Çiçek Pasajı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çiçek Pasajı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Temmuz 2019 Perşembe

Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha!

Öncesi


 4 Haziran 2017

Çiğ tanelerinin kokusu sinmiş odaya... Tazelenmişiz üstelik! Bahçe henüz kıpırdanmış, konak çalışanlarının sesleri tatil sabahı tonunda. Perdelere yansıyan günün ışığı parlaklık vaat ediyor. Sevgi dolu, paylaşımcı, şefkatli ve serotonin yuvası konağın köşe odasında, kalabalık sofralara alışkın bir konaktaki Pazar sabahının yüzlerimizde açtırdığı gülücüklerin, tadını çıkarıyoruz. Uzun ve kıymetli bir masalın misafirleri olarak yaşadığımız anların hikayemizi nasıl çoğalttığının, ona ne türden renkler ilave ettiğinin fazlası ile farkındayız. Bu mutluluk uyanışı ile güne merhaba diyoruz.


"Günaydın."

"Günaydın."

"Kahvaltıyı bir kişilik alalım lütfen,  fazlası ile Mükellef çünkü."

Eğer hayatınızın önemli bir kısmını müstakil bir evde yaşamışsanız ve sevgi dolu bir aileniz varsa, ve bu sevgi geniş ailenize de sirayet etmişse özellikle pazar günlerinizin anlamı, o günlerdeki çocukluk yıllarınızın tatları bambaşkadır. O tatların tüm yaşamınıza kattıkları da... O yüzden bu konakta ya da Ottoman Suites by Sera House'da* yaşayanları tanıdıkça, yaşadığımız hiç bir an şaşırtıcı gelmiyor. Oysa ki kalınacak yer seçimini yaparken, olaya sadece ticari bir işletme-müşteri ilişkisi noktasından baktığımızdan -doğal olarak- farklı bir his yaşayacağımız beklentimiz de yoktu. Sürpriz, bir otel konaklaması içinde değil de bildik, tanıdık bir evde misafir olmamızdı ki bu vurgu bile tanıklıklarımıza haksızlık oluyor... biz bu evin halkından biriyiz ve bu konağa aitiz duygusu aslında hissettiğimiz! İstanbul'a karıştığımız her anı daha da anlamlı kılan, onunla bağımızı çoğaltan, şehre, huzur bulduğumuz bir evden çıkıyor olmaktı.


Mükellef  Kahvaltımız istemediğimiz ikinci tabak yerine muhteşem bir menemen ilavesi ile geliyor. Menemene muhteşem demek hakkımız ve yetkinliğimiz var; çünkü onun en iyi yapıldığı, bu konuda namı olan, hatta menemencilerinin sıra sıra olduğu emsalsiz bir yol üstü lezzet coğrafyasına, Çakallı'ya sahip bir şehirde yaşıyoruz.

Su damlaları tazeliğindeki bir bahçede güzel güzel kahvaltımızı yapıyoruz. Sırt çantalarımız hazır, odada bizi bekliyorlar. Planladığımız tarihte bir kazaya uğramasın diye aylar öncesinden rezervasyon yaptığımız odanın konaklama bedelini ödemek için kafeterya bölümüne geçiyorum. Gülşah Hanım orada.  Uzatıyorum kredi kartımı. O "İçime sinmiyor, kur farkından oluşan kısmı almayacağım," diyor. "Sonuçta Booking.com üzerinden yaptığımız rezervasyon bir akit bizim için ve oradaki para biriminin TL karşılığını ödemeyi kabullenmişiz ki buradayız," diyorum. O yine de oluşan farkı eksilterek tahsil ediyor kartımdan konaklama ücretini. Bir de kahvaltı sonrası kahvesi ikram ediyor; güzel insanların içtenliği ile.

Bu ülkede bu fırsatı yakalamış kaç insan o tümün içinde önemli bir miktar tutan paradan vazgeçer ki?

Bir cevabım var aslında: Yüreği güzel atan, ahlaklı, şefkatli, esnaf tavrı muhteşem babaların esnaf tavrı muhteşem çocukları.

Bu aile olma duygusunu iyi bilen biz iki kişi odadan sırt çantalarımızı alıyor, güzel anlar yaşatan bu güzel odaya görüşmek üzere, diyor ve kilitleyip her daim bayıldığımız holde kalıyoruz. Yüreği güzel kadın konağın defterine menemenin de altını çizen güzel cümlelerini yazıyor. Anahtarları teslim edip, memnuniyetimizi ifade eden cümlelerimizin altını bir kez daha çizerek vedalaşıyoruz. Bakkalımızla selamlaşmayı ihmal etmiyor, Mevlüt'ün** uyarısı ile biraz hızlanıyor ve bizi Kadıköy İskeleye götürecek otobüse biniyoruz.

Geniş bir Üsküdar turu atarak, yeşil ve ulvi yerler, Stadyum, alışveriş merkezleri, canlı çarşılar, sakin caddeler geçerek vardığımız Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Numune'nin ruhu dinlendiren şefkatli yeşilliklerinin teskin ediciliğini hissediyor, Haydarpaşa Garı'ndaki trenlerle bir otobüs penceresinden vedalaşarak iskeleye varıyoruz.


Tadını çıkararak vapurun ve sabahın, Karaköy'e geçiyoruz. Bu kez İstanbul Modern'e uğramıyor ama buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Tünele gitmek için beklediğimiz bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı ışıklar yeşil olunca da geçiyoruz; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! Ve bir kez daha tüneldeyiz. O olmazsa olmazımız! Kimileri için Füniküler bizim için Tramvayla İstiklal'e varıyoruz. Sanki hâlâ sağ çamurluğunun yolcu tarafından görünebilir yerindeki mekanik taksimetreleri ile Amerikan menşeli taksiler... ya da taksi dolmuşlar  geçiyor caddeden.


Galatasaray Lisesi'nde pilav günü. Bahçe şenlikli. Saint Antuan'da ise pazar ayini. Çok kere önünde kaldığım, parmaklıklarının arasından baktığımda bu zamandan değil de bir başka boyuttanmış hissi aldığım  kutsal alanın daha önce görmediğim, bilmediğim bölümleriyle tanışacağımdansa habersizim. Usulca giriyoruz. İlk şaşkınlığım kapının içeriden görünüşüne. İnanılmaz bir hayranlık içindeyim ve sanki bir başka ülkedeyim. Apartmanlarına ve özellikle huzurlu renklendirmelerine bayılıyorum. Kilise binası ile şekillenmiş algım tasavvurlarının ötesinde hoşluklarla karşılaşınca kocaman bir şaşkınlık yaşıyor ve bunu kendi gerçeklikleri ile eşleyemeyince de olan biteni rüya sanıyor...


Onun çocuk şirinliğindeki karmaşasıyla bir masala dahil edilmiş ben, Antuan'ın öyküsü ile de zenginleşince; kemerler, binaların romantik, masal yumuşaklığındaki renkleri, pencere önlerindeki çiçeklerin bu görsel bütünlüğe verdiği hoş katkı, zarif ve göze sokulmayan nakış işçilikler ve tüm bu detayların birlikteliği ile ortaya çıkan güzelliği gülümseyen bir şaşkınlıkla ve tane tane izliyorum.


İçerideyse dua var ve sessizlik konusunda özellikle uyarılıyor insanlar. İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından inşa edilmiş olmasına şaşırmıyorum; çünkü sandığım bir başka ülke de İtalya. Ama buraların kilise inşasından önce bir eğlence mekanı olduğunu, daha sonra da tiyatroya evrildiğini öğrenmek sempatimi kat kat yukarı taşıyor. Komuta merkezimin canlandırmaları beni o mekanların içine de sokuyor; görüyor ve yaşıyorum.

Mumlarımızı alıyor, yakıyor, gömüyor ve kendi dualarımızı ediyoruz. Hatta sıralardan birine oturup bir süre bu ulvi alandaki ulvi loşluğun ve tatlı ama sessiz bir tonda gelen, usulca da bir yankısı olan ulviyetli sesin tadını çıkarıyoruz. En sevdiğim kadın tecrübeli ki daha görkemlilerini, Yeni Yıl ayinini görmüşlüğü var. Bense bir ilk yaşıyorum. Gelir amaçlı olarak çıkıştaki masalara yerleştirilmiş olanların içinden Müslümanlar Arasında St.Antuan Küçük Çiçekleri adlı kitaptan iki tane alıp yeniden ve biraz daha zenginleşmiş olarak caddeye karışıyoruz.

Plak ve Kaset satıcılarından gelenlerle, sokak çalgıcılarının müziklerinin oluşturduğu kakofoniye kulak kesilmişken yanımızdan geçen damalı Chevrolet'lerin -ama 64 modellerinin- içindeki Yeşilçam yıldızlarımızı işaret eden genç erkek ve kızların heyecanlı bakışlarına, arabalar durduğu anda bir imza için koşuşturmalarına, onlarla birlikte aynı noktalara odaklanan insanlarımıza siyah beyaz gülümseyen gözlerimizle bakıyoruz.  İçimizi şefkatli bir özlem, sıcacık yapıyor.

Biz iki taşralı İstanbul'u hak ettiği gibi yaşıyoruz! 

Sanki?


Gözlerimiz binaların yukarılarına bakarken; mimarilerinin güzelliği üzerine konuşurken; ufak ufak caddeyi adımlarken ve bütün bu güzel hissiyatları ruhumuza çizdiren anlatılarımızın ardından gözlerimizi yere indirdiğimizde bir bakıyoruz ki  Çiçek Pasajı'ndayız! Ne garip değil mi? Hay bizim haylaz ayaklarımız!

Hayat bu kapağın altındaysa bize de tadını çıkarmak düşer, deyip, biraz da hayatın içinde olduğu için hemen caddeden girişteki mekana, çöküyoruz.

"İki fıçı bira lütfen."

Efes'in yeni bardaklarının tasarımını klas buluyoruz.  Mekanı da beğeniyoruz. Kutsiyetli alanlardan sonra canlı hayat kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor. Biz mutlu mesut sohbet ederken  pasaja pilav gününden sıyrılmış, eski günleri yad eden ablalar-abiler geliyor. Kelli felli, kariyerli, resmiyetli hallerini çıkarıp atmış abiler, ablalar tümüyle o günlerin ruh halinde, okuldan kaytarmış ve yasak şeylerin tadında, felekten çalınmış bir güzelik katıyorlar an'ımıza. Yudum yudum içerken buzzz gibi biralarımızı; öğrenci afacanlıkları, hoca dedikoduları, kopya hikayeleri, kim kimi seviyordular, şen kahkahalar, genç sesler dolu cümlelerle şenlendiriyorlar masamızı.

Öte yandan Pasaj da bir yakalandı mı bırakılası değil hani. Hele uzaktan sevmek zorunda olunca insan!

"İki fıçı bira daha lütfen."

Bizden daha içerde ve çaprazımızdaki mekanda donanımı yerinde bir masada oturan Abi belli ki ahali tarafından değer verilen, güngörmüş, masanın tadını çıkarışından anlaşıldığı üzere eski günlerin tozunu yutmuş, hafiften kabadayı, gönül zengini olduğu kadar dünyalığı da olan şahane bir karakter. Masanın donanımı racona yakışır. Abinin içme biçimi şahane. Usul usul bir öğle rakısı, şişe bir büyüğün neredeyse yarısı. Bir 35'lik ilavesi ile de tamamlanır sanki masası... Bir başka karakterle birlikte içiyorlar ki diğeri; Abinin sessiz olmasın diye masa, ne söylese dinleyecek, haddinin farkında, derdini ya da serzenişlerini ya da anlattıklarını  taşımayacak, aynı klasmandan olmayan ve bam teline dokunmayacak, daha genç,  garip ama yakışır da bir kalender.


Sonra tüm bu güzel karakterleri ve Pasajı geride bırakarak yaptığımız kısa bir İstiklal turunun ardından Kafe Ara'da Ara Güler'in fotoğraflarına bakıyor, oradan Galata Kulesi'ne doğru yürüyüp Karaköy'e çıkıyor, ilk vapurla da Kadıköy'e geçiyoruz. Dönüş klasiğimiz için uğramamız gereken yerler var!


Önce Baylan'a. Marleyleri nedense kiradan kurtulup da satın aldığımız, fiziksel olarak da bizim dediğimiz ilk evin sıcaklığını ve o yılları hatırlatıyor bana. Bir de şimdi yerinde yeller esen Sümer Pastanesi ile hâlâ yaşayan Birtat'ı...

Oturuyoruz masalardan birine... uzantılarını gördüğümüz ama öncesini sadece filmlerden bildiğimiz bir zaman diliminde bugünü yaşamak ne güzel. Fakat! Olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında görkemli avizeler olan, ahşap zeminli, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı; Rus sandığım,  topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, boynunda üç sıra kolyesi ile orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle bir hanımefendinin servis yaptığı; yazmaktan ve anlatmaktan bıkmadığım bir çocukluk anısı Sümer Pastanesi'nin yerini hiç biri tutamaz!  

"Bir kup griye lütfen."

"Bir sup lütfen."

"İki de limonata lütfen."



Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan ve dönüş vaktinde yapılması mutlak alışverişlere.

"Vişne likörlü çikolata lütfen."

 Şimdi sevdiklerimiz için  Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Bir kez daha İstanbul'a Kadıköy'den veda vakti. İstikametimiz Havabüs.  Hava ilk yaz güzelliğinde. Yürürken birer çikolata. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

"Ölelim o halde!"


Güzel uçuş... Karadeniz'in üzerine uzamak üzereyken uçak, evi görme çabası... denizin içindeyken ve daha da uzayacağını sanırken uçağın sağa usul usul yatması... burnunu düzeltip de alçalmaya devam ettiği andan itibaren tüm sahil şeridini izleyerek şehirle aşkın tazelenmesi... iyice açılan flaplarla az sonra tekerin değeceği son dakikaya kadar denizin ve içindeki küçük teknelerin sunduğu manzara... beklenen ve beklendiği anda betonla buluşan tekerlerin temas anıyla birlikte asılınan frenler... pist sonunda taksi hızına eren uçak... sabırsız yolcuların rahatlamış hareketliliği... bagajdan gelen sırt çantaları ile buluşma... havaalanından çıkar çıkmaz içilen sigarının dumanı.

Bir kez daha...

Ne güzel! 




 *O tarihte, Ottoman Suites by Serotonin olan ad, muhtemelen bir itirazla Sera House olarak değiştirilmiş.
**Cep telefonu olmayan benim, yol arkadaşımın telefonundaki Moovit uygulamasına taktığım ad.


3 Haziran 2019 Pazartesi

Demir Küpte Günü Batırmak

Öncesi

2.Gün 

18 Aralık 2016

Güzel gecenin günü yeni doğmuş bebek tadında, sıcacık ve pırıl pırıl. Çok kara olmayan karga güneşin tadını çıkarırken sanki de uzaklardan gelecek birini bekliyor. Ondan aşağı kalır bir yanımız yok. Dipdiri, suyu verilmiş çelik tadında, kış güneşli sabahı içimize çekiyoruz. Balkondan bakınca görebildiğimiz, bir kaç saat içinde varacağımız, pek de güzel anlar yaşayacağımız coğrafyada her şey yolunda. Sabah rutinlerinin ardından hazırlanıyor, çantalarımızı odada bırakıp, yine güzellikler geçerek kahvaltıya iniyoruz. 


Akşamın tüm izleri silinmiş mekân, pırıl pırıl; odalarından birine hazırlanmış kocaman açık büfe, hem ürün çeşitliliği hem de estetik açıdan kusursuz. Dışarıdaki aydınlığa oranla içerinin loş hali, henüz uyanamamış "hane halkından" dolayı salondaki sakinlik, kahvaltıyı kapatmışız hissi veriyor. Sükunet muhteşem. Abdülezelpaşa Caddesi'nden akan hayat şimdilik ıssız; tatil sabahı mahmurluğunda... Deniz pırıl pırıl.


Balat'ta, Haliç'e bakan bir masada, güneş bütün şefkatiyle yaşamı ısıtırken, lezzetli böreklerin tadını çıkarıyoruz. Özenle seçilmiş kahvaltılıklar ve aynı özenle düzenlenmiş bir alanda şahane bir pazar keyfi. Güzel gecenin, güzel olacağı hissedilen gününe bundan daha güzel bir başlangıç olamazdı. İkinci çayımı alıyorum. En sevdiğim kadın kahvesinin keyfinde. Dün geceki masamız gözümüzün nuru. Az ötemizde ve aydınlık penceresinin önünde... Seviyoruz onu. Yumurta tokuşturmayı yine ben kazanıyorum. Ardımızdaki eski Roma surunun hemen dibinde, yani mekânın içinde, kadim bir su akıyor; yılların ötesinden bir kaynak suyu. Kıymetli. Beyaz örtülü, çiçeği eksik bırakılmamış masalar bir başkadır... Beynim kısa süreli bir zaman yolculuğuna çıkıp, bir an canlandırmasının içine yerleştiriyor bizi. Sonradan doldurulmuş yolu ve gezinti alanını sıfırlayıp, denizi bulunduğumuz masanın dibine taşıyor. Öyle kalmalıydı diyor iç sesim.


Bitirince kahvaltımızı, tekrar odaya çıkıyor, çantalarımızı omuzluyor, son kez sevimli ve kadim oturma odalarına göz atıp vedalaşıyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz; güzel anlar yaşadığımız, çok da memnun kaldığımız, hikâye tamamlayıcısı Troya Hotel Balat'tan. Sabahın güneşli soğuğu yanaklarımızda, gözlerimiz mutlu, tadını çıkararak sabahın, planladığımız noktalara doğru yürüyoruz.


Bir tereddüt yaşasak da, daha Unkapanı Köprüsüne gelmeden, Haliç'in sağını değil solunu seçiyoruz.  Kadir Has'ta öğrenci olmayı düşlüyoruz. Tur hazırlığında olan vapurlara imreniyoruz. Oltaları denizde, bakışları hayat gailesinde, günlük nafakasının peşinde ve sigarasını dudağında unutmuş balıkçılara bakarken, nedense Sait Faik düşüyor düşüme. Şişhanenin dibinden, bizim istikametimize göre Haliç'in solundan Karaköy'e doğru, pek de neşeli cümleler kurarak yürüyoruz.


Orada ne işleri var diyecek pek çok insanın aksine benim için tadı hâlâ aynı, gün pazar olduğu için kapalı küçük büyük rulman dükkânları, hırdavatçılar, yedek parça dükkânları, aralara sıkışmış küçüklü büyüklü esnaf lokantaları, minik çay ocakları, çağa biraz daha uyan -taklitçi- kafe özentisi, önlerine bir kaç masa atılmış, suya yakın, zamanın ruhuna uymuş teneke büfeler... ve elbette tüm bu yolun geçmişini, eski ve canlı zamanlarını çok bilmiş tarihi şahsiyet edası ile, bugününe mezbelelik diyecek insanların aksine, sevgiyle anlatan ben.

Bir süre sonra, doğruca Galata Köprüsüne gidecekken, sağa kıvrılıp aynı noktaya daha geniş bir açı çizerek varma kararını veriyoruz. Epey de eğleniyoruz. Bir yanda da sahildeki değişikliklere, inşaatlara üzülüyoruz. Karaköy'ün kedileriyse kaçmaz. Hani bilmeyen biri görse, kendilerine kaidesinin üzerindeki ne güzel kediler heykeli muamelesi yapması kesin. Ne de canlılar, ne kadar gerçeğe yakın yapmışlar denileceği mutlak. Pek emin olunmadığında, acabalı sorular sıraya dizildiğinde, birazcık tereddüt edince de dokunup kontrol edilmesi muhtemel  kediler... Seviyoruz kendilerini.


Keçiler de kaçmaz. Asla kaçmaz! Gençlerbirlikli-söylenişi bile güzel*, en Alkara yol arkadaşım ve cümle Gençlerbirlikliler için, kutsal. Bir de laf aramızda, sayı olarak diğer takım taraftarları kadar çok olmasalar da, entelektüel kapasiteleri, deplasman kaçırmamaları, yardımseverlikleri, akademik kariyerleri, takımı sahiplenişleri, örgütlenme ve hoca yollatma becerileri açısından koca koca takım taraftarlarına etki anlamında nal toplatırlar. Bulaşmayın!



Ve varıyoruz İstanbul Modern'e...

Milyon kere gelsem bıkmam... bıkmayız. Dünyanın tüm islerinden, çirkinliklerinden, can sıkıntılarından, siyasetin kirleten yorgunluklarından, gamdan kederden, acıdan isyanlardan kurtulmanın en güzel noktası. Rehabilitasyon merkezlerinin âlâsı. Canımın içi. Hoş bulduk. Sırt çantaları dolaba.

Meğerse yalı salonu orkestrası sabah konseri için bizi bekliyormuş. Öylece kalıyoruz. Enfes bir yerleştirme. Bir kenara çekildik ve izliyoruz. Müthiş bir gerçeklik duygusu. Şahane tebessümler içindeyiz. Olağanüstü bir sessizlik ama duyuyoruz. Zevkle, hayranlıkla, şaşkın bir rüyanın tadında-uzun süre- dinliyoruz. Göğe eriyoruz yahu... göğe.


Sonrasında... girdiğim odalardan birinde oynamakta olan kısa filme bakınca, kala kalıyorum, oturuyorum kanepelerden birine. Yıl 70'ler. Toplum polisleri devri. Umutlu ama zor yıllar. Amcamın kitapları yakılırken, mahallemizde İşçi Partisi'ne 3 oy çıkarken, hiç aklıma gelmezdi ki bir gün de annemin korkularından, mutfak çekmeceleri çıkarılıp onların altına saklanmış kendi kitaplarımı yakacağım. İzliyorum. İçim kararmıyor. En sevdiğim kadın güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Karanlıktan, aydınlık pencerenin önüne çıkıyorum. Orada kalıyorum. İstanbul Modern'den, denize ve akıp giden hayata bakıyorum. Filmi ona anlatıyorum. O... Enn sevdiğim kadın.


Ferah, sade, insanı yormayan salonlarını dolaşırken, her bir resme, objeye göz atıyor, bazılarının önünde kalıyoruz elbette. Bunlardan biri Burhan Uygur'un ahşap ve tuval üzerine karışık teknikle yaptığı Kapı adlı çalışması. Frene bastıran renklerin göz alıcılığı mı yoksa figürler mi, yoksa hepsinin birlikte anlattıklarını çözme çabalarım mı bilmiyorum. Düşünmüyorum da... Sonra bakıyorum!.. Sırrımı çözmeye çalışıyorum. Kalıyorum. Yazının tam da şurasında, İstanbul Modern üzerine bir gün harcasam ve başrolünde onun olduğu bir günü yazıya dökebilsem diyorum. Eserlerden de bahsetsem, tek tek. Saf, zaten pek anlamadığım teknik kısımlarına girmeden, kenarlarına yazılmış yazılardan okuduklarımdan ve anladıklarımdan notlar alarak, sadece bana anlattıklarını, hissettiklerimi kendi kelimelerimden yazıya döksem istiyorum.  Aynı yerinde bekler mi beni acaba?


Ben yukarıdaki düşüncelerimin samimiyetiyle, ilgimi çekenlerin önünde kala kala, kendimce anlamlar çıkararak gördüklerime, yürürken; yine ilgimi çeken, gerçekten beğendiğim ve etkilendiğim bir grup, ışıklı enstalasyonun önünde kalıyorum. Aslında kalıyoruz da benim kalmam başka türlü. Cesaretim kırılıyor. Okuyorum. Mimar Bilgehan Şenel'in beğendiğim çalışmasının açıklama bölümündekileri.


"Enstalasyon şehri çevreleyen deniz üzerinde gün ışığının yansımalarından ilham almaktadır. İstanbul'un karmaşık yapısı, hala bitmemiş bir şehir oluşu, mimari bozulmaları, farklı sosyo kültürel yapısı, yıllar içinde aldığı göç, farklı sosyo ekonomik kesimleri içinde barındırması, kapsamlı bir şehir planının olmaması, sonuçta planlanmamış doğaçlama gelişen, tarihi dokusunu, yeşil dokusunu koruyamamış beton ve demirden bir kent oluşturur. Tasarımda kullanılan ham demir konstrüksiyon inşaat sahasına dönüşen bugünkü İstanbul'u temsil etmektedir."


Şimdi bu bilgiler ışığında aynı çalışmaya bakıyorum. Bu kez sanki görmeye başlıyorum; az önce ışıklı bir obje olarak hangi odama koysam acaba, diye düşündüğüm şey, yani Demir Küp, anlam kazanıyor... gün batımı, anlam kazanıyor. Şu yazma fikrim zenginleşiyor. Önce ben ne anladım, sonra açıklamaları okuduktan sonra ne anladım şeklinde bir yazı hayal etmeye başlıyorum bu kez.

Balkonda manzara hep güzel. Tarihi yarımadanın en güzel görüldüğü noktalardan birindeyiz. Güneşin karşıdan vurması teknik açıdan sorunlu fotoğraflara sebep olsa da başka türlü güzeller. Balkonda oturabiliriz. Güneş ısıtıyor.

"İki frambuazlı cheesecake lütfen."

"Frambuazlı cheesecake maalesef."

"Limonlu, frambuaz saslu cheesecake lütfen!"

"İki de limonata lütfen."



Bir yandan frambuazlı cheesecake'lerimizin tadını çıkarıp, lezzetli limonataları yudumlarken, bir yandan da devletimizin müteahhitler eliyle önümüze serdiği, canlı enstalasyonu izliyoruz. Pek topoğrafik bir yerleştirme. Bitince acaba, alışır mı gözlerimiz?


Güneş, açıktan geçen şehir hatları vapuru, miss gibi limonata ve bu kez yenilen frambuazlı cheesecake, nelere alışmadın ki deyip teselli ediyorlar beni... sahi nelere alışmadık! Biraz daha oturuyoruz balkonda. Sonrasında küçük adımlarla dolaşa dolaşa, baka baka, bazı eserlerin önünde kala kala, şimdiki zamanın İstanbul Modern'ini içimize ve anılarımıza kazıya kazıya kitapların olduğu alandaki -sanatsal-çalışmaya varıyoruz. Seviyorum alanı. Matrixvari bir filmin içindeymiş gibi hissediyor, bundan da çocukça bir tat alıyorum. Her ne kadar kız arkadaşına-çirkince- ayar veren bir adam ayarımı bozsa da, ve tepki verme damarlarım hareketlense de, bunun da filme dahil iki karakter olduğunu düşünüyorum.


Sırt çantalarımızı alıp çıkıyoruz. İnşaatların arasından geçmek, binaların sessiz hali, bir sürü yasak tabelası, baretli insanlar, beton mikserler, gelen giden dev kamyonlar ve bunca gürültünün arasından kafasını çıkaran garip sessizlik;  Matrix oyunumu sürdürmeme katkı veriyorlar. Varınca yeşil alanlara ve caddenin canlılığına, dünyaya dönüyorum. Aslında ve nedense İstanbul Modern'den çıktıktan sonra yürüdüğüm yollara bayılıyorum. Garip? Ve her seferinde, geçtiğim yollar sanki İstanbul'a ait değilmiş de ben bir rüyanın içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum.


Şu binaya fazlası ile şefkatliyim, aramızda yıllardır süren -sessiz- bir iletişim var. Bana bir hikâye anlatıyor ama ne? Görmüş geçirmiş yalnızlığının çok şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi olduğunu hissediyorum. Bir gün orada olmazsa ve ben onunla sohbet edip onu dinlememiş olursam o güne kadar diye de, çok korkuyorum. Karaköy'ün alışveriş merkezi tadındaki alt geçidine neredeyse varıyoruz. Buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız, saatten cüzdana, tişörtten kupalara, magnetlerden kolyelere, küçük küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Sevdiği arkadaşlarını asla boş geçemeyen bir tanıdığım var.

Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenlerinden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!


Keyifle çıkıyoruz Taksim'e. İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a. Rus Konsolosluğunun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Bizi Çiçek Pasajı paklar! Öğrenci yaşlardayken ama maalesef ben öğrenci değilken, iş için geldiğimde İstanbul'a, Liseden -can-arkadaşlarımla buluşur, eğer başka bir planımız yoksa mutlak buraya gelirdik. Severdi de sanki Cavit Abi bizi. Entelektüel Cavit'in mekânındayız yani. Huzur'da. 

"Bir midye tava lütfen."

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen"

"İki de bira lütfen." 


Tam da herkesi kendi hardalını yapma merakının sardığı sene, geliyor hardal, peşinden de doğal olarak uyarı. Fena yakar çünkü! Gerçi hardallık bir işimiz yok ama oğulu da kırasımız yok. Tecrübeliyiz de. Birazcık alıyoruz. Gözümüzden yaşı başarıyla getiriyoruz ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ne yazık ki acımız bununla kalamıyor. Daha  Abi maharetlerini ve hardallarının nasıl özel olduğunun altını çize çize anlatacak.

Sonrası her zaman olduğu gibi iyilik güzellik. Sonuçta günün en güzel saatleri. Sigara börekleri hayal ettiğimiz gibi olmasa da, iki bukalemun olarak, onları da çok güzeller yahu kategorisine terfi ettiriyoruz. O zaman bayılıyor, bir süre sonra bir daha istiyor, buz gibi biralarla çiçek gibi yapıyoruz günün bu güzel saatlerini. Ne becerikliyiz ama!

Dönüş saati yaklaşıyor. Çiçek Pasajından ayrılmak her zaman zor. İstiklal'de yürümekse her zaman güzel. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor. Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum.

Konuşa konuşa, İstiklal'in simge yapılarına baka baka Gezi Parkı'na varıyoruz. Sırtımızı ona verip banklardan birine oturuyor, Rusları, eylemcileri ve sıcak gündemi bir kenara bırakıp, önümüzden akıp giden kalabalığı seyre dalıyoruz. Rus büyük elçisinin bir suikasta kurban gideceğiniyse o an için düşünemiyoruz!

Sonrasında Havabüs ve Atatürk Havalimanındayız.

Elimizde kahve kokuları, dilimizde hoş sohbet, Demir Küpte günü batırıyoruz.


*Mahir Ünsal Eriş'in Sarı Yaz ve Kara Yarısı adlı son kitaplarındaki biyografisinden.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP