demek ki." gibi hoş cümleler kurdurmuştu bana...  Tamam burası daha küçük bir hastane ve kurumsal kimliği bu şehirle sınırlı ama bu basit eylem bile müşteri açısından bir kıyas değil mi? Tabii ki dezenfektan da yok. Üstelik bir kısım personelde maske de... Bunun bir imaj zekası olduğunu düşünüyorum, o kadar güvenli ki maskeye bile gerek yok manasında...  Ödeme için, allahtan buraya bant çekmişler ve genç kadınla aramızda sosyal mesafe var, kartımı uzatıyorum, şifrem için posu uzatmaya yelteniyor genç kadın, şifremi veriyorum ve siz tuşlayın diyorum, keşke herkes sizin kadar duyarlı olsa diyor. Bu hastane ortaklarından bir ikisi arkadaşım, doktora da tavsiye üzerine gelmiştim, elbette bu rezaleti kendileri ile paylaştım, her şeyi geçtim belki size ufacık gelen bu durum bir imaj, dolayısı ile kıyas kaybı değil mi, diye de sordum. Bu arada doktor yarım saat geç geleceğini söylemiş... sorun değil, yanımda kitabım var!


Son İki Gün

Migros, peynircimden beyaz peynir sonrasında berberime uğruyorum, yenilenmiş, temizlenmiş, pazartesi sabah geleceğimi söylüyorum. Migros'ta bu kez Narince'yi bulamıyorum, mahallemizin küçük marketinden alıyorum, gün cuma ve cumartesi, ve akşam için hayallerim var. Enn sevdiğim kadın, şırıl şırıl ve coşkuyla akan serin bir dere tadındaki ses tonuyla arıyor. Ben senin neşeni, onun çıtırlığını yemem mi be! Pek hoş bir bölgede, ayın denizden çıkışını izliyor ki akabinde daha uygun bir noktada, evinin coğrafyasında tutulmasını da izleyecek. Epey konuşuyoruz, öncesinde sevdiğim bir diziyi izlemişim ki hayatımda ilk kez bir sahneyi beş kere geri sarıp izlemişim az önce... üstelik mutlulukla gülümserken, gözümün kenarından damlacıklar süzülmüş... Bu kadar mı sahici ve duygulu olur abi, demişim; kaç yaşında, üstelik de son derece metanetli bir adama bile bunu istemsizce yaptırabildiniz ya, alkış, hepinize. Aslında o sahneyi yazasım yok değil, ama çok uzatmak istemiyorum bu yazıyı. Fakat bir gün bir yazı yazarken yeri gelir ve yazarım, kim bilir?

Haftayı kapatmadan, dün akşam kanepede uzanmış maç izlerken telefonum çalıyor, hoş bir kadın, adımı güzel söyleyenlerden... kimim ben, diyor ki sesi biraz eski bir komşumuza, Nur'a benzetiyorum, o adını söylüyor. Alemlerin siberinin sayesinde tanıdığım kıymetli bir dost. Oğlu benim şehrime gelmiş ve ev sorunu var. Tamamdır diyor, oğlunun telefonunu alıyor, ve sorunu hallediyorum. Sonra posta kutumu açıyorum ki bir mail, çok kıymetli, yazı arasını uzattım diye  endişe etmiş, şahane bir dost.

Aslında bir kaç taslağım vardı, fakat diyorum ki, taze bir yazı yazmalıyım! Aslında tüm bunlardan önce, mahallemizin marketinden aldığım şarabımı dezenfekte işleminin ardından açmaya başlıyorum. Şişenin tepesindeki kağıdın ucunu kesip alıyorum, mantarın durumu iç açıcı değil, cerrah titizliği gerektiriyor ki, o da biri dokunsa da dağılsam, diye beklemekteymiş! Alt tarafı ile ilgili umudumu koruyorum ama sonuç rezalet, mantar un ufak! Bütün hayatım boyunca ilk kez karşılaştığım bir durum bu, mantarın bir kısmı da şişenin içine dağılıyor, hadi süzdük diyelim... koklama, tat kontrol ki bir umut...

Sonuç hüsran, şarap olduğu gibi eviyeden kanalizasyona... Normal koşullarda gerilmem gerek, üstelik sinirlenmem de... oysa gülümsüyorum. Hepsi posta kutumdan çıkan mail yüzünden! Arkadaşlık kıymetli bir şey...  

Çoookkkk hem de! 


*Öğretmenim Gülseren Kaya.

11 Ocak 2019 Cuma

LA Mahzen'de Consensus

 Öncesi

La Puearta'nın önünden ki kendisinden kesinlikle bahsedeceğim, anılardan söz ederek geçip ana caddeye ulaşıyor, sonra sola kıvrılıp Gar'ın ana binasına selam çakarak ışıklardan karşıya geçiyoruz. Bekleme salonundaki kioskta tatlı mı tatlı kadın İzban kartına yükleme yapıyor.


Planlarımızda yeri olan Retro Festivali'ndeyse bu akşam Barış Manço var. Festival canlılığı hoş ve zaten renkli bir alan olan gara ekstra bir canlılık katıyor. O ara tren geliyor ama biz binemiyoruz. Yol arkadaşım perona geçti lakin ben geçemiyorum. Ne yazık ki burada aynı kart, ilk yarım saat içinde ikinci kez aynı noktada kullanılamıyor. Alalım o halde... Gişenin açılma saatini beklemek gerek. Kısa bir süreye ihtiyaç var. Bu arada bir genç kız etrafta ondan başka kimse yokmuşçasına konsantre olduğu telefonda sevgilisi ile tartışıyor; seviye cırım cırım. Bir süre sonra bıçkın gençle ki o peronda, bu kez canlı tartışıyorlar; dersiniz evin salonunda. Gişeyi tam saatinde açan endamı yerinde genç kadın önce, racona yakışır bir biçimde uyarıyor. Bıçkınlığın hakkına yazık edip seviyesini aşağı çektiği gibi kenarından bile geçemeyen oğlan racon kesip de tepki verince, daha delikanlı ve üniforması pek de yakışan, endamı yerinde, bıçkının âlâsı genç kadın bu kez güvenliği uyaran bir anons yapıyor. Sesinin kararlığındaki sertliğe ve duruşuna bayıldığımın ve olayı yönetme biçiminin şahane ve film karelik olduğunun da altını çizmem gerek. Kartımı alıyor, ödememi yapıyorum. Perondayım artık. Hava çok güzel, pırıltılı... treni beklemekse en az yolculuk kadar şahane.

Güzel bir yolculuk, renkli bir yolcu çeşitliliği... başlangıçta oturacak yer bile olmayan tren gittikçe sakinleşmeye başlıyor. Havaalanını da geçtikten sonra artık açık alan manzaralı, küçük ve sevimli yerleşimlerden geçilen bir uzun yol tadını alıyor güzergah. O ara rezervasyon sorumlumuzun telefonu çalıyor. Teyitleşmenin ardından, karşıdan bilgiler geliyor. Pancar İstasyonunda haberdar etmeliymişiz ve Kuşçuburun'da da  inmemiz gerekiyor.

Güzel bir istasyon Kuşçuburun; bir küçük yerleşimin, muhtemelen şimdi Torbalı'nın bir mahallesi olan eski bir köyün banliyösündeki istasyondan çıkıyoruz; bir araba görüyorum bekleyen ama netleştiremiyorum, o yanaşıyor. Restoranın arabası. Alkollü araba kullanmam diyorsanız ki deyin, hiç de gerek yok arabayla gelmeye, hele de trenleri seven biriyseniz. İstasyon, Arkas arazisinin hemen hemen bitiminde, hani ben yürürüm derseniz araç istemeye de gerek yok. Ama siz yine de isteyin.


Üzüm kokan bir coğrafyada biçimli yeşilliklerin içinden, artık görevini devretmeye hazırlanan enfes pırıltıların serpildiği lezzetli manzaralar eşliğinde kısa bir yolculuğun ardından hafif bir tümseği çıkıyor ve giriş kapısının önünde duruyoruz. Muhteşem bir ikindi vakti. Biraz dışarıda dolaşıyor, çalılıkların ardına doğru alçalmakta olan güneşin, aşağı düzlükteki bağa vuran ışıklarını izliyoruz. Sonra giriyoruz ana kapıdan içeri, bir şarap butiği ile karşılaşmak hoş. Bakınırken etrafa, karşıdan gelen ince, uzun boylu, zarif genç bir kadın gülümsüyor bize. Kesinlikle dış masalar... Onun, günün en güzel saatleri olduğunun altını çizmesi, ilerleyen saatlerde havanın serinleyeceği konusunda uyarması sonucunda, ama en çok da manzara ve günün ruhları dürtükleyen saatlerinin renk sunumu için, asıl rezervasyon saatimiz 19 olmasına rağmen gönüllüce konuşlanıyoruz oraya kadar bize eşlik ettiği masamıza. Bayılıyor muyuz mekâna ve önümüzde uzanıp giden manzaraya?


 Bayılıyoruz...

Masamızla Fatih adlı genç adam ve bir de genç kız ilgileniyor. Ama kıvamında bir ilgi; olmaları gerektiği anda varlar. Açıklayıcı bilgilerin de yer aldığı şirin menüyü inceliyoruz... ki internet sitelerinden daha önce baktığımız üzere bir fikrimiz de var zaten. Önce şarap seçimini yapmalıyız. Aslında tüm çeşitler üzerinden bir tadım menüleri var ama biz damağımızdansa yüreğimizin seçimini yapmaktan yanayız. Merak, sonuç ve sevinç anlarının tadına bayılıyoruz. Ben Tempranillo ve Sangiovese üzümlerinden birini düşünmüştüm gelirken, en sevdiğim kadın ise Consensus 2014'ün merakında...


Masaya bir miktar zeytinyağının ortasına yerleştirilmiş zeytin ezmesi ve kızarmış ekmekler geliyor; yanlarında zeytinyağı şişesi ile... O ana kadar sırrımız olarak sakladığımız tercihlerimizin açığa çıkması sonucunda bir karara varıyoruz. Genelde yemeklerde tek üzümden yapılmış şarapları tercih eden ama bunda da olmazsa olmazı olmayan, üstelik de sürprizleri seven ben, veriyorum siparişi.

"Bir şişe Consensus 2014 lütfen."

75'lik ve 150'lik* olmak üzere iki seçenek var aslında, bunun altını çiziyor Fatih.

"75'lik olsun lütfen."

"Bir şarküteri tabağı lütfen."

"Bir ithal peynir tabağı lütfen."

"Bir de zeytinyağlı tabağı lütfen."

Salata, seçtiklerimize bakınca benim için elzem değil. Lakin Fatih de ıspanak salatalarını özellikle öneriyor. Ispanak salatası ile ilgili hiç bir deneyimi olmayan, üstelik her tür ıspanak yemeğine bayılmasına  rağmen bu yaşına kadar hiç çığ ıspanak yememiş ben, karşımdaki güzel mi güzel gurmenin pırıltılı gözlerindeki ışıltıyı görüyorum.

"O halde bir de ıspanak salatası lütfen."


Menüdeki porsiyonların dört kişilik olduğunu ama kendisinin onları iki kişilik hazırlatacağını söylüyor Fatih. Hatta şarküteri ürünleri ile peynirleri aynı tabakta hazırlatmayı öneriyor ki kabulümüz. Kısa bir süre sonra geliyor Consensus 2014, hoş bir kovanın içinde... Şişesini pek beğeniyoruz. Açıyor Fatih ve bir miktar koyuyor kadehime. Önce hafifçe çalkalayıp kokluyorum ki pek hoş. Sonra minik bir yudum... hımmmmm pek âlâ... Özellikle tam kıvamındaki serinliği, başarılı ve abartısız sunum ve damağımda giderek çoğalan lezzetiyle şarap, 'Götürün beni,' diyor kesinlikle. Onayı veriyorum gönüllüce. Dolduruyor kadehlerimizi Fatih, şişeyi de koyuyor ısıyı uzun süre koruyan kalın metal kovanın içine. Yiyecekler gelene kadar zeytinyağına batırdığımız küçük kızarmış ekmeklerin üzerine sürdüğümüz lezzetli ezme eşliğinde usul yudumlara gözlerimizi kapatarak, uzun yolculuklara çıkıyoruz her yudumda. Tek halleri ile de çok güzel Shiraz'ın, Cabernet Sauvignon'un ve Merlot'un  bu kez, kolektif şarkılarının her bir notasını, tüm nüansları ile hissediyoruz damaklarımızda. Olağanüstü bir senfoni bu; ruhu okşayan, mutlu eden, tüm olumsuzlukları yumuşatıp yok eden, anı kıymetli kılan, insanı kuş tüyünden masallara taşıyan, şahane bir zaman dilimi vaat eden bir tat bu. Sonra, gözlerimizi açtığımızda, önümüzde uzayıp giden bağların, karşıdaki görkemli dağların, uzağımızdan geçen trenlerin, gökyüzünün, yeşilin ve tüm bu güzelliklerin üzerine renklerini saçan güneşin tadını çıkarıyoruz. 


İçinde grisineler de olan peynir çeşitleri ve şarküteri ürünleri birleşiminden oluşan tabak iyi bir eşlikçi şaraba ve hoş... Mevsim sebzelerinden ve dört çeşitten oluşan zeytinyağlılar da hem diri ve pırıl pırıl hem de sunuldukları tabak itibari ile masada bir kalabalığa sebep olmadıkları gibi çok da lezzetliler... Üstelik bir ova bu coğrafya, doğal olarak da otlar ve sebzeler civar pazarlardan... ve tazecik.  Yöreye özgü bir yeşillik olan Cibes'in limon ve zeytinyağlı halini de bir adım öne çıkararak altını çizmem gerek. Ispanak salatası ise bambaşka bir dünya. Tek kelime ile  muhteşem. Ispanağın daha koyu tadı, muhtemeldir ki  çok az şeker ile hafifçe haşlanmış buğday, kiraz domatesler ve hurma ile dengelenmiş, ve bu dengeye de serin nar taneleri muhteşem bir nüans katmışlar. Sanki her biri kendi tadını ayrı ayrı hissettirirken aynı zamanda kimliklerini yok etmeden ahenkli bir müzik yaratıp, çıtır çıtır bir lezzetle dokunuyorlar damaklarımıza..  Bir zeytin coğrafyasında salatalardan ve yemeklerden söz ederken ayrıca bu yiyeceklerde kullanılan ve yine Arkas Holding'e ait Kristal zeytinyağının kalitesinden söz etmeye gerek var mı? bilemiyorum.


Kaç saat geçti onu da bilemiyorum. Ancak artık köyün ve trenlerin güneşli alanda kaldığını, bizim önümüzde uzanan bağa, akşama hazırlanan gölgelerin düştüğünü fark edebiliyorum. Birazdan günün en güzel saatlerinin başlayacağını, ruhlarımızın dürtükleneceğini, birbirimizin sözlerinde ve gözlerinde uzun ve keyifli yolculuklara çıkacağımızı hissediyor ve hatta biliyorum. Üstelik karşımdaki kadının renklerinin, o renklerin içindeki zaman dilimlerinin onda açığa çıkardığı duyguların, gözlerindeki, tenindeki, gülüşündeki ve sesindeki pırıltıların tadını da biliyorum. Şimdi ben tüm bu anları, ona hiç çaktırmadan bir kez daha aklıma kazırken aynı zamanda fotoğraf karelerine hapsetmenin hesaplarını da yapıyorum. O halde dolsun kadehler.


Şarabı çok beğeniyoruz, hem de çok... Öyle, bir şaraba tutulup da yaşamın gerisini onunla geçiren insanlardan değiliz. Her sevdiğimiz şarapla aşklar yaşayan ama yenileri denemekten de kaçınmayan türden iki insanız. Hangi şarap olursa olsun, onunla ilk tanıştığımız anda bize hissettirdikleri ve yaşattıkları önemli... elbette üzerini çizip de bir daha hiç hatırlamadıklarımız var. Ama çok ama çokkkk özel anlar yaşatmış olanlar da var. Artık keşifler peşinde koşma daha az, özel ve dengeli olanlarla devam eden ilişkiler daha çok yaşamımızda... Consensus 2014 de artık, mutlu akşamlarımızın takımdaşları sınıfında rengi ve nüansları ile üst sıralarda yerini alan müstesna ve dolgun bir şarap.


Günün ruhları dürtükleyen, sürekli güzellikler sunan doğaya ışığı ile renk katan güneşin usulca çekilip de sahneyi devretmeye hazırlandığı saatlerde, 5 Zaman Kadın adlı "sanatsal çalışmama" ek olarak, 5 Zaman Kadın Bağda adlı "sanatsal çalışmam" için çaktırmadan, aralıklarla çekiyorum modelimin fotoğraflarını. Çaktırdığım andakileri de bir başka güzel elbette... İkimiz de duygularını poz edip de fotoğrafa yansıtmayı beceremeyen modelleriz sonuçta.

Görüş alanımdaki bir kaç masa ötede ise sonradan gelen 5 kişilik bir grup var.  Mekânı bilen bir çiftle  misafirleri. Muhtemeldir ki bizle aynı saatte gelmeyip de güneşi kaçıran insanlar ya da bu mevsimin ilerleyen saatlerindeki serini bilenler ve ondan kaçınanlar kapalı bölümü tercih ediyorlar. Oysa güneş çekilip de serinleyince hava, içinde bulunduğumuz Ekim ayının sonlarında, ince bir  kazak ve hırka yetiyor ay ışığının tadını çıkarmaya... Tam karşımıza, Kuşçuburun'un sırtını dayadığı dağların ardına, ilk ışıklarını atıyor Ay.


Ne yazık ki çaresiz olduğum anlardan birindeyim. Birinci şişe biterken, günü, güneşten devralacağını bildiren ilk ışıklarını dağın ardında hissettirince, dün son dördünde olan ay; gelenin ne olduğunu kestirebiliyoruz doğal olarak.

Ve geceye ışıklarını bırakarak geçen trenler... Uzak sohbetleri gecenin serinliğine katılmış evler... şarabı oluşturan üzümlerin yetiştiği bağlardan evrene yayılmış; bağ bozumlarının her zaman genç ortamında,  sesi duyulamayan ama tene değen sevdaların haykırışları... katılınca dolunaylı geceye, elden başka bir şey gelemiyor.

"Bir şişe Consensus 2014 lütfen" 

"Bir de beğendili Mahzen köfte lütfen"



Çok ama çok güzel baharatlanmış, damak kıpırdatırken şaraba da yol açan, karabiber tadının hissedildiği küçük, yuvarlak köfteler çok da yakışarak katılıyorlar masaya.. Beğendiyse pek âlâ. Her şey yolunda. Ay, gece, müzik, şahane bir şarap, seyrine, renklerine, gözlerine, gülüşüne ve sohbetine doyum olmayan bir kadın, lezzetli bir mekân ve renk ahenk yiyecekler... Daha ne olsun! Hımmmmm bir de tatlı olsun.

"Bir bal kabaklı krem brüle lütfen."

Baymayan, en az şarap gibi dengeli, bal kabağının tadını çok öne çıkarmadan hissettiren, yumuşak bir final için son derece doğru bir seçim. Aferin bize... Şu an düşünüyorum da, hatta belki de pişmanlığını yaşıyorum, bunu da gece bir rüya tadında akıp giderken yaşadığımız heyecana veriyorum; ipeksi lezzeti ile damaklarımızı şenlendiren bal kabaklı krem brülemize eşlikçi olarak tatlı şaraplarından birer kadeh istemeliydik. Kesinlikle istemeliydik. İsteyin.

"İki kahve lütfen."


Kahvelerle final yaptığımız, çok güzel, huzurlu, lezzetli ve seratonin yüklü  5,5 saat geçirdiğimiz güzel gece için, servis ücreti de dahil olmasına rağmen 440TL artı, fazlası ile hak edilmiş bahşiş ödüyoruz. Sonra şu tablonun da olduğu kapalı yemek salonundaki diğer resimlere de bakıp, şömineyi de gözden kaçırmadan, zemindeki camlardan görünen mahzendeki fıçıların fotoğrafını çekip, çıkıştaki butiği dolaşmaya başlıyor, oradaki hanımefendi ile hoş sohbet ediyoruz. Üstelik de 4 şişe şarap alana 2 şişe de hediye ettikleri bir kampanyaları var. Ayrıca kargo ile de istenebiliyor seçilen şaraplar. Aslında mahzeni gezmeyi, farklı şarapları tatmayı planlamış, o yüzden de rezervasyon saatinden 2,5 saat önce gelmiştik bağa. Öyle güzel ve romansı bir akşamdı ki yaşadığımız, hiç gerek görmedik mahzen turuna. Hem tekrar gelmek için bir sebebimiz olmalı di mi? Mesela bağ bozumuna..


Unutmadan altını çizmeliyim ki Consensus'lar, Amerikan ve Fransız meşelerinden yapılmış fıçılarda 24 ay olgunlaştırılan, mahzen şarapları kategorisinden özel ve tadılası şaraplar. Ve tek parselde Türkiyenin en büyük-organik bağcılığın yapıldığı- bağı da burada.


Getiren şoförümüz ortalarda gözükmeyince, bizi sohbet ettiğimiz butiğin yöneticisi tatlı ve de cabbar hanımefendi bırakıyor istasyona... Yolda sohbet güzel. Kendisi şu an çok hatırlayamıyorum ama Bosna ya da oralardan bir yerlerden gelmiş uzun zaman önce, iş nereli olduğumuz noktasına gelince, kardeşinin de bizim balede balet olduğunu öğreniyoruz. Opera balenin şu anki müdürü, sopranoların en en ennnnnn şahanesi, kimin yakın arkadaşı acaba?

Bir kez daha treni bekleme keyfi... üstelik muhteşem gecenin devamında. İşte geldi. Bu kez daha sakin bir seyir. Ta ki şehire yaklaşana kadar. Sonra doluyor tren. Saat henüz 23 bile değil. Cumhuriyet Bayramı'na hazır, ışıltılı bir şehir ve Alsancak Garı.

Bayıldığımız sokaklarda, hafta sonu keyfinin göğe erdiği keyifli insanların arasından, güzel güzel mekânlardan sokaklara taşan müziklerin, mekânlara giden ya da mekân değiştiren genç adımların tıkırtılarını duyarak varıyoruz otelimize.

Odamızın baktığı  sokak, bazı arabalara özel yerler ayıran karakteri ile pek maceralı. Gizemli arabaların gelip gittiği sokağımız üzerine hikâyeler kurup, yarınki planlarımızın kıpırtısıyla, bayramlıklarını yatağına tıkıştırmış çocuk tadında, uykuya doğru yol alıyoruz. Gülüşlerimizin kenarından yastığa sızanlarsa mutluluktan başka bir şey değil.


*İki şişe içecek bir kalabalığınız ya da niyetiniz varsa 150cl'lik şişe, 2 adet 75cl'lik şişenin toplam fiyatına göre 50 TL daha ekonomik ve tercih edilebilir. Bizim başlangıçta iki şişe içeriz diye bir hesabımız yoktu, ama genelde bu tür  akşamlarda kullandığımız zaman dilimine bakınca da bu ihtimal hep var... burada ve bu havada, bu farkı gözetmeksizin, yine de tek 150cl'lik yerine ikinci ve yeni şişeyi açtırmayı tercih ederdik; akşamın sunduğu kesintisiz devrim ve tazelik adına.


Bir Günü Bir Yazıya Sığmayan Şehir-İzmir

1 Kasım 2018 Perşembe

Pazar Pidesi, Bit Pazarının Nurları ve Tbilisi'ye Veda

 Sıralı okumayı düşünürseniz, buradan başlayın lütfen.
 


Öncesi

Erken uyanıyoruz. Öğlen evi teslim edeceğiz. Otobüsümüz yerel saatle 18'de. Çanta hazırlıklarımız ve son kontrollerimizin ardından evi toparlayıp avluya bakan ortak merdivenin geniş alanına konulmuş masada son kahvelerimizi içiyoruz.

Gün Pazar. Pazar demek pide demek. Tiflis'de pidenin adı ne? Haçapuri. İlk geldiğimiz gün, anahtarları teslim alma ve tanışma faslında ev sahiplerimizin Gürcü yemekleri ile ilgili olarak, lezzet açısından öne çıkardıkları ve fiyatlarının da uygun olduğunun altını çizerek tavsiye ettikleri mekana gitmeyi düşünüyoruz. Üstelik kendisi mahallemizde, ve bu güne özel aksiyonları izlemek için doğru bir noktada. Biraz da yolu kısa tutmayıp, özellikle bulunduğumuz noktadan bir üst caddeye çıkıp güle oynaya, baka göre geniş bir tur atarak, çoğu zaman günün sürprizlerine şaşırarak  ulaşmayı düşünüyoruz kendisine.


4 Haziran

Avludan çıktığımızda Davit Aghmashenebeli Caddesi  sabah sakinliğinde, hava açık, ısı güzel; Pazar gününe yakışır bir ışıltı var günde. Bu kez Spar'a gitmek için sürekli kullandığımız caddenin bir sonrakinden çıkmaya karar veriyoruz.  Her biri geçmişten izler taşıyan, önlerinde durulası evlerle kaplı Cadde de buna şık bir sürprizle karşılık veriyor; ağaç dallarına kurulmuş küçük evler kategorisinden, iki bacaklı el yapımı bir mini apartman. Üstelik mavi yahu! Fazlası ile gülümsetiyor.



Bu cadde de tesadüf ki bir süre sonra sağa kıvrılıp sürekli kullandığımız cadde ile birleşerek Spar'ın önüne varıyor. Bu kez Fabrika'ya çıktığımız yola devam etmeyip köşeden sola yürüyoruz. Evler önlerinde kalıp uzun uzun bakmalık. Aslında yabancısı değiliz, Spar'a her geldiğimizde, ya da küçük parkında oturduğumuzda kendisi ile temasımız var. Bu kez arşınlayıp iyice tanımak ve hissetmek istiyoruz kendisini



Her bir eve hayranlıkla bakarak yürürken binalardan biri, önünde kontak kapattırıyor istemsizce. Mavilerin etkisi var tamam ama kapı önündekilerden hariç olarak tabelası ve pencerelerinden süzülen objeler takılınca göze, çaresiziz. Bir dükkan burası; züccaciye mi desem, abajurlar dahil narin porselenler, şık ve süslü ev eşyaları ya da objeler satan mı desem, bilmiyorum. Gün Pazar ve kapalı an itibariyle. Allahtan kapalı, içindeyken bir müşteriden öte züccaciye dükkanına girmiş fil efekti yaratmamız işten bile değil. Öylesine sevimli ve davetkar.


Sıklıkla şirin, pek manalı duvar yazıları ve grafiti örnekleri ile karşılaşıyoruz. Genel duruma bakınca çok milletli bir yerleşim bölgesinde olduğumuzun farkındayız; bu renklilik ekonominin alt katmanlarından olsa da çok neşeli.


Pazar rehavetinde ya da ayininde olan, kadim ağaçlı caddelerde salına salına yürümek pek güzel. Aslında bırakılacak gibi de değiller. Her bir ev ya da bir kamu sağlığı merkezi, kocaman bir hastane geçmişten bugüne epey hikaye anlatıyorlar ve insanın eli hiç birini boş geçmek istemiyor.


Derken uzaktan sezdiğimiz ama çok da anlamlandıramadığımız heyecan dolu, hatta ürkütücü, tehlike arz eden bir aksiyonun ortasındayız şu an. Güzel ve zarif  Hanımefendi, kesinlikle bir kahraman. Özel mi özel bir kadın. Çok gördük de böylesini ilk kez görüyoruz. Video kaydı için her şey hazır, en sevdiğim kadın kayıtta.


Elindeki uzun ağaç dalına taktığı ciğerleri ağacın dallarındaki kedilere uzatıyor. Etini alan kedi yola devam edip çatıya çıkıyor ve orada keyfini çıkarıyor yemeğin. Fakat bir de güvercinler var güzergah üzerinde. Biz, sanırım güvercinlerden daha tedirginiz. Bütün kediler istihkaklarını alıp, güvercinlerin yanından geçip çatıya ulaşıyorlar. Sonra hanımefendi içeriden aldığı bir kapla geri dönüyor. O içeri girdiğinde adeta güvercin yağıyor balkona. Şimdi onların yem saati. Gülümsetiyorlar. Anlatılır bir kalabalık değil, şahane bir seyir hali. Kesinlikle görülmeli. Gülümseyip selamlaşıyoruz bu şahane hanımefendi ile.


Şimdi mahallenin başka ülkelerden gelmiş renk renk insanlarının yaşadığı bölümündeyiz sanki.  Hissediliyor bu. Evlerden birinin odalarından birinden vazgeçilerek evrilmiş küçük ve sevimli bir  butik göz alıyor. Kozmopolit Mahallenin Gürcü sahibeli sempatik butiği. Aslında ürünleri Made in Turkey'mi? diye merak ediyorum, böyle olacağı konusunda yorum da yapıyorum ve en acar muhabirimiz uçuveriyor karşıya.Yanılmışım.


Yemyeşil bahçesi hareketli, kubbeleri mavi ve toz sarısı renkli kiliseyi boş geçmiyoruz. Arka tarafa kurulmuş masalardaki yiyecekler göz alıcı. Bir nikah töreni olduğunu hissediyoruz. Kadınlar, çocuklar ve erkekler şık ve her şey pırıl pırıl. Masaların örtüleri bembeyaz. Bir tur atıp çıkıyoruz bahçesinden. Aslında kalıp izleseydik, hatta arkasından gelecek kutlamaya icabet etseydik pek güzel olacaktı. Yan sokağa bakan kapısının  tam karşısındaki duvarlar devasa, pek de güzel grafitilerle süslü; Fabrika'nın sol cephesi. Önünden biraz yukarı çıkıp sola dönüyoruz. Biraz ilerledikten sonra tekrar alt caddeye doğru inerken köşebaşındaki bakkala su almak için giriyoruz. Hareketli bir bakkal. Üstelik sürprizli! Buram buram taze pişmiş hamur kokuyor.


Üç genç kadın tezgahın arkasında ve hiper aktif bir satış anı. İki küçük suyu kapıyoruz lakin o kokunun sahipleri, çeşit çeşit hamur işi de bizi kapıyor. Seç seçebilirsen! İçerdeki aksiyona ve kadınların hızına bakınca, meşgul edersek kanımızın dökülebileceği hissine kapılıp hemen iki, üzeri pudra şekerli pastayı işaret ediyorum.


Henüz sıcak, pufuduk pasta içindeki marmelat ile birlikte misler gibi kokuyor. Hoppidi hoppidi yürürken bir taraftan da yiyoruz pastalarımızı. Bir ara sokağa girip benzerlerine çokça rastladığımız, yine üç yol ağzındaki tuğlalı binanın önünden aşağı kıvrılıp Spar'ın önünden aynı caddenin öteki tarafına doğru yürümeye başlıyoruz. Elbette ki mimari baş döndürücü ve sanki çarlık dönemi Rusyasındayız. Binaların mimarileri ve görkemleri bir başka zaman dilimine taşıyor bizi. Önlerinde kalmamak elde değil, bir kaçı restore ediliyorlar ki beni resmen geçmişte yaşatan, bu manada en etkileyen bölge oluyor burası.


Geniş zamanlara ihtiyaç duyurduğu kesin; özellikle geçmişe ve o dönemlere karşı hissiyatı kuvvetli insanlar için. Deklanşörden eli çekmek mümkün değil, fotoğrafı sevenler için.

Biraz daha aşağıda hemen Leo Tolstoy Caddesi'ne dönülen köşedeki de bir başka güzel. Yeri gelmişken yazar adlarının caddelerde olmasının elbette büyük yazarlar olmaları ile ilgisi var, ama eski zamanlarda bu tür "sakıncalı" insanların sürgün edildikleri yermiş Tiflis aynı zamanda.


Benzerlerinden nüanslarla ayrılan binayı uzun uzun seyredip gecesi başka güzel Leo Tolstoy'a kıvrılıyoruz. Tiflis'in en çok ayak bastığımız alanındayız şimdi: Saarbrücken Square.


İlk gün önerilen ama kendi önceliklerimiz nedeniyle son güne bıraktığımız, aslında neredeyse her gün bir şekilde önünden geçtiğimiz Tiflis Pub'ın dış masalarından Kura Nehri'ne ve Kuru Köprü'ye (Dry Bridge) en yakın olanına oturuyoruz. Meydan bütünüyle görüş alanımızda. Bir Pazar Klasiğinin gurbetteki versiyonu bu. Gerçek bir pazar günü!  Hissiyatlarımız fena halde relaks. Güneşin bulutların arasından sıyrılıp da kendini göstermesineyse azıcık daha var. Birazdan masamıza düşeceği kesin.


Alman pub'larını andırıyor mekan. İçerisi de pek hoş, göz alıcı bir sadelik, görkemli ve tutarlı bir uyum var dekorasyonunda. Kış hayalleri bile kurduruyor insana. Yine şirin, güzel, yumuşak ifadeli ama tebessümü eksik bir genç kız. Yine insanı boğmayan, kıvamında bir ilgi, ve yine sorulara verilen samimi cevaplar.

"Bir peynirli haçapuri lütfen."

"İki peynirli, iki de kıymalı hinkal lütfen."

"Bir bira ve bir de kola lütfen."


O ara kaldırımın kenarına ve biraz ilerimize siyah bir minibüs yanaşıyor. Mekandan çıkan şık takım elbiseli, güneş gözlüklü karizmatik, hatta havalı, saç kesimi yeni moda bir adam minibüse doğru yöneliyor. Hemen arkasında elinde dosyalarla yine şık, kumral, 40 yaş civarı genç bir kadın. Biz de başlıyoruz gıybete, biz derken ben. Mafyatik bir iş adamı olduğunu, kadının da onun sekreteri olduğunu söylüyorum. Sonra kızlı erkekli bir kaç genç daha biniyor arabaya. Arka kapak açılınca kameraları görüyorum. O zaman kurgudan çıkıp teşhisi tam koyuyorum; bir televizyon ekibi bu, muhtemelen Amerikalı. Beyefendi de programın hakikaten havalı, bir o kadar da kasıntı, star pozlu, bence kaprisli sunucusu. Çocukluk hayallerim fazlası ile imreniyor şimdi. Adama değil yönetmene.


Enfes bir koku kaplıyor masayı, sonradan ilave edilmiş bir parça tereyağı usul usul erimiş olanla kaynaşırken ortaya çıkan, iştah açıcı bir aperitif sanki. Önce hinkallerin tadına bir bakalım ki peynirli olanı ilk kez deneyeceğiz. Hem de usulünce.


Hımmm usulünce?.. Hamurun içine hapsedilmiş lezzetli suyu dökülmesin diye önce sapından üst kısmı düz gelecek şekilde tutup, ufak bir ısırık alıyoruz. Sonra suyunun bir kısmını çekiyoruz, ki çok âlâ bir lezzet bu. Sonra yine kalan su ile birlikte sap kısmına kadar ısırıp, çiğnedikçe kendimizden geçiyoruz. Bu, Linville'dekinden daha lezzetli. Azıcık ama! Biz sap kısımlarını da yiyoruz. Aslında isterseniz onları içeri gönderip kızarttırabiliyorsunuz ki biz tercih etmiyoruz. Bu arada bira da pek lezzetli. Haçapuri çıtırlık noktasında Finüküler'de yediğimiz kadar başarılı değil fakat sanki bu daha yerel bir üslupla pişirilmiş, daha kalın ve yumuşak bir hamur, lezzetle ilgili bir sıkıntı yok, çok da keyifle yiyoruz ama sonuçta skor Haçapuri:1 Samsun Pidesi:1 oluyor.


Kuru Köprün'ün üzerinde usul usul hareketlilik başlıyor, bir Lada meydan tarafındaki ucuna yanaşıyor. Başta gitarlar olmak üzere, diğer malzemeler duvar dibine dizilmeye başlıyor. Sonra kahvaltı masası kuruluyor kenar bir yere. Çaylar demleniyor ve birazdan esnafların sabah kahvaltısı başlıyor. Bir süre onları izliyoruz bira ve kolalarımızın tadını çıkarırken. Ev sahiplerimizin altını çizdiği gibi memleket ölçeğimize göre çok ucuz kalan 17.73* Lari tutarındaki hesabı kredi kartı ile ödeyip pek sevdiğimiz garsonumuzu da boş geçmeyip, mekanın içinde son bir tur atıp, tabii ki bu güzel sabah keyfini yaşatan herkese teşekkür edip  Köprüye doğru yürüyoruz. 


Bir süre kalıyoruz üzerinde... evdeyken salonun camından sürekli gördüğüm, zikzaklar çizen robotik  ışık gösterisini bir Tiflis hatırası olarak aklıma nakş ettiğim göz alıcı cam bina ve arkasındaki Radison Blu'yu birlikte fotoğraflamadan geçemiyorum.

 

Dedaena Park'ın içinde sanki sanat festivali var. Eski Long-Playler'den radyolara, gümüş kaşıklardan porselenlere, çanak çömlekten zarif kristal kadehlere, giysilerden takılara kadar ne ararsanız var burada. Parkın etrafındaki kaldırımlar boyunca sıra sıra dizililer. Sovyetler Birliği'nin Glasnostla birlikte dünyaya açılma döneminde pek çok şehrimizde rastladığımız tezgahların benzerleri bunlar. Şahane bir Bit Pazarı.


Resimler... resimler... resimler. Ah şu el yapımı bebekler! Birinde aklımız kalıyor. Abla bir bir liraya mal sattıkları dönemi çoktan aşmış. Alıcıyı gözünden yakaladı çoktan. Üstelik bebek mavi elbiseli.

"Ne kadar bu?"

"100 Lari."


Aklımız kalmadı mı?  Fazlası ile kaldı. Kendimle mücadele etmedim mi? Fazlası ile. Eğer abla resimlerdeki peşin satan gibi bir poz takınmamış olsa... bizdeki duygunun farkına varıp da burnundan kıl aldırmaz bir havayı dışa vurmasa... onun el emeği olduğunu düşünsem... bir pazarlığa yol verecek bir eda sunsa...   pazarlığa girişir, niyetinden ve samimiyetinden emin olur, o parayı, hatta daha fazlasını istese onu da verip alırdım. Lakin bir sanatçı hassasiyetinden yoksun, başkalarının emeğini pazarlayan bir kurnaz satıcı tavrıydı gözüme çarpan.


Biz de teselliyi şu sevimli mavi kargada buluyoruz hemen. Tam o esnada iki güvercin çeşit çeşit tablolarla dolu, rengarenk  meydana sanki uzun bir takip uçuşunun ardından zınk diye konuyorlar. Arkadaki pek çapkın, fena asılıyor ötekine. O nereye o da oraya. Gülümsetiyorlar. Öndekinin pek manidar nazına mahkum takipteki. O bir mahcup  mecnun. İndikleri ve yürüdükleri yön anlamlı. Sanki... evet sanki... başkalarının duymadığı bir müzik var. Hissediyoruz. O da ne? bu bir dans. Pek romantik bir an. Şimdi ressama doğru yürüyorlar. Yüzümüzde çok sıcak, sevimli bir tebessüm. Kalıyoruz öylece.


Normalde 12'de teslim edeceğimiz evi dün Linville'deyken mesaj atıp 14'e uzatan ev sahibemiz nedeniyle  biraz vaktimiz var. Hızlı bir şehre veda partisi yapabiliriz. O halde Hemingway'e.

Dışarıdaki yüksek masalardan birine oturuyoruz. Güzel mekan Papa Hemingway! Biraz ileride de Jack London var. Ne sevimli bir cadde bizim cadde. Gariptir, içimizde en ufak bir ayrılık hissi yok. Sanki buralıymışız gibi bir duygu bu.

"Bir kadeh kırmızı şarap lütfen."

"Bir kadeh beyaz şarap lütfen."

Şarap seçimini en bayıldığım yol arkadaşıma bırakıyorum. İçeri geçiyor ve inceleme başlıyor. Mekan sahibi Hemingway hayranı, giyimi ve tarzı pek güzel. Bir müzede her biri nadide eserlermişçesine anlatıyor şarapları. İşini ne denli bir sadakat ve keyifle yaptığı camdan dışarı yansıyor.


Belki bir akşam, mekan yükünü almışken, masalardan insan sesleri yankılanırken derin sohbetlere kulak kesilsek, pek "entelektüel" tartışmaların içinde gezinsek, bir iki kadeh yuvarladıktan sonra şu masalardan birinde Hemingway'in bir şeyler karaladığını da görebilirdik kesin. Çünkü içinde kıymetli cümleler kalmış, ruhu olan küçük, sevimli bir mekan Papa Hemingway.


Şaraplarımız geliyor. Abi sohbetli. Bir süre sonra çekilmesini de biliyor. Hımmmmm baharat kokulu, karanfil ve tarçın nüanslı kırmızı bir şarap. Üstelik bunlar da küplerde fermente edilmiş. Benim beyazım da serin ve narenciye ferahlığında. Güneş öyle güzel ki. Cadde canlanma saatlerinde. Keyfimiz fena halde gıcır. Seviyoruz seni Tbilisi.


Yudum yudum hissederken anın kıymetini, güzel güzel kelimelerle birbirimizin gözlerinde kayboluyoruz. Yaşamın güzel anlar hanesine bir çentik daha atarken, en bayıldığım kadının telefonunda yeni bir mesaj. Yine tatlı ev sahibemiz, bir İngilizce öğretmeni kendisi, gördüğümüz en güleryüzlü Gürcü. Zamanı bize bırakıyor. O halde 16 uygun. Mutabığız. Seviyoruz seni Nino. Yudum yudum Hemingway o halde!


Artık eve geçip çantaları alma vakti; seyri ve keyfi güzel caddemizde sallana sallana, hoşumuza giden mağazalara gire çıka yürüyoruz.


Güneş, zaten hikayesi güçlü, fazlası ile sevimli caddemizi ve bizi şefkatli sıcağı ile pışpışlıyor. Günün usul usul kalabalıklaşmaya başladığı saatler geliyor. Bugün Pazar!


İlk gün evin avlu kapısının hemen kenarına kıvrılmış bu sevimli köpeğe ilk anda  "Selam Puik." diyorum; Ontorio Kurtlarının Kaptan'ı Swing'in köpeği Puik. Bizimkini yaratan sanatçı da ondan ilham almıştır belki.


Buluşuyoruz Nino ile evin kapısında.*

"Sevdiniz mi?"

"Çooooooooooooookkkkkkkkkk."

İşini öyle heyecanla yapıyor ki öğretmenliğinin yanı sıra ve öylesine seviyor ki evlerini, iyi şeyler söylediğinizde öyle bir pırıltı çıkıyor ki açığa, anlatılamaz. Duydukları fazlası ile mutlu ediyor onu, yazın diyerek de paylaşmamızı istiyor düşüncelerimizi; öylesine masum, öylesine yumuşak ve öylesine çekinerek ki... Yanağından makas alası geliyor insanın.


Komşularla selamlaşıp, sırt çantalarımızı yüklenerek garajlara gitmek üzere çıkıyoruz güzel anlar geçirdiğimiz avludan. Puik ile de vedalaşıyoruz. Kuru Köprü'den son kez geçip biraz daha yürüdükten sonra bir taksi durduruyoruz. Bu kez iletişim zor. İngilizce fayda etmiyor. O ara duraktaki genç kızdan yardım istiyoruz. Garajlara gideceğimiz kısmını hallediyoruz. Şimdi pazarlık kısmı. Sonuçta 8 Lari'ye anlaşıyoruz.

Küçük ve eski bir otogar, bize sevimli geliyor. Otobüsümüz ki geldiğimiz, peronda. Hostesimiz yazıhanedeki hanımefendi ile sohbette. Bizi fark ediyor.

"Hoş geldiniz?"

"Hoş bulduk."

Çantaları veriyoruz. Üst katta caddeyi de gören banklardan birine otuyoruz. Ellerimizde kahve kokusu.


Kitaplar çıkıyor çantadan. Yeraltı Demiryolu. Yazar Colson Whitehead ile yeni tanışıyorum. Gelirken, evde sabah erken uyandığımda kanepeye uzanıp okurken,  içimde bir ukala türüyor sürekli; bildik, yeni bir şey söylemeyen bir roman vurgusu yaptırıyor dilime. Hatta bıraktırmayı bile düşündürtüyor bana. Ukala işte! Sonra bırakmayı yakıştıramıyorum kendime, ticari bir mantıkla, çok satabilecek kitap planlamasıyla yazıldığı vurgum usulca alanı terk etmeye başlıyor. Onun yerini, tamam bildik bir hikaye ama!... söylemi alıyor usul usul. Sonra bırakamaz oluyorum. Nasıl bir hikayeye dahil olma haliyse benimki, okumuyor bizzat görüyorum şimdi. Sonra başlangıçta kitapla ve yazarla ilgili kurduğum tüm cümlelerimi yutuyorum.

Artık hava kararıyor ve biz bu kez Gürcistan'ın 3.büyük şehri ve parlamentosunun taşındığı Kutaisi üzerinden dönüyoruz. Banliyösü, ışıl ışıl bir şehirden öte ışık yoksunu bir kasaba tadı veriyor.

Yapımı ve işletmesi Metro'ya ait -şık- Batum Otogar'ında yemek molasının ardından sınıra varıyoruz.

Bu sefer daha sakin kapı. Gürcü polisinden geçip, galvaniz sac kaplı uzun koridora giriyor ve ilk free-shop'a dalıyoruz. Bu Gürcülerinki. Cin, viski ve iki şişe cacha alıp ikişer şişe halinde pay ediyoruz.

Şimdi bizim kapıdayız. Çantalar x-ray'e. Bu kez sorun çıkıyor. Görevinin hakkını veren kadın polis elimizdeki poşetlerin -yüksek alkol derecelerine sahip oldukları için- limiti aştığını söylüyor. Kalıyoruz.

"Gürcü tarafından mı aldınız?"

"Evet."

Geçirmeye pek gönlü yok.

"Bizi uyarmadılar, uyarsalar almazdık."

Sanki yumuşayacak.

"Özellikle öyle yapıyorlar. Bizimkinden alsaydınız uyarırlardı."

"Çantada bir de şarap var. "

"Ev sahiplerimizin hediyesi."

Aslında bizim kapıda sorun çıkarılabileceği konusunda uyarmıştı free-shop'daki genç kadın. Ama biz Türk'üz; ufacık bir limit aşımından sorun çıkmaz bizde biliriz, duygusalız nasılsa, iş görmeyi severiz. Hatta görevini hakkıyla yapan, kanunsuzluğumuzu görmezden gelmeyen insanı kınarız. En sevdiğimiz cümle "bu seferlik idare et"tir. Eden de adamın dibidir bizce.

Sonuçta iyi niyetimizden şüphe etmeyen kadın polisimiz kıyamıyor bize.

Dönüş, özellikle Türkiye'ye girdikten sonra sürekli durup yolcu almalar, indirmeler yüzünden yorucu ve sıkıcı olmaya başlıyor.

Kerasus'taki mola ruhu açıyor.

"İki yayla çorbası lütfen." 

Üzerine biraz pul biber. Deniz. Erkenin tatlı serinliği. Lezzetli çorba, sıcacık pideler...

Ekip tam kadro bize yakın bir masada. Mevzu gidişteki trafik cezası. Başka otobüsteki bir hostesin aldığı ücretin içerdikleri üzerinden gıybet... Açık sözlü olduğunun altını çizen, bunu  pervasızlığına paye yapan patron-şoför. Otobüse fazla hostese alakasız bir örnek üzerinden mesaj.

Gün ışıması. Karadenizin güzelliği. Geçilen pek çok yerleşim. Minibüs... Ve Ev.


  

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP