Alsancak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alsancak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2019 Cuma

Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

Öncesi

Günün tozu toprağını duşa teslim edip yenilenmenin ardından; damağımızda geçmişten bir lezzetle, şu hayattaki en güzel anlarımızdan birini yaşadığımız, çiçek gibi akşamın izi kalmış mekânına doğru; biraz ayyaş, biraz pervasız ve bayım bayım bayıldığımız ara sokaklarda, bir an öncenin adımlarıyla yürüyoruz. Büyük heveslerle vardığımız sokağa giriyoruz ki... O da ne?!


25.06.2016 Cumartesi

Mekânı karşı çaprazdan gören, karşısındaki binanın önündeki masalardan birine oturuyoruz. Anında kaynaşıyoruz sokağın tüm paydaşları ile. Hoş geldinize geliyor, sokak sakinlerinin en tatlısı. Tepemizde...  Önce biraz sert ve soğuk, kişilik analizi yapıyor, sanırım sonrasında da geçer notu veriyor. Sırnaşma sırası onda, sürekli istemem yan cebime koyun pozlarıyla dolaşıyor civarımızda. 

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, bembeyaz örtülü bir masada, sımsıcak bir sokakta ve şairin mekânının tam karşısındayız. Özellikle istediğimiz, şehre onun için geldiğimiz, ilk görüşte kaynaştığımız ve bir çiftin işlettiği mekânın genç garsonu sipariş için geliyor.

"Hoş bulduk."

"35'lik rakı lütfen."

Meze seçimini en güvendiğim kadına bırakıyorum. Sokakta, bir duvarın dibindeyim ve sandalyemin arkasında, gerektiğinde çalıştırmak için oraya koyulmuş şirin bir pervane var. Nerede olduğumuzu hatırlatacak bir de ayna. Oturduğum yerden kalkmaya hiç niyetim yok, keyfim şahane. Onu izliyorum. Zengin meze dolabının başında... İletişim muhteşem.

"Bir Girit ezme lütfen."

"Beyaz peynir lütfen."

"Bir levrek marin lütfen."

"Bir de patlıcan salatası lütfen."


Donanıyor masa. Karşımızdaki kültür merkezinin dış masalarında bir kaç kişi sohbette. Sokaktan, mekânla aramızdan, insanlar geçiyor. Kilisenin çanı çalıyor. Hava henüz anason kokmuyor. Güzeller güzeli bir yaz akşamı. Çalan şarkılar yakışıyor sokağa. Göz alıcı, yeterli porsiyonlarda mezeler ve buzzzz gibi rakı.  

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


Usulca başlıyoruz. Levrek marin nar dokunuşu ve alttan alta hissedilen misket tadıyla şahane bir katılımcı, patlıcan salatası da bir çok yerde masaya gelenlerin aksine henüz baygınlık aşamasında olmadığı gibi az rastlanır bir tazelik ve lezzette... beyaz peynir tabağı Egeli... Girit ezme ise bir assolist varsayılabilir olsa da tevazuyla ve biz birlikte güzeliz havasıyla masada.  Kullanılan zeytinyağı ise sanki sarımsak dokunuşlu... ve Egeli sonuçta. 


Harbiden meyhaneler devrine ucundan yetişebilmiş bir tıfılım ben.  Burası bir meyhane mi yoksa lokanta mı dersek, bizce âlâ bir meyhane. En kralından üstelik.  Öyle beş yıldızlı, yapay bir samimiyetle başımızda her daim biten değil de, özellikle yükünü almışken mekân, yanımıza yakın bir yere gelmesini beklediğimiz, gözümüz yakaladığında seslendiğimiz, şıp deyince garsona ulaşamadığımız, gerektiğinde kalkıp da meze dolabına gidebildiğimiz, meyhaneciyle iletişebildiğimiz ve bundan da mutluluk duyduğumuz yerdir meyhane... Buraya kalabalık gelip, mezelerin her bir porsiyonunun masadaki onca kişiye yetmesi gerektiğini düşünüp sonra da küçücüktüler diye eleştirmenin hiç bir manası yok. Keyfine yazık etme kardeşim, ya çok çeşitle tadımlık kur masanızı, ya da iki-üç kişiye bir hesabı yap. Değil mi ama?! 

"O halde sıhhatimize!..."


Keyfimiz 90'a takılan gol gibi. Bir çoklarının aksine ne meyhaneciden ne de garsondan bir şikayetimiz yok. Lezzetli mezelerle tadını çıkarıyoruz yaşamın. Üstelik Nazım Hikmet Kültür Merkezinin önündeki gençler gittikçe kalabalıklaşıyorlar... Konu da kaçınılmaz olarak militan günlere geliyor. Bu çocukları o günün gözleri ile bakarak eleştirebilir, hatta küçümseyebilir kendilerini eski tüfek olarak tanımlayan bir kısım statükocu, katı, havalı ve de aslında sadece lafazan kendini beğenmişler... Ama ben onların cinsiyetsiz, sorgusuz, henüz derinlik kazanıp da zenginleşmemiş, inanmışlık yüklü klişelerle bezenmiş, 'aşığınım ama çekingenim' soslu sohbetlerindeki sıcacık samimiyete... bayılıyorum.  Cıvıl cıvıl bir gençlik katıyorlar akşamımıza. Masaları birleştiriyorlar şimdi... Uzun masalarına 70'lik rakılar ve mezeler geliyor. Gülüşleri ve müziklerimiz karışıyor bir birine. İstim alıyor gece... Ve sokak.

"Gençliğinize o halde!.."

Sıcak için gidiyor meyhaneci kadına en sevdiğim kadın, ahtapot bacağı ızgarayı öneriyor meyhaneci ki onun âlâsını daha sonraki bir zamanda, kadim bir şehrin kadim bir semtinde ve harbi bir Rum meyhanesinde yiyeceğimizden henüz haberimiz yok. Karar veriliyor...

"Bir karides güveç lütfen."  


Hımmmmm âlâ bir güveç, karidesi geride bırakmayan bir sadelikle pişirilmiş, tadı tuzu yerinde, lezzetli suyu tam da ekmek banmalık, üstelik karidesler bu sabah çıkmış denizden... 

Ve 35'lik rakının son yudumları...

Saatler saatleri, neşe neşeyi, huzur huzuru kovalarken, ara çaylar da falan derken, katmerleniyor rakının masası. Topyekûn, pek tatlı, "Yaşamak güzel şey be!" kardeşim dedirten bir serkeşlik kokusunun tadı bulaşıyor sokağa... Hülyalanmaya başlayan kafalar, sarhoşluğa doğru usulca giden kelimeler, gülüşler, arafta kalma halleri bir karara varıyor gönüllüce.

"Bir 20'lik rakı lütfen."

"Bir beyaz peynir ve kavun lütfen."

 "Bir de bir miktar çörek otu lütfen."

"Hımmmm peynirin üzerine biraz çörek otu ve biraz zeytinyağı?!" 



Kahvelerimizi de içince, ödememizi de yapınca, vuruyoruz kendimizi küçük parkın arkasındaki sokağa... duvar yazıları pek manalı ve hatta gece flörtleşmesindeki köpeklerin arkasındaki duvara denk gelen  pek manidar: Çare cinsel devrim! Polislerden uyarı alana kadar kilisenin duvar dibine serdikleri tezgahlarında el işi "entelektüel" ürünler satan iki kişi terk ediyorlar bulundukları alanı. Yeni güne devrolan gecenin kokusu muhteşem. Cinliklerine bittiğim kadın bir büfeye giriyor, sözde sigara alacak... ve iki tane küçük, yüksek alkollü bira ile çıkıyor. Bak başıma gelene!  Öyle kolay kolay devrilen  bir adam değilim ama bazen, mutluluk doz aşımı yapınca, bir mizansen yaratır bünye ki bir votka limonla bile kafa bulmuşluğumuz vardır, en iyi iki arkadaşımdan biriyle şimdi yerinde yeller esen bir otel barında. Hımmmm bir de  fıçı bira mekânları ilk açıldığında, okul çıkışı daldığımız bir ilk mekânda hızlıca içtiğimiz ilk fıçı biralarımızın sallantısıyla evlere nasıl gireceğiz korkusu yaşadığımız günü unutmamak lazım.

Bir yandan yürüyor, çokça gülüyor, biraz da usulca, tabii ki kazayla, tatlı tatlı sırnaşıyor, yalandan biraz biraz sallanıyor, yine kazayla dokunuyor, güzel güzel sözler fısıldıyor, kuytulara bayılıyor ve sonuçta pek de sevdiğimiz otelimiz İbis'e varıyoruz. Tatlı resepsiyonistimizle selamlaşıyor, asansöre ulaşıyor, küçük koridoru peltek fısıltılarla geçiyor ve gördüğümüz en güzel otel yataklarından birine atıyoruz kendimizi. 

Alsancak Garı ışıklı bir sakinlik içinde...

 

O da ne?!'nin ne'si

Bir şangırtı kopuyor kafamın içinde, camlar parçalanıyor ve şaşkınlıkla birlikte hayıflanma çöküyor bedene. Güzeller güzeli bir akşamın izi sinmiş Ara Sokak kapalı. Toparlanma alameti üst üste yığılmış masa ve sandalyelerin dibindeki, dükkândan gelen tek bir lambanın aydınlattığı masada üç kişi sohbette; mekânın sahibi çift ve bir kişi daha. Önce bittiğini düşünerek ürküyorum. Sonra, yarın Cumhuriyet Bayramı, ondan mı? diye düşünüyoruz. Pazar akşamları kapalı demek ki sonucuyla içimize su serpiyoruz. Daha üzücü olansa Nazım Hikmet Kültür Merkezi artık sokakta yok. Gençlik de. Yitik fotoğraflar hanesine bir çentik daha...  İçim düşüyor.

Kıbrıs Şehitlerini kesen sokaklarda dolaşıyoruz. Gözümüz mekânları kesiyor. Şartlanmışlığın verdiği bir abandone durumu var bünyemde... kendimi çekemediğim çok ama çok ender zamanlardan birindeyim.  İki üç tur atıp sonunda ilk uğradığımız popüler sokağın başındaki gireni kapan mekâna çöküyoruz. Aslında.... sokakta gördüğümüzde bayıldığımız bir  mekânla kırık bir aşk da yaşıyoruz... Beylerbeyi! Çok seviyoruz kendisini, dışarıda boş bir masa da var lakin bayağı kalabalık, erkek egemen ve gürültücü bir masanın ne yazık ki dibine sıkışık...

Modum düşük, mezeleri seçmekte bile zorluklar içinde kalan bir çekilmezlik halindeyim. Gözümü ısıramıyorlar. Tazelik kokusu ne yapsam ne etsem de bulaşamıyor yüzüme... ben bile tanıyamıyorum kendimi. Beylerbeyi'nin pişmanlığı da iyice çöküyor içime. Geliyor siyah takım elbiseli garson ve meze tepsisiyle bir komi.

"35'lik rakı lütfen"

"Bir peynir lütfen"

"Bir Girit kabağı lütfen"

"Bir şundan lütfen"

"Şu nedir" 

"İçinde şu, şu şu var olan şudur"

"O şu'dan lütfen"

Tatlı mı tatlı kadında bir sorun yok. Bense uyuz bir çocuk şımarıklığının tüm çekilemezliklerinden örnekler veriyorum. Bir çıkabilsem şu ruh halinden. Acaba kulağımdan çekip tokatı bassam düzelir miyim? Şu yan masadaki yat kaptanı adam da bi sussa.

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."


Al işte, Yeni Rakıya Efe Rakı bardağı. Uffffff en sevmediğim marka su. Aman allahım bu buzların hali ne? Hangi çeşmenin suyundan yaptınız bunu ya? Ahhhh ahhhh ah nerede o cam gibi buzlar ah!

Oysa ben bir bukalemunum.

"Seni seviyorum."

"Seni seviyorum." 

İlk yudum...  içimin sesi devam ediyor: "Bu ne ya!" Suyu ve buzu kafama takmak için elinden geleni ardına koymayan dilimi koparsam sorun çözülür mü acaba? Kesinlikle yardıma ihtiyacım var! Şu çocuk şımarıklığım var ya, biliyorum ki asıl beni üzüyor. Şu beni bile şaşırtan halim, kıymetlimin neşesine limon sıkmak isteyeceğim en son hal bile değil. Her şeyin farkında olan bir rüyanın içindeyim ve çıkamıyorum sanki. "Bari buzlar cam gibi olsaydı yaa!.." Mezelere, yememekte ısrarcı ama aç bir çocuk burun bükmesi ile çatal ucu dokunuyorum. "Beyaz peynir neyse...". Girit kabağı ölmüş olsa da içindeki suya batmış yağa zeytinyağı muamelesi yapabilirim yine de. Bak bunun içinde patates ne alaka, üstelik de ölü demeyip, hani bu da yoğurt sonuçta diye düşünürsen sanki becerebilirsin gibi falan derken.... hayata dönüyorum.


Sonrası iyilik güzellik. Yan masa boşalıyor ve hemen çocuklu bir çift ve muhtemelen kayınbiraderleri ile dört kişilik bir aile yerleşiyor. Kaptan bir 70'lik daha istiyor. Hanımefendisi usuldan içiyor. Kaptan jelatinden yeni çıkmış küfürlerle telefonda bir işle ilgili biriyle görüşüyor. Şu pek külhanbeyi ve pabuç bırakmaz hali ayılınca nasıldır acaba? Aile masası ile sohbetleri her ne kadar çocuk için kırmızı noktalar içeriyorsa da kimsenin şikayeti yok. Masadan masaya laf atmalar gönüllüce. Güzeliz. Sokağa hakim olansa ışıl ışıl bir neşe. Son yudumlar.

Beylerbeyi'nin önünden geçerken onda kalan aklımızı da alıyoruz yanımıza. Kıbrıs Şehitlerine çıkınca bir La Puerta esintisi çarpıyor suratımıza. Ne güzel bir akşamdı ama! Sokaklara gire çıka yürürken ve hoşumuza giden bir sokaktan çıkarken... bir palyaço ile karşılaşıyoruz. Full aksesuar bir palyaço ama!. Kusursuz. Sokak tiyatrosu için lolipop satıyor. Bize uyar. Alıyoruz. Bütün bir para veriyoruz ve gönlümüzden geçen rakamı almasını istiyoruz. Onunsa para üstü vermeye hiç gönlü yok. E biz kaççınn kurasıyız? Samimiyetsizliğin ve sempatik olmayan bir uyanıklığın tüm makyajı dökülüveriyor kaldırıma... Bir anda soğuyoruz. Ama stratejiyi, her ne kadar kullanım çirkin ve kirli olsa da "takdir" ediyoruz!  Dilenmenin ultra hali!


Bir tur daha atıp, sessiz sokakları da arşınlayıp  en başından ve yeniden giriyoruz Cumbalı Sokağa.  Sevdik valla. Hatta çok sevdik sokağı. Baş taraftaki epey cümbüşlü mekânın sokağa atılmış rakı masalarında klas insanlar, sanki bir filme yerleştirilmiş hoşlukta çalıp söyleyen mini bir fasıl grubu eşliğinde, birlikte söyleyerek haftanın yükünü atıyorlar; şık, katılımcı ve gönülden eğlence  tavanda ve sıcacık...  iki adım sonrasında bu kez daha genç insanların olduğu ve bir rock grubunun çaldığı, gözleri genç, gözleri hülyalı hoş bir mekân daha. Sapına kadar renkli bir sokak; hem genç hem olgun. Kakofoni yaratmayan tatlı bir gürültüsü var. Ne ararsan varlar arasında muhteşem bir ahenk... O halde Kırmızı. Nispeten daha sessiz ama başlangıçtaki coşkunun da ulaştığı -ilk görüşte- sevdiğimiz mekânın sokak masalarından birine oturuyoruz.


"İki bira, biri 33'lük lütfen"

Sokaktan insanlar geçiyor. Her biri bir hikaye katıyor. Mesela şu kızlı erkekli genç grup; kızlardan biri sarhoşluğun zirvesinde, diğer kız ve iki oğlan mutedil. İnce ve hoş kız sarhoş ama taşkın değil, sızmış, birinin omuzunda, diğerlerinin desteğinde uyumaya doğru yürütülüyor. Bir derdi olmalı! Alkol arası hap... mı? Üç genç adam ki radara 10 metre önceden yüksek konuşmaları ile girdiler: Birinde klavyenin çantası, ikisinin elinde gitar var, az önce çaldıkları mekândan aldıkları paradan hoşnut değiller. Pek minnetsiz ama acabalı, yine de kabadayı, "Bir daha çalmayalım abi, bize iş mi yok," havasında konuşarak yürüyorlar. Adım gibi eminim çalacaklar. Çünkü tam da eldeki bir gelecek ikiden iyidir konumundalar.

Terk edilmesi zor bir sokaktayız. Üstelik en güzel saatlerinde. Bir romanda rast gelsek kıskançlıkla imreneceğimiz, okumayıp yaşayacağımız, kendimize döndüğümüzde yüzümüzü tatlı bir gülümseme ile yakalayacağımız lezzette, şahane bir sokak: 1448, Cumbalı ikinci kısım. Hahhh şu abla, ve şu abiler, şu karşıdaki masadakiler mesela... Bir pavyondan buraya düşmedilerse hiç bir şey bilmiyorum ben. Abla Pavyonun gözdesi, bozuk sesiyle sahnelerin assolisti, kocaman kocaman, üstelik siyah beyaza yakın afişleri var. Abilerden biri küçük esnaflar çarşısının büyükçe esnaflarından biri. Ailesini seven bir baba. Öteki abi gençten, arastadan, çekingen ama dili racon bilir, kibar. Hani şu solist altı saçları sarı boyalı olan genç kadın var ya, hani abla onu ona yapar mı acaba? Saygılı. Mesela abla lavaboya yönelse ikisi de ayağa kalkıyorlar. Çiçek aldıkları, sahneyi çiçeğe boğdukları, ayağının dibine çakma şampanya şişeleri doldurdukları kesin. Hesapları da arastanın abisi ödedi. Öyle de babacan. Bi de konuştuklarını duyabilsem. Uzaktan değil ama. O masanın tepesinde ve görünmez olsam, o tatlı, o efendi çapkın ve esnaftan iki adamın, o aşık hallerinin lezzetli sıcağını yakından görsem. Gece boyunca ablanın vicdanı masanın üzerinde. Cüzdan kopartıcı asla değil...

Falan derken hesabı ödüyor,  bayram için donatılmış sokaklardan serotonin yüklü usul adımlarla geçiyor, bu kez açık olan Münire'de kahve içen insanların kenarından yürüyor, bu gezinin oteli bu sokakta ve bu olmalıydı diyerekten asansöre biniyor, küçük koridorda atılan bir kaç adımdan sonra satırlar geceye karışıyor. Onun içinde eriyip sızıyorlar.



İki Zamanlı Pek Eğlenceli Uzunca da Bir İzmir Masalı

21 Aralık 2018 Cuma

İki Zamanda İzmir

Nerede rast geldim, ne zaman aklıma düştü bilmiyorum, düşüverdiğinden itibaren de sürekli internet sitelerine giriyor, hakkındaki değerlendirmeleri okuyor, menüsünü inceliyor, seçimler yapıyor ve her seferinde de orada olma arzum kat kat katmerleniyor. Bunu ennn ennn ennn şahane yol arkadaşımla paylaşıyorum. Karar verildi, onun için de uygun olan tarih saptandı ve istikamet İzmir'in biletleri aylar öncesinden alındı. Bunun ardı ise benim enn sevdiğim süreç. İki yıl önceki İzmir gezisinin tadı hala damaklarımızda, yeninin kıpır kıpır, taptaze heyecanı da bir başka elbette. Bu kez İzmir'in biraz daha dışına taşacağız ve bol miktarda trenleri kullanacağız. Hımmmm trenler... Karargâhı yine Alsancak'da kuracağız. Geçen sefer kaldığımız ve çok da sevdiğimiz İbis'le daha semtin ortasında, iki yakasına da daha yakın mesafede bir otel arasındayım. Karşılıklı istişarelerimizi bir süre sürdürürken... daha çok kullanacağımız noktaları da göz önüne alarak ilk tercihimden ve İbis'ten vazgeçiyor ve bir başka otelde, Hotel Aparat Alsancak'ta karar kılıyorum. Hadi hayırlısı, seçimim inşallah bu kez de mahcup etmez beni.

Bir de bu gezinin odağında yer alan asıl hedefimiz var. Bir restoran bu. Hatta bir restorandan daha fazlası... Şehrin dışında. Mesafe uzak olmasına rağmen ulaşım hem çok keyifli hem de çok kolay. Orada olmanın kıpır kıpır tadı çoktan düştü damaklarımıza. Gidiş günü iyice menzile girince restoran rezervasyonları sorumlumuz gereğini yapıyor. Hımmmm orada bir Cumartesi akşamı!  Çooooooooooookkkkkkkkkkkkk kıpırtılı.





26 Ekim 2018 Cuma


Ay son dördünde, güzel bir gece, yol arkadaşım yine benden önce binecek, o ara telefon; "5 geçe kalkıyor servis." "Tamam kalkınca haber ver sen, ben de evden çıkayım." Gülüşme. Bunlar germe anları benim için. Aslında ben de eskiden öyleydim, kaçıracağız diye korkardım gideceğimiz araç ne ise. Yol heyecanı kıpır kıpır ederdi içimi, diken diken telaşlar sarardı bedenimi, hâlâ da eder ama şimdilerde kaçırma telaşlarından uzağım. O korkuların ne kadar da yersiz olduğunun çok kere tanığı olunca insan duruluyor demek ki. Sağımda ve denizden epey yükselmiş Ayın tadını çıkararak, yol sevinci ile katmerlenmiş bünye sırtında çantası, durağa doğru yürüyor. Işıklardan karşıya geçtim mi servisin geliş yönünde ve duraktayım. Telefon titriyor, "Biz kalktık beş dakika sonra sizin duraktayız". "Tamam ben de ayakkabılarımı giyip şimdi çıkıyorum evden. Beş dakikaya duraktayım." Kahkaha... ama bir şüphesi de var sanki!

Serviste arkamızdaki koltukta terhis olmuş bedelli bir asker var, bu işten sıyrılmış olmanın tonu kelimelerinde, yanındakine durmaksızın anlatıyor: daha kuvvetli bir eğitim olmalıymış falan yani.... "E abi uzun dönem gitseydin o zaman." Diyesim geliyor da susuyorum. Dersin 20 ay askerlik yapmış, o kadar çok anlatıyor. Aslında bir başkadır da askerlik, hak veriyorum öte yandan. Belki de "Sizinki de askerlik mi be," diyerek kasım kasım kasılan iç sesimin dışa vurumudur bu, kim bilir?!  Havaalanında da durum aynı, ben askerliğimi yaptım havasını atan, sürekli tekmil veren bir sürü adam. Tamam şahanesiniz... eyvallah. Ha bu arada bizim de giden 3 bekleyen bir bedellimiz var ki ben tam da bu yazının şu satırlarını yazarken, onlar terhis hazırlıklarına başlamış olacaklar.

Bu kez gece uçuşu... ne güzel kitaptı ama!. X Reyden önce kutuya koymam gereken ne varsa hepsini sırt çantama koyuyorum. Uzun süredir yöntemim bu. Geçiş ve sonrası işler kolaylaşıyor. Lakin geç çıkınca evden Salih Usta'ya uğrama konusunda tereddüt yaşadığım bir akşam oluyor. Havaalanı  ritüeli eksik bir yol başlangıcı. Oysa havaalanındaki sevimli kızın çalıştığı bistroda masalardan birine oturup böreklere eşlik edecek Amerikanoların kokusunu hissetmiş, anın ön izlemesini pek de lezzetle yapmıştım.

Sırt çantaları bagaja, uçuş kartları, yoğun havaalanı, iki boş yere konuşlanma ve uçağı bekleme...

Sun Express, seviyorum seni. Ve İzmir. İndiğimizde tarih değişiyor. Son treni parmak ucu kaçırıyoruz. O halde Havaş. Efes Oteli önü biz için son durak. Bir taksiye atlıyoruz. Otelimiz Gönül Yazar sokakta. Bu bile nasıl bir lezzet katıyor geziye...

Taksicimizse kibar adam, mesleğine saygınlık katanlardan, bir iki telsiz konuşması ile yardım alıp, şıp diye bırakıyor otelimizin giriş sokağına.

Sevdik valla... güzel otel, elden geçirilmiş bir süre önce, şahane ve modern döşenmiş kesinlikle... mimarı tebrik etmeli, farkına bile varamayacağınız 1+1 aslında oda. Yatağın karşısındaki kocaman aynayla yekpare televizyon ve mutfak araçları seçimi çok başarılı. Bir mutfağınız olduğunun bile farkında olamıyorsunuz aslında... o derece yani. Hımmmmmm yatağın ayak ucunda içine televizyon saklanmış kocaman bir ayna! Ve hoş bir banyo düzeni.


Aslında başından beri farklı bir üslupla yazmayı planlıyorum bu yazıyı, bir tür zaman yolculuğu... iki yıl önce yaptığımız ama bir türlü yazamadığım gezi ile bunu senkronize ederek şimdiki zaman kipinde ve bir yazıda çıkarmayı düşünüyorum. Ne yazık ki aklımda kurduğumu, yazarken bir türlü ahenkli bir doğruya oturtamıyorum. Gördüklerimin hızına ne yazık ki parmaklarım yetişemiyor. Allahtan inatçı bir azim var bünyemde ki her seferinde vazgeçişime galip geliyor.


25 Haziran 2016 

Şahane bir Cumartesi sabahı, kahvaltı yok çünkü sabah kahvaltısı ile öğleni birleştirecek bir planımız var... bir de not alınmış mekan elbette. Yol arkadaşım için anlamı büyük Efes'in önünde iniyoruz Havaş'tan; pırıl pırıl bir İzmir günü. İbis'in aksi yöne yürümeye başlıyoruz. Kordon henüz sakin, deniz de öyle... enfes körfez manzarası eşliğinde bazen hızlanarak, çoğu zaman sallana sallana Kemeraltına doğru yürüyoruz. İstikamet Cimbomlu.


"İki söğüş lütfen."

Hazırlanışını izlemek eğlenceli. Kaçınılmaz soru geliyor hemen, fanatizm denen bir şey var ve abi sonuçta ticaret yapıyor; bu bilinçle spor çerçevesinde bir centilmenlik sunmalı ki başka takım fanatikleri uzak durmasınlar mekândan.

"Siz hangi takımı tutuyorsunuz?"

En Alkara yol arkadaşım "Gençlerbirliği," deyince bir duraksama oluyor haliyle... genelde beklenen üç büyüklerden biri elbette. Bütün takımlar kardeştir bağlamında centilmence sözler ediyor; bir yandan makine ritmi bir düzenle söğüşleri hazırlarken usta.


İki kola ile götürüyoruz söğüşleri, Kemeraltının güzelliğine teşne masalardan birinde, lavaş fazla geliyor bize. Malzemelerin tadını daha çok hissetmek için daha az lavaş yeterli kanımızca. Kemeraltının şirin dükkanlarına gire çıka yürüyoruz  otele doğru. Seviyoruz kendisini, üstelik bir İbis klasiği olarak gara çok yakın. Odamızdan görüyoruz Alsancak Garını. Aynı zamanda bir yatak üreticisi olan otelin yatağına ise bayılıyoruz. Duş, biraz dinlenme derken atıyoruz kendimizi sokaklara.


27 Ekim 2018 Cumartesi

Planlanmış bir kahvaltı noktasına gidiyoruz şimdi. Güne hazırlanan sokaklarda yürümek hoş. Seçtiğimiz nokta ise bize çok yakın. Bir İzmir klasiğinin peşindeyiz. Güneşli sokaklarda yürürken aklımızı çelmeye çalışan küçük, ilginç ve sevimli mekânlarla da karşılaşıyoruz elbette. Tiflis'deki KGB'yi anımsatan Sovyet efektli, ürün ifadeleri ile komünizm çağrıştıran kafe ilginç yaratımı ile fazlası ile tahrik etse de klasik bir ritüeli hayata geçirmenin tadını yine de alt edemiyor. Muhteşem bir çıtırlığın kokusuna tutsağıyız otelden çıktığımızdan beri. O kokunun çekim alanında sürükleniyoruz şu an. Ve Tarihi Alsancak Gevrek Fırını. Ona doğru yürürken önünden geçtiğimiz küçücük bahçesi ile şirin mi şirin kafe de çelmiyor değil aklımızı. Lakin fırının önü de kalabalıklaşıyor birden.


Çaprazında bir kafeterya var ki hoş, dışarıya atılmış alçak masalar ve tabureler davetkâr, lakin benim aklım protestocu, aslında gerçeği* kavramayan bir reddedişle düşünüyorum o an. Burada bu fırın varken ve işi Kumru ve Gevrekken sen ne iş abi, tavrındayım. Sıraya giriyorum. Yeni çıkmış bir tepsi Kumruda gözüm. Bir an öncenin etkisi veya kalmazsa endişesi yüklenmiş çocukça bir telaşla diğer insanları bekliyorum. Sıra bana gelince iki tane kapıyor ve rahata eriyorum. Sonra o -aslında şık- kafeteryaya burun büküp, protesto yüklü ve kayırmacılık içeren bir bakışla ilerideki esnaf çay ocağına doğru yürüyoruz. Küçük, şirin kafenin bahçesi de olabilirdi aslında ama esnaf işi bir ambiyansı da hak ediyor Kumrular.


Çeşit çeşit dükkânlardan oluşan tam bir esnaf mıntıkasındaki köşe başı esnaf çay ocağının kaldırıma koyulmuş dış masalarından birine oturuyoruz. Muhteşem bir güneş pırıl pırıl ısıtıyor. İçine ne bulunursa koyulan süslü kumrulardan değil bunlar, bir klasik; incecik bir domates dilimi ve üzerinde erimiş İzmir Tulumu. Misss gibi... sıcacık ve çıtır çıtır.

"İki çay lütfen." 

Şahane bir lezzet ve güne keyif yüklü bir başlangıç.  İkinci için araftayım. Çayla muhteşem bir lezzet yaşattılar ve her ne kadar açlık eksilmiş olsa da az önce yaşadığım keyif ısrarcı. Yaşamın mutluluk bu kadar basittir dedirten anlarından biri.  Ruhum dünden razı. Bir koşu gidiyorum tekrar fırına, nedenim açlık değil, muhteşem bir yaşamak anının tekrarı.

"İki çay daha lütfen."


Kendimize rahatlıkla Alsancaklıyız diyebiliriz. Bu ruhla iniyoruz sahile. Denizin dibindeki korkulukların üzerine oturuyor, denizin tadıyla Karşıyaka'ya göz atarken, güzel gülen gözlerin sahibi kadını çekiyorum çok da ona çaktırmamaya çalışarak. Efes Otel'i anlamlı. Çok da sevimli bir anlam bu. Belki de bu şehirle bu kadar kuvvetli kan bağının sebebi.  Neden bu kadar özel ise efsane bir şarabı içerken belki! Bu kez kıyıda demirli, bir yandan müze görevi görürken diğer yandan da denizcilik öğrencilerine eğitim veren Zübeyde Hanım vapuru iskelesinde yok. Buna kızıyoruz elbette. Daha sonra öğreniyorum ki kendisi bu kez Millet Kıraathanesi olarak hizmetine devam edecekmiş aynı yerde.


Şemsiyelerin altında kalabalık bir turist kafilesi, muhtemelen Koreli ya da o coğrafyadan başka bir ülkenin çekik gözlüleri... Bol bol fotoğraf çekmenin yanı sıra kulakları rehberlerde. Sormaktan asla çekinmiyorlar, fonetikleri karınca çalışkanlığında öte yandan. Kordonun üst caddesinde ki aslında Kordonun da dahil olduğu, bir romanın bir köşesine sıkıştırılsa pek de kuvvetli bir hikâye sunacak bir anım var. Karakterleri bir avantür filmin baş köşesine rahatlıkla oturtulabilir üstelik. Kaçıncı kez dinliyor ennnnnnn şahane yol arkadaşım acaba?

Gözleri o anın dışında, başka başka hikâyelere saplı balıkçı etkiliyor beni... uzaklara bakışlarda derin hikâyeler gizlidir bilirim. Rahatsız etmek, gittiği yerden döndürmek, yakaladığım -cinsiyetsiz- duyguyu bozmak istemeyen, deklanşörün tıkından bile çekinen bir ürkeklikle çekiyorum fotoğrafını. Üstelik anı bozacağından emin olduğum için izinsizce...




 25 Haziran 2016 Cumartesi

İzmir'e gelince Asansöre uğramadan, oradan İzmir solumadan dönmek olmaz... olmamalı. Oysa ne anılar biriktirdiğim İzmir'de bir kez bile gitmemişim bugüne kadar. Belki de alın yazımın güzel yazılmış olmasıdır bunun sebebi kim bilir? Sevdiğim bir sözü evirirsem, bekler her an güzel bir kadını.

Bir taksiye atlıyoruz.

"Asansör'e lütfen."

Dario Moreno sokağının tam önünden geçerken uyarıyorum taksiciyi... ben asansör deyince o direk oraya yönlendi sanırım, arkadan dolaşıp üstte bırakacaktı. Kötü bir niyeti yok yani.  O nedenle Moreno'yu da gezmekse söz konusu, öyle tariflenmeli demek ki. Kafeler çağırıyor. Önce asansör ama, nasılsa dönüşü de buradan yapacağız. Deniz ve Mehtap eşliğinde çıkıyoruz yukarı. Yükseldikçe altımıza muhteşem İzmir manzaraları seriliyor. Yükseldikçe içimdeki muzur da muzurca yükseliyor.


Manzaranın tadı güzel, tepe kafede bir çayla da tadı çıkarılabilir ama üst sokakta da bir tur atıp tekrar asansörle Moreno'ya inip, oradaki kafelerin ve sokakların ve incik boncukçuların tadını çıkarma niyetindeyiz. 


İki genç kızın el emeği ve kendi tasarımlarını sattığı, eski ve şirin bir evin bir bölümünde oluşturulmuş dükkanlarından kolye, Asansör hatırası magnetler alıp, onlarla biraz sohbet edip, aklımızda asılı kalan şu şirin bisikletin fotoğrafını çekip, sokağa girdiğimizde aklımızı çelmeyi başaran mavi sandalyeli kafede bir kahve ve enfes bir limonatanın tadını çıkarıyoruz.


Caddeye kadar yürüyüp bir taksiye atlayıp eski depolardan AVM'ye evrilmiş Konak Pier'in karşısında iniyor, üst geçitten geçip çarşıya giriyoruz. Temel karakterlerin kargalar olduğu sergiyi gezip, çarşının en ucundaki, pek de güzel kafe restoranın dış masalarından birine oturup buz gibi bira ve soda eşliğinde manzaranın, gelip geçen gemilerin tadını çıkarırken, incelediğimiz menülerinden hareketle burada gün batımında başlayan bir akşam yemeğinin de pek keyifli olacağının altını çiziyoruz.




27 Ekim 2018 Cumartesi

İki yıl önce kargaların ilginçliği ile bizi çeken salonda yine bir sergi var. Bu kez ilgimizi çekmiyor ve onu geçiyoruz. Çarşı biraz daha oturmuş ve gelişmiş gibi. Dibe iniyor, bira içtiğimiz yere göz atıyor ama nedense eski havanın kalmadığını hissediyoruz. Geçtiğimiz bir kahve dükkânı için geri dönüyorken boş dükkânlardan birindeki güneşe yatmış keyif yapan kedi dikkatimizi çekiyor. Bir süre onunla oynaşıp poz poz fotolarını çekiyoruz. Kesinlikle havaya giriyor ve bir model edası ile poz poz üstüne poz veriyor. Fotoğrafçı da fotoğrafçı ama. Üstelik kedilerle kolay iletişim kurabilen biri.

Kahve dükkânının önünden sağa dönüp onun sandığımız denize nazır açık alana geçiyor ve kahve için oturuyoruz masalardan birine. Sonra bu alanda farklı işletmeler olduğunu ve oturduğumuzun da kahve dükkânı ile hiç ilgisinin olmadığını fark ediyoruz. Olsun, burası da hoş ve manzara şahane.

"Bir filtre kahve lütfen"

"Bir limonata lütfen." 

"Bir de cheescake lütfen."



Çok nadir anlardan biri ben için, çünkü manuel ayarla uğraşmayı sevmem, aslında sever, çok da isterim ama üşenirim. Bu kez kioskun üzerinden, işlem yapanlara, sanki bir tiyatro sahnesinin diğer köşesinde farklı bir hikâyenin altını çiziyormuşçasına  vuran ışık çekince dikkatimi, hayal ettiğimi gerçeğe döndürmek için yapıyorum ayarlarımı.

O ara Beymen'deki bir kadın ceketinin fiyatı üzerine tahminler yapıyoruz. İthal ürünlerden. Tahminlerimizin sonucunu almak için giriyoruz içeri... Soruyoruz...

Rezervasyon saatimiz artık menzilde, bi kaç saat erken gidip biraz dolaşmak ve gün batımının tadını orada çıkarmak istiyoruz. Mekân tamam ama yolun keyfi daha heyecan verici, otele doğru bu kez iç yoldan yürüyoruz.

Akşam için hazırlanıp şu hayatta en sevdiğimiz noktalardan birine, Alsancak Garı'na doğru, sokaklarımızın ve akşamüstü canlılığının tadını çıkararak yürüyoruz. Ruhlarımız heyecanlı ve kıpır kıpır. Günü geceye döndürmenin tadını seviyoruz.

La Mahzen'de Consensus

*Bahsedilen Kafe, kumruların sarıldığı kağıttan da anlaşılacağı gibi Fırınla bağlantılı ya da onların, çünkü sipariş verilen kumrular fırından alınıyormuş sonradan konu ettiğimde olayın farkına varmış yol arkadaşımın bana anlattığı üzere..



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP