29 Nisan 2022 Cuma

Bu Mucize Değilse Nedir?

"Sabahattin Ali adını görür görmez ilk aklıma o iki şiiri gelmişti,

şarkılarsa aklımda dönüyordu.

Nükhet Duru'nun sesinden...

Melankoli ve Ben Sana Vurgunum.

Şimdi plaklara koşacağım ama yağmalananlar içinde olduğundan eminim, yoksa çoktan yazmıştım," diye içimden geçiriyor ve bu cümleyi olduğu gibi yorum kısmına yazıyorum; bu ayın başında, Radyo Momentos'daki Sabahattin Ali yayınını dinlerken
.

Yokluğundan o kadar eminim ki gidip plaklara bakma ihtiyacı bile duymuyorum.

Oysa ben için çok özel bir plak.

Yıl 1978.

İçindeki iki şarkıyı plağı her çaldığımda, durmaksızın başa alıp, deli gibi dinliyorum.

Sonra aradan biraz zaman geçiyor ve başka bir şey için çalışma odasına geçince, şu plakları bir kurcala istersen teşviki geliyor bünyeden. Tık... Tık... giderken, buluyorum, kalbim zıplıyor. Bendeki nasıl bir sevinç! Hemen fotoğrafları çekiyor, bloga yerleştiriyorum... Ve bugün de oturup yazmaya başlıyorum.

Bir Nükhet Duru fanı değilim, hiç bir zaman da olmadım. Ama Ali Kocatepe bestesi bu iki şarkı dinlediğim ilk anda, "Bizi seversin, kafa dengiyiz," demiş ve bunun candan olduğuna beni ikna etmiş olmalılar ki ayartılıyorum. Artık plak parası için kimseyi tavlamam gerekmiyor; babam küçük amcamı öteki mağazaya şutladı. Benim okul yok, yıl sonu sınavlara girip, kalan dersleri halledip, son sınıfı da bir seferde geçerek mezun olacağım. Dolayısıyla tam mesai çalışıyorum, muhasebe tümüyle bende, haftalığım harçlıktan maaşa dönmüş durumda. Patronum performansımdan çok memnun. Uzunçaları iş çıkışı eve patron babayla dönmeyip plakçıya koşarak alıyorum.

Sürekli o iki şarkı ama!

Artık yeni evdeyiz ve pikabımız efsane marka Dual ve tabii ki stereo.


Bıkmadan usanmadan dinliyorum. Bununla yetinemiyorum, çünkü bir şey eksik.

Birisine deli gibi aşık olmak istiyorum. Bu iki şarkıyı ona dinletmek, onunla dinlemek istiyorum.

Ama yok!

Aslında her şey var, olmayan aşk.

Ya da o nedir, nasıl bir şeydir?
ben bilmiyorum.

Tabii ki hayal ettiklerimle yetiniyorum. Elimde sağlam bir senaryo var fakat bir türlü esas kızı bulamıyorum.

Tertemiz duygularla. Mış gibi hissederek değil, tiril tiril, ütülü, kandırmacıksız, en doğal haliyle içim ona aksın istiyorum.

Ama yok.

O zaman şarkı defalarca çalar, ben gözlerimi kapatır, enfes bir gerçekliği göz kapaklarımın arkasında yaşarım!


"Oysa "Joan Baez"'ın dizlerine yatıyorum küf kokulu bir izbede...

Oysa... ben kantinin en ücrasında, üst kata çıkan dip merdivenin boşluğunda ağlıyorum.

Aradayım.

Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de..."*


diyen cümleler sızdırıyorum, yıllar yıllar sonra yazılarımın içine...








*Yazının italik bölümünden...

26 Nisan 2022 Salı

Bu Da Böyle Bir Şey Rastgele

Sen neylersen güzel eylersin Buraneros.


Oh, sabah sabah deniz kenarı yürüyüşü, iskeleden deniz seyri... Keyfiniz daim olsun, her daim.


İyiyiz Pek Değerli Yazarımız, Çok keyifle okudum yazını, yer yer gülümsedim. Tabii ki bu gençte iş var demiş biri olarak kendimle yine gurur duydum. Yazın o kadar sağlıklı düşünebilen bir zihnin ürünü ki... bayılmamak, bunun yanı sıra da kıskanmamak elde değil. Su akar yolunu bulur demiş ya atalarımız... Güzel olan şu ki senin suyun bilinçsizce akmıyor, akışın kontrolü hep senin elinde, sorgulama ve gerçeklik anlayışın ve farkındalığın şahane. E bunların sonucunun da güzel olmaması imkansız ve sonuç ne olursa olsun, gerektiğinde yeni bir yol açma ve o yolda yürüme konusunda da yetenekli olduğun kesin. Yani ve biliyorum ki sonuçları ne olursa olsun, senin için hayat boyu her şey çok güzel olacak.


Pek hoştu, keyifler okura kadar ulaştı, onun için de gülümseyerek başlanmış bir gün oldu ki güneş de elinden gelen gayreti göstermiş durumda. Taklitçi ve kıskanç ben şimdi kendini dışarı atacak ve iskelenin ucuna kadar yürüyecek, hemen.


Yazının içinde o kadar çok kopyalayıp yoruma taşımak, bu vesileyle altını çizmek istediğim şey var ki, ben kendi heybeme, alacaklarımı aldım. Biraz daha geliştiğimi, ülke gençliğine ve onların ülkeye katacaklarına dair umutlarımın bir kez daha tazelenmekle kalmayıp iyice arttığını hissettim yine. Dalgalanmaların farkında olmak ve onlara rağmen durumların da... çok sağlıklı geldi bana. Farkındalık ve sorgulama becerisi (bence) iki şahane eylem, sahip olanlar çok şanslı.


Evet yazıyı dün okudum, çok keyifliydi, yemekler fotolardan bile olsa afiyetlikti, fakat işte: Bu ülkede yaşayıp bir de TL kullanmak zorunda olunca bu zamanda, insan kurduğu hayalin fermuarını anında çekiyor ve hemen kafasının içindeki Facit hesap makinesinden gelen tıkırtıları dinliyor, üstelik öyle bir tıkırtı ki bunlar, okyanusun dalgaları bile duyulmuyor...

Yani bu yazıyı yazarak, bu mübarek günlerde çok sevap kazandın, yoksa Şeyseller nere biz nere?


Geç vakit, uyanmış bloglarda takılıyordum... ve Boris Vian. Tetikledi. Üşenmedim kitaplığa koştum. İlk okuduğum ve Boris Vian'la tanıştırılma kitabımı bir an göremeyince nasıl olur ama dedim, oysa hava atacaktım. Onları da yeni kitapların arasına koymuşum meğer. Küçük dayım almıştı onu bana. Mezarlarınıza Tüküreceğim. Tarihe baktım 1989, 2.Baskı. Günlerin Köpüğü ile yanyanalar. Gözlerim ışıldadı, içim köpürdü, ben zıpladım. Öyle yani...


Canın sağolsun kardeş, biz ara ara gelip dinleyip sessizce çekiliyoruz. Placebo yetti gari, baharı çıkarttırır, sen keyfine bak.


Sevgili Buraneros azıcık bile uzunsa dişi beyin diyor hoca. Fena değil bence de.


Çok teşekkür ederim, senin kadar yazamasam da ben de yazıyorum işte. Yazıyı gündüz görmüş ama Sevgili Okul Arkadaşıma yazdığım yanıtta belirtiğim gibi sonraya bırakmıştım, dün gece okudum. Ama bu sabah derin okudum. Derin okumalar beni şöyle bir yolcularlar... Koştum ve buldum, yazıya bir başlık koymuşum; U ile başlatmamış, Y'yi seçmişim. Sonuna da bir ünlem. Bir kurmaca... Bugünden bakmak bir başka bakış gibi dursa da, dışımdan biri, sanki başkası yazmış gibi baksam da dedim derin, bir hayal, hani biri yaşasa ve yazsa, bence çok kıskanılası. Çok severek yazılmış belli, kıymetli. Sonuçta aynı ayın bebeleriyiz dedim, bir iyi ki doğdun daha ekle, paragrafı şöylece bırak dedim, iyi mi ettim bilemeden... işte bu bilememezlik yüzünden bildim. Paragrafı eklemedim.


Canım Buraneros, ben de Aksaray'dan Bir Perihan'ı dinledim, seni ziyarete gelecektim "bittii" diye ünlemek için, sen erken davranmışsın.

Açıkçası kitaplıklarımıza koşmak kadar güzel kaç eylem var bilmiyorum, kıskandım, eski kitapları çok çok severim. Kim bilir kaç kere geldi eline, gözüne... Daha kaç kere de gelir.


Benimki çok az uzun, fena bir sonuç değil sanki.

24 Nisan 2022 Pazar

Ev Sahibinin Kurdu Da Var Kuzusu Da

Yazılarını ilgiyle takip ettiğim, kendine özel üslubuna bayıldığım Sevgili Neslihan'ın Boş* başlıklı yazısına keyifle başlamış biraz yol almıştım ki ulaştığım konu bünyemin taşlarını ufak ufak yerinden oynatmaya başladı, çok hak verdim, bir yorum yazdım şu minvalde: "Yazıyı aslında sıcağı sıcağına okumuştum, kızdım, sonra bir yazı yazmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Vurgum insan olmaya ve insanı bilmeye yönelik olacaktı ama sonra dedim ki ben kötü bir örneğim! Şimdi, yazsam acaba, bazı zihniyetlere bir etkisi olur mu, insan olmayı hatırlatır mı? diye düşünmekteyim. Kötü bir örnek olsam da..."

Ama Google ile WordPress'in arasına kara kedi girmiş olmalı ki yollayamadım yorumu. O zaman oturup bir yazı yazmaya karar verdim. Bu kez de içimdeki tembele tosladım. Bir süre yazmakla yazmamak arasında bocaladım. Gereksiz bir yazı olacağını düşündüm. Sonra, en azından bizim çocuklara yararı olur bizden sonraki yıllar için düşüncesiyle kararımı netleştirdim ve yazmaya karar verdim.

Ben tuğla aralıklarından içeri rüzgâr sızan kiracı olduğumuz bir evde doğdum. Kalabalık bir aile. O evden hatırladığım bir sahne var, etkisi otomobille uğraştığım her an içimden çıkmayan bir korku. Ben camdan, muhtemelen annemin kucağından dışarıya bakıyorum, Babam arabanın altına yatmış tamir yapıyor, o araba çalışıyor ve direksiyonda bir kişi var. Arada motor sesi yükseliyor ve babama bir şey olacak diye korkuyorum. 3-4 yaşında var mıyım? emin değilim. Bir süre sonra o evden aynı mahallede ama bu kez Kışla Sokak'ta bir eve taşınıyoruz. Yan komşumuz evin oğlu Harun Karadeniz adlı devle tanışacağımı henüz bilmiyorum. Arkadaki yatak odası ve mutfak camı bahçe toprağı ile hiza, bahçenin tarabalarına göre ise alçakta. Orası anne baba yatak odası, henüz bebek olan kardeşin beşiği orada, bazı akşamlar o odada oturuyoruz ve halam kitaplar okuyor; tüm aile radyo tiyatrosu formunda dinliyoruz. Aziz Nesin hikâyeleri gözde. Bize alınmış masal plakları ile birlikte başkaları da var ve hepsi 45'lik. Hâlâ durmakta olan Garrant marka pikap* ve onun entegre edildiği radyo ve kitaplar sokağa, aynı zamanda avluya bakan misafir odasındaki çok hoş bir ceviz büfede. Bir divan, üç koltuk zor sığdırılmış bir misafir odası. Geceleri ise halamla ikimizin yatak odası. Duvarla değil de iki kanatlı bir ara kapıyla ayrışan komşu oda ise dedemle babaannemin. Velhasıl nohut oda bakla sofa bir evde kiracıyız ve nüfusumuz 8.


Şu an kendi oturduğumuz binamızdaki daireleri baz alırsak ki benim mutfağım salona açık; benim salon mutfak birlikteliği kadar bir ev. Ama şahane bir aileyiz. Halam kız enstitüsünde öğrenci, gitar, mandolin, melodika, akerdeon ne bulursa çalabiliyor. Kekler, pastalar, vanilyalı aylar, çılbır gibi daha "sosyetik" yiyecekler ondan. Kuzinede babanne anne elinden enfes yemekler pişiyor. İçli Köfte, İşkene, Şille, Öfeleme, Gömme gibi yöre yemekleri baş tacımız. Enn amcam teftiş için şehire geldiğinde hayat biraz daha şenleniyor ve Aqua Velva kokuyor ev. Çok mutluyuz...


Enn amcam, bir tost makinesi ve portakal sıkacağı ile geliyor bir gün. Ne havalı bir durum. Kira ve minnacık evde zenginlik. Okuldaki beslenme saatine evde hazırlanmış tostlar ve koca şişe portakal suyuyla gidiyor, küme arkadaşlarımın getirdikleri ile kurulmuş masada artık pek geride kalmıyorum. İlkokul aşkım, küme arkadaşım, ancak çizgi hikâyelerde alıp kaçan köpeklerin ağzından sarktığını gördüğüm sosisler getiriyor. Çıkarıp masaya koyuyor ama biz el uzatmayınca geri eve götürüyor. Neden yemediğimizi ise bilmiyorum. Oysa evde sucuk pastırma oluyor ve o yıllar için satın alınması o kadar da zor değil.

Ev sahiplerimiz üst katlarda oturuyorlar. Yıllar sonra o evin dedesi, resmi nikâh öncesindeki -geleneksel- imam nikâhımı kıyıyor. En alt bodrumda da odunluklar var, orası bizim sinemamız aynı zamanda. Çevirme kollu küçük, tahtadan bir makaramız var ve ona sokaklarda bulduğumuz film parçacıklarını sarıyoruz, bir el feneri ile o siyah beyaz kareleri bodrum duvarına yansıtıyoruz, tabii ki bilet kesiyoruz. Sonra ilk evimiz -aile içi desteklerle- alınıyor. Hiç unutmuyorum. 90 bin  lirası peşin diğeri taksitli olmak üzere o yılların değerli parasıyla 150.000 TL'sına. Babam artık oto yedek parça satıcısı. Hatta çalışan iki minübüs aldılar enn amcamla ortak. Sonra onlar satılıyor ve minik parça dükkânı büyüyerek ara sokaktan ana caddeye çıkıyor. Artık Dedem dışında tam kadro "Anne o mahallede de bu kıyafetlerimi giyeceğiz?" dediğimiz, kendi evimizdeyiz. Sonra halam evlenip gidiyor. Nasıl ağlıyorum. O sadece hala değildi benim için, küçük çocuğun bir özleminin karşılığı, imrenmenin yansıması, dışa vurumu, tesellisi bir ablaydı.

Şehrin o yıllara göre epeyi dışında bir arsa var, deniz kenarı, şu ekilip biçilmez, bir işe yaramaz, köyün kenar mahallesi muammelesi yapılarak kızlara verilen, çoğu kumluk alanlardan. Ucuz. Evin taksitleri bitince yine taksitle orası alınıyor. Kocaman ve yoldan denize işe yaramaz bir arsa... Bir avantajı Meteoroloji Md'lüğü ile Y.S.E kampının arasında olması. Alt yapı yok. Su yok.

Önce bir çadır kuruyoruz ama kalmıyoruz ve yazları hafta sonları geliyoruz. Suyu epeyi ilerideki caminin çeşmesinden dolduruyoruz. Sonra kamyonlarca toprak seriyor, kumluk halini verimli bir hale dönüştürüyoruz. Sonra ağaçlar dikiliyor, sebzeler ekiyoruz. İki göz odası olan derme çatma bir minik ev, o eve de bir aile yerleştiriyoruz; ekip biçecekler, biz ihtiyacımızı alacağız, kalanı onların, satabilirler. O süreçte sanayi siteleri inşaatı başlıyor. Kooperatif'den ve temelden dükkan alıyoruz, krediyle. Onlar tamamlanıyor ve taşınılınca dükkân kirası derdi de bitiyor. Sonra da yeşermiş bahçede tek katlı bir ev inşaatı başlıyor, ben artık ortaokuldayım, inşaat para oldukça devam ediyor ve bir yıldan fazla sürüyor...  Ben liseye başladıktan sonra da bitiyor. Okullara oradan gelip gitmeye başlıyoruz. Dağdaki bir kaynaktan  karşımızdaki Jandarma'ya gelen, bizim bahçenin önünden de geçerek komşu kampa giden bir içme suyu hattı var. Oradan izin alarak eve bir içme suyu hattı çekiliyor ve artık o evdeyiz. Şimdi her şey daha şahane. Ben 1 aylık askerken, kız kardeşim Maarif Koleji sonda ya da bir alt sınıftayken, erkek kardeşim de lise 1. sınıfın ilk yarı yılındayken baba ölüyor. Taze 20'lik Buraneros artık aile reisi ki sürecin detaylarını ve öngörülerini Yavaş Hayat* başlıklı yazıda anlatmıştı.


Yıllar yıllar sonra imar geliyor buralara, parsellere ayrılıyor falan. Buraneros böyle olacağını biliyor: Çünkü bir gün enn iki arkadaşından biriyle şehirdeki D.S.İ'nin önünden geçerken, bir sempozyum olduğunu duyuran afişleri görüyorlar. Buraneros konunun imar meseleleri ilgili olduğunu okudu. Giriyorlar, dinliyorlar, sonra Buraneros duvarda asılı haritayı fark ediyor, gidip incelediğinde kendi evlerinin olduğu yerin geleceğini de görüyor. Yıllar yıllar geçiyor. Bütün tapular, parsel tapularına dönüşüyor, burada bir piyango vuruyor aileye ki bunu da bir gün yazar belki Buraneros. Sonra şehrin en iyi mimarlarından birine projeler çizdiriliyor ve  inşaatlar başlıyor, yaz kış kalınmakta olan kadim ev en son yıkılıyor, yerine ve diğer iki parsele apartmanlar dikiliyor ve bunlardan eski, kadim evin olduğu yere yapılan üç katlı ve altı daireli olan ve eski evin yeni giysili hali diye adlandırılanına  üç kardeş yerleşiyor, diğerlerine de kiracılar geliyor. Kardeşlerinki de dahil olmak üzere hepsinin kira sözleşmelerini Buraneros yapıyor.

İlk kontratlar üçer yıllık. Artış, rakamlar nereye gelirse gelsin, dolar mark nereye uçarsa uçsun üç yılın sonuna, yani kontrat bitimine kadar %10. Kontrat bitimlerinde o anki duruma, ekonomik koşullara ve fiyat artış oranlarına göre güncelenecekler.

Sonra bu üç yıllar doluyor fakat pandemi başlıyor. Kiracıların hepsi genç çiftler ve Buraneros artık bir insan sarrafı. Kiracılar kira güncellemele zamanları geldiğinde arıyorlar. Buraneros diyor ki "Pandemi koşulları nedeniyle %10 ile devam ediyoruz, önümüzdeki yıl güncelleme hakkımız baki." Önümüzdeki yıl da geliyor. Çocuklar yine arıyorlar. Buaneros diyor ki "Hâlâ pandemi, %10'a devam." Bu yıl geliyor, artık pandemiden daha bela bir ekonomik felaket var. Buraneroslarla aynı binada oturan ve yeni bebeleri olan ki apartmanın ilk bebesi, adı Pera, benim kiracılarım olmalarına rağmen kız ve erkek kardeşlerim de, ben de geleneğe uygun davranıp, birer altın aldık, çünkü onları kiracı gibi görmüyor, ailemizin birer ferdi gibi seviyoruz. Bahçelerde birlikte oturuyoruz ki yazlık sinema geceleri fikrim sabit, bir sinema perdesi ve projeksiyon makinesi alma fikrimiz diri!

Taze baba bu ayın başında yılın son kirasını yatırdıktan sonra telefonla arıyor, anne genç bir avukat; soruyor, yeni dönem için kira artışını. Diyorum ki "Devletin açıkladığı kira artışını uygulamıyoruz, enflasyon da umurumuz da değil, %20 artırıyorsun, çıkan rakam net olmazsa onu ilk yüz TL'ye yuvarlıyorsun." Telefondan kanat sesleri geliyor. Sonra ana caddedeki binanın altındaki, üçümüzün ortak dükkânının kiracısının muhassebecisi arıyor Aralık ayının sonunda. Gelinleri için bir güzellik merkezi açmışlardı. Bir deniz taşımacılık şirketinin sahibiler, para gani, ne desem verirler tartışmasız, ama bir de söz var. Onlarla yaptığımız kontrat da 3 yıllık, ve 2022 sonunda dolacak. Üçüncü yıl başlamadan aranıyorum, piyasa bilen insanlar. Cevabım: "Sonuçta üç yıllık bir kontrat var, ne olursa olsun baki bizim için, yani kontrattaki %10 geçerli, önümüzdeki yıl kontrat bitince duruma göre konuşuruz."

Bizim bir şiarımız var, önce insan, iyi insan. Gerisi kolay. Kiracılarımızı seviyoruz, alın teri nedir çok iyi biliriz.

Önümüzdeki Haziran'da artış yapılması gereken bir doktor çift var, onların ikinci bebeleri de orada dünyaya geldi. Benim kiracılarım, ön binada. Pandemi süreci başlangıcında onların kontrat süreleri de dolmuştu, emlakçıma arattım ve eski kontratın %10 ile devam ettiğini söyle, endişe etmesinler dedim. O iki yılın sonu önümüzdeki Haziran... 15 gün önce ev satın alan ve ilk kiracılardan bir çift taşındı ön binadan. Boşalan daire kız kardeşimindi ve 2+1'lerdendi, emlakçı çıkanın kira fiyatını bugünkü duruma göre güncelleyerek koymuştu sitesine ki kuyruk oldu desem yeridir. İndirim istendi, inilmese değişen bir şey olmayacaktı ama kıramadık ve tutuldu. Benim o binadaki kontratları iki yıl önce sonlanmış olan doktor kiracılarım için artışı normalde bu yeni ve güncel fiyatı baz alarak yapmam lazım, mantık ve günlerin gereği olarak! Hayır öyle olmayacak, üstelik 3+1 daire için -şu an onların haberi yok ama- en fazla şu an yeni kiralanan 2+1'e göre %15 daha az ödeyecekler, yine de indirim isterlerse de kırmayacağım.


*Boş başlıklı yazı için buradan lütfen...

*Yavaş Hayat


*Garrant marka pikabın fotoğrafı ve alakalı bir yazı da işte tam şurada.


19 Nisan 2022 Salı

Yaş Aldıkça Değil Yaşadıkça Büyüyormuş İnsan


Bu sabah erkeninde uyanınca blogu açtım. Tetikleyen neydi bilmeden an'larım etiketli yazılarıma gittim. Blog denen mecra ile tanışıp güzel anılar biriktirmeye başladığım yıllara... Aslında bu geri dönüşe sebep olan yazım çok tazeydi. Ağustos 2021. Yaşanan bir andı ve içimden plansızca akandı cümlelerim. Blogunda link verip paylaştı Sevgili KuyruksuzKedi.* O linki paylaşırken "Buraneros, bir kez bile "aşk" demeden aşkı anlatmış," vurgusunu yapmasa, ben zerre kadar farkında değildim. İşte bu sabah an'larımın içinde dolaşırken; beni "Geçenlerde Bir Akşam Üstü" başlıklı  yazıma taşıyan birikimin ne olduğunun farkında olarak... Yaşamayı, öğrenmeyi, bilmeyi ve yaşamla kurulan  ilişkinin belirleyiciliği üzerine düşündüm.

Güzel bir hayat benimki demek için lazım olanlar neydi?

Bir an geldi aklıma, 20'li yaşların ikinci yarısının 30'a yakın olduğu, belki de 30'un ilk yarısından bir an ki yaşandığı akşamın üzerinden 10 yıldan fazla süre geçtikten sonra, 14 Ekim 2008'de yazılmış ve yukarıdaki ile aynı mantıkla ama biraz daha uzun bir başlıkla yayınlanmış... İşte bu sabahki zaman yolculuğum bana, "artık bir yol gösterici olarak" bu yazıyı tekrar yayınlamalısın dedi!





Mutlu yıllarda, bir konser öncesi yemek için gittiğimiz lokantanın terasında, kapalı bölümün tam cam önüne oturmuştuk. Kapalı bölümde, camın hemen önünde bize komşu yaşlı bir çift dikkatimi çekmişti.

Adamın önünde bir kadeh rakı, peynir, salatalık, domatesten oluşan bir tabak, eşiyle sohbet ediyordu. Biz de onların en fazla yarısı yaşta bir çifttik.

Benim önümde de rakı ve aynı tabaktan vardı. Gün üzerine konuşarak usul usul içiyorduk...

Biz ana yemeklerimizi sipariş verdiğimizde, çapraz masamıza bizden daha genç bir çift geldi.

Onlar kalktığında, biz kahve içiyorduk. Biz hesabı ödeyip çıkarken, yaşlı çift hâlâ rakıyla peynirin keyfinde, kimseyi görmez bir sohbetin derinlerindeydiler.

O gün, ilk gençlikte aynı masalardaki tüketimimi, hızımı, tüm o davranışların egolarımı şişirmekten başka bir şey olmadığını, bunun yanı sıra da doğru olanı öğrenmeye ve hayatın tadını çıkarmaya yönelik bir öğreti olduğunu düşünmüştüm.

Gerçekten hayatın tadına vardıran şey, korkusuzca duyguların peşinden koşmaktı, fark etmekti.

Hissettiğini, arzuladığını yaşama gayretiydi. Onların ulaştığı noktaların iniş çıkışlarıyla yoğruluyordu insan.

İyi yerde yemek yemenin, sevgili peşinde koşmanın, iyi giyinmenin, iyi arabaya binmenin temel duygusu: İşlevsellikten, derin tatlar almaktan ziyade egoydu; büyürken gözlediğin yaşamlardan kafanda yer etmiş öykünmelerdi. Bu kötü bir şey de değildi ama!

Önemli olan o davranışlardaki hissedişleri fark etmek, onlarla yüzleşmek, niyelerini öğrenmekti. İyi yerde iyi bir yemek, tensel bir beraberlik: Çok gençken, temelde bir statü (ego) üzerinden içsel bir coşku yaratırken, aynı zamanda ruhunuzun anı paylaşma ve paylaşılandan zevk alma bölümünü de doyuruyordu belki!.

Oysa yemek, sevişmek, yaşamak aslında daha başka şeylerdi!.

Sonra şunu öğreniyordu insan: Aslında, çok lüks mekânda içilen neyse, herhangi bir yere oturup üç beş parça yiyecekle ''berduşça'' içilen de aynı şeydi! Mesele an'ın yarattığı ya da an'a katılan duyguydu, dekor değil!..

Ölüm gerçeğini bilmek, ve her tanık olunan ölümde eksik kalmış, tüketilmiş anlar görmek, bilinç altını tetikliyordu.

Çok gençken, pervasız ve asıl güzel olanı fark etmez bir hoyratlık vardı. Oysa, elinde olanın gidebileceğinin korkusu ne kadar güzel yapıyordu anları.

Anı yaşamak denen şey çok ama çok emek isteyen bir iştir; dillere pelesenk olmuş anlamının ta ötelerinde bir manada hem de...

Görebilenler şanslı...

Ve eğitim şart (uykuyla ilgili haller için*); hayat okulunda.


Not: Buradaki gençlik, yaşlılık ve ölümle anlatılmak istenen salt yaş değildir!


Yazının başlığı: ''Uyku'' adlı yazının içinden bir cümledir. Uyku adlı yazı ''elimde kahve kokusu keyfini çıkardıklarım'' adlı bölümden gidilebilecek kadar yakın.

(Demişim ancak link eklememişim ve bugün tahmin üzerine gittiğim bloglarda bulamadım, üzerinden onca yıl geçti, yazının sahibi eğer hâlâ okuyorsa, ve belirtirse sevinirim.)


Manxcat/KuyruksuzKedi içinse buradan lütfen!

15 Nisan 2022 Cuma

Kapıdan İçeri Sadece Yemek İçin Girmiştim Oysa

Bir iki ay önce biri kırtasiyeci olmak üzere yıllardır var olan binanın altındaki üç dükkân boşalıyor. Sonra hummalı bir tadilat başlıyor. Kadim fırına yürüdüğüm her sabah iki kere önünden geçiyorum. Sonra lokanta-kasap olacağına dair işaretler oluşmaya başlıyor. Kasap ve lokanta birlikteliği konumu itibariyle doğru bir seçim olmadığı gibi beni cezbeden bir durum da değil. Pandemi sürecinde pek çok yeni iş yerinin açıldıktan sonra yıldırım hızıyla kapandığını görüyorum. Üstelik bunların içinde çok yakın tanıdığım ama aklı evvel biri var ki tüm uyarılarıma rağmen onbeşbin lira kira ile yer tutup, aslında market ama ona göre şarküteri açtı. Dedim açtın eyvallah, hayırlı olsun, ama bir farkın da olsun ki etrafın anlı şanlı zincir marketlerle dolu.

Ona buradaki bir kaç iyi restorana meze yapan genç kadını önerdim. Kars'tan bir kaç peynirci, Hatay'dan da yine bir kaç üretici söyledim. Dükkânın önceki hali alt katı da olan, dışarı masa atılabilecek bir lokantaydı. Fırın'ı da var ve bu işler için normalde biçilmiş kaftan. Mezeler, peynirler, sandviçler ve diğer şarküteri ürünleri, fırından çıkacaklar satılırken burada da oturulup yenilebilsin, dedim. Şimdi adları ve şanları yok olan eskinin bulvar kafe-marketleri gibi: şu çocukluğumuzdaki adları ile, bir tür bonmarşe yani... Yüksek kar marjları olan bu kısmı kulak arkası etti. Zaten bir şekilde bildikleri ve alışveriş ettikleri yerleri bırakıp koşa koşa ona geleceklerini sandığı insanlara güvenerek, üstelik rekabete açık, kâr marjları düşük ambalajlı ürünlerle yola çıktı ve sonuçta 3 ay sonra kapattı ve bir sürü para çöp olmakla kalmadı; asıl işinde de sıfırı tüketti.

Buraya kadar olanlar çok keyifle yaşadığım iki öğlenle ve yazının ana konusu ile çok alakalı olmasa da; günlere ve döneme dair bir kaç not olarak şöyle bir kenarda bulunsun.


Bundan yıllar yıllar önce, şafak saydığım günlerde bir gün Aziz'le hiç o anki konumuzla alakası yokken ve o güne kadar tek bir kelam edilmemişken üzerine... Bana bir kişiden söz ediyor.


Dün

Öğleye yakın işe ara verip çıkıyorum evden. Bir konu var ve onunla ilgili görüşmek için emlakçımıza yürüyorum. Oradan çıkınca yemek fikrim dürtüyor beni. Buralarda mı yesem falan derken sahilden yürümeye başlıyorum. Nihayetinde önceki gün ilk kez gittiğim lokanta-kasap dediğim yerde karar kılıyorum. Aslında aklımı ona yönelten adı: "Et Lokantası-1933'den beri." Şehrin en hareketli ve popüler caddesinde yıllardır var ve belki de eski lokantalar adabını kolalı peçeteler dahil her şeyi ile yaşatmaya devam eden tek yer. Yemekleri muhteşem. Lokantanın kurucusu ve aşçısı baba, 11 yıl daha yaşarsa lokanta 100.yılını kutlayacak. Bir ilişki sezdirmekle birlikte aklımdan geçen orada çalışan bir grubun ayrılıp burayı açtığı, çünkü asıl yerin Et Lokantası kısmının önünde bir ad var!

Önceki gün ilk gelişimde genel olarak içerisi, masalar ve düzen hoşuma gidiyor. Mutfak ekibi tam tekmil, beyaz kıyafetler şık, aşçı şapkaları kafada. Hoş bir genç kadın alıyor siparişimi ancak tahtada yazılı menü iftar için-miş. Oysa aklımı çelen patlıcan kebap olmuştu. Yayla çorbası ile Ezo Gelin arasındayken Ezo da karar kılıyorum ardından da az döner istiyorum. Çorbaya bayılıyor ancak döner pişme ve etin kalitesi anlamında olmasa da tat olarak gerçek Et Lokantası'nı aratıyor. Şimdilik Ramazan nedeniyle sık kesilemediğine veriyorum bunu.

Dünse patlıcan kebap var. Oysa bu kez yayla çorbasına razı olarak gelmiştim. Patlıcan kebap ve az pilav söylüyorum. Görüntü muhteşem. Kuşbaşı doğranmış etler bol ve biz varız diyor. Muhteşem yani. Ödememi yaptıktan sonra gidip şefi bizzat kutluyorum ve işyeri sahibi olduğunu asıl konuya girerken öğreneceğim kişiye de "Bu coğrafyada bu patlıcan kebabını yapacak bir yer yok," diyorum ve önceki gün gerek duymadığım asıl mevzuya giriyorum.

Sorum üzerine anlıyorum ki rahmetli Ulutan Abi şahsın amcası. Kuzenlerinden ayrılmış ve burayı açmış. Sonra ona yıllar yıllar önce yaşanmış bir kesişmeyi anlatıyorum. Hayat ne kadar ilginç!

Yıl 1981, askerim. Bir gün bir boş zamanda bir şeyler içerken orduevinde, Bodrum'da yaşayan Aziz'le  Bodrum hakkında konuşurken Ulutan diye bir isim geçiriyor cümlesinin içinde. Çok bilinmeyen, en azından benim çok duymadığım bir ad olduğu için "Bodrum nere Samsun, nere"  demeden, ilk aklıma Ulutan Abi geliyor. Mevzuya biraz dikkat kesilince ve ben biraz detay verince aynı Ulutan Abi olduğu anlaşılıyor. Gel benle hafta sonu Samsun'a diyorum Aziz'e. Ulutan Abi'yi arıyorum. Pazar günü öğlen Serkan Restoran'da buluşalım diyor. Basıp geliyoruz. Aziz bizde kalıyor ve öğlene doğru verilen saatte Serkan Restoran'dayız. Mekân şimdiki Piazza AVM'nin olduğu eski garajların içinde; bizim mağazaların da olduğu sanayi sitesinin dibi. Gün pazar. Muhteşem bir masa hazırlanmış. Ben içmiyorum çünkü ev şehrin dışında ve sıkıyönetim sürecinde olduğumuz için çıkıştaki kontrol noktasında durdurulacağımız kesin.

Ulutan Abi'nin bir projesi olduğunu, muhtemelen Aziz'in çalıştığı Kortan Restoran'da tanıştıklarını, onu bir kaç akşam izlediğini, sonrasında beğenip sevdiğini ve bu konuyu Aziz'le Bodrum'da konuştuklarını artık biliyorum. O gün tüm bu projenin üzerinden geçiliyor. Göze kestirilen, incelenen ve projelendirilen yer Bodrum'un eski Belediye Sineması. Şarkıcılı gazino havasına modern dokunuşların da yapılacağı bir mekân hayal edilen. Solist sahneye şarkısını söyleyerek ve sinemanın eski balkon kısmından kıvrılarak ve açılarak zemine ulaşacak merdiveni, onun hareketiyle senkronize biçimde inerek gelecek. Solist olarak kimlerin adı geçmiyor ki. Ulutan Abi aynı zamanda bir otobüs firmasının sahibi. Kabadayı adam, film karakteri gibi. Bir çapulcu asla değil! Yaşamı ve yaşamayı bilen zarif, yakışıklı, arabası şık, o yıllarda birlikte olduğu kadın çok güzel, adını veremeyeceğim kadar ünlü ve off anam of... Kaç şise rakı boşalıp yerine yenisi geldi öğleden geceye kadar bilmiyorum. Elbette adabıyla yenildi içildi. Ama eve gider gitmez Aziz'in sızdığını, ve sabahın köründe oğlum firarımızı verirler dememle anca toparlanabildiğini, evden tam gaz çıkıp, gaz pedalı dibe yapışık bi halde Amasya'ya vardığımı, resmi kıyafetlerimizi giyip o konuta, ben de jipimi alıp tam saatinde binbaşımın evine ekmek teslimatını yapıp, jip'de onu beklediğimi söylüyorum.

Bunları gülümseyerek ve ilgiyle dinleyen genç adam şaşkınlık ve hayranlık içinde. "Ya," diyorum, "hayat bu kadar enteresan. Sen burayı açmasan, ben gelmesem, amcanın yıllar yıllar önceki projeleriyle ilgili bu bilgilerden hiç haberiniz olmayacaktı."

Ramazandan sonra sulu yemeklerin de olacağını, arkadaki depo olan bir yeri de lokantaya katacaklarını söylüyor ki o ara vedalaşmak için onlara doğru döndüğüm tüm personelin, bir masalın şaşkınlığı içinde, bitti mi şimdi diyen yüzlerini görüyorum.



13 Nisan 2022 Çarşamba

Şuraya Bir Link Bırakıyorum ÖZEL



MİLAT


 
27.03.2012 Sal 01:07
 
 
Blogunuzu yaklaşık iki senedir okuyorum.

(tam olarak La Traviata yazısından beri aslında)




La Traviata











12 Nisan 2022 Salı

Biri Bana Bunu Anlatsın Lütfen

Uzun zamandır dikkatimi çeken bir şey var. Bu yakın zamanla alakalı da değil üstelik. Üzerinde de hiç durma gereği duymamıştım. İnsanların birbirlerine mektupla ulaştığı yıllarda küçük bir çocuk olarak, ilkokula başlayıp da okuma yazmayı öğrenir öğrenmez; babaannem, mektuplarını anneme yazdırırken, görevi ben devralmıştım. Hoşuma da giderdi, öğretmenimiz kime nasıl bir hitapla başlamamız gerektiğini de öğretmişti. Bu aslında bana bir kültürün kıymetini anlama şansını yaşatırken, keyif veren bir uğraş da olmuştu. Üstelik güvenilir bir sırdaş olma duygusu, çocukça bir mutluluk da yaşatıyordu. Konularımız genelde uzak memleketteki toprakların ekilip biçilme durumlarıyla ilgiliydi; tüm mektuplara uygun hitapla başlar, sonra hal hatır sorulur, üzerimize farz olan selamlar gönderilirdi. Elbette bu sıcaklık hayal dünyamla birlikte kalbime de değerdi.

Sevginin buram buram hissedildiği bir ailede doğmuş olmak, altını çizmekten hep gurur duyacağım bir kazanım olmanın yanı sıra, tekrar etmekten asla bıkmayacağım şanslarımdan biridir. Coşkuyla ve içtenlikle sevmek nedir? bilirim. Bu öğretilebilir bir şey değildir üstelik, hissetirilirse ve hissederseniz öğrenirsiniz. Bu öğreti hayatın her aşamasında, yaş nereye varırsa varsın; içgüdüsel bir ezber olarak, plansızca dilinize ve kaleminize hep vurur. "Seni seviyorum," demeden, bir oyuna çevirdiğiniz alakasız kelimeler kendilerini seni seviyorum'a evirip, bu duyguyu en afacan biçimleriyle hitap edilene geçirebilir. Üstelik sadece bir adı dilinizden sahibine yolladığınızda ona yüklenmiş tonlama, sevginizin sıcacık ışığını karşıya geçirebilir ki bunun geri dönüşü muhteşemdir.

Bu mevzuya nereden geldim ben?! Bir çok yazımın içinde olduğu gibi beni tanıyan herkes bilir ki ben insanları ayrık otları ile birlikte severim. Mesafelerimi ayarlamayı bilir ama kimseyi de sevgimden uzak tutmam. Yazıya konu ettiğim mevzuyu, insan algısının ve edebinin dışsal faktörler ve çekincelerle değişmeye başladığı milattan beri görür ama önemsemem. Üstelik yakın tarihli de değil bu milat: Diyeyim bundan bir kaç on yıl önce başlayan, kim bilir belki de daha eski... Bizim evde mesela ben bildim bileli, diyelim kahvaltıda bardak boşaldığında ya da yenilen tabak boşaldığında; "Çay koyim mi?" ya da "Bir çay daha alır mısın?" ya da "Alır mısınız?" ya da mesela "Bir börek daha alır mısın?" kullanılırken... başka evlerde alır mısın'ın yerini "Bırakim mi?" ya da "Bırakayım mı?" ya da "Çay dökeyim mi?" nin aldığını fark ettim. Çok sevdiğim bir ifade vardır, kime ait ya da ilk nerede gördüğümü hatırlamadığım: "Söz manasını dinleyenden alır."

Yazının sadedi ise şudur: Bir süredir dikkatimi çeker derecede gözlemlediğim bir kelime var: sevgili. Ben bunu tüm ifade edişlerimde büyük harf kullanarak yaparım. Sevgili Falanca, gibi. Bilenler bilir ki seversem bir insanı, coşkuyla severim, yaşanan aşksa da coşkulu bir aşkla... Her iki halde de içim akar ve dilime vurur... Kelimelere yansımış duygularımdaki samimiyetse mutlaka geçer karşıya. Ve sevgililik olarak tanımlanan ilişkilerimin tarafları da bilirler ki bir kez bile "Sevgilim," hitabı çıkmamıştır dilimden. Sadece yazılarımda, o da çok nadir olarak ve bir tanım anlamında kullanırım.

Bir süredir gittikçe yaygınlaşan bir kullanım olarak gördüğüm ve merak ettiğim şey şu: Bir imla hatası mı benim yaptığım ki böyleyse bile umrum olmaz, asla da kullanımdan kalkmaz. Yoksa, kastını aşan ve çekince yaratan bir tavır mı?


Açık sorum şu: Ben cümle içinde de olsa Sevgili Falanca demek istediğimde Sevgili'yi büyük harfle yazıyorum; bu gem vuramadığım coşkumun vurgusu ben için, samimiyetle, sevdiğim insan karşımdayamış gibi. Oysa çoğu kişinin bunu küçük harfle yazdığını görüyorum. Acaba diyorum, ki kanaatim de o; bu bir çekince. Tıpkı çayı koyma ifadesindeki kaygı gibi bir anlayışla ve aman kastı aşmasın endişesiyle edep dışı bulunma ihtimali. Bu yadırgadığım bir durum değil, ama neden bu hale geldik ve nereye kadar uzayacak kısmı merakım. Aydınlatılmak istediğim sorumsa şu: Bir hitap olan ve baktığıma göre ve edindiğim -eğer yanlış bir bilgi değilse- hitap büyük harfle olmalı bir kural iken, Sevgili'deki s'nin bazı anlayışlarca küçük harfle yazılıyor olması, tıpkı çay, börek meselesindeki gibi bir çekincenin sonucu mu?

9 Nisan 2022 Cumartesi

Benim Tatlı İçgüdülerim

İstasyona gittiğimde ya da bulvara bakan cam dibi masasında oturup atıştırırken kitap okumayı sevdiğim pastanenin çaprazındaki, geç bulup çabuk kaybettiğim, Pedersen Hoca ile çok keyifli bir öğlen geçirdiğim ve bayıldığım nefis kafe-restoranın yakın komşusu ama ilgimi hiç çekmeyen kahvecinin kapanacağını sanırken bölündüğü anlıyorum. Çünkü o bölüme bir tabela asılıyor: Mantucu. Bir kaç kere önünden gelip geçtikçe bir faaliyet görmesem de belli ki bir şey olacak. Sonra içeride masalar, açık mutfağına da tencere tabaklar yerleştirildiğini görüyorum. İki bulvarın kesişme noktasındaki görüş alanı keyifli. Havalar ısındığında üstünün ve yan camlarının açılacağını da varsayarsam eski komşusu şimdi outlet olan ve çok keyif aldığım, Fransız bulvar kafelerine benzettiğim yerin bende yarattığı boşluğu da kısmen doldurabileceğini düşünüyorum.

Sessizce başlıyor. Şaşalı bir açılış yok. İlginç bir şey oluyor bu arada: kullandığım ara sokaklardan birinde o güne kadar nedense dikkatimi çekmeyen, -aslında çeken de imalatçı olduğunu düşündüğüm- dükkânda aynı tabelayı fark ediyorum. Bu beni biraz daha alevliyor. Geçen günse birden orada olmak istiyorum; anında komuta merkezimle mutabakat sağlanıyor, sırt çantasına bir kitap atılıyor ve bulvar manzaralı bir öğle keyfi için evden çıkıyorum.


Çıkmamla birlikte yemek sonrası işi biraz asıp, beri yakasında ve bulunduğum yerin çaprazındaki pastaneye oturup, köşe masamdan uzun bulvarı, trenleri, kaldırımdan akacak insan selini izlerken kitap okuyup tatlı bir şeyler atıştırmayı da plana ekliyorum. Keşke kahve de olabilse ve kendime Paris bulvar kafesi konsepti yaratabilsem diye de düşünüyorum ama ne yazık ki burası kahve konusunda bende hiçbir heyecan yaratamıyor ve hep çay içiyorum. O nedenle de bu fikir puff diye sönüyor.

Işıkları ve rayları geçer geçmez duruyor ve çantadaki minik makine ile kahveciden ayrıştırarak mekânı, paparazi tarzı bir fotoğrafını çekiyorum. Şimdi önündeyim ama kapısı açılmıyor. İçeride, açık mutfakta biri var ve dikkat çekici ama abartısız ve şık kıyafeti mekânla çok uyumlu. İçerinin ışıksızlığına da bayılmış durumdayım. Yan tarafa geçiyor ve camı tıklatıyorum. Gelen işaretten girişi -şimdilik- kahveciden yapmam gerektiğini anlıyorum ve en uç ve köşe masaya oturuyorum.

"Bir mantı lütfen."

Sinop mu istermişim?

"Hayır, klasik, yoğurtlu mantı lütfen; tam tekmil, her şeyi koyulmuş olsun."

Mekânın henüz yerleşmediği, garsonun da muhtemel ki kahveciden olduğunu düşünüyorum ama masa düzenindeki eksiklerine rağmen mekân, mutfak ve özellikle aşçı beni etkilemiş durumda. Çünkü Türk olmadığını anladığım aşçı: kıyafeti, duruşu ve düzeni ile kesinlikle işi bilen ve nitelikli yerelere ait ve buraya fazla biri izlenimi yaratıyor bende. Bu izlenim aslında olası gelişmelerle mekânın daha güzelleşeceği fikriyle donanmamı da sağlıyor

Hazırlanması biraz zaman alıyor ki bu hayra alamet ben için. Ve işte geliyorlar; bir tepside. Şimdi masamdalar ve görüntü muhteşem. Önce fikrim alışkanlık gereği biraz nane biraz sumak, biraz da pul biber arıyor. İçimden bir gurme kafa uzatıyor ve fikrime ayar verip, "Bu şefin bestesi," diyor, "önce bir dinleyelim hele..."


Sunumu, tabakları çok beğeniyorum. Hem kitabımla da uyumlu. Görüntü bana çok şey fısıldıyor. Özel bir anda olduğumun farkındayım. İlk kaşık, veee... gittim ben! Nerelere nerelere... İlk aldığım esinti ravioliye dair. Klasik mantı gibi değil taneler. Daha iriler, içlerinden kıyma esirgenmemiş ve muhteşem bir doku; yumuşacık, narin ama ölü olmayan, canlı, estetik ve heyecan verici. Üzerine ekstra hiçbir şeye gerek yok. Pul biber çağırıyor bünye ama umurumda değil. Alışkanlıklara yer yok bugün diyerek susturuyorum onu. Porsiyon güzel. Yanında getirilenler zarif, dengeli ve üzerlerine kır çiçeği şıklığı ile yerleştirilmiş minik dokunuşlarla tablo gibiler. Turşuya bayılıyorum. Farklı bir mutfaktan olduğu net. Ekşi- tatlı tadımlıklar kakofoni yaratmadıkları gibi zenginlik katıyorlar senfoniye. Şimdilik kitaba el atmıyorum. Minik bahçesine açılan pencerelerden kurtulduğu günü hayal ediyorum. O zaman belki dışa koyulacak masaların en köşedekinde oturur, hem ana bulvarı, hem trenleri, hem de onları kesen diğer bulvarın akışı eşliğinde mantı+kahve keyfi yaparım. Sonra genel mantı müşterisi üzerinden ve alışılagelenlerden bakınca içime bir korku düşüyor ve umarım... umarım benzerlerinin başına gelen bunun da gelmez diyerek dua ediyorum.


İçgüdülerimin buradan ayrılmayıp biraz daha kalalım, hatta çay içelim isteğine boyun eğmiyorum. Ama bir başka gün, mesela enn sevdiğim kadınla geldiğimizde şu komşudan, Osmanlı Kahvecisi'nden mantı sonrasına bir Türk Kahvesi bile içebiliriz, diye düşünüyorum. Ödeme için kasaya gidiyorum. Sakallı genç bir adam yanaşıyor. Çok beğendiğimi söylüyor, şef yabancı sanırım diyorum. O, Şam'dan geldi diyor. Her şey mükemmel. Özellikle mantı hamurunun şekli ve dokusu çok özel, Sinop mantısına farklı bir yaklaşım. İtalyan tarzı, diyor, gülüşüyoruz. Farklı mantılarımız da olacak diye ekliyor ve uyarım için teşekkür ediyor. Üstelik sunulan porsiyon ve lezzete bakınca; en iyi mantıcılardan biri dediğim ve geçen hafta 35 TL ödeyerek yediğim, yanında ek hiçbir şey olmayana göre bu sofra 40 TL'lik fiyatı ile -bugünün koşullarında- bedava.

Akşam tüm bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum. O yoğurtçu değil, üzeri cevizli Sinop klasiğini mi dener? bilmiyorum. Ama çok... ama çok tatlı gurmemin düşüncelerini merak ediyorum.



*Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması, yazının tek fotoğrafının sonrasında...

6 Nisan 2022 Çarşamba

Alışmak Bir Yara Bağrımda Kanıyor

Onunla kitapçımda dolaşırken rastlaşıyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena etkiliyor beni. Gözaltına alıp, göz ucuyla çaktırmadan bir süre izliyorum. Davranışlarına dikkat ettiğimde ise entelektüel düzeyinden, ona bir karşılık veremeyeceğimden ürküyorum. Zihnimi fazla yormayacak, biraz laylaylom, pandemi sürecinin etkilerinden uzak, hafif, hayata dokunan, bittiğinde duygusal acılar içerip de arabeske bağlanmayacak; kalbinde ve kalbimde yaralar açmayacak one night stand bir ilişki aradığım.

Gün sonunda ikimizin de "Birlikte çok güzel zaman geçirdik. Duygusal bir beklentimiz yoktu. Çok teşekkür ederim, güle güle," diyeceğimiz, elimizde ne bir adresin ne de bir telefon numarasının olmayacağı, adlarımızın bile o günlük seçilmiş ve sahte olduğu bir birliktelik.

Fakat sanki o da gözünü bana dikmiş, bakışları ardımdan gelip içimi delerek geçiyor gibi hissediyorum. Kalbimi bir sıcaklık kaplıyor. Bu bir zaaf değil; bu, karşılıksız bırakamayacağım, tam da hayal ettiğim ilişki sanki birkaç adım arkamda inancı. O sıra göremediğim biri, bir arka kapak fısıldıyor ve bir kenara çekip hakkında bazı ipuçları veriyor. Sonra da ilave ediyor. "Seversin. Gel kaçırma bu ilişkiyi; sende bırakacağı etkiyi ve ardında bırakacağı tadı uzun zaman unutamayacaksın."

"Sonuçta bir yancı o," diye geçiriyorum içimden. Fikrimse "Söyledikleri konusunda çok da güvenme," diyor ve "Bu bir reklâm, bu gerçeği gör lütfen," diye de uyarıyor.

Çıkıyorum kitapçıdan. Dışarıda bir boşluk. İçimdeki ile koşut sanki. Cesur ben müdahil artık olaya ve "Dön geri," diyor. "İstediğin sana herhangi bir duygusal yük taşıtmayacak, sorumluluk almayacağın, ardında bıraktığını hiç düşünmeyeceğin ve üzülmeyeceğin one night stand değil mi? Değil dersen sen, ben yaşamak istiyorum bunu."

Bu işime gelir işte. Bir duygu erozyonu olursa sonuçta üzerime toz bulaşmayacak ve ben yaşadığımın keyfiyle kalacağım. "Uyar bana," diyorum ve dönüyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena, karşımda. Delici bakışları, entelektüel edası, dik duruşu ve pek anlamlı gülüşü ile duruma egemen ve ufalıyor beni.

Enfes bir söz başlangıcı. Kafa dengi kelimeler karşılılıklı olarak akıyor. Ancak ondaki derinlik benim boyumu yer yer aşıyor. Önce kendime yediremiyorum. Ama O, o kadar olgun ve farkımda ki; içim, şefkati ile parıldıyor ve dönüp de yeniden cümlelerin üzerinden geçmesini istemek hiç de sandığım gibi bir komplekse sebep olmuyor. Biraz hız kesmek zorunda bırakıyor bu geri dönüşler ancak nedense aynı sözleri tekrar etmek beni rahatsız etmiyor. Bir aşağılık kompleksi oluşmadığı gibi onun entelektüel düzeyi pek sevimli; anlayışlı ve hiç de sandığım gibi havalı değil.

Onu sinemaya davet ediyorum ve reddetmiyor. Bergen'i birlikte izliyoruz. Çıkışta ki okuyucular bilecektir, berbat bir burger yiyoruz; ben huzursuz oluyorum, o hiçbir serzeniş göstermeyecek kadar alçak gönüllü. Sonra bu durumu telafi etmek için onu, sevdiğim bir okuma noktamda çay içip browni yemeye davet ediyorum. Sohbete orada da devam ediyor, birbirimizden fazlası ile hoşlanıyoruz. Ve bu mutlu ânı bira ile kutlamayı teklif ediyorum. Hafta sonu için anlaşıyor ve buluşuyoruz. Onu Mavi'ye götürüyorum. Güzel müzik, bira ve enfes bir sohbet yine. Çevirmen Esin Kuşşaklı da aramızda olsaydı diye düşünüyor, zaman nedeniyle davet edemediğim için üzüntü duyuyorum.


11 Mart'ta başlayan yakınlık bütün yavaşlığı ile sonrasında da devam ediyor. Derin sularda dolaşıyoruz. Kendisi dünyayla ilk olarak 1936'da tanışmış. Biraz... Hımmm ne derler, distopik bir karakter, ancak espritüel de. Anlatım tarzı renkli ama bu renkler birbirinden farklı. Sohbet ettikçe daha da yakınlaşıyoruz ve onu bir iki hafta sonra biraz daha tanımış olarak ve elbette kendi seviyemi test etmiş olmanın güveniyle de yine sinemaya, ardından da David People'a kahve içmeye davet ediyorum. Kırmıyor. Bu kez yine yaklaşan 2.Dünya Savaşı'nı, kapitalizmi, ve onunla birlikte yükselen faşizmi konuşurken, kendisini yazan rahmetli Karel Çapek'in bu durumu öngörebilmiş olmasının müthiş bir şey olduğunu söylüyorum. O da "Rahmetli göremedi ama ben çok ünlendim, hatta 20. yüzyılın distopik roman türündeki en önemli örneklerinden biri olarak değerlendirildim," diyor. Uzun kalıyoruz, ikinci bira teklifime teşekkür ediyor ki bu benim için de iyi oluyor.


Dışarı çıkmadan az önce dolu atıştırıyor, kar beklerken güneş gücünü artırıyor. O Thomas Mann'ın "Çapek'in Avrupa'daki delilikle ilgili saftirik görüşleri kesinlikle büyüleyici," dediğinden bahsediyor. Bense coğrafyanın, eski sosyalist toplumların edebiyatlarından ve yazarlarından hoşlandığımı, Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile beni yıllar önce vurduğundan, Juliette Binoche'a filmiyle vurulduğumdan, hatta onu tanımadan önce benzeri bir sevgilim olduğundan söz ederken O, Milan'ın "Semenderle Savaş hiçbir zaman unutulmayacak... Çapek, romanlarıyla totaliter bir dünyanın dehşet verici görüntüsünü önceden gören belki de ilk Avrupalı yazardır," sözlerini bana tekrar ediyor. O ara sahil boyu yürürken bir an dikkatini çekiyor. Uzağa bakan bir adam. Deniz. Açıkta bir gemi. Ona sayfalarından bir şey hatırlatıyor; o sayfalarda yok olmuş bana da... Benimle vedalaşıyor. "Karel'e, Kaptan J.Van Toch'a, çok selam söyle ve adıma teşekkür et, lütfen," diyorum: "Beni Kaptan Toch ile hemen başlarda çocukluk dünyama götüren, 288 sayfaya rağmen uzun zamanda okuduğum, bazen geri döndüğüm sen için... Ve ayrıca ilk sayfalarda Kaptan'ın varlığı ile "İlk kitaplarımın tadı gözlerime bulaşıyor. Mesela Mercan Adası..." cümlesini kurmama vesile olup yaşattığı sevinçlerim için."


"Çok keyifli bir buluşmaydı, aralar verdiğinde bir an dönmeyeceksin diye korkmuştum," diyerek elimi sıkıyor. Sarılıyorum. Uca doğru yürüyor. Suda kaybolmadan önce dönüp bana gülümsüyor. El sallıyorum. El sallıyor ve denizde, dünyasında kayboluyor.

1 Nisan 2022 Cuma

Şans Tanrıçası İle Gün Bir Başka Güzel

İki hafta önce aynı güzergâhı yürürken bir tereddüt ânı yaşıyorum ve durumu yazımda şu kelimelerle ifade ediyorum: "Mesafem kısa. Bu kez mıntıkadan bir sinema ki pandeminin ilk filmini onda izlemiştim: Minari... Beşinci istasyonda iniyorum. Çiçek açmış ağaçların önünden denize yürürken şunların bir fotoğraflarını çeksek fikrime domuz tarafım katılmıyor."


İçimde bir dertti. Sanki bahar hiç gelmeyecekmiş derece sert kışta ve güneş altında, üstelik montumun sırt çantamın askısında yolculuk ettiği, vaktin sabah 10 civarlarında olduğu bir sakinlik anında ilk gördüğüm ve onca yolda ve coğrafyadaki tüm ağaçlar üryanken tek çiçek açmış ağaçtı o. İçimden nasıl bir dert saçılmışsa ortalığa dile gelmiş ve yazmıştım. O beni trenden indikten, denize inen bulvara döndükten sonra onun tarafındaki kaldırıma geçtiğim andan itibaren fark ediyor. Anlıyor. İyice yaklaştığımda gülümsüyor. Olgun ve eziklenmemi istemediği belli. Sanki o an hiç yaşanmamış gibi, güzellikle ve akran bir tavırla "Na'bersin?" diyor. Ve en güzel pozlarını bana veriyor.

Ayaklarım yerden kesiliyor. Denize şimdilik uzaktan bakıyorum. Kafamda bir ikilem var. Filmim net ancak pandemi sürecinde oluşan televizyon ya da bilgisayar ekranında film izleyememe sendromum yüzünden yarım bıraktığım Belfast'ın da son günü. Bunu, daha doğrusu Belfast'ın oynadığını daha önce fark etmemiş olmamın nedeni ise Başka Sinema ve bu tarz filmlerin bugüne kadar Piazza AVM'deki salonlarda olması. İki film arasındaki saat aralığı çok uzun.

"Ferzan Özpetek'in filmi için bir bilet lütfen."

"Şans Tanrıçası," diyor genç adam.

O koltuk durumunu ekrana getirirken ben telefon numaramı söylüyorum. Bilet fiyatı 35 TL olarak yansıyor. Gülümsüyorum. Zeki çocuk! 35 TL ekranda 24 oluyor. Mısır ve içecek ister miymişim? Promosyon kodumu okuyorum. Mısır paketim elimde. Enteresan bir dejavu durumu ise salonda. En arka sıradayım. Bir genç çift geliyorlar ve onlar da ön sırama ve iki koltuk sağıma oturuyorlar. Kendimle cebelleşmek zorunda kalıyorum yine. "Ama çocuklar," diyor iç sesim. Kıyamıyorum, onları öne geçip baş başa bırakmak istiyorum ama ben de film tadı için buradayım. Öteki ben biraz daha duygusal, müdahil oluyor ânıma, tepkimden çekinerek de olsa yine de "Evin anahtarlarını ve adresi versen mi?" diyor.

Ferzan Özpetek benim kıymetlim. Hayatımın en zor dönemlerinden birinde ufak bir dokunuşla ona müdahale etmiş, ve beni artık olmayan bir sinema salonundan şu hislerle uğurlamıştı.

2001 ekonomik krizinin ortalığı karmakarış ettiği can sıkıntılı bir günde okulu asmış çocuk gibi işleri olduğu yerde bırakıp bir öğleden sonra sığındığım sinemada, tek başıma izlemiştim filmi... Benim, o gün müthiş bir terapi ile güven yükleyerek sinemadan hayata çıkışımı sağlayan, bana hissettirdikleri ve üzerimde yarattığı olumluluk etkisiyle unutamayacağım bir film olmuştu, Cahil Periler.


Hoş bir sahne ile açılıyor film. Arkadaşlar çok renkli. Yönetmenin ışığını ve renk kullanımını seviyorum. Ama ahh o müzikler işte! Bir insan sıcağı en baştan kalbimi ısıtıyor. İki çocuk oyuncu muhteşem. İlerleyen sahnelerde karşılaştığım hemşireye bayılıyorum. Dostlarımız neşeli, güzel insanlar. Serra ablamız baş tacımız zaten. Mizahımız incelikli. Akıyoruz filmle birlikte. Biraz daha yayılıyorum koltuğuma. Mısırlarım âlâ, baldan tatlılar! Sesin azaldığı anlarda çıtırdatmıyorum. Konu ince ince gelişiyor. Şimdilik ön sözdeyiz. İzleyicide kısmen arızalar türüyor. "Yine mi Ferzan Abi ya?!" diyor. Oysa hiç de homofobik bir şahıs değil lâkin bir tekrar hissiyle "Hep aynı halleri gözümüze sokmak durumunda mısın abi?" diye serzeniyor. Çıkıp gitmeyi bile düşünüyor. Ama bir yanda da sinema keyfi "Sakin ol," diye dürtüyor. Olur katlanırız tadında boynumu eğiyorum. Oysa Ferzan Özpetek o an geleceği örüyormuş.

İzleyiciye attığı ilmekler aydınlattıkça hoşgörü yükseliyor, insan oluyor tüm cinsiyetler; duygular ön alıyor, hayat renkleriyle anlam kazanıyor ve seyircinin hücrelerinden keyifle birlikte mutluluk akıyor. Nasıl bir sinema keyfi olduğunu suratta görmek lazım; çünkü o anki keyfin ve duyguların tüm izleri orada.

Öndeki genç çift ilk yarının yarısında salonu terk ediyorlar. Oysa anahtarları verecektim.


Antrak


İkinci yarı muhteşem başlıyor. Özellikle spoiler vermemeye çalışıyorum şu an. Film nerede hareket orada bereket bir halde devam ediyor ama tüm bu çeşitlilik hiç kafa karıştırmıyor aksine olağanüstü bir senfoninin yaratım evrelerine katkı vermekle kalmıyor, izleyiciyi koltuğuna kelepçeliyor. Duyguların dansı perdeden yüreğimize iniyor. "Ah hemşire ablam sen ne tatlısın!" Film çok dinamik, çok karakterli ama nasılsa tüm karakterleriyle izleyiciyi arkadaş yapmayı başarıyor; sanki hepsi hayatımda varlardı gibi bir his. Bu nasıl bir muhteşem durum diye aklı uçuyor seyircinin. Derken Sezen Aksu'nun şarkısı alıyor sazı eline. Müzik gümbür gümbür. İzleyici kıpır kıpır. İçi ayakta, bütün hücreleri katılıyor kalabalığa... O ağır abi ruhunu zapt etmeye çalışıyor ama bence nafile. Sonunda dayanamıyor, biraz da salonda tek olmasından cesaretlenip kalkıyor ayağa ve katılıyor sahneye. İnanılmaz bir keyif bu !

Sizleri de alalım lütfen!





Seyirci "Kocaman bir film kocaman bir dünya izledim ben," diye düşünüyor. Başlangıçtaki karamsarlığın toz olup gittiğini, sanki içinde yaşadığı rüya tadında bir hayattan, güzel insanlar dünyasından çıkıp da geldiğini düşünüyor. Son yazı perdeden silinene kadar bekliyor. Mutluluk yüklenmiş bir keyifle, tazelenmiş ve yaşama daha inanmış olarak çıkıyor sinemadan.


Salondan çok keyif almış seyirci tadıyla çıkıyorken aklımsa alabora durumda. Fikrim fır dönüyor. Oysa nettim. David People'da oturacak, bir şeyler atıştıracak, kahve ya da sıcak çikolata içecektim. Bir an boşluğa düşüyorum. Açlığını aptalca sonlandıran adam halinde kendimi Burger King'in önünde buluyorum. Sonra tepsimi alıp terasa çıkıyorum ve zerre zevk almadan, bu ne böyle diyerek atıştırıyorum


Allahtan aynı hataya ikince kez düşecek kadar salak değil. Hem de bu filmden aldığı yaşam sevinci, sevgiye inanç, dostluklar, hoşgörü, aşka saygı gibi lezzetlerin üzerine benzer bir davranışta bulunursa önce ben boğarım onu.

Kararlı adımlarla David People'dan içeri giriyor. Terası dolu gibi görüyor; iç kısım gaz kestirecek gibi görünse de öylesine serotonin yüklenmiş durumdaki hiç takmıyor. "Bir Amerikano, lütfen" diyor. Şimdi pastalara bakıyor. Eminim kafasında bir şey var, aklını çelen olmazsa bence net.

"Bir de frambuazlı cheesecake, lütfen"


İnsanlar baharın bu enfes anlarının tadını, terasta çıkarıyorlar. Kumsala oturanlar. Gitar çalıp söyleyenler. Açıktaki gemiler... hayat. Kahvem nefis, son zamanlarda içtiğim en iyi Amerikano... Pastamdan da çok memnunum. Filmin tadı gözlerimde ışıl ışıl. Kitabım masanın üzerinde ancak elim ona hiç gitmiyor. Ânın içinde filmden biriktirdiklerimin tadıyla yaşamı kucaklıyorum yavaşça.


Sonra toparlanıyorum. Yükümden çok memnunum, varolmanın tadı gözlerimde parlıyor. Ufak adımlarla yürüyen merdivene ulaşıyorum. Kapıdan çıkarken güvenlik görevlisi genç kıza iyi akşamlar diliyorum. Çiçekleriyle poz veren ağacın kaldırımından yürüyorum. Selam çakıp, filmden kısaca bahsedip istasyona geçiyor, tıka basa dolu ilk trene binmiyorum... Sahile doğru inerken geçen hafta kalabalık olduğu için uğramadığımız mekânın tahtasında yazılı cümleye gülümsüyorum. Bunun üzerinden baristaya bir laf çakarım ben diye düşünüyorum. Mavi, pencereleri açmış. İçeride türbanlı genç kızları da görmek hoşuma gidiyor. Her iki kesimde de ön yargıların kırılıyor olması ne şahane diye düşünüyorum. Babamın ağaçlarının altındaki çimenlerin üzerinde gitar çalıp şarkı söylüyor gençler. Bir an onlara seslenmek, "Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" demek, sonra da onu bir yazıda kullanacağımı söylemek istiyorum.

Marteniçkamı ise neredeyse çocukluğumdan beri her gün beni gören bu ağaca dileklerimle birlikte bağlamayı düşünüyorum!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP