Sıralı okumayı düşünürseniz, buradan başlayın lütfen.
Öncesi
Erken uyanıyoruz. Öğlen evi teslim edeceğiz. Otobüsümüz yerel saatle 18'de. Çanta hazırlıklarımız ve son kontrollerimizin ardından evi toparlayıp avluya bakan ortak merdivenin geniş alanına konulmuş masada son kahvelerimizi içiyoruz.
Gün Pazar. Pazar demek pide demek. Tiflis'de pidenin adı ne? Haçapuri. İlk geldiğimiz gün, anahtarları teslim alma ve tanışma faslında ev sahiplerimizin Gürcü yemekleri ile ilgili olarak, lezzet açısından öne çıkardıkları ve fiyatlarının da uygun olduğunun altını çizerek tavsiye ettikleri mekana gitmeyi düşünüyoruz. Üstelik kendisi mahallemizde, ve bu güne özel aksiyonları izlemek için doğru bir noktada. Biraz da yolu kısa tutmayıp, özellikle bulunduğumuz noktadan bir üst caddeye çıkıp güle oynaya, baka göre geniş bir tur atarak, çoğu zaman günün sürprizlerine şaşırarak ulaşmayı düşünüyoruz kendisine.
4 Haziran
Avludan çıktığımızda Davit Aghmashenebeli Caddesi sabah sakinliğinde, hava açık, ısı güzel; Pazar gününe yakışır bir ışıltı var günde. Bu kez Spar'a gitmek için sürekli kullandığımız caddenin bir sonrakinden çıkmaya karar veriyoruz. Her biri geçmişten izler taşıyan, önlerinde durulası evlerle kaplı Cadde de buna şık bir sürprizle karşılık veriyor; ağaç dallarına kurulmuş küçük evler kategorisinden, iki bacaklı el yapımı bir mini apartman. Üstelik mavi yahu! Fazlası ile gülümsetiyor.
Bu cadde de tesadüf ki bir süre sonra sağa kıvrılıp sürekli kullandığımız cadde ile birleşerek Spar'ın önüne varıyor. Bu kez Fabrika'ya çıktığımız yola devam etmeyip köşeden sola yürüyoruz. Evler önlerinde kalıp uzun uzun bakmalık. Aslında yabancısı değiliz, Spar'a her geldiğimizde, ya da küçük parkında oturduğumuzda kendisi ile temasımız var. Bu kez arşınlayıp iyice tanımak ve hissetmek istiyoruz kendisini
Her bir eve hayranlıkla bakarak yürürken binalardan biri, önünde kontak kapattırıyor istemsizce. Mavilerin etkisi var tamam ama kapı önündekilerden hariç olarak tabelası ve pencerelerinden süzülen objeler takılınca göze, çaresiziz. Bir dükkan burası; züccaciye mi desem, abajurlar dahil narin porselenler, şık ve süslü ev eşyaları ya da objeler satan mı desem, bilmiyorum. Gün Pazar ve kapalı an itibariyle. Allahtan kapalı, içindeyken bir müşteriden öte züccaciye dükkanına girmiş fil efekti yaratmamız işten bile değil. Öylesine sevimli ve davetkar.
Sıklıkla şirin, pek manalı duvar yazıları ve grafiti örnekleri ile karşılaşıyoruz. Genel duruma bakınca çok milletli bir yerleşim bölgesinde olduğumuzun farkındayız; bu renklilik ekonominin alt katmanlarından olsa da çok neşeli.
Pazar rehavetinde ya da ayininde olan, kadim ağaçlı caddelerde salına salına yürümek pek güzel. Aslında bırakılacak gibi de değiller. Her bir ev ya da bir kamu sağlığı merkezi, kocaman bir hastane geçmişten bugüne epey hikaye anlatıyorlar ve insanın eli hiç birini boş geçmek istemiyor.
Derken uzaktan sezdiğimiz ama çok da anlamlandıramadığımız heyecan dolu, hatta ürkütücü, tehlike arz eden bir aksiyonun ortasındayız şu an. Güzel ve zarif Hanımefendi, kesinlikle bir kahraman. Özel mi özel bir kadın. Çok gördük de böylesini ilk kez görüyoruz. Video kaydı için her şey hazır, en sevdiğim kadın kayıtta.
Elindeki uzun ağaç dalına taktığı ciğerleri ağacın dallarındaki kedilere uzatıyor. Etini alan kedi yola devam edip çatıya çıkıyor ve orada keyfini çıkarıyor yemeğin. Fakat bir de güvercinler var güzergah üzerinde. Biz, sanırım güvercinlerden daha tedirginiz. Bütün kediler istihkaklarını alıp, güvercinlerin yanından geçip çatıya ulaşıyorlar. Sonra hanımefendi içeriden aldığı bir kapla geri dönüyor. O içeri girdiğinde adeta güvercin yağıyor balkona. Şimdi onların yem saati. Gülümsetiyorlar. Anlatılır bir kalabalık değil, şahane bir seyir hali. Kesinlikle görülmeli. Gülümseyip selamlaşıyoruz bu şahane hanımefendi ile.
Şimdi mahallenin başka ülkelerden gelmiş renk renk insanlarının yaşadığı bölümündeyiz sanki. Hissediliyor bu. Evlerden birinin odalarından birinden vazgeçilerek evrilmiş küçük ve sevimli bir butik göz alıyor. Kozmopolit Mahallenin Gürcü sahibeli sempatik butiği. Aslında ürünleri Made in Turkey'mi? diye merak ediyorum, böyle olacağı konusunda yorum da yapıyorum ve en acar muhabirimiz uçuveriyor karşıya.Yanılmışım.
Yemyeşil bahçesi hareketli, kubbeleri mavi ve toz sarısı renkli kiliseyi boş geçmiyoruz. Arka tarafa kurulmuş masalardaki yiyecekler göz alıcı. Bir nikah töreni olduğunu hissediyoruz. Kadınlar, çocuklar ve erkekler şık ve her şey pırıl pırıl. Masaların örtüleri bembeyaz. Bir tur atıp çıkıyoruz bahçesinden. Aslında kalıp izleseydik, hatta arkasından gelecek kutlamaya icabet etseydik pek güzel olacaktı. Yan sokağa bakan kapısının tam karşısındaki duvarlar devasa, pek de güzel grafitilerle süslü; Fabrika'nın sol cephesi. Önünden biraz yukarı çıkıp sola dönüyoruz. Biraz ilerledikten sonra tekrar alt caddeye doğru inerken köşebaşındaki bakkala su almak için giriyoruz. Hareketli bir bakkal. Üstelik sürprizli! Buram buram taze pişmiş hamur kokuyor.
Üç genç kadın tezgahın arkasında ve hiper aktif bir satış anı. İki küçük suyu kapıyoruz lakin o kokunun sahipleri, çeşit çeşit hamur işi de bizi kapıyor. Seç seçebilirsen! İçerdeki aksiyona ve kadınların hızına bakınca, meşgul edersek kanımızın dökülebileceği hissine kapılıp hemen iki, üzeri pudra şekerli pastayı işaret ediyorum.
Henüz sıcak, pufuduk pasta içindeki marmelat ile birlikte misler gibi kokuyor. Hoppidi hoppidi yürürken bir taraftan da yiyoruz pastalarımızı. Bir ara sokağa girip benzerlerine çokça rastladığımız, yine üç yol ağzındaki tuğlalı binanın önünden aşağı kıvrılıp Spar'ın önünden aynı caddenin öteki tarafına doğru yürümeye başlıyoruz. Elbette ki mimari baş döndürücü ve sanki çarlık dönemi Rusyasındayız. Binaların mimarileri ve görkemleri bir başka zaman dilimine taşıyor bizi. Önlerinde kalmamak elde değil, bir kaçı restore ediliyorlar ki beni resmen geçmişte yaşatan, bu manada en etkileyen bölge oluyor burası.
Geniş zamanlara ihtiyaç duyurduğu kesin; özellikle geçmişe ve o dönemlere karşı hissiyatı kuvvetli insanlar için. Deklanşörden eli çekmek mümkün değil, fotoğrafı sevenler için.
Biraz daha aşağıda hemen Leo Tolstoy Caddesi'ne dönülen köşedeki de bir başka güzel. Yeri gelmişken yazar adlarının caddelerde olmasının elbette büyük yazarlar olmaları ile ilgisi var, ama eski zamanlarda bu tür "sakıncalı" insanların sürgün edildikleri yermiş Tiflis aynı zamanda.
Benzerlerinden nüanslarla ayrılan binayı uzun uzun seyredip gecesi başka güzel Leo Tolstoy'a kıvrılıyoruz. Tiflis'in en çok ayak bastığımız alanındayız şimdi: Saarbrücken Square.
İlk gün önerilen ama kendi önceliklerimiz nedeniyle son güne bıraktığımız, aslında neredeyse her gün bir şekilde önünden geçtiğimiz Tiflis Pub'ın dış masalarından Kura Nehri'ne ve Kuru Köprü'ye (Dry Bridge) en yakın olanına oturuyoruz. Meydan bütünüyle görüş alanımızda. Bir Pazar Klasiğinin gurbetteki versiyonu bu. Gerçek bir pazar günü! Hissiyatlarımız fena halde relaks. Güneşin bulutların arasından sıyrılıp da kendini göstermesineyse azıcık daha var. Birazdan masamıza düşeceği kesin.
Alman pub'larını andırıyor mekan. İçerisi de pek hoş, göz alıcı bir sadelik, görkemli ve tutarlı bir uyum var dekorasyonunda. Kış hayalleri bile kurduruyor insana. Yine şirin, güzel, yumuşak ifadeli ama tebessümü eksik bir genç kız. Yine insanı boğmayan, kıvamında bir ilgi, ve yine sorulara verilen samimi cevaplar.
"Bir peynirli haçapuri lütfen."
"İki peynirli, iki de kıymalı hinkal lütfen."
"Bir bira ve bir de kola lütfen."
O ara kaldırımın kenarına ve biraz ilerimize siyah bir minibüs yanaşıyor. Mekandan çıkan şık takım elbiseli, güneş gözlüklü karizmatik, hatta havalı, saç kesimi yeni moda bir adam minibüse doğru yöneliyor. Hemen arkasında elinde dosyalarla yine şık, kumral, 40 yaş civarı genç bir kadın. Biz de başlıyoruz gıybete, biz derken ben. Mafyatik bir iş adamı olduğunu, kadının da onun sekreteri olduğunu söylüyorum. Sonra kızlı erkekli bir kaç genç daha biniyor arabaya. Arka kapak açılınca kameraları görüyorum. O zaman kurgudan çıkıp teşhisi tam koyuyorum; bir televizyon ekibi bu, muhtemelen Amerikalı. Beyefendi de programın hakikaten havalı, bir o kadar da kasıntı, star pozlu, bence kaprisli sunucusu. Çocukluk hayallerim fazlası ile imreniyor şimdi. Adama değil yönetmene.
Enfes bir koku kaplıyor masayı, sonradan ilave edilmiş bir parça tereyağı usul usul erimiş olanla kaynaşırken ortaya çıkan, iştah açıcı bir aperitif sanki. Önce hinkallerin tadına bir bakalım ki peynirli olanı ilk kez deneyeceğiz. Hem de usulünce.
Hımmm usulünce?.. Hamurun içine hapsedilmiş lezzetli suyu dökülmesin diye önce sapından üst kısmı düz gelecek şekilde tutup, ufak bir ısırık alıyoruz. Sonra suyunun bir kısmını çekiyoruz, ki çok âlâ bir lezzet bu. Sonra yine kalan su ile birlikte sap kısmına kadar ısırıp, çiğnedikçe kendimizden geçiyoruz. Bu, Linville'dekinden daha lezzetli. Azıcık ama! Biz sap kısımlarını da yiyoruz. Aslında isterseniz onları içeri gönderip kızarttırabiliyorsunuz ki biz tercih etmiyoruz. Bu arada bira da pek lezzetli. Haçapuri çıtırlık noktasında Finüküler'de yediğimiz kadar başarılı değil fakat sanki bu daha yerel bir üslupla pişirilmiş, daha kalın ve yumuşak bir hamur, lezzetle ilgili bir sıkıntı yok, çok da keyifle yiyoruz ama sonuçta skor Haçapuri:1 Samsun Pidesi:1 oluyor.
Kuru Köprün'ün üzerinde usul usul hareketlilik başlıyor, bir Lada meydan tarafındaki ucuna yanaşıyor. Başta gitarlar olmak üzere, diğer malzemeler duvar dibine dizilmeye başlıyor. Sonra kahvaltı masası kuruluyor kenar bir yere. Çaylar demleniyor ve birazdan esnafların sabah kahvaltısı başlıyor. Bir süre onları izliyoruz bira ve kolalarımızın tadını çıkarırken. Ev sahiplerimizin altını çizdiği gibi memleket ölçeğimize göre çok ucuz kalan 17.73* Lari tutarındaki hesabı kredi kartı ile ödeyip pek sevdiğimiz garsonumuzu da boş geçmeyip, mekanın içinde son bir tur atıp, tabii ki bu güzel sabah keyfini yaşatan herkese teşekkür edip Köprüye doğru yürüyoruz.
Bir süre kalıyoruz üzerinde... evdeyken salonun camından sürekli gördüğüm, zikzaklar çizen robotik ışık gösterisini bir Tiflis hatırası olarak aklıma nakş ettiğim göz alıcı cam bina ve arkasındaki Radison Blu'yu birlikte fotoğraflamadan geçemiyorum.
Dedaena Park'ın içinde sanki sanat festivali var. Eski Long-Playler'den radyolara, gümüş kaşıklardan porselenlere, çanak çömlekten zarif kristal kadehlere, giysilerden takılara kadar ne ararsanız var burada. Parkın etrafındaki kaldırımlar boyunca sıra sıra dizililer. Sovyetler Birliği'nin Glasnostla birlikte dünyaya açılma döneminde pek çok şehrimizde rastladığımız tezgahların benzerleri bunlar. Şahane bir Bit Pazarı.
Resimler... resimler... resimler. Ah şu el yapımı bebekler! Birinde aklımız kalıyor. Abla bir bir liraya mal sattıkları dönemi çoktan aşmış. Alıcıyı gözünden yakaladı çoktan. Üstelik bebek mavi elbiseli.
"Ne kadar bu?"
"100 Lari."
Aklımız kalmadı mı? Fazlası ile kaldı. Kendimle mücadele etmedim mi? Fazlası ile. Eğer abla resimlerdeki peşin satan gibi bir poz takınmamış olsa... bizdeki duygunun farkına varıp da burnundan kıl aldırmaz bir havayı dışa vurmasa... onun el emeği olduğunu düşünsem... bir pazarlığa yol verecek bir eda sunsa... pazarlığa girişir, niyetinden ve samimiyetinden emin olur, o parayı, hatta daha fazlasını istese onu da verip alırdım. Lakin bir sanatçı hassasiyetinden yoksun, başkalarının emeğini pazarlayan bir kurnaz satıcı tavrıydı gözüme çarpan.
Biz de teselliyi şu sevimli mavi kargada buluyoruz hemen. Tam o esnada iki güvercin çeşit çeşit tablolarla dolu, rengarenk meydana sanki uzun bir takip uçuşunun ardından zınk diye konuyorlar. Arkadaki pek çapkın, fena asılıyor ötekine. O nereye o da oraya. Gülümsetiyorlar. Öndekinin pek manidar nazına mahkum takipteki. O bir mahcup mecnun. İndikleri ve yürüdükleri yön anlamlı. Sanki... evet sanki... başkalarının duymadığı bir müzik var. Hissediyoruz. O da ne? bu bir dans. Pek romantik bir an. Şimdi ressama doğru yürüyorlar. Yüzümüzde çok sıcak, sevimli bir tebessüm. Kalıyoruz öylece.
Normalde 12'de teslim edeceğimiz evi dün Linville'deyken mesaj atıp 14'e uzatan ev sahibemiz nedeniyle biraz vaktimiz var. Hızlı bir şehre veda partisi yapabiliriz. O halde Hemingway'e.
Dışarıdaki yüksek masalardan birine oturuyoruz. Güzel mekan Papa Hemingway! Biraz ileride de Jack London var. Ne sevimli bir cadde bizim cadde. Gariptir, içimizde en ufak bir ayrılık hissi yok. Sanki buralıymışız gibi bir duygu bu.
"Bir kadeh kırmızı şarap lütfen."
"Bir kadeh beyaz şarap lütfen."
Şarap seçimini en bayıldığım yol arkadaşıma bırakıyorum. İçeri geçiyor ve inceleme başlıyor. Mekan sahibi Hemingway hayranı, giyimi ve tarzı pek güzel. Bir müzede her biri nadide eserlermişçesine anlatıyor şarapları. İşini ne denli bir sadakat ve keyifle yaptığı camdan dışarı yansıyor.
Belki bir akşam, mekan yükünü almışken, masalardan insan sesleri yankılanırken derin sohbetlere kulak kesilsek, pek "entelektüel" tartışmaların içinde gezinsek, bir iki kadeh yuvarladıktan sonra şu masalardan birinde Hemingway'in bir şeyler karaladığını da görebilirdik kesin. Çünkü içinde kıymetli cümleler kalmış, ruhu olan küçük, sevimli bir mekan Papa Hemingway.
Şaraplarımız geliyor. Abi sohbetli. Bir süre sonra çekilmesini de biliyor. Hımmmmm baharat kokulu, karanfil ve tarçın nüanslı kırmızı bir şarap. Üstelik bunlar da küplerde fermente edilmiş. Benim beyazım da serin ve narenciye ferahlığında. Güneş öyle güzel ki. Cadde canlanma saatlerinde. Keyfimiz fena halde gıcır. Seviyoruz seni Tbilisi.
Yudum yudum hissederken anın kıymetini, güzel güzel kelimelerle birbirimizin gözlerinde kayboluyoruz. Yaşamın güzel anlar hanesine bir çentik daha atarken, en bayıldığım kadının telefonunda yeni bir mesaj. Yine tatlı ev sahibemiz, bir İngilizce öğretmeni kendisi, gördüğümüz en güleryüzlü Gürcü. Zamanı bize bırakıyor. O halde 16 uygun. Mutabığız.
Seviyoruz seni Nino. Yudum yudum Hemingway o halde!
Artık eve geçip çantaları alma vakti; seyri ve keyfi güzel caddemizde sallana sallana, hoşumuza giden mağazalara gire çıka yürüyoruz.
Güneş, zaten hikayesi güçlü, fazlası ile sevimli caddemizi ve bizi şefkatli sıcağı ile pışpışlıyor. Günün usul usul kalabalıklaşmaya başladığı saatler geliyor. Bugün Pazar!
İlk gün evin avlu kapısının hemen kenarına kıvrılmış bu sevimli köpeğe ilk anda "Selam Puik." diyorum; Ontorio Kurtlarının Kaptan'ı Swing'in köpeği Puik. Bizimkini yaratan sanatçı da ondan ilham almıştır belki.
Buluşuyoruz Nino ile evin kapısında.*
"Sevdiniz mi?"
"Çooooooooooooookkkkkkkkkk."
İşini öyle heyecanla yapıyor ki öğretmenliğinin yanı sıra ve öylesine seviyor ki evlerini, iyi şeyler söylediğinizde öyle bir pırıltı çıkıyor ki açığa, anlatılamaz. Duydukları fazlası ile mutlu ediyor onu, yazın diyerek de paylaşmamızı istiyor düşüncelerimizi; öylesine masum, öylesine yumuşak ve öylesine çekinerek ki... Yanağından makas alası geliyor insanın.
Komşularla selamlaşıp, sırt çantalarımızı yüklenerek garajlara gitmek üzere çıkıyoruz güzel anlar geçirdiğimiz avludan. Puik ile de vedalaşıyoruz. Kuru Köprü'den son kez geçip biraz daha yürüdükten sonra bir taksi durduruyoruz. Bu kez iletişim zor. İngilizce fayda etmiyor. O ara duraktaki genç kızdan yardım istiyoruz. Garajlara gideceğimiz kısmını hallediyoruz. Şimdi pazarlık kısmı. Sonuçta 8 Lari'ye anlaşıyoruz.
Küçük ve eski bir otogar, bize sevimli geliyor. Otobüsümüz ki geldiğimiz, peronda. Hostesimiz yazıhanedeki hanımefendi ile sohbette. Bizi fark ediyor.
"Hoş geldiniz?"
"Hoş bulduk."
Çantaları veriyoruz. Üst katta caddeyi de gören banklardan birine otuyoruz. Ellerimizde kahve kokusu.
Kitaplar çıkıyor çantadan. Yeraltı Demiryolu. Yazar Colson Whitehead ile yeni tanışıyorum. Gelirken, evde sabah erken uyandığımda kanepeye uzanıp okurken, içimde bir ukala türüyor sürekli; bildik, yeni bir şey söylemeyen bir roman vurgusu yaptırıyor dilime. Hatta bıraktırmayı bile düşündürtüyor bana. Ukala işte! Sonra bırakmayı yakıştıramıyorum kendime, ticari bir mantıkla, çok satabilecek kitap planlamasıyla yazıldığı vurgum usulca alanı terk etmeye başlıyor. Onun yerini, tamam bildik bir hikaye ama!... söylemi alıyor usul usul. Sonra bırakamaz oluyorum. Nasıl bir hikayeye dahil olma haliyse benimki, okumuyor bizzat görüyorum şimdi. Sonra başlangıçta kitapla ve yazarla ilgili kurduğum tüm cümlelerimi yutuyorum.
Artık hava kararıyor ve biz bu kez Gürcistan'ın 3.büyük şehri ve parlamentosunun taşındığı Kutaisi üzerinden dönüyoruz. Banliyösü, ışıl ışıl bir şehirden öte ışık yoksunu bir kasaba tadı veriyor.
Yapımı ve işletmesi Metro'ya ait -şık- Batum Otogar'ında yemek molasının ardından sınıra varıyoruz.
Bu sefer daha sakin kapı. Gürcü polisinden geçip, galvaniz sac kaplı uzun koridora giriyor ve ilk free-shop'a dalıyoruz. Bu Gürcülerinki. Cin, viski ve iki şişe cacha alıp ikişer şişe halinde pay ediyoruz.
Şimdi bizim kapıdayız. Çantalar x-ray'e. Bu kez sorun çıkıyor. Görevinin hakkını veren kadın polis elimizdeki poşetlerin -yüksek alkol derecelerine sahip oldukları için- limiti aştığını söylüyor. Kalıyoruz.
"Gürcü tarafından mı aldınız?"
"Evet."
Geçirmeye pek gönlü yok.
"Bizi uyarmadılar, uyarsalar almazdık."
Sanki yumuşayacak.
"Özellikle öyle yapıyorlar. Bizimkinden alsaydınız uyarırlardı."
"Çantada bir de şarap var. "
"Ev sahiplerimizin hediyesi."
Aslında bizim kapıda sorun çıkarılabileceği konusunda uyarmıştı free-shop'daki genç kadın. Ama biz Türk'üz; ufacık bir limit aşımından sorun çıkmaz bizde biliriz, duygusalız nasılsa, iş görmeyi severiz. Hatta görevini hakkıyla yapan, kanunsuzluğumuzu görmezden gelmeyen insanı kınarız. En sevdiğimiz cümle "bu seferlik idare et"tir. Eden de adamın dibidir bizce.
Sonuçta iyi niyetimizden şüphe etmeyen kadın polisimiz kıyamıyor bize.
Dönüş, özellikle Türkiye'ye girdikten sonra sürekli durup yolcu almalar, indirmeler yüzünden yorucu ve sıkıcı olmaya başlıyor.
Kerasus'taki mola ruhu açıyor.
"İki yayla çorbası lütfen."
Üzerine biraz pul biber. Deniz. Erkenin tatlı serinliği. Lezzetli çorba, sıcacık pideler...
Ekip tam kadro bize yakın bir masada. Mevzu gidişteki trafik cezası. Başka otobüsteki bir hostesin aldığı ücretin içerdikleri üzerinden gıybet... Açık sözlü olduğunun altını çizen, bunu pervasızlığına paye yapan patron-şoför. Otobüse fazla hostese alakasız bir örnek üzerinden mesaj.
Gün ışıması. Karadenizin güzelliği. Geçilen pek çok yerleşim. Minibüs... Ve Ev.
sonbahar kırmızıları
28 dakika önce