30 Ocak 2022 Pazar

A-j 2261'in Anıları: KOD ADI BRNRS

Analiz-BRNRS hk.

Gün 23 Ocak Pazar. Planıysa, iki hafta önce kendine söz verdiği üzere; Balıkçı Barınağı'ndaki Belediye işletmesinde, üstelik balığın en güzel mevsiminde balık yemek.

Işıkları da geçtikten, istasyon için son düzlüğe girdikten sonra biraz da vakit nedeniyle tereddüt yaşamaya başlıyor. Gidip de lokantayı kapalı bulursa ya da çok kalabalık olursa halleri fikrini çelme çabası içinde. Saate baktığındaysa karanlığa kalma olasılığı var. Oysa O lambaların yanmadığı, Gri'nin parladığı ve iki öğün arası bir vakitte, kimseler yokken orada olmayı istiyor ki hem turlayıp, fotoğraflar çekip hem de balığın dibine vursun. A-j 2261

 

*

Onu takipteyim. Analizi servise ulaştırdığımdan beri sürekli ensesindeyim. O gün mahallesinde bir mekâna takılıp kalınca, evine dönene kadar izledim. Kapısının önünde yattığımı söylersem abartmış olmam. Attığı her adımı takip ediyorum, bir haftadır. Bir tek gün kardeşinin aracına bindi ve birlikte çıktılar, bir ekip peşine takıldı, bir şaşırtmaca da olabilir bu; iki saatten biraz fazla zaman sonra da yalnız döndü ve haftayı mıntıkada geçirdi. Bir kere de trene bindi ki soluğum ensesindeydi.

Sokakta tamirat yapan eleman kılığında izliyorum, geceler soğuk. 6.gündeyim ve Cumartesi. Ocak ayının 29'u saat 10 civarı. Dinleme cihazından bir hareketlenme halinde olduğunu anlıyorum. Dün enn sevdiği kadınla bir telefon konuşması yaptı, dinledim; analizime göre ki bu bir şaşırtma da olabilir ya da bir şifre, bugün hareketli geçecek ve ben de her türden sürprize açık biçimde sürekli ensesinde olacağım.

Dış kapıyı açtı ve binadan çıktı, bahçe kapısını açıp kapattı, bir an sahilden yürümeyi düşündü ama sonra bulvardan yürümeye karar verdi.

Tabii ki bunun bir çevre kontrolü olduğunu anladım, biraz uzaklaşmasına fırsat verdim ve ağaçtan inip kamuflaj yapraklarımdan hemen kurtulup yüzümdeki çamurları iyice silip temizledikten sonra o daha üst köşeden kıvrılmadan ve şüphe yaratmayacak bir mesafeden takibe başladım.

Yolda onu geçtim. Trenci olduğunu bildiğim için istasyona önden girdim. En arka kapıyı kullandığını biliyorum. İkinci maskesini ötekinin üzerine taktı. Ondan önce, o vagonun ön kapısından geçip onu görebileceğim bir koltuğa oturdum. Onun sırtı dönük bana, ters koltukta ve çaprazında bir genç kadın var. Bir şüphe uyandırmasa da dikkatliyim. Bir belge transferi olabilir. Şahsın bu güne dair keyfi ve şanslı oluşuna dair hissi iyice yükseldi; çünkü enn sevdiği tren modeline rastgeldi. Bir Çinli, üstelik sürücüsü bir kadın.

Hangi durakta ineceğini biliyorum, nereye gideceğini de; indiğinde üst geçide asansörle çıkacak, o yüzden ondan önce karşıya geçip AVM'ye girmem ve o kata çıkmam gerek. Hızlı hareket etmeliyim!


Güvenliği kolaylıkla geçiyorum. Ben yürüyen merdivendeyken o henüz görünmedi. Bir üst kattayım ki henüz yok. Çok şükür! Ondan önce gişedeyim ve hep seçtiği koltuk bilgi olarak elimde, ben de onu rahat izleyebileceğim, son sıradan dip bir koltuğu satın alıyorum. An itibariyle benle birlikte 5 seyirci olacağız ama benim izleyeceğim film olmayacak tabii ki. Lobideyim, o merdivenin ucundan göründü. Adamdaki şansa bakar mısınız, film uğurlu sayısı olan salonda. O zaman iyi bir filmdir diye düşünüyorum çünkü gişede filmle ilgili uyarıldım. Üç buçuk saat* bir film için uzun süre, üstelik ödüllü filmler sanatsal olur ve bu benim için işkence. O etrafa, sonra saate bir baktı ve terasa geçti. Bu avantajı değerlendirmem lazım. Şimdi koltuğumdayım. Bu arada trende karşı koltuğunda oturan genç kadın epey durak önce indi. Bir şüphe hissetmesem de son ana kadar bekleyip tam tren kalkmak üzereyken inmesi, yine de acaba dedirtti ve takip edilmesini istedim. Sıkıntı olmadığı az önce bildirildi.


Bir ara kendimden uzaklaşmışım; farkında değilim çünkü filme kapılmışım. Çok şaşırdım. Bir sanatsal film, çok karakterli bir film, üstelik gayet durgun olduğunu düşünüyor ve bunu bir avantaj sayıyordum kendim için; çünkü beş kişimizden çift olan ikili erkenden çıkmıştı. Film kontrolümü tümüyle ele almış ve esir etmiş beni. Şaşkınım. Bir Ajan olarak yaşlanıyor muyum acaba? KOD ADI BRNRS ise benden beter, bacağının birini ön iki koltuğun arasından uzatmış, dünya umurunda değil, beter biçimde film çekip almış onu da, dünya yansa umuru olmayacak; ve usulcana bir keyif akıyor bedeninden. O an farkında değilim, bir hata yapıyor ve ona bir kağıt mendil uzatıyorum. İyi sanat insanı iyi kalpli mi yapıyor diye bir korkuya kapılıyorum. Tam o sırada ara oluyor ve beni adeta girdabımdan çekip alıyor. Az daha, evet az daha bir sanat filmi, duygudan başka bir şey olmayan bir film, kabul etmeliyim oyunculuklar harika, beni ele geçirecek ve sert adam halim, tüm karizmam, yerle yeksan olacakdı... Dağılmış vaziyetteyim. Büyük bir mesleki zaafiyet anındayım ve O, salonda yok. Telaşlanıyorum. Sonra bir sakinlik çöküyor. Alışkanlıklarını biliyorum ve dinleme esnasında enn sevdiği kadına bir sonraki eylem için film arasında arayacağını söylemişti. Hatırlıyorum. Terasta olduğu kesin.


Nasıl bir coşkuyla anlatıyor filmi, imreniyorum. Kabul, ne kadar sert adam olsam, mesleğim kirli ve katı olsa da ben de bir aile babasıyım; sevgi nedir bilirim. İnsan olduğum anlar vardır benim de... Kapatıyorum dinleme cihazımı. Zaten sinemadan sonra ne yapacağını da biliyorum. Yoksa... yoksa... filmin devamını mı merak ediyorum?


İkinci yarı enfes bir açılışla başlıyor. Yeni katılan bir karakter var. Çok ilginç bir genç kadın. Bir sürücü. Vanya Dayı sahnelenecek. Esas abi eski bir oyuncu ama şimdi yönetmen. Bir oyuna nasıl hazırlanılıyora tanık oluyoruz. Bir yandan da hayat akıyor. Başka hayatların içine giriyor, ısınıyor ve sevgiyi kutsuyorken birden bir aksiyonun girdabına düşüyoruz. Sinemadan ve sanattan anlamam ama polisiye durumlar benim işim. Sıkı takipteyim ve ipinucunu yakaladım. Çözerim ben bu işi; bir şüphelim cepte. Fakat filmin dış sahneleri, manzaralar, çeşit çeşit insan halleri muhteşem. Film kelepçeyi çoktan taktığı için BRNRS adlı kişiye, bunu fırsata çevirip yazı yazma tekniğini iyice kaparım ben, diye düşünüyorum ve içimden bir sevinç yükseliyor. Onca aksiyon yaşamış biriyim, dağarcık dolu, emekliliğe biraz var ama ufak ufak, hani yaşadıklarımı yazsam falan diye hayal kuruyorum tam ki pat diye bir aksiyon filmde; bir ters köşe durum daha... Buyur burdan yak!.


Jenerik akmaya başlarken çıkıyorum salondan. BRNRS bundan sonra nerede olacak bilgisi de var elimde. O şimdi terasa çıkacak ve enn sevdiği kadını tekrar arayacak, coşkusundan kimseyi görmeyecek, filmi ve sonrasını anlatacak çünkü işleri toparladıysa bir sonraki noktaya enn sevdiği kadın da gelecek. Atlıyorum trene, hemen ardımdaki trene binse bile ondan epey önce varacağım.

Lokantaya doğru hızla yürüyorum. Ben onun hangi masayı seçebileceğini biliyorum ve oradan bir kare fotoğraf çekiyorum. Çünkü aynı fotoğrafı çekeceğini çok iyi biliyorum, sonra onun hiç tercih etmeyeceği ama kontrol edebileceğim ve sırtı bana dönük olacağından emin olduğum bir masayı seçiyorum; yaklaşık 20 dakika sonra geliyor ve tam düşündüğüm masaya oturuyor. Üzerindeki koyu lacivert çoban kabanı ve çantayı yan koltuğa bıraktı, "Tek misiniz?" sorusunu yanıtladı; üç tabak masadan alındı ve o camın kenarına oturdu. Ben olsam oturduğunun karşı koltuğunu seçerdim çünkü tüm barınağı ve kayıkları geniş görebilecekti. Bir an ürküyorum; "Yoksa varlığımdan haberdar mı?" diye. Bir taktik olabilir bu. Açığa düştüm endişesi ter boşaltıyor üzerimden.

Balıkları soruyor. Lüfer kesin, bilgim var fakat garsonun saydıklarının içinde yok. Düşünüyor. "Barbun lütfen," dedi. Turşu kavurması bence kesin. Bir salata istedi ve küçük lütfen, diye ekledi. Bir kişilik hazırlatırım, diye yanıtladı garson. Bir de mısır ekmeği... Vallahi takdir ettim ve yapmamam gereken bir hata yapıp masama gelmiş garsona "Aynılarından lütfen," dedim.


Barbun nefis, şahane ötesi taze ve müthiş güzel tavalanmış; üstelik masada balık bıçağı var yahu! Çok keyifle yiyorum. Mekânı ilk kez görmüş olsam da çok beğendim. Saatten kaynaklı sakinlik süper derken tam; benim olduğum kısıma kalabalık bir kadın, çocuk grubu geliyor. Açık görüş kapandı. Onun sırtı dönük kalabalığa ve onlara göre bayağı uzak ve etrafı sakin bir yerde. Bu adam işi biliyor diye düşünüyorum. "Helâl sana," diyesim bile var. Emekli olduğum ilk gün onu bulacağım ve tüm bunları ona bir rakı masasında anlatacağım.

Sofrayı silip süpürdü. Keyfini ve bu şahane sakinlik ortamındaki tat çıkarışını sevdim. O sırada geçmekte olan garsonu "Bakar mısınız?" diye seslenerek çevirdi. Az önce menüyü inceliyordu. "Bir kabak tatlısı lütfen," dedi ve ekledi: "Bir de sade kahve lütfen."


Önce kabak tatlısı geldi ve ufak bir dilim kesti. Çok beğendiğini tahmin ediyorum. Tatmadı ama görüntü ona bir şeyler söyledi ve kahveyi de kanımca önsezilerine dayalı olarak istedi. Başarılı, hafif karamelize olmuş, yumuşaklığı kadife gibi ama bayılmamış bir kabak tatlısı ile başarılı bir sade kahvenin birlikteliğindeki uyumu biliyor kanımca ve o hissi aldı. Ben de masama gelen garsondan aynılarını istiyorum.

Şimdi denize bakıyor. Burayı, vakti, sakinliği, personeli çok sevdi; bunu hissediyorum. Çünkü uzun kaldı. Kılçıkları, kuyruk uçlarını ve balık kafalarını bir poşete koymalarını rica etti. Tahminim ben gelirken miyavlayarak yaklaşan ve talebi yemek olan kediyle bir teması oldu.

Kabak tatlısına bayılmış durumda. Üzerine eklediği kahve yudumuna da... ki gerçekten harika bir kahve. İşi yavaştan alıyor. Sevdi burayı. Kalktı ve toparlanıyor. Paltosunu giydi. Sırt çantasını, içini çok merak ediyorum, astı. Ödeme noktasına geçti. Ödemesini yaptı, teşekkür etti ve sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Aşçımız dediler, "Nerede mutfak?" diye sordu ve gitti. İçeri girince bir kez daha sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Bir genç adam sanırım korktu. Evet korktu. Korkuyu en iyi ben bilirim, korkuttuklarımdan. "Ben," dedi. "Harikasın, yediğim en iyi kabak tatlılarından biri bu, ellerine sağlık."   Balık için de çok teşekkür etti, çok iyi tavalanmıştı, tazeliği şaşırtıcı değil elbette ama kesinlikle harikaydı ifadelerinin ardından herkese tekrar teşekkür etti ve çıktı.  Kediyi uygun bir yöne çekti ve sofrayı kurdu.
 
 


Çok keyifle karlara baka baka, martıları seyrede seyrede, derme çatma kulübelerde çay içip sohbet eden tekne sahipleri ile laflaya laflaya, Mavi Işıklar durağı tam karşısında olan ana kapıdan çıktı, İstasyonda oturdu. Kısa bir süre geçmişti.  Bu kez, yine sevdiği İspanyol tren gözüktü.





*Gişe 3 buçuk saat dedi ama film 2s59dk; antrak, reklam falan katılınca 3sa 45 dk'yı buluyor.

28 Ocak 2022 Cuma

Bütün Kızlar Toplandı

Salı sabah, pencereden ve kalın perdelerin arasından sızmaya çalışan gün "Hadi yine iyisin!" diyor. Bir planım var. Bir yanım kıvırmaya çalışsa da bir yanım baskın. Geçenlerde internet, telefon, tv paketim için aranmıştım ve karşımdaki pazarlama özürlü ses, hızla bir şeyler sıralamıştı. Ekranda çıkan numara şüphe uyandırmıyordu. Tamamdı ama makineli tüfek hızında, dolayısıyla tırmalayıcıydı ses ve anladığım da paketin bitimine daha vardı ve daha önce arandığımda aranmak istemediğimi beyan etmiştim üstelik...

"Şu an meşgulüm ve bir şey anlamıyorum söylediklerinizden," dedikçe ben, o, üzerime üzerime geliyor. Yok bir ay ödeme yapmayacakmışım, bu fiyatlar şu anlıkmış gibi klasik pazarlama cümleleri ablanın son otobüse yetişme telaşındaki sesiyle el birliği içinde ve bu hıza yetişmekte zorlanan kulaklarımı tırmalıyor.

Ablam bu işi yanlış yapıyorsun diye girecem de bir fırsat bulabilsem.

"Şu an hiçbir şey anlamıyorum, dolayısıyla da ben gidip kurumda halledebilirim bu işi," diyorum ama, o da and içmişçesine ekmeğinin peşinde; buna saygım da zaafım da sonsuz ancak kurduğu dil ve baskı yanlış. Sonuçta bütün çabalarına karşın alt edemiyor beni; ritmini hiç düşürmeden, makineli tüfek formundan en ufak taviz vermeden, söze girmeme engel bir ritimle devam ediyorken alıyorum sazı elime: Siz anlamak istemiyorsunuz herhalde, meşgulüm ve bu konu ile ilgilenmiyorum, daha ötesi dinlemek istemiyorum diye girişiyor, iyi akşamlar diyerek de çekiyorum fişini.

İşte ben şimdi bu işi fırsat kabul edip Telekom'a kaytaracağım.


Ha bu arada Pazartesi günü birden Deniz Kızı Kafe'ye gitmek ve kapuçino içmek fikri türüyor içimde. Kimbilir, belki de Karga Trio ve Martı Vokal Grubu en güzel şarkılarını benim için söylerler. Bir de tost; yanına da ince belli. Kızarmış patetes de fır dönüyor fikrimde ama şüpheli.  Öğlen çıkıyorum, vardım kafeye, girdim içeri, bir tost karışık lütfen dedim... Dedim de elektrikler yokmuş ve tost makinesi de soğumuş. Olsun dedim biraz tur atar, vakit geçirir, sonra dönerim. Eve 500 metre yok ama ben iş arası verdim ve kahve takıntı halinde ve işten kaytarmanın tadı çıkarılacak. Mutlak!

Elektrik bir türlü gelemiyor.


Sonra bugün geldi; yani Salı. Öğlene kadar iş, haber okumaları falan derken bir kaç öngörü ve o öngürüler üzerinden yapılan alım tercihlerinin ardından düştüm yola. Trendeyim, okulu asmış öğrenci tadındayım ve keyfim gıcır. İki durak sonra iniyorum. İşyeri yoğun bulvarda ve bir yeme içme coğrafyasındayım. Balıkçıyı ve üst katta oturan ben yaşlarda zarif bir çifti görünce balık fikrim dondurucudan kafa uzatıyor ama aklımı çelemiyor. Enfes de bir dönerci var; hoş, özel ve döneri pek güzel. Hepsini alt ediyorum. Telokom'a giriyorum ki cıvıl cıvıl bir genç kız karşılıyor; hoş geldiniz diyor, ne işim olduğunu pek tatlı bir dil ve edayla soruyor; fişe basıyor ve numaramı verip beklemem gereken yeri gösteriyor. Kurumunu sevdirmeyi başaran bir elaman, takdiri hak ediyor. Onu çıkışta mutlandıracağım. Numaram yanınca fark ediyorum, aynı kız da haberdar ediyor beni, geçiyorum odaya. Mart'ın 12'sindeymiş yenileme zamanım. Şimdi yaparsam kaybım oluyormuş. İşte bu! Kazandı beni... "O gün direk bu odaya gelin ve numara almanıza gerek yok," diyor. Seviyorum tavrını. Diyorum ki evet primi bu kıza kazandırmalıyım.


Çıkınca oradan bu kez diğer kaldırımdaki sıra sıra lokantalar aklımı çelmeye çalışıyorlar. Bense tava gelme ihtimali olan yanıma şahane çalımlar atıp sürekli ekarte ederek devam ederken, Bursa İskender Kepabçısı kendinden pek emin bir edayla önüme çıkıyor. Onu geçersem trendeyim. Bugün iradem güçlü, şık bir çalımla onu da geçiyorum. Trendeyim ve fikir bombaları yağıyor üzerime. Bir İstasyon önce, Ömürevleri'nde iniyorum. Yaz boyu geldiğim, sevdiğim okuma noktam pastaneye takılsam diye aklımdan geçirirken sokak başından dış masaların yerinde olduğunu görüyorum. Meyleder gibi olsa da fikrim, soğuk hava anında el koyup çeliyor fikrimi. Fikrim ısrarcı ve başka bir alternatifi var. Yakışırın Yerinde tombik, yok yok pilav üstü gibi fikri üretimler yapıp etkilemeye çalışıyor beni... "Bi git," diyorum ve komutayı sıkıca elime alıyorum, üstelik elektrik sorunu görüyorum ki çözülmüş. Deniz Kızı Kafe'deyim.


"Bir karışık tost lütfen"

"Bir bardak da çay lütfen."




Açıyorum kitabımı. Sanki yaz biteli yıllar olmuş ve bir daha gelmeyecekmiş gibi bir his yaratıyor iskele ve ucundaki kafe. Her gün konser olan meydan bomboş. Dondurmacı kapalı. Bir üzüntü sebebi değil elbet bu ama sanki hiç yaz olmamış gibi bir his yaratıyor bünyede. Sezonu bitmiş, coşkusu ve kalabalığı yitmiş, cansız, artık yok, eski fuarı dolaşmak gibi. Sonuçta bir hüzün değil; tıpkı eski yıllardaki gibi yazlıkçılar gitmiş de köy bize kalmışlık halinin çıkarılası tadı bu. Hoşuma gidiyor.

Tostum ve çayım geliyor. Kızlar çok keyifle sohbetteler. Bir yandan da atıştırıyorlar. Çok tatlılar; sesleri gelmiyor olsa da el ve beden haraketlerinden senaryolar yazabiliyorum. Ya öğle tatilindeler ya da bunlar iki zamanlı ve sabahçılar. Bence şanslılar da çünkü denize tek bir yoldan ulaşabiliyorlar ve bu da en fazla 10 dakikalık yol. Üstelik birbirinden güzel sıra sıra kahve dükkânları; son derece şık, al içeceğini gel keyine bak masalarının olduğu denize kıyı parklar, falan filan...

Kitabım pek güzel. Tostum bitti. İşi salladım. Mekân sakin. Muhtemelen Suriyeli bir çift ve minik kızları bana yakın bir masada. Hanımefendi Türk kahvesi içiyor. İleriki bir masada hasar almış bir hanımefendi var. Yanında getirdiği bir şeyle uğraşıyor ve çay içiyor. İki de genç kız geldi ve en dip masaya geçtiler. Ve bir iş kadını olduğu kesin abla çay siparişi verdi. Hımmmm bu abla mimar. Ah bir de yazın tavanı açılan, havadar, çok koyu bir kuzeyli bu kafe kış güzelliğinde ısıtılsa, kabanları bir kenara atabilsek, tadından yenmeyecek ama.... Olsun!

"Bir kapuçino lütfen."


Fincanda ummuştum ama değil. Olsun. Kapağını açıyorum ve hayal kırıklığı. Beklentim Müze'deki, üzerinde çikolata izleri olan ve de daha yoğun, keyif aldığım kapuçino idi. Beklentimin ufaktan taca çıkması etkiliyor ama hemen toparlıyorum kendimi. "Bunun da miktarı çok," diyorum; çünkü biraz daha Kuzey'de kalmak istiyorum.

Aslında henüz yukarıdaki ağacın fotoğrafını çekmedim. Ödememi yapıp, teşekkür edip, ellerinize sağlık deyip, tip box'ı besleyip çıktıktan ve biraz yürüdükten sonra önünden geçerken duracak ve hikâyesini çok güzel anlatan bu ağacın fotoğrafını neden hiç çekmiyorum ben diye düşünecek, yatık ve yaşlı gövdesinden enterasan bir biçimde dikine büyüyen diğer yarısı genç ağacı akıp gidene zamana bir not olarak düşeceğim... Çünkü eskiden, yol geçmeden önce Meteoroloji'nin geniş alanında yaşamakta olan o ağaç ve komşuları benim çocukluğumu, ilk gençliğimi ve sırlarımı bilirler.


*Bahsettiğim kafe belediye işletmesi ve tüm belediye işletmelerinde görünen ölçekteki kahve, tüm zamlanmalardan sonra dahi mekânlardakinin 3 de 1 fiyatına..

25 Ocak 2022 Salı

Gri De Güzeldir

Gün Pazar. Planımsa, iki hafta önce kendime söz verdiğim; Balıkçı Barınağı'ndaki Belediye işletmesinde, üstelik balığın en güzel mevsiminde balık yemek. Enn Sevdiğim Kadın'ın katılması gereken bir kutlama var. Eğer müsait olabilirse arayacak. Hava tam Kuzeyli ve kış: sert bir soğuk. Havada kar kokusu, güne yakışır bir renk. Sırt çantamda bitmek üzere olan bir kitapla birlikte bir kışı Polonya'da yaşamış, bir Erasmus öğrencisi ile Avrupa turlamış minik ama kapasiteli fotoğraf makinesi...


Sahilden yürüyüp, ilk fotoğraflarını 2013 yılında ve ne tesadüf ki aynı mevsimde ama karlı bir günde çektiğim,* hep önlerinden geçtiğim ikiliyle biraz laflıyor; yıllardır orada olan, aslında hoşuma da giden ama bir tek akşam bile geçirmediğim, önünden her seferinde geçtiğim Pub'dan sonraki sıra sıra ve yine adım atmamış olduğum, aslında merak da etmediğim marka kahve dükkânlarının başlangıcındaki köşeden kıvrılıyorum. Tez zamanda gelmem gereken kahveciyi geçiyor, daha önce geldiğim ve beğendiğim Holmes'a göz atıyor, trene doğru yürürken yiyeceğim balığı da netleştirmeye çalışıyorum.


Işıkları da geçtikten, istasyon için son düzlüğe girdikten sonra biraz da vakit nedeniyle tereddüt yaşamaya başlıyorum. Gidip de lokantayı kapalı bulursam ya da çok kalabalık olursa halleri fikrimi çelme çabası içinde. Saate baktığımdaysa karanlığa kalma olasılığım var. Oysa ben lambaların yanmadığı, Gri'nin parladığı ve iki öğün arası bir vakitte, kimseler yokken orada olmayı istiyorum ki hem turlayıp, fotoğraflar çekip hem de balığın dibine vurayım.*

Karnım aç. Gözüm masayı kuruyor: Lüfer ızgara, turşu kavurma ve mısır ekmeği... Belki bir kahve, tatlı ve kitabımla ışıklı bir final. İkinci alternatifimse sanki günü ele alacak gibi; kontrollerini yitirmekte olduğum bir ikilem ele geçirmiş durumda beni. Yaklaşmakta olduğum mekân çok hoş. Tam bir Kuzeyli! İç dekorasyonu ve personeli ve de ürünleri çok hoşuma gidiyor ki yeni açılan bu kafe/pastane tarzı yer; benzerleri içinde ve gri günde ilk tercihim.

Atıştırmaya başlayan kar, Barınağa vardığımda iyice koyulaşacak Gri içimdeki tereddütleri çoğaltıyor. Bu anlarda radikal hamleler yapan yanım da sanki makul olan tarafta. Burnumdan kıl aldırmaya niyetim yok gibi! Ama farkındayım ki bu sadece, gibi... Yolu karşıya geçiyorum. Otomatik kapı açılıyor. İç basamakları çıkıyorum ve hoş buldum.

"Bir porsiyon su böreği ve kıymalı kol böreği karışık, lütfen."

"Bir de çay, bardakta lütfen.


Sırtım mekâna dönük. Ana yolu, onu kesen iki sokağı da gören köşe bir masadayım. Hiç bir insanla görsel bir temasım yok; kendi Ada'mı yarattım ve geniş bir görüş alanım var. Enfes bir müzik eşliğinde açıyorum kitabımı. Kuzey Edebiyatı'nın malumu üzere hastasıyım. Roy Jacobsen, sevdiğim yazarlarından. Beyaz Deniz'in son sayfalarındayım. Öykü sağlam, karakterler ilginç fakat bir hata yapmışım ben, kitabın aslında öncesi varmış; önce üzülüyorum buna ama sonra da diyorum ki bu kitaptan sonra evveliyatına gitmek daha ilginç. Böreklerse muhteşem. Zaten beni ötekilerden bu mekâna çeken hoşluklardan biri ürünlerinin lezzeti ve minimalist şıklığı. Kuzeyli Gün'se beni asla terk edemezsin havalarında. Açıkçası niyetim de yok, lakin bu havalı haline de bir ayar veresim gelmiyor değil.

Kalkıyorum, tekrar maskemi takıp ürünlerin olduğu kısma geçiyorum, her birinden ikişer olmak üzere kuru pastalarından seçiyor ve masama dönüyorum; bakışım manalı ve ötekimin karizması düştü. Benimse havam yerinde keyfim âla.


Pastalar enfes. Tecrübeliyim, daha önce denedim. Şu küçük küp şeklinde olanlar incirli. Sormuyorum. Hamuru mu öyle oluşturdular nasıl yaptılar merak da etmiyorum ama Hindistan cevizi ile uyumlarını çok beğeniyorum ki üzerine aldığım demi muhteşem, kokusu âlâ çay da benimle aynı fikirde. Mutluyuz. Şu uzun diktörgen ve ucu çikolatalı olansa helva tadında bir pasta. Hamurunda tahin mi var acaba? Hımmmmm bu ikisini bir başka gün soralım. Daha uzun kalmaya meylimiz yok değil. Manzara güzel, enfes bir kitap bitti, hava hâlâ Kuzeyli... Kalabilirdik ama kararında bırakmakta da fayda var. Ödememizi yapıp çıkıyoruz.


Minik ve dar uzun kahve dükkânının içi gibi dışı da bahçenin derinliğine doğru uzayan dört kişilik masaları ve tavandaki ısıtıcaları ile davetkârca bakıyor. Yine imreniyorum ve hissim çok tez zamanda bulaşacağız sinyalleri gönderiyor. Eğer kahvesi kendisini sevdirirse kanka olma olasılığımız kesin.

Yönüm eve doğru. Hissimse eve sapmayacağız arzusunda ve tıpkı bir çocuk gibi beni çekiştiriyor. Mavi'ye bir selâm ediyorum. Neden gelmediğime bugüne kadar hep şaşıyorum. Acaba diyorum, Bodrum Mavi ile daha tıfılken yaşadığım Ortaçgil'li gece ve sonrasında Bodrum buluşmalarımızın tadı onu ayrı bir yere koydu da bünye bu ad benzerliğini sindiremedi mi acaba? Hımmmm... diyor gencin başını okşuyorum ve diyorum ki bir yetişkin olarak: burası başka, hem sevmiştim ben de ama neden gelmediğimi de bir türlü izah edemiyorum. Sonra diyorum ki  bir öğle sonrası şu pencere önündeki dip masaya gelmeli, biraya yakışır bir şeyler isteyip sadece yolu ve denizi seyrederek ve zamana yayarak içmeli... Hep selamlaştığımız;  saçları civciv sarısı boyalı, mekâna çok yakıştırdığım kızla da iki lafın belini kırmalı... Üstelik patron beni tanıyor, bunu bakışlarından anlıyorum. Bir selâm versem dökülecek. Velhasıl geçen yıllar hızlı olsa da bir gün bile gelmemiş olmam ve daha dünmüş gibi, zaman tazeymiş gibi, bir gün gelirim acelesi yok havama da şaşırıyorum. O halde tez zamanda geliyorum...


Bu düşüncelerle Gri akşamın içinde yürümeye devam ediyor, eve sapmayıp uzuyorum. İskele Kafe tatilde ve sezonu bekliyor. O ara bir fikrim beni dürtüyor. Açığından bir gemi geçiyor. Dönmüyorum İskeleye. Bir başka fikrim daha geliyor ve ona uymak üzere bir kaç metre daha yürüyorum. Ve hoooppp başka ama bu yaz kalabalığından dolayı ihmal ettiğim bir başka kitap okuma noktamdayım. Oysa yaz boyunca sıklıkla bu coğrafyaya geldim. Karşımda en popüler, en marka üç kahve mekânı var, ortam beni dürtse de kahve alıp masaya dönme ve kitabımı açma fikrim bugün için yok.


Ama başka fikrim var! Hep sözünü ettiğim sırt çantam... Tabii ki asıl sırt çantamla pandemi sürecinde uzaklaşan ilişkimiz için üzülüyorum. Uzun seyahatleri özlüyor muyum? Düşüncemde olmadıklarını fark ediyorum. Zihnim bir özet geçiyor hemen. Burada, kendi coğrafyamda güzel anlar ve günler yaşadığımı hissediyorum ve dolu dolu geçmiş şu iki yıllık süreç aslında daha kıymetli; daha kadri bilinir ve hatırlanır günler yaşatmış bana, diye düşünüyorum. Yaşamış ve yazmışım. Blogdaşların varlığı, onlarla iletişim anlıyorum ki müthiş bir dayanışma ve destek olmuş yaşama. Bir boşluk duygusu oluşturmamış; duygusal bir fakirleşmeye yol açmadığı gibi aksine farklı, daha zengin ve coşkulu zamanlar atmış kumbarama... Bu keyifle yeni kitabımın ilk sayfalarında gezinmeye başlıyorum. Kapağı Gri zeminli kitabımın adı pek manidar: Bütün Günlerin Akşamı. İlk satırlardan itibaren seviyorum.

Yazar Jenny Erpenbeck ile ilgili düşüncelerimse şimdilik çok olumlu...



O barınağa gidildi ve sadece balık yenilmekle kalınmadı, günün de canı çıkarıldı!

*Yazıdaki 4.fotoğraf

20 Ocak 2022 Perşembe

Aynı Ekspres İle Zaman Farklı İki Yolculuk

Adını duymadığım bir yazardı. Ta ki Klio'nun Şarkısı'ndaki resim derslerine kadar. Bir ressam olarak derste önüme çıkmıştı. Kitapların içinden tren geçtimi onu yazan kimse adamımdır. Manhattan Transfer ile birlikte Doğu Ekspresi ilave edildi siparişe ve geldiler. Hemen atlamadım tabii ki üzerine. Şımartmayı sevmem. Elimdeki bir kaç kitabı bitirince buyur ettim. Güzergâhın bizim topraklarımızdan geçen kısmına hakimdim. Ama zamana değil elbette! Bildik yerlerde bilmedik şeyler dinledim, gördüm... Hoşuma gitti. Heyecanlıydı. Kafa dengiydi ve de edebi. Normalde iki, bilemedim üç günde biterdi; bitmedi. Trenden inip deveye binmek gerekti ve o kervanların yol alması da günler sürmekteydi. İnsanlar çeşit çeşit. Çöller aştık. Masal diyarlar gördük; toz toprak... Korktuk. Otsuz olmazdı, olmadı. Nerelerden geçmedik ki. Şark bir dinler koleksiyonu. Hırlısı var hırsızı. Çok haraç verdik. Çok keyifler yaşadık. Yıl 1921, Tarabya'da, taraçada, boğazın yeşil sularına karşı, Alexander içtik. Jardin'de kocaman kan portakalı bir Ay eşliğinde Dardanella'yı dinledik; bir Rus orkestrasından... Pera'da bir suikast; gözümüzün önünde. 72 millet İstanbul'da. Zor yıllar. Ajanlar, katiller... Falan filan işte.

 Dört gün sonra bir baktım ki yatağımdaymışım!


Diğer kitabı kafama takmıştım, yazarı tanımıyordum; Leylak Dalı'nda rastlaşınca, dedim hemen! Hemen dedimse de 24.11.2021'de elimdeydi ve epey kalabalık okunmayanlar bölümünün biraz kenar mahallesinde yerini aldı. O yerini aldı ama kaşar kitaplar aralarına pek almak istemediler. Kıdem meselesi.

Hır çıkmasın isterim. Onun için alt devre muammelesi yaptım. Görünürde ama kıdemlilerin uzağında bir yere bıraktım fakat; şımarır, hava atar, dile döker diye de, sır vermedim. Dedim aklımdasın.


Önceki gün, el ayak çekilmiş saatlerde, sessizce girdim çalışma odasına. Ortalık süt liman. Dikkatlice, özellikle kaşar takımın olduğu kısmı süzdüm. Uykular derin. Çorap ucu adımlarla yürüdüm ahşapları... Bunun ise çenesini kapattım ve ufaktan dürtüm ki işaret parmağım; ucu burun üstünü aşmak kaydıyla dudak üstümdeyken... Uyanık, çaktı. Sessizce çıktık.

Yatağıma kuruldum, başucumdaki okuma lambamı açtım. Künyeyi okudum. İlk sayfayı geçtim ve ondan sonra baktım ben yatağımda yokum. Bir kaptı beni ki soluksuz...

120. sayfada zor kurtardım! O nasıl akıcı bir anlatım. Konuya nasıl bir hakimiyet. Mizah zaten... Aşk meşk zaten... Haydarpaşa canımız ciğerimiz... Solculuk başımız gözümüz üzerine... Mevzu can yakıcı; uyku paçalarımdan çekiştiriyor. Saat neredeyse "Sabah şerifleriniz hayrolsun," diyecek. Kontrollü adamsın her ne kadar kaptırsan da paçanı vur elini masaya evresindeyken ben; ehil kişi bir hooop çekti ve kibar ol, dedi. Söz büyüğün, saygı bizden. Roman kahramanlarına dönüp "Bana müsade, size iyi eğlenceler," dedimse de baktım sözlerine, niyetler bozuk. Anladım ki ufacık bir zafiyet gösterirsem; bu iş Çiçek Pasajı'na uzar. Romanın içinde, yazarın kaleminde olsam başımla beraber; sonuçta hayatım onun elinde olacak. Yat yat, kalk kalk. Yani O ne buyurursa o. İrade koydum: "Baylar bayanlar, Ali Baba, hepiniz cansınız, canımsınız, sizinle masanın da sözün de keyfine doyum olmaz; ama bu saat de bana uymaz lakin gözüm de ardımda kalır, hatırım için yarın takılalım," dedim.

Ertesi gün Haydarpaşa'nın yanmış çatı katındaydım. Manzara derya. Ona döndüm ve "Gözlerimi yaşarttın, 24 saat dolmadan kapağı kapattım, helâl sana! Haa hiç mi fren yapmadın dersen Başar Öztürk kardeş; belli ki bagajın dolu, sağlam adamsın, dağarcık pırıl pırıl lakin biraz daha sakin. Biz gördük zira seni; ama sen gözümüze sokmaya kalkma bir dahakine kendini," dedim. Sonra gözlerim Marmara'ya ve karşı kıyılara derin ve anılarla bakıyorken; ne ihale aşaması, ne Orient Ekspres, ne Orient Ekspres'in sahibi ve hanımefendileri, içtiğimiz şampanyalar, ne de patronun kredi kartıyla çizik ayırıp burunlarımızla çektiklerimiz, enfes sohbetler, ne 10 numaralı forma, ne de geçirdiğimiz tüm bu güzel saatlerin yitişi içimi yakıyordu. Her önünden geçişte gözlerimi alamadığım hüzün yüklü bakışlarıma, yaşadıklarıma, hatıralarıma, o gara trenle son girişime sığınıyor; gün gelir, gün gelir zorbalar kalmaz gider cümlelerimin ritmiyle teselli buluyordum.


*Klio'nun şarkısı ve enfes John Dos Passos yazısı için buradan lütfen.

*Ve... ve... ve... Leylak Dalı!

17 Ocak 2022 Pazartesi

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



İz Bırakanlar-5
 
 


Düş Buğulardayken Balık Buğulama

Yanında Rakı Da Var!












14 Ocak 2022 Cuma

Kırık Hayal Mutlu Son

3.Kısım

1.Kısım

İkinci de geçiyor, şimdi gelecek olansa hedefe götürecek tren. İstasyonun benim istikametim yönü de yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. Arkada, deniz yönündeki koltuklardan birine oturuyorum. Belirli saatler dışında çok sakin olmasını seviyorum bu trenin ve bugün Allah'tan Samsunspor'un maçı yok.

Rabbim yolcu olan kimseyi o trene düşürmesin!

Bir kez hem gidişte hem dönüşte denk geldim ki yol boyu zıplama ve tezarühattan gına geldim.

Tren hareket sonrası köprüye tırmanırken fotoğraf makinemi hazırlıyorum. Hava muhteşem ve bir saat sonra muhtemelen pırıl pırıl bir güneş olacak. İnsanlar piknik alanlarında, mangallar tütüyor, salıncaklar kurulmuş çocuklar top peşinde. Kış ortasında piknik. Şahane...

Tren penceresinden akıp giden zamanı seyre dalıyorum.

Plajsa kış tatilinde. Barınağa doğru yol alırken makinem ve ben hazırız. Gemiler de hazır. Tankerler, Petrolofisi tanklarına sırayla akaryakıt boşaltacaklar, alargada sıra bekliyorlar. Kayak da yapılabilen su sporları alanı da mevsim gereği olarak boş.


Barınaktan geçerken fotoğraf çekiyorum ama beğenmiyorum çünkü bulunduğum koltuk açıları kullanmak açısından sıkıntılı. Balıkçı tekneleri aut. Bir başka sefere bırakıyorum fakat buradaki balık lokantasına gelmeyi bu kez net biçimde kafaya koyuyorum.

"Yaa işte!" diyorum sonra; "mevcuttakiler iktidar olmadan önce bu ve belediyenin diğer işletmelerinde ve özellikle Yalova Vapuru'nda püfür püfür deniz eşliğinde rakı içilebiliyordu; üstelik bundan rahatsızlık duyan, şikayetçi olan kimse de yoktu çünkü mükemmel yönetiliyorlardı."


Bandırma Vapuru'na yaklaşırken Gazi Kovan'ın* öyküsü düşüyor aklıma; bir de vapurun makine dairesinden müze yapılan kısımdaki Atatürk'ün kıyafetleri ve yaşam kültürü...

Diyor elbette tam o anda içimden bir isyan: Neredeeen nereye!

Bir süre sonra denizden ayrılıp iç kesimlere dalıyoruz ve her o bölgeye geldiğimde şöyle bir dikiliyorum çünkü içine raylar kaçmış bir insanım. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in içinden geçiyoruz sanıyorum.

Ve son durak Tekkeköy'deyiz.

Doğrudan ringe yürüyorum ama kapı duvar. Sağa sola bakınıyorum, kimse yok. Görevliye soruyorum; bugün Pazar olduğu için seyrek gidiyormuş ve şoförüne sormalıymışım; ancak şoför ortalarda yok. Olsun diyorum; kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum ve ilk hayal kırıklığım: Dönüşlerde İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı yok. Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda keyfime keyif katardım.

Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu ama temelli yok oluşuna üzülüyorum. İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam Tekkeköy Gar'ı.

Şehrin Kırıntısı adlı, hep ilgimi çeken ama hiç girmediğim ve yine dolu mekânın önünden geçiyorum. Hedefim pideci olsa da ayaklarım sola kıvrılıyor, bünyem garı görmeden geçmek istemiyor ve ona doğru yürüyorum. Uzaktan da olsa bir şüphe oluşuyor içimde çünkü güzel havaya rağmen dışarıda masalar yok. Yıkım... Bayıldığım okuma alanım kapalı. Parkı süpürmekte olan görevliye önce "Kolay gelsin," diyor, sonra soruyorum: "Bugün mü kapalı yoksa hep mi?" Aldığım yanıtla anlıyorum ki pandemi onu da vurmuş. Bir şangırtı kopuyor bünyemde. Hemen toparlanıyorum. Park neşeli. Çocuklar oynuyor, insanların keyfi yerinde. Kıvrılıyorum oradan tekrar ana caddeye.


Bir an pideciyle ilgili şüphe oluşuyor içimde. "Yoksa o da devretti mi?" İçeri girince soruyorum. "Pide yapıyor musunuz?" Hamur başındaki kitle şaşkınlıkla bana bakıyorlar. "Ee" diyorum "iki yıl neredeyse." Gülüşüyoruz ve terasa doğru merdivenleri adımlıyorum. Her zamanki masamızdayım. Şu dereye bayılıyorum. Alabildiğine köy ve artık bir şehire benzeyen yapılaşmaların uzağında ve hâlâ eskinin tadında bir noktadayım. Sağ çaprazımsa mağaralara kadar açık bir manzara sunuyor bana. Çok tatlı bir kız yanaşıyor masama. Lise başında ya da ortanın sonunda. Bir an Görele Pidesi yapıyorlar mıydı diye düşünüyor ve menüyü istiyorum.


Kıymalı yumurtalı diye çıkmıştım yola ama düşüncem buralara kadar gelmek değildi. Şimdi ikilemdeyim çünkü buranın Trabzon peynirli-yumurtalısı çok güzel. Kavurmalı da kışkırtıyor bir yandan.

"Bir kıymalı yumurtalı lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen"

Yanıma kitap almadığım için pişmanlık yaşıyorum. Ortam çok huzurlu ve hoş. Sırt çantamdan blogun 6.cildini çıkarıyorum. Pidem gelene kadar kitabın boşluğunu onunla dolduruyorum. Genç garsonum pidemi getiriyor. Miss gibi köy yoğurdundan ayranımı masaya koyuyor. Ben teşekkür edince de uzaylı görmüş gibi şaşırıyor ve gülümsüyor ki pek şirin bir an.


Pide beni şaşırtmıyor. İncecik ve çıtır çıtır bir hamur, rafadan bir yumurta. Uçlardan birini alıp yumurtayı yayıyorum, diğer parçaların üzerine. Sonra da sinemada çerez yiyen çocuk tadında elime aldığım dilimleri yavaş yavaş götürüyorum. Boşları alırken genç kız ben kalkıyor, kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. O yine gülümsüyor. Ödeme için en alt kata iniyorum.

Ödememi alan genç kadına bahşiş kutularını soruyorum. Masama bakan bu şirin kızı övüyorum. Uzaktan akrabaları olduğunu öğreniyorum sorunca. O isterseniz çağırim diyor. Hoşuma gidiyor çünkü bahşiş kutusundan pay edilsin istemiyorum bu kez. Gülümseyerek geliyor. Sarıya yakın saçlarının üzerinde, tıpkı eski filmlerdeki gibi kumaş bir bant var; saçlarının renginden havasına kadar ki tüm detaylar ilk gördüğüm andan beri bende o yılları yaşatıyor. Ona uzatıyorum masanın üzerindeki parayı. Çok iyisin işinde, diyorum. Aferin sana diye ekliyorum. Biraz utangaç ama sevinçli ve pek hoş gülümsüyor.


Bu kez istasyona farklı bir yoldan gidiyorum ve oraya vardığımda uzağına düşeceğimi biliyorum. Eskinin ekim alanlarının üzerinde şimdi koca koca binalar var. Yepyeni bir şehir. O eski, tütün ekilen, sebze tarlaları ile şehri besleyen, içinden Çarşamba Treni geçen eski köyün esamesi yok, en azından merkezinde ama tüm bu görkemli binaların arasında tıpkı eskisi gibi ekilip biçilen, içinde tavuklar ve koyunlar olan ve bu değişime inatla direnen bir yer var. Önündeyken izin alıp bir fotoğraflarını çeksem diye aklımdan geçiriyorum. Çok meşgul bir anlarında oldukları için bunu da erteliyorum. Şehrin Kırıntısı'nın en ucunda olduğu yeni ve üzeri kafelerle dolu bulvara dönmekten vazgeçip, belediyenin yaptığı görkemli Osmanlı Hamamı'na doğru devam ediyorum.

Onu geçince de artık şehirlerarası yola varıyorum ve onun altından yürümeyi tercih ediyorum. Güneş çok hoş. Yeni stadımızın bulunduğum yerden görünüşü de... Artık tren raylarının kenarından yürümekteyim. İstasyonda bir tren var. Yetişme ihtimalim az gibi... Acele etmiyorum. O da kalkıyor zaten.

Kısmet!!!


İstasyona ağır adımlarla yürürken geliş yönünde bir tren fark ediyorum ve biraz hızlanıyorum. Yan yana geçişiyoruz ki o manevra noktasına gidiyor. İstasyonda oturuyorum. O yanaşıyor ve yine keyifli, bu kez daha uzun bir yolculuk başlıyor; bizim istasyona kadar aktarmasız yaklaşık 30 kilometrelik bir yol. Trene düşen akşamın rengini ve geçtiğimiz yolun gölgelerini seviyorum. Günün en güzel, ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz. İstasyonları tek tek, dura dura devam ederken ve Mavi Işıklar İstasyonu'ndayken kafamı bir kaldırıyorum ki karşı koltuğumda o üç kız. Karşılıklı gülüşüyoruz. Kılıçdede'deki ânı ve düşüncemi anlatıyorum; gülüyorlar. İzin verir miydin peki diye soruyorum; önceki yazıda kullandığım fotoğrafı onlu çekmeyi düşündüğüm kıza.

Gülüyor...


*Gazi Kovan

12 Ocak 2022 Çarşamba

Hayalim Kırıldı Ama Canım Pek Takmadı

2.Kısım

1.Kısım...

Fotoğraf Bankalar Caddesi. Çocukluğumda çok izi var. İlk kez 6 yaşımdayken, ahşap tarabalarına bayıldığım, ahşap süpürgeliklerinde mantarlar yetişen ve kalabalık bir aile olarak yaşadığımız kira evden, babamın tamircilikten sıçrama yaparak ücra bir sokakta açtığı küçük dükkânında biraz yol aldıktan sonra, biraz daha büyümek gerektiğine karar verip, yeterli sermayesi olmadığı için de mağazaya hiç uğramayan bir mirasyedi ile ortak açtığı bu caddedeki oto yedek parça dükkânına yürüyerek ve tek başıma geliyorum. Oysa, bakalım gidebilecek miyim diyen en amcam, tüm yol boyunca beni izlemekteymiş. Belki de özgür ruhumun ve gözü karalığımın, cesaret ateşimin ilk kıvılcımıydı bu. Yürümeyi, sokakları ve defalarca gittiğim yerlerde her seferinde farklı ruhlar ve detaylar görebilme becerimin ilk adımlarıydı belki de! Fakat bu dev fotoğrafın içinde kaybolup da kahvemle tadını çıkardığım iç yolculuğumun sebebi bu değildi. Fotoğraf çok ama çok eskiydi. Benim caddeyi fotoğrafta tanımama sebep olan detay ilk fark ettiğim, sağda bir kısmı görülen taş binaydı. Onunla hangi cadde olduğunu tespit edince ilerideki saat kulesine ulaştım. Sonra da Büyük Cami'ye...

Kahvemi içerken resmin içinden hiç çıkmıyordum.

Çıkamıyorum...


Bir soru sürekli dönüyor zihnimde. Sağdaki iki kubbe kuleye çok yakın. Oysa Cami'nin şu anki halinde o yakınlık yok. Daha içeride. O zaman buranın eskiden katedral olduğunu düşünmeye başlıyorum; bir kısmı yıkılmış olmalı ve bunu kahvemi getiren beyefendi ile de konuşuyorum. O sanırım daha önce fark etmemiş bunu. Dikkatle inceleyince bana katılıyor. Ama ben camiden daha çok o sağdaki taş binadayım. İkinci kahve için beni tetikleyen O.


İstanbul Börekçisi caddenin bankadan sonraki ilk sokağından sola kıvrılınca bir kaç dükkân uzağındaydı. Yakın tarihte börekçinin izini sürerken bir ana gitmiş ve o yazıma bu noktadan kelimeler dökülmüştü ruhumun en saklı köşesinden:*

"Ben şeker kullanmıyorum, kaşığa gerek yok," demiştim, kapuçinom masama geldiğinde. Üzerindeki çikolata izleri için "Karıştırırsınız belki," diyerek bırakmıştı masamda kibar adam. Bir küçük şeker poşetini alıp açıyorum. Sonra da karıştırıyorum kapuçinomu. Tetikleniyorum çünkü yaşadığım an şeker istiyor. Sonra tatlı tatlı o anlarımı gözden geçirirken, ikinci üniversite sınavlarında olan enn sevdiğim, enn tatlı kadını özlüyorum.

Ödememi yapıp, teşekkür ediyor, eskiden Demirspor Lokali olan ve içinde bulunduğu kocaman bahçesinde yaz düğünleri yapılan alandan çıkınca, çok anılarım olan, Güngör Teyze ile 15-16 yaşlarımda ilk karşılaşıp tanıştığım, şehrin en eski apartmanlarından Süer'e durup bakıyor ve o kışlık evi bize bıraktıkları bir yılbaşı gecesine, dans ettiğim kıza, başka günlerde çok kere Tahsin Amca'nın viskilerinden aşırarak keyifler yaşadığımız, içtiğimiz viskilerin boşluğunu çayla doldurduğumuz yıllara selam ediyor, anılarla iyice yükselmiş bir keyifle yürürken bayıldığım komuta merkezim günü uzatmaya karar veriyor.

Yok olmuş eski evleri hatırlayarak ve dikine inen sokaklara bakarak devam ediyorum ve bir anda bir sokağın fotoğrafını çekmelisin diyen fikrim, uyarıyor beni.

Evet, bunun bir önemi var!


Şehrin planını Fransızlar çizmişler ve aslında caddeleri geniş bırakmışlar, bizimkiler "Ne işe yarayacak bu geniş caddeler," demiş, uygulamada onları daraltarak bina sayılarını çoğaltmışlar ama Allah'tan apartmanlar çağına henüz gelinmemiş olduğu için estetik bir kayıp yaşanmamış; sadece ileri yıllarda trafik taşımayınca bazı caddeler tek yöne çevrilmiş.

Sokakları ise kesintisiz ve şehrin en tepesine kadar çıkarmışlar çünkü onlar bir tür klima işlevi görmüşler: Denizin serinini kıyısından şehrin en üst sınırına kadar taşımışlar. Bazılarının önü en altta sonradan oluşan yüksek binalarla kesilmiş olsa da hâlâ bu işlevlerini yerine getirebiliyorlar ve özellikle en üstteki bulvardan görünen denizdeki gemiler el uzatılsa tutulacak kadar güzel manzaralar sunuyorlar. Sokak araları hâlâ çiçek kokulu. Bu sokağın hemen girişinde ve sağda kadim bir kahvehane var; yıllardır kendi gazozunu kendisi yapan. Limonatası ise efsane. Taş bir bina. Onu ucundan fotoğrafa aldım çünkü üzerine yazılmış, benim başaramayacağım hoşlukta bir yazı ve fotoğraf var.* Ama gördüğüm kadarıyla ve yanılmadıysam ve üzerindeki Dünya Göz ışıklı tabelasından anladığım üzere artık kendisi eski sahiplerinde değil.


Kadim parka yaklaşırken çok hoş bina eski hükümet konağının fotoğrafını çekme konusunda, yazı çok fotoğrafa boğulacak diye ikilem yaşıyorum. Bir tereddütüm de kadim pastane Birtat konusunda. Çünkü kafamda net olmasa da bir karar var ve gün; hesapsızca ve plansızca eklenenlerle birlikte, yüreğimin götürdüğü biçimde ilerliyor. O an bir şeyler alıp çantama atsam, evde yerim diye düşünürken içimden çıkan flanörün farklı bir kararı var ve o nedenle buna da engel oluyor. Parkın fotoğrafını çekiyor, tekrar sağa kıvrılıyor, eski fuar alanının karşısından, geldiğim yolun bir altından yine müze yönüne doğru yürümeye devam ediyorken, kadim lunaparkın karşısında duruyorum. Arkamda eski vali konağının enfes binası var. Bir banka oturuyorum. Lunaparka bakıyorum. Bir eski film akmaya başlıyor.


Aynı apartmanın çocukları korku tünelindeler. Başlangıçta normal ve minik vagonlarda sakince oturuyor, üzerlerine saldıran iskeletlerden, abartılı çığlıklardan, ürkütücü efektlerden falan tırsımıyor, dalgalarını geçerek devam ediyorlar. İçlerinde birisi var ki hiç bir aykırılığı ona yakıştırmaz, yok bu çocuk yapmaz, yapmamıştır dersiniz. Çok numaracıdır ve iyi oynar. Sonra bu çocuk diğer arkadaşlarını örgütlüyor ve planı açıklıyor. Bu komik korku tünelini gerçek bir korku tüneli yapacaklar. İkinci turda onların bindiği iki minik vagon tünele dolu girip boş çıkıyor; tabii ki bunu kimse fark edemiyor. Bu çocuklar içeride değişik noktalara dağılıyorlar. Dolu gelen vagonlardakilere bazen şaplak atıyor, gerektiğinde korkunç sesler çıkarıyor, bööö yapıyor, bazen iskelet onların üzerine eğilmişken arkasından çıkıyor, içlerinden biri bir elinin iki parmağı ile göz altlarını aşağı çekip gözlerini faltaşı gibi açıyor, bir minik vagon geçerken o görüntüye tam çene altından mini el feneriyle ışık yansıtılırken diğerleri alabildiğine korkunç sesler çıkarıyorlar. Tur tamamlanınca da içeriden dışarıya yürüyerek çıkıyorlar. Bununla yetinmiyorlar elbette. Apartmanlarının girişi çok elverişli ve oradaki taş döşemenin açık renk taşlardan çizgileri var. Orta çizgiyi file sayarsak bir mini tenis kortu. Pinpon raketleri ve topu ile tenis oynamaktalar çoğu zaman. Kabul edersiniz ki toplar sürekli oynanınca dayanmıyorlar, üstelik pahalı. İşte şu yukarıda bahsettiğim uslu çocuk buna da bir çözüm buluyor. Şimdi şu vazolara, bardaklara, çanaklara pinpon topu atılan stanttayız. Çocuklar iki grup olarak 5'er top aldılar. 10 topun dördü ceplere zula edildi. Diğerlerinden isabet eden olursa ne âlâ, olmazsa da zaten dört topun ederinden bakarsak ve o yılları düşünürsek Allah bereket versin!


Bugün neredeyse her şey spontane gelişse de artık ipler tümüyle daha kararlı ve flanör havalarındaki ötekimde. Evet karar verdi: Ve pandemi nedeniyle iki yıldır gitmediğim önemli kitap okuma noktalarımdan birine gidiyoruz. Önce Gar'a uğruyorum. Tren seferleri başlamıştır umuduyla. Başladıysa çok âlâ olacak; çünkü Amasya'ya trenle gidebileceğim. Giriyorum eskisi kadar güzel olmayan yeni gara. Bir an umutlansam da okuduğum yazı pandemi sonuna kadar yokuz diyor. Çıkıyorum ve Kılıçdede İstasyonu'na yürüyorum. Tam o sırada gideceğim uzak mesafenin treni geçiyor. Bir isyan çıkıyor içimde. Neden Gar İstasyonu burnumun dibindeyken orada beklememişim. Ben de kızıyorum kendime, bir üşengeçlik çöküyor ki ona uyarsam eve döneceğim. Kartımı okutup giriyorum istasyona. Eve dönüş tarafıyla yola devam arasındaki ikilemim ev yönünde daha ağır basıyor. Soruyorum görevliye ve o iki trende bir ileri devam eden trenin geldiğini söylüyor ama dakika veremiyor. İkna ediyorum itirazı olan yanımı ve o treni beklemeye başlıyorum.

Çok güzel üç genç kız geliyor, özellikle bir tanesi tepeden tırnağa hoş ve alanla pek uyumlular. Doğrudan az önce fotoğrafını çektiğim noktaya gidiyorlar ve dekoru kullanıp kendi fotoğraflarını çekiyorlar. Oysa ben ilk kez, onları o uçta görünce, o an tasarladığım fotoğrafı çekmek istemiştim ve ilk kez bu tür bir fotoğrafı, tabii ki izin verirse blogda kullanmayı düşünmüştüm. Esmer ve ince, saçları Afrika örgülü kız ortamla çok uyumlu, spor bir şıklık içinde...

3.Kısım için buradan lütfen!


*Kelimeler şu yazıda


*Kahvehane ile ilgili olan şiirsel yazı ve fotoğrafı ise şurada.


 .

10 Ocak 2022 Pazartesi

Canım Ne İstediyse O

1.Kısım


Erken kalkıyorum. Bilgisayarın başındayım. Şehire inmek istiyorum ama bir yanım kararında net ve keskin olsa da diğer bir yanım tembel. Temel ve ortak istekleri ise bu Pazar sabahında geleneksel takılmak, dolayısıyla pide yemek. Kıymalı yumurtalı mı olsa, yoksa kapalı kavurmalı mı; hani şu Görele Pidesi denenden? Asıl arzumsa blog yazılarımın henüz fotokopilerini aldırmadığım kısmı. Önce Hakan'ı arasam, bugün açıklar mı diye sorsam diyorum. Saati erken buluyor, uyandırmayalım şimdi, diyor ince tarafım. Pide fikrim şimdilik tek netimiz. Bu arada dün akşam attığım, önemli bir projeye ait bir mektup var. Ancak e-posta servisinde bir sorun var ve mektubun ulaşmadığını düşünmekteyim dünden beri; çünkü bir yanıt gelmedi. Kıymetli biri ve endişe ediyorum, yanıt gelmeyince. Kötü zamanlardan geçiyoruz... O halde ilk olarak o mektubu bu kez başka adresine yeniden göndermeliyim. E-posta ise sürekli taslağa atıyor, sonuçta bilgisayarı kapatıp yeniden açıyorum. Biraz mektubun açıklama bölümünü düzenliyor, göndere basıyorum ki bu kez çifte kavrulmuş gidiyor. Sonra hazırlanıyorum; artık dışarıda olacağım net. Bu belli oldu.

Pideye uzağım an itibariyle. O zaman alışveriş yaptığım ama içinde hiç oturmadığım şu yeni açılan börekçiye. Hımmmmmm kıymalı kol börekleri kıyır kıyır. Taze çıkmışlar fırından.

"Bir porsiyon kol böreği ve su böreği karışık lütfen."

"Bir de çay!"


Çok hoş mekânın çok hoş bir masasında güne keyifli bir başlangıç. Şimdi istasyondayım. Maskeyi çiftliyorum çünkü bilindiği üzere bu yeni varyant nedeniyle kapalı alanlarda iki maske üst üste takıyorum.

Tren sakin, oturacak yer var. Yanıma kitap almadım, yanımda blogumun 6.cilti var. Bu diğerlerinden ince ve yeni yazıların bir kısmını buna ilave ettirme, artanlarını da 7.ciltin ilk sayfaları yapma fikrindeyim. Keyifli bir yolculuk. O ara Denizevleri İstasyonu'ndan bir hanımefendi ve iki aynı renk montlu minik kızı biniyorlar. Bir genç kız kalkıp yerini onlara veriyor. İki minik kız oturuyorlar, anneleri ayakta. O tatlı minikler yer veren kıza öyle tatlı teşekkür ediyorlar ki önce anneyi alkışlıyorum. Maskemin altında sıcacık bir gülümsemem var. İlginç bir andan geçiyorum bir süre sonra... Opera İstasyonu'nda durmuşken tren, Saathane Meydanı'ndaki düzenlemelere şöylesine bakınırken istemim dışı olarak gözüm Büyük Cami'ye takılıyor. O an bunun bir kaç saat sonraki bir anıma yönelik bir işaret olduğu aklımın ucundan bile geçmiyor, çünkü şu an tek bir planım var; o da Hakan'a gitmek, fotokopilerim çekilirken çay içip lak lak yapmak.

Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Kartımı okutup iademi yüklüyorum. Tam karşıya geçecekken bir teyze Samkart'a HES kodu yüklenecekmiş diyerek yardım istiyor, onu görevli ofise bizzat götürüyorum, teşekkür ediyor. Önünden geçerken kadim parkın bir fotoğrafını çeksem diyorum, sonra vazgeçiyorum. Aynı şekilde çok hoş ve çocukluktan beri bayıldığım, o zamanlar TEKEL Müdürlüğü'nün idari binası olan, şimdilerde Mc Donald's'ı da es geçiyorum. Ama eski sigara fabrikalarından şahane bir açık hava AVM'sine evrilen ve uluslararası ödüllü alanını boş geçmiyorum*


Bu binaların fabrika halini de çok iyi biliyorum çünkü ilkokuldayken sınıfın en güzel kızı Filiz'in babası Tekel müdürüydü ve karşıdaki boşluklardan geçip arkaya ulaşıldığında onların lojmanlarına varılıyordu. Filiz'le ilgili ilginç bir detay var aslında, küçük bir detay olsa da ilginç: Biz ilkokulu bitirdiğimiz yılın akabinde benim erkek kardeşim ilkokula başlıyordu; tabii ki annem beni okutan şahane kadına emanet etti onu da. Onun sınıftaki en yakın arkadaşları ise Filiz'in ikiz erkek kardeşleri oldu. Bir kaç yıl evvel, öğretmenimiz ölmeden önceki koca koca adamlar va kadınlar olarak yaptığımız son ziyaretimizde haberdar oldum ki Filiz artık İzmir'de kedileri ile birlikte yaşamaktaymış.


İşte ben tüm bunları düşünürken ve o geçişin fotoğraflarını çekerken hemen geçidin arkasındaki güvenlik görevlisi de beni izlemekteymiş. İşim bitip oraya yönelince ve şimdilerde kafeler ve oyun alanları olan lojmanlar mıntıkasına varınca; benim kim için fotoğraf çektiğimi soruyor. "Kendim için," diyorum. Sonra anlıyorum ki o bir kurum için sanıyor. Caddeye bakan iki tarafının biri şu an sağımdaki binanın öteki yüzüyle onun karşısındak binanın olduğu şirin caddeyi önce çeksem diyor, sonra vazgeçiyorum ve daha çok AVM fotoğraflı yazımın linkini eklerim yazıya diyorum sonra da Sanat Sokağı'ndan yukarı vuruyor, onu da aynı gerekçe ile fotoğrafsız geçiyorum.


Şimdi lise olan ilkokuluma selam çakıyor, Şehir Kulübü'nden sağa kıvrılmadan önce çok farklı yaşlarda çok anılarım olan caddenin başlangıç noktasından fotoğrafını çekiyorum. Önceki belediye başkanımız burayı trafiğe kapatmış ve Cadde AVM olarak düzenlemişti. Tüm binalar aynı cephe ile yeniden elden geçirilmiş, yol yayalar için düzenlenmiş, iki yanı da başta banklar olmak üzere şık sokak mobilyalarıyla süslenmişti. Üç dönemdir her kesimle ilişkileri sağlıklı ve sevilen başkanı istedikleri gibi yönlendiremedikleri için bir anlamda; kızağa çekip milletvekili yaptılar. Yeni gelen de hiç gereği yokken ve bir kaç esnafın çığırtkanlığına alet olarak ve çok az  katılımın olduğu gizli kapaklı refarandumla yeniden trafiğe açtı ama  işlerin sebebinin trafiğe kapalı olduğu için değil başta  bu AVM olmak üzere, yakın çevredeki ve diğer AVM'ler olduğu kısa sürede anlaşılmış oldu.

Çocukluğumun ikinci yarısı ve tıfıl gençliğim şu sol sırada o zaman tek olan apartmanda geçmişti ki caddenin epey uzaktaki çıkışına kadar, biri bizim karşımızda olmak üzere toplamda 7-8 apartman vardı ve diğerleri masal diyarlardan gelmiş, hepsi bahçeli, şu an caddenin bu kısmında ve tamamında tek kalan Burger King gibi Rum evleri ve varlıklı Türk'lerin eski konaklarıydı.


Hakan bugün açmamış, dolayısıyla ana plan iptal. Bir karar veremiyorum. Önce eve dönmek geliyor aklıma sonra caddeyi yürümek. Bir kaç metre sonra oturduğumuz apartmanın önünden geçerken kapının açık olduğunu görüyorum. Bir an o alanın bizim için öneminden söz ettiğim yazım aklıma geliyor ve fotoğrafını çekip yazıya koymak geçiyor aklımdan. Anında vazgeçiriyor tembel tenekem beni. Eve dönme fikrimden gittikçe uzaklaşıyorum. Caddenin tadıyla birlikte anıların dibine vuruyorum ve son anda şahane bir şey yapıyorum: Çünkü tıfıl devrimci için muhteşem bir an yaşandı orada.


80 yılına daha var, M.C. hükümeti ortağı, üç hilâlli partinin genel başkanı şehrimize geliyor. Yeni havaalanımızın henüz hayali bile yok. Eski havaalanına inecek uçağı, onun konvoyu yukarı mahallelerden geçerek Bahçelievler Mahallesi'ne ulaşacak, 56'lar üzerinden devamla da bizim caddeye, trafik o yıllarda çift yönlü olduğu için,  tam da bu noktadan girecek. Bu haber gelirgelmez okul boşalıyor. Bütün fraksiyonlar kendi kitlelerini örgütlüyor. Artık caddenin girişindeyiz. Konvoy gözüküyor ve herkes yüzüstü yere yapışıyor.  Ya polis dalacak ve bizi asfalttan kazıyacak ya da bizi ezip geçecekler. Yalnız ortalıkta tüm o kitleyi kaldırabilecek polis yok. Onlar konvoyla geliyorlar ki muhtemelen bu tarz bir eylem olabileceği düşünülmemiş. En önde içinde olduğu otobüs olmak üzere duruyorlar. Bir kaç polis sözle ikaz ediyor, el atıyor, sürüklüyor ama tık yok bizde. Metrelerce insanız. Artık insafa mı geliniyor, saygı mı duyuluyor bilmiyorum. Konvoy konuşma yapacağı  Cumhuriyet Meydanı'na gitmek için sağa kıvrılıyor ve devam ediyorlar.

Bu fotoğrafı çektikten sonra fikrim geliyor. Geçenlerde İstanbul Börekçisi'nin izin sürdüğüm gün yine buralardayken yapmadığım bir eylemi şimdi kesin hayata geçirmeliyim! Lisemizin önündeyim. Onun fotoğrafını Sevgili Okul Arkadaşım için çekmeliyim demiştim o gün de, ama çekmemiştim; çünkü çok araç vardı içeride. Bu kez sakin, ben de çekiyorum. Hayatımın en güzel yıllarını bu okulda yaşadım, en güzel arkadaşlarım bu okul sayesinde. Enn tıfıl ve kıymetli aşklarım da...




Bir fotoğraf daha çekmem lazım, bunda tereddütüm var ama kapının karşısındaki binanın o zaman inşaat olduğunu biliyorum; çünkü şehrin -çakma- bombalı ilk pankartını asmıştık ona. Onun solundaki binanın o zaman var olduğundan çok emin değilim ama şu bina vardı; ondan eminim çünkü yengemin abisi ve eşi o binada oturuyorlardı ve çok kere gitmiştik. Eğer yanlış binaysa Sevgili Okul Arkadaşım, düzeltir nasılsa diye düşünüyorum. Çekince o fotoğrafı yine kararsızca yürümeye başlıyorum. Önce Kılıçdede'den trene atlayıp eve dönmeyi düşünüyorum ama içimdeki öteki benin buna itirazi var, oysa ben şu an durağa doğru yürüyorum. Sonra bundan vazgeçiyorum ve ara sokaklardan bir önceki noktama dönüyorum. O an bir şimşek çakıyor bende. Hava çok güzel, muhtemelen Müze'nin Kafeteryası'nın bahçesinde masalar vardır bugün, diye aklımdan geçirirken heyecanım fena diriliyor. Dönüyorum o yöne. Bingo! Açık ki en önemli kitap okuma noktalarımdan biridir benim. Yaz akşamları hiç üşenmeden trene atlayıp geldiğim kitap okuma bahçem...


Kendimi eminim ki çok şımartacağım bundan sonrasında; çünkü ruhum kanatlanmış durumda.

"Bir kapuçino lütfen"

Müze binasına bakan en uç masaya oturuyorum. İki binanın arasında eski ve kocaman büyütülmüş bir fotoğraf var. Caddeyi hemen tanıyorum. Tümüyle eski binalar ama resimde tamamı gözükmeyen bir bina var ki o beni yakın zamanda yazdığım bir yazıdaki anlardan birine sürüklüyor. Kahvemi o resmin içinde dakikalarca dolaşırken bitiriyorum. Belli ki bugün beni bu güzel havalar mahvedecek. Kalkıp mutfağın olduğu kapalı bölüme yürüyorum.

"Bir kapuçino daha lütfen."



2.Kısım- Hayalim Kırıldı Ama Canım Pek Takmadı


*Daha Fazla Bulvar AVM fotoğrafı ve bilgi için buradan lütfen.

*Sanat Sokağı içinse buradan lütfen.


7 Ocak 2022 Cuma

Şefin Spesiyali

Kış ortasında yaz getiren bu şehri seviyorum. Ruhum durgun. Aklımın tüm önermelerine tereddütsüzce ve keskin bir kararlılıkla hayır diyorum ve son noktada dahi tüm çabalarına duyarsız kalıp bulvarı geçiyor, kartımı okutup banklardan birinde gelecek treni gözlüyorum; çünkü kahvaltı planım sokak.

Bulaşların arttığı bu süreçte  kapalı alanlarda kesinlikle çift maske takıyorum. Trendeyim. Elimde John Dos Passos'un 1927'de yazdığı Doğu Ekspresi var. Türkiye sınırlarını geçene kadar olan yol ne kadar ve kaç kere tanıdık. Posof'un tepesinden ışıklarını gördüğüm Erivan'sa pandemi mağduru. Bir sonraki durakta gözlerim şaşkın. Dize kadar çizmeli, siyah tül çoraplı, süper mini etekli  güzel bir genç kadın biniyor. Elinde cep telefonu. Kafamda fikirler döndürüyorum. Gözlerde ve yüzdeki makyaj abartılı gibi gözükse de bütünlükte yakışmış ama bana ırak. İnançlar meselesi derin. O yüzden sorgulamıyor, meselenin içinde dolaşmıyor, durum ben için eleştirel bir tezatlık içermiyor, sadece ilgimi çekiyor. Yadırgamıyorum, aksine bu özgür düşüncesine ve cesaretine şapka çıkarıyorum. Saçlarını sıkıca saklayan siyahın üzerinde son derece şık ve tabaya çalan kahverengi ve parlak bir kumaştan, bütünlükle çok uyumlu, pek modern ve estetik bağlanmış ve boyunda biten türbanıyla biraz meydan okuyuş tadı da hissettiren kendine güveni ve sınırlarımı ben çizerim edasıyla çok hoş, ve ülkenin çeşitliliğine yönelik sevindirici bir kare.

Kılıçdede'de iniyorum. Eczane'ye uğruyor, yıllardır orada çalışan çocuklarla laflıyor, gülüşüyor, sonrasında tarihi Kılıçdede Fırını'nın önünde "İki dilim su böreği, bir de kıymalı börek lütfen," diyor, 10 TL yanıtını alınca da şaşırıyorum; bir yanlışlık olmasın diye gülerek tekrar soruyorum.

Bir an, onları tarihi epey eski caminin avlusundaki kahveden bir çay söyleyip, ağaç altlarındaki alçak sehpalarının alçak oturaklarında oturup yemeyi düşünsem de bulvar seyirli banklarda ısrarcı oluyorum; çünkü bir yere yetişme telaşlarındaki insanları, bulvarın iki yönlü akan trafiğini, denizin şefkatli esintisini, tren raylarını ve trenleri ve bineceğim trenin hattındaki aksiyonları izlemenin tadını çıkarmak istiyorum. Usulca atıştırırken de çıkarıyorum ve o esnada fikrim bir sonrakinde, kafelerden birinden bir de kahve alalım ve daha uzun kalalım, hatta şu minicik tepeciğin üzerine çıkıp, oradaki banklardan limana girmek için sıra bekleyen gemileri ve hatta Ukrayna'ya kadar olan denizi seyre dalalım, diyor.

Yeniden trendeyim. Kitabımı açıyor, günün saatinin gereği sakin trende pek keyifle kitaba devam ediyor, arada bir de akıp giden manzaralara bakıyorum. Fikrim inişte kahve için dürtmekte olsa da kendi kahvemi kendim yaparım deyip, işimin başında olmak istiyorum.

Bilgisayar açık, bir kaç dakika geç olsa da önümdeki rakamlara şöyle bir göz atıyor, sonra gazeteleri tarıyorum; şu anki çıkarımlardan anladığım ve hissim sakince izlenmesi gereken bir gün olduğu.

O halde müzik, kahve ve kahveyi şımartmak için son dakikada aldığım üzümlü kek.

Blog'u açıyorum. Yorumlarıma yanıtlar yazıyor akabinde blogları okumaya başlıyorum.

Dışarıda yaz var!

Bas bas çağırıyor.

Tam karşımda martılar ve çok eğleniyorlar. Gün öğleyi geçti geçecek. İçimdeki ben "Sen kal ben çıkıyorum," diyor. "Dur tamam ben de," diyor, açık hava diye tek maskeyi takıyorum. Fotoğraf makinesi sırt çantamda, tabii ki Don Passos da...

Ve martıların arasındayım.


Köprüye bakıyorum ki şenlik başlamış. İki karganın fotoğrafını çekiyor, sakin adımlarla kumsala geçiyor, Alanos Deresi'nin deltasında oluşmuş havuzumsu noktada yüzmekte olan genç martıları izliyor, ilerideki cümbüşü zaten çoktan fark ediyor ama acele etmiyorum. Bir kuş kalabalığının ve çığır çığır ve çok neşeli seslerin arasından sıyrılıp köprünün üzerine çıkıyorum yeniden.


Sakin adımlarla, her anı fotoğraflayarak, martıların içine karışarak, ziyafet sofrasına varıyorum. Son derece düzenli ve kesintisiz servis bizzat şef tarafından yapılıyor. Bundan çok zevk aldığı, bugünkü spesiyalinin her günküler kadar beğeniliyor olmasının onu çok sevindirdiği aşikâr. Ortalıktaki coşku, bu anları fotoğraflayan insanlar, tabii ki selficiler tarafından her öğlen bir şenlik tadında yaşanan bu dayanışma anlarıysa şu kara günlere nasıl bir ilaç!


Biraz insanların yüzlerindeki keyfi izliyor sonra tam anlamıyla martıların içine dalıyor ve kendimi sabitliyorum. Öylece dikiliyorken ve şakır şakır fotoğraf çekerken ben; onlar akına çıkmış savaş uçakları gibi dört bir yanımdan vızır vızır geçiyorlar. Tam anlamıyla gözüpek savaş muhabiri modundayım ve nasıl bir keyif ve işe konsantrasyonsa bu, zerre tırsımıyorum; sanki fotoğraf makinesinin arkasında çok korunaklı bir siperdeyim. Gözümle görmeyince ki sol kapalı durumda diğeri de vizörden görüyor, bu nedenle de kendimi bir koruganda asla dokunulamaz ve fark edilmez gibi hissediyorum. Çok şükür ki onlar da emeğe saygılı.

Üzerime tek bir bomba bile bırakmıyorlar...


Şölenden ayrılmak zor olsa da bunu başarınca kahve zihnimi tekrar dövmeye başlıyor; çünkü az sonra Adem Usta'da şu an bilmiyor olsam da enfes bir -az olmak şartıyla- et haşlama ve az pilav söyleyeceğim. Bunun ardından da dönüş yolundayken kendime söz verdiğim kahve dükkânına gideceğim hevesi içindeyken... dönüşte, yine yemeği abarttın sen deyip, tadında bir kahve için bu günkü mekân-kahve keyfinden vazgeçiyorum.

Oysa renkli yastıklı bambu koltukta bir yandan kahve içip, arada bir eşleştirdiğim pastanın tadını çıkarırken dış masalarda oturan gençlerin cıvıltılı konuşmalarını izlemek ne güzel olacaktı...

Önümüzdeki güneşli günlere inşallah.

5 Ocak 2022 Çarşamba

Gökyüzüne Yükselen Parlak Kanatlar

Bir süre önce Efsane Gezi etiketiyle yazmaya başladığım serimin ilk bölümünde bir ânı şu cümlelerle yazmıştım: "Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar."

19 yaşında iki genç bir yola çıkacaklar. O çatışmalı, tekinsiz yıllarda üstelik! Kaç aile bu yaştaki çocuğunu -içindeki korkuları bastırarak- üstelik de otomobille uzun bir geziye salar. Hadi saldı diyelim, kim henüz taze ehliyetli bir başka genç çocuğun sürücülüğüne ve kişiliğine güvenerek oğlunu emanet eder?

Kapılarının önündeyim, arabayı geri geri onların arabanın yanına sokuyorum. Arkadaşımın bagajlarını yerleştiriyoruz. Yolculuğun heyecanı sabahın serini ile ittifak içinde; yol heyecanı paçalarımızdan itibaren bütün bedeni tutuşturmuş. Diken diken... Bir anne ve baba yan yana, garajdan eve geçilen kapının eşiğindeler. Biricik oğulları ve onun kadar sevdikleri çocuğu izliyorlar. Bir endişe ne kadar perdelenirse perdelensin sürücünün iliklerine ilmek ilmek işleniyor. Sürücü bunu hissediyor çünkü az önce benzerini kendi evinin önünde de yaşadı.

Bu iki genç adam biri yurt dışı olacak planlarının ilkindeler.

Yolun ve hayatın bilinmezlerinin tadına ve keşfine ilk kez kendilerine güvenenlerin sayesinde, kendi kullandıkları bir araçla, özgürlüğün o muhteşem tadıyla çıkacaklar. Bugünden bakınca bu an yaşamın gelecek yıllarına nasıl... ama nasıl kıymetli bir adım. Dünyaya bağımsız, sadece kendi kararlarıyla özgürce atılacak ilk adım.

Elbette birlikte çok seyahat yapıyoruz ama genelde bir iki günlük. Yolun tadını hep sevdik ama o biz, bu biz değildik: Direksiyon hep başkasının elindeydi ki uzun yollarda bu hep babalarımızdı ya da özellikle o ikisini tercih ettiğimiz, efsane otobüs firması Ulusoy'un amca yeğen şoförleri, Kaymakçı'lar idi.

Ne olursa olsun içinde hüzün ve kaygı barındıran bir andayız. Onların, anne ve babanın yüzlerine bakıyorum. İki evlat da ilk uçuşuna gönderilecek kuşlar gibi, ya da yürüdü yürüyecek evredeki emekliyen iki bebek.

Bu iki olgun, güzel yürekli insan tüm endişelerini yüzlerinden okusam da çocuklarımız bu hayata önemli bir adım atmalı, daha da büyümeli ve şu güzel gençliklerine bir çentik daha atmalı kararlığında; onları hayata atan bir eylemin gerekliliğine inanmış durumdalar. Biliyorlar ki ve tecrübeliler ki hayatın ötesi acılar başta olmak üzere engebeler ve kesintilerle dolu.

Ve yaş 19!

Bana sorsalar mesela bir tek yılı yeniden yaşayacaksın ve sonra öleceksin, diye; soru yirmi yaş ve sonrası gelseydi 19 derdim. Yirmide gelse, 14, 15, 16, 17, 19 der hiçbirinden vazgeçmezdim. İşte bu 19, sürecin zirvesine ulaşmanın önemli bir adımıydı.

Hiç unutulmayacak bir andır ben için: Güngör Teyze'nin bir anne duygusu ve şefkati ile bana sarılması ve bir ay planlanmış gezi boyunca duyacağı, belki gecelerin gündüzlere karışacağı endişelerin göze alınması, o şefkatli gülüşünden boncuk boncuk içime akıyordu. Tüm bu duygularının ama en çok da bana duyduğu güvenin tüm yönleriyle bedenime dokunması yüreğime değerken, gözlerime duygu damlaları sıralanıyordu.

Önceki akşam kız kardeşim arıyor. Güngör Teyze ölmüş, diyor.

Hiç ölmesin diyeceğim kadınlardan biri daha ölmüş.

Güngör Teyze ölmüş!

Çocukluğum bitiyor. Bir anda yaşlanıyorum. Onu en son gördüğüm an geliyor gözümün önüne: Hastalığından bir süre önce Oğuz'a uğruyorum. Teyzesi Dr.Oğuz'a uğramış. İlk anda anlamsızca, ilaç yazdırmaya gelmiş diye düşünüyorum, sonra telefonla halledeceği bir iş için neden gelsin, diyorum. Anlıyorum ki bir arkadaş toplantısından dönmekteymiş ve yeğenine uğramadan geçmemiş. Beni görünce nasıl bir ayağa kalkış, gülen, şefkatli bir yüz ve nasıl bir sarılmaydı ki unutulamaz. Yine muhteşem, sade ve asil bir şıklık; iki kişiye çok yakıştırdığım pileli bir etek, onunla çok uyumlu bir triko, zarif papuçlar, sade ama asil kesilmiş saçlar ve muhteşem bir sıcaklıkla daha bana sarılmadan önce beni kucaklayan, muhteşem bir gülüş.

Aslında bu yazıyı uzatmaya meylim çok ama yine bir melek olan Necmiye Teyze için yazdığım cümlelerin tekrarı ile bitireceğim.

Çünkü babam bu seyahatimin dönüşünden üç ay sonra öldüğünde, yıllar sonra annem öldüğünde, hep yanımda olan bu şahane kadın; bundan öte, zaman zaman yazılarımda fazlasıyla yer bulacak.

Dün akşam, gökyüzüne yükselen parlak kanatlar gördüyseniz...

Sanmadınız!

Dün akşam gökyüzüne yükselen parlak kanatlar; bir meleğe aitti...

Sessiz ve beyaz ışığı;

asaletindendi.

Bedenini seçemediyseniz...

Zarafetindendi!


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP