30 Eylül 2009 Çarşamba

Şeytan Marka Giyer...



Merly Streep'in bugüne kadar canlandırdığı tüm (naif) karakterlere göre oldukça değişik; tam anlamıyla, alışılmış Merly Streep rollerinden çok farklı, (tabiri caizse) ters köşe bir rolü olağanüstü bir oyunculukla kotardığı filmdir.

Oyuncu bu filmde, yönetici bir kadının profesyonel dünyanın kariyer savaşlarında üstlendiği (negatif) kimlikle insan ve kadın yanı arasındaki derinlikleri, çelişkileri ve vazgeçişleri göz önüne seren Miranda Priestly karakterini son derece başarıyla canlandırır.

Şeytan Marka Giyer, içeriden de çok iyi bildiğim bir dünyayı çok hoş ve kendi atmosferine yakışır bir renklilikte anlatmayı başaran keyifli bir filmdir.

Anne Hathawey'in, canlandırdığı Andy Sachs karakterini çok başarıyla oynaması da elbetteki filmi olumlu yönde etkileyen ve her iki karakterin de aslında temelde aynı, ama son tahlildeki tercihleri konusunda farklı duruşlarının ve kararlarının sorgulanması anlamında filme çok şey katar.

Ama ne olursa olsun; çok renkli moda dünyasının çok farklı bir boyutunu göz önüne seren bu filmin mihenk taşı bence, yine de Merly Streep'in oyunculuğudur. Onu çekip aldığımızda, belki de filmden bir şey kalmayabilir geriye!

Şu Şarabı Kastederek 'Yormuştum'...

Sevgili Evren'in Pazar Sayıklamaları başlıklı yazısını okurken ve özellikle de yazıya koyduğu resime bakarken kafamda şekillenen bir anla ilgili olarak, şu yorumu yazmıştım evvel zaman önce:  

Ayrı ayrı da çok güzel iki üzümün biraraya gelmesiyle ortaya çıkan (kupaj) şarabın lezzetinden yola çıkarsak; bir de, aşağı yukarı Akdeniz ülkesi peyniri tadından hareketle -ki yazı akla ilk İtalya'yı getiriyor- menüyü de şekillendirince insan... bütün bu ambiyansın içindeki kadın ve adamın şahaneliğini de varsayınca akıl, resime bakıp, şöyle bir tahmin yürütüyor:

(Aşk'ın) tüketilmiş tüm anlamlarının ötesinde bir adlandırmayla yaşanan bir şeyin gözünden döküyor adam sözcüklerini ve sevdiğini söylüyor gözleri... Öyle bir ifade ediş ki bu; sadece bir bakışa yüklenmiş, içinde herşey olan çok şey... O öpücük de herşey...


Ve gerçekten yaz boyu çektiğim yazma kısırlığını ifade eden: Uzun zamandır yaz tatiline girmiş aklım çalışmaya başladı sankim yeniden... cümlesini de kurmuştum.

Meğerse, bütün ünlü yazarlar yaşarmış benzer sorunu. Hatta Mussano'ya serzenişlerimi ifade ederken; onun, şimdi adını hatırlayamadığım bir ünlü yazarın aynı sıkıntıları ifade eden sözlerini bir derste okuduklarını ve üzerine tartıştıklarını söylemesiyle de koltuktaki oturuşumu, şahane bir keyifle yeniden biçimlendirmiştim.

Sonra bu yazamama halimi; bir ''ABİNİN'' çok sevdiğim birisine,  o anki ruh hallerini fark eden ve onu çok seven bir düşünüşle ifade ettiği :'' Artık yazmasan da biraz yaşasan''... cümlesiyle anlamlandırmıştım. Bu söze sırtımı dayayıp Sanırım yaşarken yazılmıyor. Tembelliğim ondandır diyerek, tembelliğe gerekçemi bulmuştum.

Gerçekten de şöyle bir bakınmış aleme, ihmallerimi görmüş ve şu cümleleri dökmüştüm: Uzun zamandır ne yorum yazmışım ben, ne de yazı... Hazır klavyeye dokunmuşken düşeyim dedim akıp giden zamana notlarımı... Biri bana dur desin artık.

İşte tüm bunları bana yazdıran ve düşündürten: Şapşahane kadınla, şapşahane bir yaz akşamında, usul bir rüzgarın yalayıp geçtiği mumların ışığında, onun hazırladığı enfes İtalyan Mutfağına ve muhteşem sohbete eşlik eden, o ana derin keyifler katan, ve tam da bekler her şarap belli bir anı deyişine yakışır bir şıklık sunan Diren'in fiyatı da oldukça makul şarabı Collection Syrah'dı.

Şiddetle tavsiye edilir.

Ve elbette şu şarkıyla birlikte...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Saflık Evriliyor!

Dün keyifli bir yolculuk yaparak Mussano'yu ve eşyalarını yeni ders yılı için okulunun olduğu şehire götürdük. Son iki yolculuğa Tırtıl da katılıyor. Yol boyu elbette bir sürü komiklik yaptık. Espriler uçuştu arabanın içinde ve mola yerlerimizde keyifle tıkındık, önceden planladığımız yiyecekleri...

Mussano'yu evine yerleştirip dönerken, arabanın arkasına yayılan Tırtıl bütün bir alanda hükümranlığını ilan ederken, bu kez de önceden listelediği yerlerden geçişlerimizde mutlak surette uyandırılmasını emretti bizlere...

Favori yer, 5. Ana jet üssünün bulunduğu coğrafya: Gece uçuşundaki uçakları yıldızlarla oynaşırken izlemek gerçekten çok keyifli...

Bir güne sığdırılmış bu amca, baba ve Tırtıl'dan müteşekkil ekibin dönüşünde; daha önce saflık yazımda algı kirlenmesine vurgu yaptığım örneğin bir başka türlüsünü, aslında yaş ilerledikçe çevreden beslenen algının nasıl şekillendiğini ortaya koyan güzel bir örneğini, 8 yaşında bir çocuk olmanın pozitifte ve iyiniyette süregiden ve henüz kirlenmemiş seçiciliğini göze sokan hoş bir ders daha aldık.

Uyanıp uyanmalar arasındaki bir boşlukta Tırtıl, ''canım sıkıldı, hadi yarışma yapalım'' dedi.

Arabayı kullanan amca olduğu için, görev bana düştü.

Soru alanlarını Tırtıl belirliyordu.

Coğrafya seçtiğinde coğrafya, müzik dediğinde müzik, spor dediğinde spor soruları soruyordum.

Arada bir, direksiyondaki amcanın kafasının üstünden işaretlerle verdiği tüyoları yakalasam da, onların dikiz aynasından kurdukları iletişimi farketsem de, tüm bu durumu görmezden geliyordum. Bu durumun enayisi olmayı kendime yediremediğim için de: Tırtıl'ın, aldığı tüyoyu ben çakmayayım diye yarattığı bekleme sürelerinde ben, yanıt verme süresinin bittiğini işaret eden sesi çıkarıp, onun yanıt verme hakkını gasp ediyordum. Dolayısıyla puan kazanamıyor, ama itiraz da etmiyordu. Belki de işledikleri suçun algısındaki saflığa toslaması sonucu edemiyor, suçu kabulleniyor ve susuyordu.

Buraları, bu oyunbazlığımızı 'akıp giden zamana not' olarak fazla uzatıp da okuyucuyu yormadan hemen sadede gelebilirsem eğer -ki gelebildim- olay şuydu: Tam da bir Akpet benzin istasyonunun önünden geçerken, aslında Akp ile ilişkilendirdiğim kirli bir yanıtı kafamda oluşturarak şu soruyu sordum: Akpet nedir ?

Tırtıl'ın bir süre düşündükten sonra, sorudaki hinliği de farkederek verdiği yanıt çok hoştu: Beyaz hayvan!

Algı anlaşılıyor ki fırlamalaşmaya başladı. Ama hala masum!

Bakalım ne zaman kirlenecek?

Mi?


Görsel: Zachod Slonca- Videlec.org

25 Eylül 2009 Cuma

Kefaret (Atonement)

Filmi izlemek için gittiğimde, ne yazık ki tek kişi için oynatmayan bir sinemaya denk düşmüştüm. Kesinlikle görmek istediğim bir filmdi ve tıpkı çocuklukta kapaklarına bakarak aldığım plaklar gibi, beni yanıltmayacağından emindim. Sabırla ikinci kişinin gelmesini bekledim. (Aslında gelen olmasa 2 kişilik bilet alıp girmeyi kafaya koymuştum.) Sonuçta, başlamasına 3 dakika kala yeniden salona geldiğimde 2 kişinin daha geldiğini müjdeleyen ve filmi çok beğendiğini söyleyen gişedeki kızın heyecanı için bile değmişti aslında...

Bunları neden anlattım; bazen çok nitelikli filmler bile, ne yazık ki gözden ve gönüllerden ırak kalabiliyor.

Kefaret; izlediğim en güzel aşk filmlerinden biridir. Hem tutkulu bir aşkın iki tarafının acılarını hem de karşılıksız seven bir kalbin muhafazakar aklının, (belki de bilinç altının) bir tanıklık anını 'görmek istediği biçimde' gören gözlerinin, nasıl kıskançlık bedelleri ödettiğini önümüze serer. Diğer bir yandan da, aşkla çarpan bir kalbin sonuçta ne olursa olsun ince, iyi ve aşka saygılı olduğu gerçeğini: O kalbin, iki insana karşı nasıl bir kefaret ödediğine tanıklık ettiğimiz, göz pınarlarımıza damlalar sıralayan final sahnesiyle simgeleştirir.

Aşkla sevmeyi ve tutkuyla bağlı olmayı sessiz soluksuz, ama sayfalar dolusu anlatılarla anlatılamamış bir derinlik ve güzellikle, ve muhteşem bir erotizmle anlatır Kefaret. Cecilia'nın (Keira Knightley) içinden çıktığı havuzun suyuna Robbie'nin (james Mc Avoy) tıpkı bir tene dokunur gibi saklı, çekingen, arzulu ve sevgi dolu dokunuşuna yüklenmiş sınırda ve coşkulu bir heyecanı olağanüstü bir estetikle yansıtan, birini sevmek işte budur dedirten sahnesi bile, tek başına bir filmdir.

Kefaret aşk temalı bir film olmakla birlikte, aynı zamanda dönemi (savaşı) bütün sosyal yıkımları ve tahribatlarıyla birlikte fon olarak kullanır. Sinema tarihinin en güzel savaş sahnelerinden birine sahiptir. Tek bir açıyla koca bir tahliye alanını, onca insanı ve gemiyi öyle güzel bir saatte ve öyle bir halde resmeder ki; şahanedir.

Muhteşem kurgusu, ritmi, görselliği, Dario Marianelli'nin ip uçları veren tıkırtılarla yüklü olağanüstü müzikleriyle birlikte sinemayı ve aşkı sevenlerde derin izler bırakır. Bir aşkı anlatırken, sınıfsal çelişkiler, paranın gücü ve ahlakı üzerine cevaplar da veren, kıskançlık, sevmek, utanç gibi bir çok duygu üzerine düşünce fırtınaları yaptıran ve aldığı her ödülü, her saniyesindeki samimi anlatımıyla sonuna kadar hak eden, kıpır kıpır bir heyecanla izlenen, muhteşem bir filmdir. Bence!

24 Eylül 2009 Perşembe

Dili Eşşek Arısı Soksun. Ya Da...

Anlar vardır herşey tersine gider.

Kastedilmeyen anlamlarında çıkar sözcükler...

Çünkü o an, uygun değildir bir diğeri için.

Kaçınılmaz bir şekilde konuşma ilerler...

Haklı olarak taraflardan biri, kendi halinden çoşkusunu paylaşmaktadır o anda ve aldığı yanıtlar bekledikleri değildir.

Oysa söyleyen de onları, anlaşıldığı ya da anlaşılacağı anlamlarda söylememiştir.

O anki takıntıların dilinden dökülür sözcükler, o anının hissiyatındandır tonlamaları.

Bir çuval incir berbat olur.

Sonra düşünülür, düşünülür, düşünürsün... Üzülünür, üzülür.

Anlaşılır.

Hak verilir!

Üzülünmüştür.

Üzüntü sürekli büyür.

Keşkelerle birlikte şunlar denir her seferinde: ''O konuşma ya hiç olmasaydı, ya da bir şekilde erteleyebilseydim daha sakin bir zamana...'' Bu hep olur!


Konuşma anlarında elden gelen yapılır, an'dan çıkmak için.

Ama çıkılamaz!

Ok yaydan çıkar. Kepenkler iner. ''Anlamlı'' bir inat şekil bulur. Karşıya bir şekil koyulur. Beklenen yanıtlar liste olur. Bakış noktası kendindendir ve ötekinin keşkeleri görünmezdir.

Oysa beni benimle bırak bağrışları farkedilmez değildir.

Vurulamaz nedense dile bir kelepçe...

Koca bir 'an pişmanlığının' sevgisi ve şefkati heba olur.

Çekilen sızı ve farkediş görünmezdir.

Kemale erdikçe; daha dikkatli davranılsa da, daha özenli olunsa da, faydası yoktur?

İnsan çoğunlukla kendi beninden bakan bir görmezdir.

Anlamak için dinlemez!

Dinlemek için (yüreği) susmaz!

22 Eylül 2009 Salı

Tarantino Filmlerini Sevmemin 5 Nedeni





Inglorious Bastards sonrası gözden geçirdiğim nedenler:

1-Çoğu sinemada, salonun %80'ninin aklından en az bir kez filmi terketmeyi geçirmesi ve %20'sinin bunu uygulaması... Geri kalanlarınsa param yanmasın mantığıyla izlemeye devam etmesi...

2-Bunun çoğu kez sebeplerininse:

Daha önce hiç Tarantino filmi izlememiş olmaktan kaynaklanması. Dolayısıyla izleyenin onun tarzı olan uzun ve keyifli diyaloglara yeterince dikkat etmemesi, şiddet sahnelerinden tiksinmesi, ince ayrıntılar ile ironileri kaçırması ve filmin -özellikle- sonunda nasıl trajediler yaşanabileceğini kestirememesi.

Ayrıca sinema konusunda gerçekliklere ve mantığa haddinden fazla bağımlı bir toplum olduğumuzdan, gerçek dışı bir tavırla karşılaştığımızda bunu bir türlü kabullenemememiz. Halbuki sinemanın amacı bu! (Hiç olmayan bir Recep İvedik karakteri bize makul geliyor da, Hitler'in farklı biçimde ölmesi mi sorun oldu yani? -Belki de hiç böyle bir karşılaştırma yapmamalıydım! )

3- Tarantino'nun temel kurgu olarak sürekli aynı çizgide filmler yapıp, yine de her yeni filmine bir-iki farklılık sokmayı başarabilmesi. En önemlisi de filmlerini hiçbir ticari kaygı gütmeden, tamamen keyif alarak yapması. (Ben yahudi propagandası falan anlamam!)

4-Her karektere onu en iyi canlandıracak adamı genellikle şıp diye bulabilmesi. (Son bomba Christoph Waltz)

5-Zaten senaryo anlamında buram buram yaratıcılık akan filmlere, bir de teknik açıdan el atması. (bkz: Rezervuar Köpekleri- Filmin açılışında yemek sahnesindeki ve İnglorious Bastards- Rehin alınan bir Alman subay, Aldo Raine (Brad Pitt) ve çevirmenin konuşması sırasındaki kamera hareketleri...)

20 Eylül 2009 Pazar

Bayram Şekerlerim



Bayramın benim açımdan hoşluklarından biri de geleneksel mezarlık ziyaretleridir.

Küçücük bir çocukken hiç görmediğim ama adını ikinci adım olarak taşıdığım amcanın mezarıyla başladı her şey...

Sonra amcaya dede ilave oldu, sonra ona ilave baba, ona ilave öteki dede, ona ilave babaanne, ona ilave dayı, ona ilave en amca, ona ilave anne, ona ilave pervazsız ilk gençliğimin enn sırdaş amcası...

Bir de ziyaret kafilesine ilave olanlar var tabi ki; bir sırık oğlan, sonra ona ilave bir sırık oğlan, sonra bir oğlan bir kız, sonra bir sırık oğlan daha, ikizler, daha küçükler falan diye uzayıp giden bir yeni nesil...

Artık eskisinden çok daha kalabalık bir kafileyle gidiyoruz mezarlıklara ve içimizde onların hiç birini görmemiş olanlar ağırlıkta...

Ama çok önemli bir şey var ki; anlatılanlar, kendi aralarımızdaki konuşmalar, fotoğraflar, yeni kuşaktan çocukların meraklı soruları, kendilerine koyulmuş adları, dolayısıyla sohbetlerimiz; onların hepsini canlı ve var kılıyor hayatlarımızda.

Ve belki de; hepimizin ortak fikri şu ki: Bizi etrafta gördüğümüz ailesel ilişkilerin ötesine taşıyan bu keyifli farklılık; iyi günleri paylaştığımız kadar kötü günlerde de sırt sırta verip bir birimize koşmamızın en önemli nedenlerinden biri...

Büyüklerimizden çok sevgi gördük biz, belki bunlar saçımıza, tenimize dokunan, sarılan eylemler değildi. Ama biz hep sarılıp sarmalandığımızı hissettik hayatımız boyunca... İlk kitaplarımızı onlar aldı, ilk filmimizi onların sayesinde izledik, yollara salınıp gizli gizli takip edilerek yollar bulmamız onlar sayesinde oldu, ilk plaklarımız onlarınkilerdi... Ve hâlâ onların şefkatinin, sevgisinin bize yüklediklerinden öğrendiklerimiz bu kadar kalabalık ve keyifli bir aile olarak bir arada tutuyor bizi...

Şimdi aynı kalabalıklığı ve keyfi bizim çocuklarımız yaşıyor. Küçülmüş, bencilleşmiş, yalnızlaşmış bir çok ilişkiye baktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu fark ediyoruz. Ve bu keyifli yaşamı, bu aile olmanın erdemini, keyfini bize yaşatanları da şükranla anıyoruz hep...

Mezar başlarında, küçüklerin mezarlığın üzerindeki içtenlikli çabalarını tebessümlü yüzlerle izlemek ne hoş! Pıtır pıtır elleriyle otları yolmaları, toprağı eşelemeleri... Sonra gözlerine hoş gelip bahçeden kopardıkları kendi çiçeklerini dikmeleri... Mezarlığın çeşmesine gidip doldurdukları pet şişelerden onları sulamaları, bunu zevkle ve sevgiyle yapıyor olmaları ne hoş!

Mezarlık içindeki yürüyüş esnasındaki esprilerimiz, en küçükken hep tufasına düştüğü şakalarla tufaya düşenler büyüdüklerinde aileye yeni katılan bir ufaklığı aynı şakayla tufaya düşürdüklerinde, bizim de onları başka bir şakayla tufaya düşürmemiz ve bu sürekliliğin keyfi çok hoş!..

Sonra ufaklıkların mezar başlarında iki ellerini açıp hiç bir kitaba bağlı kalmaksızın büyük babanne, dede, babanne, anneanne, büyük amcalar, büyük dedeler için dua etmeleri... Bazen yolları şaşırdığımızda mezarlığa dağılıp adres aramayı çok eğlenceli, keyifli bir bilgisayar oyununa çeviren çekirge sürüsünün şen kahkahaları...

Biz her mezarlık ziyaretinde inanılmaz bir biçimde tazeleniyoruz, bunu hissediyorum.

Çok kalabalık ve çok güzel bir aile olduğumuzu biliyorum, biliyoruz. Hiç bir kırgınlığı içinde barındırmayan, her bireyinin özgürlüğünün sınırlarını çizmeyen ama düşme ihtimali olan sınır çizgilerinde bekleyen, tam düşerken el uzatan bireyleri olan bir aile...

Ve biliyorum ki; dünyanın en iyi abileri, ablaları, kuzenleri, kardeşleri, halaları, yengeleri, dayıları, amcaları, enişteleri, ufaklıkları bizde...

Onun için; düğünlerimizin, yaş günlerinin, mangal partilerimizin, nişan törenlerinin bahçesi, ailemizin kâbesi bu evde olmak, burada bir yemeğe katılmak diğer insanlarda hiç yaşamadıklarının şaşkınlığına neden oluyor. Burada bizimle olmak onların hayatlarını fazlasıyla ısıtıyor. Onların gözlerindeki hayranlığı, ruhlarından ışıl ışıl dökülüp açığa çıkan güveni, bir farklılıkla karşılaşmış olmanın koyvermiş mutluluğunu görmek çok keyifli oluyor.

Küçük yaşlarda pek fark edemediğim bir gerçeklik var ki hayatımda, belki de bu ailenin aile olma değerini en fazla ortaya koyan, kanıtlayan şey o... Bir gün düşünürken fark ettim ki bizim babaanemize, halamıza, amcamıza; komşular, onların çocukları, bizim arkadaşlarımız da babaanne, amca, hala, yenge diyorlar. Ve yıllar sonra çok eski bir arkadaşla rastlaştığımda, onların anılarında hâlâ bizim ev ve orada yenmiş yemekler var.

Ben bu aileyi çok seviyorum. Bu hazzı bize yaşatan, bunun temellerini atan tüm geride kalanlarımızı, bu düzenin baş mimarı dede ve babanneyi şükranla anıyorum. Ve biliyorum ki, biliyoruz ki; hiç birimiz ölmüyoruz, ölmeyeceğiz. Nasıl ki ben hiç görmediğim amcanın ziyeretlerine en güzel bayramlıklarıyla aileye yeni katılmış bir ufaklık olarak gittiysem; bizim hiç görmediklerimizde bizim başımızda olacaklar...

Kim bilir? Belki de babannenin, sonra yeni nesil çocukların babannesinin: ''Ayak ucunda durun dedeniz sizi görsün,'' dediği gibidir her şey... Orada tanışıp hasbihal edeceğiz onlarla; ve her yaşadıkları mutlu olayda sevinçlerini... yaşadıkları her acıda, başları sıkıştığı her anda onlar üzülmesin diye en yanı başlarındakiyle paylaşmak istemedikleri dertlerini bizimle paylaşacaklar... Ve orada ısıtıp ellerini salınacaklar hayata yeniden...

Biz görüşüyoruz efendim, babannenin dediği doğru...

İlk yayın tarihi: 30.09.2008

18 Eylül 2009 Cuma

Fotoğraf



Evet!
Güzel bir günün enerkeni...

Şimdi sahilden geldik.

Durum şöyle:
Dalgaların tam da ayaklara değdiği sınırda martılar.
Deniz çok sakin...
Dalgalar usul.

Yakamozlar her zamanki yerlerinde:
Karşı kıyıya uzanacakmış hissi veren iskelenin dibinde...

Açıkta bir gemi; şehir tarafında ve limandan henüz çıkmış.

Sakin bir yürüyüş yolu.

Sabah sporu yapan bir iki kişi.

Balıkçı tekneleri...

Bisikletli; biri kadın iki kişi.

Bir adam:
Belli ki bir kadın taşıyor.

Bir köpek:
Diğer bir köpekle koklaşta...

Hava güneşli.

Sakin bir yaz bitti hali...

Kalabalıktan uzakta, ard arda durmuş iki martı:
Bir yan cebime koy halli.

Şapşahane bir geceden sonra, kahve kokusuna gidiyoruz.

Müzik: I wanna do bad things with you- Jace Everett

16 Eylül 2009 Çarşamba

Alt Yazı... Hasret :



Sanki, ipi bırakılacak köpek gibiydi...



Müzik: Help is Coming - Ayo
Görsel: videlec.org

Yaz Bitti!

Yıllar önce, heyecan ve tutkuyla beklenen yazlardan birinin kışında tesadüfen izlemiştim televizyonda... Sıradan bir Türk filmi duygusuyla göz ucu bakarken, filmin içinden çıkamamıştım.

Yalın ve saf bir aşkı anlatan, insanın duyguları ve kendi seçimleri ile geleneksel ahlakın cellat yapısı arasına sıkışmışlığını çok iyi işleyen, Zeki Alasya'nın çok iyi yönettiği, Melike Zobu'nun, Kadir İnanır'ın güzel oynadıkları, adındaki vurguyu da sonuna kadar hak eden, Türk Sineması'nın kendine has örneklerinden biridir. Güzeldir.

Yazlar hep beklenir ve hep biterler... Kaç yaz vardır hayatınızda bir bakın... Eğer boş geçtiyseniz, bir sonraki yazı ıskalamayın!

Filmi bulursanız mutlaka izleyin! Yakılmış ateşlerin başında, gitar eşliğinde şarkılar söylenen bir yaz esintisi gibi işler içinize...

Bora Ayanoğlu'nun -yanılmıyorsam Hümeyra'nın sesinden- muhteşem şarkısı eşliğinde; atmosferi, mekanları, ritmi ve duygu yüklü finaliyle ruhunuza ve aklınıza dokunmayı başaran Yaz Bitti: Ender ve sürpriz Türk filmlerinden biri olarak, gözlerden en ırak kalandır. Aklınızın not defterinde bulunsun! Bir gün rastlarsanız diye...

14 Eylül 2009 Pazartesi

Kardeş Kelimeler



...Şimdi acı çekmek istiyordu. Ne kadar çok acı çekerse o kadar iyiydi. Acı çekmek işine geliyordu, nefretini ve öfkesini haklılaştırıyor, alevlendiriyordu, öfkeyle nefretse öbür yandan acıyı alevlendiriyorlardı...

Yukarıdaki cümleler; Patrick Süskind'in, aslında en sıradan ve tekdüze yaşamın bile ne kadar tekdüzelikten uzakta olduğunu ortaya koyan; her insanın, kendi iç işleyişiyle özgün bir gezegen olarak diğer özgün gezegenlerle birlikte koca bir başka dünyada yaşadığını bir ana karakter üzerinden anlatan; farklılık ve olmazlık gibi gözüken duyguların aslında kendi özgünlüğündeki her bir gezegene ufakta olsa dokunmadan geçmediğini göz önüne serdiği; bir tek insandan, bir banka güvenlik görevlisinden yola çıkarak, insanın kocaman iç dünyasına dair her birimize çok tanıdık gelecek pek çok şey anlattığı şahane romanı Güvercin'in 56. sayfasından alıntıdır.

...Bu yüzden bazen yöntemlerin çok kötü ve niteliksiz de olsa, senin nefret ifadelerinin aslında sevginin büyüklüğünün göstergesi olduğunu fark ettiğimden, saygı da duyuyorum. Nefretin, öfkenin, tutkunun, kıskançlıkların, ihtirasların büyük sevgilerle, hayranlıklarla, şefkatle ve özlemle iç içe olduğunu da biliyorum. Hayatı yaşanılabilir kılan her şeyin, aşkın karşıtlıklarıyla bir arada olduğunu, tüm bunları göze alabilenlerin de cesur insanlar olduklarını biliyorum. En büyük öfkelerin, en ağır can acıtmaların, en çok sevilenlere yapıldığını da biliyorum. Bazen, en tutkulu aşkla bağlı olunandan en kanlı, en vahşi intikamın alınmak istendiğini; çarmıhlara gerilse, oradan indirilip yerlerde sürüklense, sonra dilim dilim doğransa da ruhun tatmin olmadığı, ama öfke dindikten sonra onun için acı çeken, nefes almakta zorluklar yaratan bir özlem, bir sızı düşen kalpler de olduğunu biliyorum. Buna aşk dendiğini de. . .

Yukarıdaki cümleler de, evvel zaman önce yazılmış ve zamanı eskimiş bir mektubun satır aralarından, ''ben seni bu kadar severken, sana bu kadar güvenirken, sana bu kadar umut bağlamışken halinden bakarak, ötekini cezalandıran şeyler hali'' üzerine yazılmış bir bölümünden alıntıdır.

Görsel: Videlec.org

13 Eylül 2009 Pazar

BIRAKMAK

Bundan 8 sene önce kepenkleri kapalı, rafları tozlu, hatta karanlık, sizin bizim oturma odası kadar bir dükkana besmeleyle el vuran adam, çok sevdiğim ağabeyim, mahallemizin biricik, müstakbel bakkalı için…

Bizim varoşlarda; daha etrafına bina dikilmemişken yolu yoz hatta kimsesiz mahallemizin 8 senelik bakkalının kapanışı, onun gidişi içime çok oturduğundan yazıyorum bunu.

Varoşların;

Gençleri, kadına kıza bulaşmayıp ot çekip esrar partilerinde gençliklerini harcamıyorsa, torbacı adamlar o mahallede kol gezip tehlike saçmıyorsa, senelerdir tek bir mahalle kavgası görülmemişse, kanlı bıçaklı evlilikler dağılmayıp normale dönmüşse, pazara çıkan kadın ona anahtar emanet edebiliyorsa ya da işi olan adam parasını bırakıp sonra almaya gelebiliyorsa, derdi olan oturup o dükkanda bir sigarayla her şeyi unutabilmişse, paramparça aşklar, mahremler, gizli kapaklı ama sahibinden başkasına zararı dokunmayan işler, sevdalar, göz kırpmalar, hastalıklar, şifalar, istekler, arzular, susmalar, bağırmalar, tartışmalar yine o dükkanda konuşulup saklanmışsa; gençliğinin ilkinde bedenler ilk viskilerini, ilk tekilalarını tatmışsa, ilk kez faili meçhul biri ilk sigarasını yakmışsa, dışarıdan getirilen bira kola dolabının köşelerine saklanmışsa, rakı-balık hafta sonlarının ziyafeti halini almışsa… Bu, o çok sevdiğim ağabeyimdendir.

Bir “sıkıldım” sözümden bütün işini bırakıp benimle İstanbul turuna çıkan, gecenin ikisinde bakkal kepenklerini benim için kaldıran, her gidişimde bakkalındaki herkesi kovup oturup saatlerce derdimi dinleyebilen, beni uçurumlardan döndürmüş, korumuş, sakınmış, biricik ağabeyim; beni ve onu çok seven gençliği, mahallesini bırakıp, ailesini de alıp uzaklara çok uzaklara gidiyor. Şurada, yaşadığım yerde tek güvencem olan, annemi hatta babamı bile emanet ettiğim adam, beni ve onu çok seven herkesi bırakıyor. Onun gidişiyle ilk kez bırakılmanın farkına varıyorum.



Benim gitme yalvarışlarım; saatler süren ve bizi duman altı bırakan konuşmalarla sonlanıyor. Gerçi gitse ondan bir şey kaybetmeyeceğimden eminim ama hiçbir sohbet, onun yanında bacak bacak üzerine atıp, sol yanımızda kül tablası hatta bazen bir viski bardağıyla yapılan sohbetin tadını vermeyecek.

Gidişin de, gelmişliğin ve hayatımızdan geçmişliğin gibi hayırlı olsun.


SEVGİLİ AĞABEYİM YOLUN AÇIK OLSUN.

He birde…


İnsan kıskanç varlıktır blog. Sevgiler ve başarılar kıskanılır. Onun da başarısı ve insanlığı kıskanıldı. Hani bir kadına öyle olmadığı halde çok çirkin bir yakıştırma yaparsın ve o kadın bunu hayatı boyunca silemez ya kafasından; bir adama da, sırf ekmeğiyle oynamak için bir söz söylersin ve o adam ne gururuna, ne kendine, ne ailesine, ne de bir başkasına yedirebilir bu lafı. İşte onun gibi bir şey blog. Kaldırılamayacak sözler var; söylenmemesi gereken ve söylenilmemesi gereken ve yanlış adama söylenmiş!

12 Eylül 2009 Cumartesi

Derin Darbe

Evvel zaman önce bir mışlı ülkede; daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış gençler varmış.

Yine bu mışlı ülkede, kendileriyle aynı yaşta ama farklı görüşteki akranları tarafından sıkıştırıldıkları okul duvarlarında demirlerle, tekme ve yumruklarla kafaları parçalanarak, bazen adres sormayan kurşunlara hedef olarak ölüme gitmiş arkadaşlar varmış.

Bu çocukların bir kısmı, önce farklı görüşleri yüzünden birbirine düşürülmüş. Sonra, siz suçlusunuz denilerek sadist bir keyifle aynı koğuşlara konulup, orada birbirlerini yemeleri istenmiş.

O koğuşlardaki kaçınılmaz kavgalar sonucu huzuru bozansınız diye cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüşler; kanlarına tuzlar basılmış.

O mışlı ülkenin büyük şehirlerinin, küçük şehirlerinin, küçük büyük kasabalarının, büyük küçük karakollarının küçük odalarında birileri; eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmışlar. Filistin askılarından, taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerine...

Mışlı ülkenin mışlı hapishanelerinde, gecenin uykuda bir vaktinde, bayram tatiline yetişeyim keyfindeki savcılar tarafından, adam yerine konmaz ifadeler alınmış...

Bu mışlı ülkede, içlerindeki ülke aşkının genç heyecanları kullanılarak kurşun attırılmış, dernek başkanlarının kişisel alacaklarının tahsili için karşıt görüşlü oldukları söylenen borçlularının katili olmaya gönderilmiş gençler de varmış.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri birbirinin gırtlağına sarılırken, yıllar sonra aynı acıları çekip günlük hayatlarına döndüklerinde, hikayelerinin ne kadar benzer olduğunu farketmişler.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri yazdıkları metinleri miting alanlarında sahiplenip hava atan (ego) hevesli bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının: Aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek farkı olmadığını da görmüşler.

Ve o ülkede her seferinde, saf kalplerinin çıkarsız inanmışlığıyla ezilenler için başkaldıranlar ölmüş. Kötüler, ceplerini paralarla dolduran bir satılmışlık sergilerken, bedenlerinin bir parçasını işkencede bırakanlar da nedense hep masumlarmış!

Ve birileri o ülkede, önce insanların siyasal ayrılıklarını körükleyip, sonra, etnik ve inanç farklılıklarının üzerine benzinler döküp kıyımlar yaptırmışlar.

Kapıları bir gecede işaretlenip, mışlı kentlerde evleri cayır cayır yakılıp, kafalarına kurşun sıkılanlar da o ülkedeymiş.

O ülkede, insanlar parmaklarla işaret edilip; katil kurşunlara, bombalara adres yapılmışlar. O ülkede; mahalleler, sokaklar, okullar, ayrıştırılmış.

O ülkede; bizden olmayan okulda okuyorlar diye, bizden olmayan mahallede oturuyorlar diye, bizim okuduğumuz gazeteyi okumuyorlar diye, bizim dinlediğimiz şarkıcıyı dinlemiyorlar diye damgalar basılıp ölümcül cezalar kesilmiş gencecik bedenlere...

Sonra günlerden bir gün birileri birilerine, alın bu ülkenin yönetimi sizin demiş. O birileri o mışlı ülkenin mışlı halkının hafızalarını silmiş. Mış tarihinden sonra doğanların hafızalarına yeni programlar yüklemiş. Ellerine yeni oyuncaklar tutuşturup; ''Düşünmeyin! Biz sizin yerinize düşünürüz,'' demiş.

İşte o gün, tam 31 yıl önce bugünmüş.

ilk yazılış tarihi 2007'de Hotel Rwanda'nın hatırlattıkları başlığı ile bu blogda yayınlandı.

Görsel, Kanada Montreal'de yaşayan ressam Paolo Conti'nin "A season in hell" adlı tablosudur

11 Eylül 2009 Cuma

İlk Taşı Kim Atsın

Son günlerde yaşanan felaketin ardından yağmacılara karşı lanetler okuyan toplumsal duruşumuz ve özellikle medyanın duyarlı tavrı karşısında gözlerim yaşardı. Hatta bu kalkışmayı, bu dimdik direnişi, bu toplumsal mutabakatı tüylerim diken diken izlerken, ''her şerde bir hayır vardır,'' cümlesinden yola çıkarak; en azından gelecek günlerimiz için, içimde sevinç kıvılcımları çakmaya başladı.

Mesela, aklımıza gelecek her türden televizyon yayınında araya koyulan ve binbir hileyle yok tek reklam, yok doğrudan satış, yok bilmem ne diyerek tanımlanıp izleyicinin anasını ağlatan uyanıklıklar ve benzeri cinliklerle bezenmiş programlarda yağmalanmaya duyarsız kalan insanlarımızın, bundan böyle sessiz kalmayacağını düşünüyorum. Ülke sivil sermayesinin büyük bir bölümünün devletin yağmalanmasıyla elde edilmiş olduğunun hatırlanacağını ve bundan öte, bu fırsatların kimseye tanımayacağını, yetim hakkının hesabının da hep sorulacağını hissediyorum. Bu duruşu bir milat kabul edip, bundan sonra tek tek yazsam sayfalar almaz çeşit çeşit yağmalanmaların hepsinde, bu dik tavrın ve duyarlılığın gösterileceğinin umuduyla gözyaşlarımı tutamıyorum.

Bir yandan da, bir türlü gem vuramadığım şüpheci yanımla; sanki, her birimiz elimizden geldiği ölçüde ve fırsatını buldukça, herhangi bir yağmanın bir şekilde ortağı olmamış ak pak, yurtsever, ahlaklı insanlar sahteliğiyle televizyon ekranından önümüze koyulanlara bas bas bağırıyoruz diye düşünüyorum.

Hani şu meşhur hikayedeki gibi biri çıksa, içinizdeki en günahsız kimse ilk taşı o atsa dese, nasıl bir tablo çıkar ki ortaya? Hani bir suça sessiz kalmanın da, bir anlamda o suça iştirak etmek olabileceğinden yola çıkarsak, ne kadar masum olabiliriz ki yaşamlarımızda?

Bir de şunlara şaşıyorum: Aslında dünyanın pek çok ülkesinde, gelişmiş batı toplumları dahil benzer hallerde benzer yağmalamaların yaşanıyor olmasına rağmen, sanki sadece bizim ülkemize özgü bir tavırmış gibi davranılmasını anlayamıyorum.

Ve elbette, bir sürü adaletsizliğin hüküm sürdüğü bu ülkede onca yoksulluk varken, sadece kıyafetleri ve statüleri daha yukarıda diye zengin yağmacılara susulurken; o yağmacıların önemli bir kısmının iletişim araçlarından sunulanlardan yola çıkarak ortaya koyulan bağrış çağrışa bakıp; bu ahlaksal durumun bile siyasallaştırılarak, bunun insana dair bir ahlak sorunu olduğunun görmezden gelinmesine, suçların bazı etnik kimliklere yüklenme çabalarına da ne diyeceğimi bilemiyorum.

Şu veciz sözler: ''Devletin malı deniz yemeyen keriz... Bedava mal (sirke) baldan tatlıdır. Nerde beleş git oraya yerleş.'' bu ülke kültürüne ait değil mi? Hadi biraz daha ileri gidip şunu da söylesem beni yakar mısınız? Yağmalayanın malını yağmalarlar!!!!*

*Dört ünlem, bir ayrımın iyi yapılabilmesi için özellikle koyulmuştur!

Görsel: Videlec org.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Felaketim Olur Ağlarım...

Basın toplantısında Kadir Topbaş'ı izliyorum. Toplantının geneline baktığımda söylediklerinin içeriğinden çok, onda simgeleşen genel Türk insanı ve özellikle sorumlu konumda olan Türk insan tavrına bakıyorum. Buradan yola çıkarak, genel siyasetçi tavrımızla birlikte, her olaydaki ideolojik yaklaşımlarımızın dilinden dökülen klişe sözcüklerimiz ve olaylar karşısındaki saf tutuşlarımız üzerine düşünüyorum. Olağandışı bir felaket yaşandığında hala ortak bir payda üzerinden sorunun çözümüne katkı veren çabalar ortaya koymak yerine; öncelikli olarak, her seferinde, olayları tuttuğumuz safla doğru orantılı bir şekilde güncel siyasete malzeme yapma halimize acıyorum: Kadir Topbaş'ın ağzından dökülen ve meali ''böyle bir günde bile siyasi rant sağlamaya çalışan ve zaten siyaset uslupları hep budur.'' diye devam eden, öfkeli ve kendini savunmaya yönelik ve de eleştirdiği tavırdan hiç bir farkı olmayan kelimelerden oluşan siyasi cevap şeklindeki saldırgan ve sinirli giriş cümleleri yüzünden...

Basın toplantısının ilerleyen dakikalarında, Kadir Topbaş'ı dinlerken; bir an, onun Büyükşehir Belediye Başkanı değil de, sorunları ortaya koyma noktasında ağzından bal damlayan entellektüel bir insan olduğu duygusuna kapılıyorum. ''Biz insanlar yaratıyoruz'' diyor ''bu felaketleri; doğayı kirleterek ...'' ve ekliyor; ''Yüksek teknoloji kullanırken, bu anlamda tesisler kurarken, gerekli çevre etkilerini gözetmiyoruz; kendi ticari hedeflerimiz, çıkarsal önceliklerimiz uğruna umarsızca doğayı tüketiyoruz.''

Olay bölgelerini helikopterle dolaşırken, Bahçeşehir arkasında bir vadiye dökülen kaçak toprakların vadinin ağzın set oluşturduğundan, bunun da olası bir selde bir baraj görevi yapıp göl oluşturacağından, bu gölün de Bahçeşehir'in yarısını götürebileceğinden söz ediyor. Sonra insanların, yani hepimizin sebep olduğu çarpık yapılaşmanın ve çevre kirliliğinin sonuçlarından biri olarak ekolojik dengenin bozulduğundan, bunun sonucunda da bu dengesiz yağmurların oluştuğundan, ve bu nedenle de bu çapta felaketlerle karşılaşıldığından söz ediyor. Ve bunun uzun yıllara dayalı yanlış yönetimlerin, ihmallerin bir sonucu olduğunu söylüyor. Buna benzer, herbirinin altına imzamızı atacağımız çok güzel sözlerle, serzeniş tadında devam ediyor basın toplantısına... O da, tıpkı benim gibi, sanki olayların dışında biri edasıyla, belki de derin suçluluk duygusunun savunusu bir ruh haliyle sadece konuşuyor. Kendini hala seçim meydanında siyaset savaşı veren kahraman sanıyor, seçimi ikinci kez kazanıp koltuğa oturduğunun farkında değil!

Oysa tüm bunları bir kenara koyup, en azından bir sonraki felakette bir yararı olur diye; kendi bastırdıkları, çocuklara yönelik, selin nedenlerini ve felaket öncesi yapılacakları anlatan, mesela televizyonlardan meteorolojik uyarıları aldıklarında; özellikle dere yataklarında yaşayan insanları daha güvenli ve yüksek yerlere götürmek gibi, ya da oralardan tahliyelerini yağmur başlamadan önce sağlamak gibi basit önlemlerden söz eden kitapçıktan, oradaki uyarılardan bir iki cümleyle de olsa söz etse... Ya da, mesala şu gün bile olsa, o kitapçıktan daha çok bastırıp insanlara dağıtsalar... Elbette bugüne kadar okumadıkları belli olan ilkokul dördüncü sınıf ve üzeri öğrenciler için Kızılay tarafından hazırlanmış bu kitabı; ''bilmemek ayıp değil; öğrenmemek ayıp:'' vecizesinden yola çıkarak oturup okusalar... Daha yararlı, ona buna laf yetiştirmekten daha ötelerde ve çözüme dönük bir iş yapmış olmazlar mıydı?

Şimdi önümüzdeki günlerde neler olacak bir bakalım: Mimar odaları yetkilileri çıkacak ekranlara... Dere yataklarının ranta açılmasından ve buradaki çarpık yapılaşmadan bahsederken, bataklıkların kurutulup o alanlara siteler yapılmasının ekolojik dengeyi bozduğundan, bataklıkların yağmuru emme özelliklerinin ortadan kalkmasıyla da bu felaketlerin yaşandığından söz edecekler. Siyasete ve belediyeye giydirecekler bu fırsatı ganimet bilip; ve yukarıdan aşağıya... Tüm bu alanların üzerindeki yapıların herbirinde bir mimarın ve mühendisin imzası olduğunu görmezden gelerek...

Anlı şanlı 'bir bilenler', çeşit çeşit akademisyenler, değerli medya mensupları olayın sonuçları üzerinden engin bilgilerini ortaya döküp, kendilerini tv ekranlarından parlatmanın keyfini sürecekler... Ve tüm bunların ve muhalif siyasetçilerin laf seli silip süpürecek ortalığı... Sanki dere yataklarına yapılaşmayı benim engellemem gerekiyormuş gibi... Ya da sahilleri doldurup yerleşim alanları yaratan benmişim gibi... Bataklıkları kurutup, denizleri doldurup inşaat alanı haline getiren benmişim gibi... Ve sanki benzer şeyleri daha önce hiç yaşamamışız ve benzer cümlelerle benzer önlemleri daha önce defalarca konuşmamışız gibi...

Bugün şuna kesin inandım; belediye başkanları bizden masum! Aslında, en çok onlar nedenlerin farkında ve sorunları çok iyi biliyorlar! Bir de bizi en azından oy uğruna da olsa düşünmekten vazgeçip, icraata geçtiklerinde işlem tamam... Sadece biraz daha sabır... Başaracaklar... Hepimizi toptan sele kaptırdıklarında. Şu meşhur, ''Okullar olmasaydı'' diyen Milli Eğitim Bakanı anektodundaki gibi..

Ve bu tür felaketler 80 yılda bir olur diyenlere cevabı da, öngörüsüyle çakıyor Mimar Sinan; Büyükçekmece'de dimdik ayakta duran köprüsüyle... Çağdaşlarmış, hıh!..

8 Eylül 2009 Salı

Türkiye - Litvanya Maçı Üzerine Bir Yorum



Efes Cup, fazla uzatmadan söylersek: "berbat" geçmişti bizim için. Ne giren çıkan belliydi, ne ana rotasyonumuz, ne de savunmamızın sertliği. Efes Cup'tan sonra herkesin aklındaki plan şuydu: Litvanya'yı yenersek, bizim için işler iyi gidecek. Yenilirsek de, bir önceki Avrupa Şampiyonası tekerrür edebilir.(Hani şu İspanya'da sadece Çek Cumhuriyeti'ni yenebildiğimiz, hatırlanmak istenmeyen turnuva) Daha doğrusu yenilebilirdik, fakat Jasikevicius'suz, Macaijuskas'sız, Siskauskas'sız- ki üç oyuncu da, ilk beşin ana kısa silahları- Litvanya'ya yenilmek koyardı açıkçası...

*********

Maça 4-0'la ve daha da önemlisi doğru oyunlarla başlamamız (örneğin uzun tartışmaların ardından sonunda maça 4 numarada başlayan Ersan'a, tepede şut yaratmadaki başarımız ve Litvanya'lıların pick and roll'lerine karşı savunmadaki gayretimiz) hem maçı izleyen bizlere, hem de sahadaki 12 dev adama büyük moral verdi.

********

İlk yarıdaki en önemli sorunumuz, pota altındaki mücadeledeydi. Özellikle kötü gününde olan Semih'in ve maça biraz tutuk başlayan Ömer Aşık'ın, fizik açıdan güçlü Litvanya pota altıyla "yetersiz" mücadelesi, "yeterli" performansı gösterememesine neden oldu takımımızın. Fakat Oğuz Savaş bu aralıkta, dört gözle beklediğimiz itfaiye gibi duruma müdahale etti ve Litvanya'lıların pota altındaki ateşini "tamamen" söndürdü.

Macarsalatası.blogspot
Bazı paragraflarını buraya taşıdığım bu yorumunun tamamını okumak isterseniz buradan lütfen

6 Eylül 2009 Pazar

"YABANCI" laşmak...

Hep adını duyduğum bir kitaptı: "Yabancı"... İnternetten kitap satışı yapan sitelere, bu aralar çıkan ne var ne yok diye baktığımda; hep çok satanlarda olurdu. Kitapçı raflarında gözüme çarpan ilk kitaplardan biriydi her zaman. Yeri her kitapçıda en afilli köşedeydi yani. Hatta geçenlerde gecenin bir saati şans eseri takıldığım bir filmde bile, başrol oyuncusunun okuduğu kitap yine zat-ı alleriydi...

Geçen gün internetten verdiğim kitap siparişi sonucu, diğer 7 kitapla birlikte elime geçti sonunda. Kendisiyle şahsen tanışma şerefine erişmeden önce hakkında bildiklerim: Yazarı Nobel ödüllü Albert Camus'nün, kitabın kaleme alındığı dönemin gözde akımı "varoluşçuluğun" Sartre ile birlikte babalarından biri olduğu, birçok kişinin kitabı okuduktan sonra idolü olduğunu söylediği şu "ünlü" Mersault karakterinin olayların merkezinde yer aldığı, genelde de karanlık, umutsuz bir içerik taşıdığı; ve bu yönüyle genelde eleştirmenlerin kafkaesk bir üslup olarak tanımladığı (benimse -gıcıklık değil mi- düpedüz Kafka özentiliği olarak tanımladığım!) bir yapıda kurulu olduğuydu. Birde kısa olduğundan dolayı, diğer 7 kitabı da sığdırarak yaptığım planlama sonucu, ilk olarak kendisini okumaya karar vermiştim. "Bu kadar sattığına göre kolay okunuyor, yoksa bizim milletimiz sevmez edebi fırtınaların koptuğu, derin manalı kitapları okumayı" diye düşünerek kurduğum mantığa aldanarak!

Şimdi bakalım "Yabancı"nın benim üzerimde bıraktığı etkiler neler olmuş:

Bir kere "Yabancı" için söylenmesi gereken ilk şey, mükemmele yakın bir anlatım dilinin olduğudur. Sizi yaz güneşi altında terletirken de, küçük bir dairenin karyolasında oturturken de, mahkeme salonlarında yaşanan "normallikleri" sorgulatırken de; her an sayfaların içine çeker, baş kahramanımız Mersault'un aracılığıyla. Yani kullandığı yazınsallıkla olayları gözünüzde aynen sahneletir. En azından "Bende aslında böyle düşünüyorum"'u verir bir paragrafında da olsa. Kitapla ilgili yapılan yorumlarda ilk belgelenen, kitabın anlatmak istedikleri ve verdiği mesajların derinliğidir belki. Ancak bu kadar etkin bir dili olmasa, bu aktarımı bu kadar başarılı yapamazdı bence. (Bunda çevirinin de payı olduğu tartışılmaz)

Bir diğer önemli nokta, size sürekli bir başka bakış açısı sunmasıdır sayfaların. Bir topluma yabancıdır Mersault; fakat toplumunda bir bakıma ona yabancı olduğu ihtimalini, kendisi dışında hiçbir karakter aklının ucundan bile geçirmez kitap boyunca. Ya da yargılayan kişiler için çok kolaydır ona damgayı vurmak. Fakat kimse onun davranışlarının altındaki "asıl" nedeni aramaz, benliğine ulaşamaz. Sizde okurken bu yüzden sürekli acı çekersiniz. Yani Mersault hem başlı başına bir saçmalıktır, hem de savunduğu fikirlerle gerçekliğin ta kendisi!

Kitabı en son aklımda kalanlar itibariyle, bu düşüncelerle noktaladım. Verebileceğim diğer ipuçları ise zaten, edebiyat eleştirmenleriyle aynı paralelde. Bu yüzden tekrarlamaya gerek duymuyorum.

Bir günde bitirmek üzere tasarlamıştım kitabı; fakat bu düşüncem tutmadı. Çünkü "Yabancı"nın zihnimde yarattığı düşünce karmaşasının (tatlı bir karmaşaydı bu) etkisinden bir an için kurtulup saate baktığımda, kitabı elime aldığımdan bu yana yalnızca 3 saat geçtiğini farkettim! Buna kitabı bitirdikten sonra, ne kadardır hakkında kafa yorduğumu bilmediğimi eklersek, süre daha da azalır. (Tabi aralıksız okumak şartıyla) Ve eminim bunun başına geldiği ilk kişi ben değilim, sonuncu da olmayacağım. Toplum(lar) varlığını korudukça, Yabancı hep "kült" kitap olarak anılmaya devam edecek. Sürekli çok satanlarda yer almasının sırrı çözülmüştür yani...

Bir Not: Bu arada kitabın genel kurgusuyla kafkaesk bir anlatım taşıdığı külliyen yalanmış. Çünkü ne kadar "gerçeküstü" gibi görünse de olaylar, dikkatli bakıldığında "gerçek dışı" hiçbir ayrıntı barındırmamakta..

4 Eylül 2009 Cuma

Göğüs Farkıyla...


66. Venedik Film Festivali' nin başladığından, çok şükür göğüs farkıyla haberdar olduk!

Bu yıl 66'ncı kez düzenlenen Venedik Film Festivali görkemli kırmızı halı geçişiyle başladı. Gösterilen birbirinden iddialı filmler bir yana festivale gene kırmızı halı görüntüleri damgasını vurdu. İlk günün en çok dikkat çeken yıldızı Maria Grazia Cucinotta oldu. Mor renkli elbisesinin derin dekoltesiyle bütün bakışları üzerine toplayan Cucinotta, fotoğrafçılara da istediği pozları verdi.İşte Venedik'in ilk iki gününe damgasını vuran yıldızlar.

kaynak: Hürriyet.com.tr
Önemli gazetenin dünyanın en önemli festivallerinden birini internet sitesinden duyurma şekli buydu. Elbette fotoğrafı ana sayfaya yem yapma fikri, sanata uzak duran biz zavallı insanları kültür sanat haberlerine yönlendirip yakın tutarak, topluma karşı bir duyarlılığı, yani halkı eğitip biliçlendirme işlevini ve sorumluluğunu yerine getirmek içindi! Gazete görevini yaptı! Biz şahsen haberdar edildiğimiz için minnettarız. Buradan ötesinde; hangi filmler yarışıyor, katılan filmlerde kimler oynuyor, onlar üzerindeki yorumlar neler, yönetmenleri kim gibi bilgileri arayıp bulmak da bize ve size düşüyor. Biz hemen bu bilgilerin peşine düştük. Toparladığımız anda; ve elbette daha güzel ve daha iri bir göğüs bulduğumuzda yazıyı yayınlayıp, göğüs farkıyla reytinglerin en üstlerinde listeleneceğiz inşallah...

Beynelmilel

Beynelmilel bir yanıyla, ülke yakın tarihinin önemli bir dönemini tümüyle içeriden, ironinin eleştirel dilini samimiyetle kullanarak, bir ideal için ortaya çıkmış bütünüyle iyi niyetli bir kuşağın derinleşme çabalarındaki çelişkileri, klişeleşmeleri, heyecanları, eylemsel coşkuyu yansıtırken; diğer bir yanıyla da, tümüyle ideolojiden, kavgadan ve eylemsellikten uzak 'sıradan' halkın despotizm tarafından, nasıl bilinçsiz ve bilgisizliğe dayalı ön yargılar ve bu ön yargılara dayalı kesin hükümlerle haksızca suçlanıp işkencelerden geçirildiği ve yok edildiği üzerine dokunaklı öyküler koyuyor ortaya..

Film; ironinin tatlı lezzetinden vazgeçmeden, karşı tezlerle reddedilen düşüncelerin zamanın gelişimiyle nasıl evrilip televizyon ekranlarından söylenebilir ve tartışılabilir hale geldiğini final sahnesiyle simgeleştirirken, geçmişin haksızca ödetilmiş faturalarını da göze sokuyor. Olağanüstü anlatımıyla Beynelmilel; çok sesli ve çok kaliteli, trajikomik bir yakın dönem resitali adeta...

Bütün sinemasal niteliklerinin yanı sıra hangi görüşten olursa olsun, politik bilinçten ve ülke üzerine düşünmekten yoksun bırakılmış bir neslin; demokratlık, hoşgörü, ötekini anlama ve dolayısıyla demokrasi bilincinin gelişmesine katkı yapacak, iyi oyunculuklar ve sağlam karakterlerle bezenmiş; o dönemi yaşamış olanların tanıklık ettiği bir çok şeyi bulabileceği; gençlerin de ülkede bunlar da olmuş deyip bazı gerçeklikleri fark edip üzerine düşünebileceği, derdini anlatmayı başaran, ideolojik ön yargılarla değil de bir durumu anlamak duygusuyla izlenmesi gereken, çok güzel ve önemli bir film...

Bu ülkede evvel zaman önce neler olmuş diyorsanız (özellikle gençler) ve hâlâ izlemediyseniz, izleyin.

3 Eylül 2009 Perşembe

2 Eylül 2009 Çarşamba

Hayata Bir Kez Olsun Göz Kırpmak!

Olay yerine geldiğimizde 112 personeli hayatın son yazdığını farketmişlerdi. Olay yeri inceleme henüz solmamış bedeni sarsmadan, narin ve kırılgan yüreğin incinmesine fırsat vermeden, beyaz fayansların üzerinden ceset torbasına kıyamaz bir titizlikle taşırken; dünyaya gülerek bakan o güzel gözlerin yüreğinden elime tutuşturulan notu, sessizce cebime koydum. Ekip, hep ihtiyaç duyup da bulamadığı şefkati ve ihtimamı sonuna kadar göstererek, cansız ceset torbasını titizlikle çıkarırken evden... Tuvaletin ak fayanslarının soğuğunu ve yalnızlığını bütün bedenimde hissederek, kırış kırış kurşun kalemin soluklaşmış harflerini, diken diken bir kahırla okudum.

Bugün bir süreliğine sizinle irtibat halinde olmamalıyım. Çünkü üzerimdeki etkiniz o kadar fazla ki... Sizinle konuşmaya bir başlarsam, bütün bir gün çekim alanınızdan çıkamıyorum. Dolayısıyla hayata yeniden konsantre olmam mümkün olamıyor. Gerçi bu sabah hayatımızı şöyle bir gözden geçirdim. Savruluşlarımızı düşündüm, birbirimize ulaşamama hallerimizi... O anlarda, bir başka boyuttaydım ve çok yoğun yaşadım sizi yine... Lütfen beni en azından bugün bir süreliğine de olsa şikayetlerinizle kavurmayınız. Ve belki oturup sağlıklı şeyler düşünebilirim. Belki... Ya da bir kalabalığın kucağına yatırırım yalnızlığımı ve eksiklerimi... Belki.... Bugünlük.


Sonra gözümü tavana dikip bu kaçıncılığa bir sigara yaktım. Dumanları gökyüzüne savururken; ''Kızımı son zamanlarda takip ediyordum. Uyuşturucuyu nerden buldu anlayamadım. Altın vuruş iddiası doğru değildir. Ölümü için doz aşımı diyebiliriz, eğer intihar etmek istese bana bir şekilde not bırakır veya ulaşırdı'' cümlelerinin kendini savunan bencilliğini ve zavallı tesellisini cesedin duymamış olduğuna sevindim. Size neden not bıraksın ki bile demedim. Siz kendi keyiflerinizde dururken, o neden size ulaşsının derin öfkesiyle, anne ağızlı cümlelerin bu soğuk haline bakıp; fermuarın yüzü henüz kapatmadığı az öncenin gözgöze geldiğimiz anındaki, güzel ve masum yüzün gözlerine yerleşmiş usul ve soğumamış tebesümün merhabasına iç çektim.

Şırıngayı, sıkma lastiğini ve diğer ıvır zıvırı torbaya koyarken, anne babanın evinde kendine yer bulamayan tazecik bir yüreğin kendini lüzumsuz ve fazlalık hissetme duygusuna kahrettim. Dışarı çıktığımda olay yeri incelemenin ambulansa koymak üzere olduğu ceset torbasındaki bedenin narin kalbine son kez göz kırptım. Anlaşılmışlığın göğsüne yaslanan ve sonsuzluğa gülümseyen güzel gözlerini kırptı.



Fotoğraf: Neslihan Öncel

http://neslihans.deviantart.com/art/Forever-123982392

1 Eylül 2009 Salı

Düşen Bir Yaprak Görürsen..........

Eylül 2006

merhabalar! dün sabah nöbetten çıkarken kliniğin tam karşındaki kocaman ağaçtan dökülen iri yapraklara bakıp ve üzerinde yürürken çıkardığı hışırtılara kulak kesilip ve çocukça bir kaç yaprağa keyifle tekme atarken içimden geçen; ki bu manzara yıldız parkında çok daha güzel olur... seninle orada yürüdüğümü, bu seslerin çok daha katmerlisini işittiğimizi ve usulca köşklerin birinde çay içtiğimizi beraber... sonbahar burda da güzel, aslında her ne kadar ilkbahar çocuğu olsam da bu hazan mevsimini seviyorum... ve bu hazan mevsimine denk gelen hayatımdaki güzellikleri de... ben de güzelim şimdi, geç uyandım, yatağımda yorganı kafama çekip yaramaz çocuklar gibi güzel biraz da masum hayaller kurdum... şimdi sabah ritüellerimden olan bol sigara dumanlı ve bol kahve kokulu mutfakta sana bunları yazıyorum... ve teşekkür ediyorum tanrıya dün gece olanlar için... mailin çok güzel yine, keyifle okudum ve daha bi güzel oldum... sağol, bu denklik çok hoş...sen de gül tamam mı................... üzerine dondurma konmuş vişneli ekmek tatlısı kadın

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP