21 Aralık 2018 Cuma

İki Zamanda İzmir

Nerede rast geldim, ne zaman aklıma düştü bilmiyorum, düşüverdiğinden itibaren de sürekli internet sitelerine giriyor, hakkındaki değerlendirmeleri okuyor, menüsünü inceliyor, seçimler yapıyor ve her seferinde de orada olma arzum kat kat katmerleniyor. Bunu ennn ennn ennn şahane yol arkadaşımla paylaşıyorum. Karar verildi, onun için de uygun olan tarih saptandı ve istikamet İzmir'in biletleri aylar öncesinden alındı. Bunun ardı ise benim enn sevdiğim süreç. İki yıl önceki İzmir gezisinin tadı hala damaklarımızda, yeninin kıpır kıpır, taptaze heyecanı da bir başka elbette. Bu kez İzmir'in biraz daha dışına taşacağız ve bol miktarda trenleri kullanacağız. Hımmmm trenler... Karargâhı yine Alsancak'da kuracağız. Geçen sefer kaldığımız ve çok da sevdiğimiz İbis'le daha semtin ortasında, iki yakasına da daha yakın mesafede bir otel arasındayım. Karşılıklı istişarelerimizi bir süre sürdürürken... daha çok kullanacağımız noktaları da göz önüne alarak ilk tercihimden ve İbis'ten vazgeçiyor ve bir başka otelde, Hotel Aparat Alsancak'ta karar kılıyorum. Hadi hayırlısı, seçimim inşallah bu kez de mahcup etmez beni.

Bir de bu gezinin odağında yer alan asıl hedefimiz var. Bir restoran bu. Hatta bir restorandan daha fazlası... Şehrin dışında. Mesafe uzak olmasına rağmen ulaşım hem çok keyifli hem de çok kolay. Orada olmanın kıpır kıpır tadı çoktan düştü damaklarımıza. Gidiş günü iyice menzile girince restoran rezervasyonları sorumlumuz gereğini yapıyor. Hımmmm orada bir Cumartesi akşamı!  Çooooooooooookkkkkkkkkkkkk kıpırtılı.





26 Ekim 2018 Cuma


Ay son dördünde, güzel bir gece, yol arkadaşım yine benden önce binecek, o ara telefon; "5 geçe kalkıyor servis." "Tamam kalkınca haber ver sen, ben de evden çıkayım." Gülüşme. Bunlar germe anları benim için. Aslında ben de eskiden öyleydim, kaçıracağız diye korkardım gideceğimiz araç ne ise. Yol heyecanı kıpır kıpır ederdi içimi, diken diken telaşlar sarardı bedenimi, hâlâ da eder ama şimdilerde kaçırma telaşlarından uzağım. O korkuların ne kadar da yersiz olduğunun çok kere tanığı olunca insan duruluyor demek ki. Sağımda ve denizden epey yükselmiş Ayın tadını çıkararak, yol sevinci ile katmerlenmiş bünye sırtında çantası, durağa doğru yürüyor. Işıklardan karşıya geçtim mi servisin geliş yönünde ve duraktayım. Telefon titriyor, "Biz kalktık beş dakika sonra sizin duraktayız". "Tamam ben de ayakkabılarımı giyip şimdi çıkıyorum evden. Beş dakikaya duraktayım." Kahkaha... ama bir şüphesi de var sanki!

Serviste arkamızdaki koltukta terhis olmuş bedelli bir asker var, bu işten sıyrılmış olmanın tonu kelimelerinde, yanındakine durmaksızın anlatıyor: daha kuvvetli bir eğitim olmalıymış falan yani.... "E abi uzun dönem gitseydin o zaman." Diyesim geliyor da susuyorum. Dersin 20 ay askerlik yapmış, o kadar çok anlatıyor. Aslında bir başkadır da askerlik, hak veriyorum öte yandan. Belki de "Sizinki de askerlik mi be," diyerek kasım kasım kasılan iç sesimin dışa vurumudur bu, kim bilir?!  Havaalanında da durum aynı, ben askerliğimi yaptım havasını atan, sürekli tekmil veren bir sürü adam. Tamam şahanesiniz... eyvallah. Ha bu arada bizim de giden 3 bekleyen bir bedellimiz var ki ben tam da bu yazının şu satırlarını yazarken, onlar terhis hazırlıklarına başlamış olacaklar.

Bu kez gece uçuşu... ne güzel kitaptı ama!. X Reyden önce kutuya koymam gereken ne varsa hepsini sırt çantama koyuyorum. Uzun süredir yöntemim bu. Geçiş ve sonrası işler kolaylaşıyor. Lakin geç çıkınca evden Salih Usta'ya uğrama konusunda tereddüt yaşadığım bir akşam oluyor. Havaalanı  ritüeli eksik bir yol başlangıcı. Oysa havaalanındaki sevimli kızın çalıştığı bistroda masalardan birine oturup böreklere eşlik edecek Amerikanoların kokusunu hissetmiş, anın ön izlemesini pek de lezzetle yapmıştım.

Sırt çantaları bagaja, uçuş kartları, yoğun havaalanı, iki boş yere konuşlanma ve uçağı bekleme...

Sun Express, seviyorum seni. Ve İzmir. İndiğimizde tarih değişiyor. Son treni parmak ucu kaçırıyoruz. O halde Havaş. Efes Oteli önü biz için son durak. Bir taksiye atlıyoruz. Otelimiz Gönül Yazar sokakta. Bu bile nasıl bir lezzet katıyor geziye...

Taksicimizse kibar adam, mesleğine saygınlık katanlardan, bir iki telsiz konuşması ile yardım alıp, şıp diye bırakıyor otelimizin giriş sokağına.

Sevdik valla... güzel otel, elden geçirilmiş bir süre önce, şahane ve modern döşenmiş kesinlikle... mimarı tebrik etmeli, farkına bile varamayacağınız 1+1 aslında oda. Yatağın karşısındaki kocaman aynayla yekpare televizyon ve mutfak araçları seçimi çok başarılı. Bir mutfağınız olduğunun bile farkında olamıyorsunuz aslında... o derece yani. Hımmmmmm yatağın ayak ucunda içine televizyon saklanmış kocaman bir ayna! Ve hoş bir banyo düzeni.


Aslında başından beri farklı bir üslupla yazmayı planlıyorum bu yazıyı, bir tür zaman yolculuğu... iki yıl önce yaptığımız ama bir türlü yazamadığım gezi ile bunu senkronize ederek şimdiki zaman kipinde ve bir yazıda çıkarmayı düşünüyorum. Ne yazık ki aklımda kurduğumu, yazarken bir türlü ahenkli bir doğruya oturtamıyorum. Gördüklerimin hızına ne yazık ki parmaklarım yetişemiyor. Allahtan inatçı bir azim var bünyemde ki her seferinde vazgeçişime galip geliyor.


25 Haziran 2016 

Şahane bir Cumartesi sabahı, kahvaltı yok çünkü sabah kahvaltısı ile öğleni birleştirecek bir planımız var... bir de not alınmış mekan elbette. Yol arkadaşım için anlamı büyük Efes'in önünde iniyoruz Havaş'tan; pırıl pırıl bir İzmir günü. İbis'in aksi yöne yürümeye başlıyoruz. Kordon henüz sakin, deniz de öyle... enfes körfez manzarası eşliğinde bazen hızlanarak, çoğu zaman sallana sallana Kemeraltına doğru yürüyoruz. İstikamet Cimbomlu.


"İki söğüş lütfen."

Hazırlanışını izlemek eğlenceli. Kaçınılmaz soru geliyor hemen, fanatizm denen bir şey var ve abi sonuçta ticaret yapıyor; bu bilinçle spor çerçevesinde bir centilmenlik sunmalı ki başka takım fanatikleri uzak durmasınlar mekândan.

"Siz hangi takımı tutuyorsunuz?"

En Alkara yol arkadaşım "Gençlerbirliği," deyince bir duraksama oluyor haliyle... genelde beklenen üç büyüklerden biri elbette. Bütün takımlar kardeştir bağlamında centilmence sözler ediyor; bir yandan makine ritmi bir düzenle söğüşleri hazırlarken usta.


İki kola ile götürüyoruz söğüşleri, Kemeraltının güzelliğine teşne masalardan birinde, lavaş fazla geliyor bize. Malzemelerin tadını daha çok hissetmek için daha az lavaş yeterli kanımızca. Kemeraltının şirin dükkanlarına gire çıka yürüyoruz  otele doğru. Seviyoruz kendisini, üstelik bir İbis klasiği olarak gara çok yakın. Odamızdan görüyoruz Alsancak Garını. Aynı zamanda bir yatak üreticisi olan otelin yatağına ise bayılıyoruz. Duş, biraz dinlenme derken atıyoruz kendimizi sokaklara.


27 Ekim 2018 Cumartesi

Planlanmış bir kahvaltı noktasına gidiyoruz şimdi. Güne hazırlanan sokaklarda yürümek hoş. Seçtiğimiz nokta ise bize çok yakın. Bir İzmir klasiğinin peşindeyiz. Güneşli sokaklarda yürürken aklımızı çelmeye çalışan küçük, ilginç ve sevimli mekânlarla da karşılaşıyoruz elbette. Tiflis'deki KGB'yi anımsatan Sovyet efektli, ürün ifadeleri ile komünizm çağrıştıran kafe ilginç yaratımı ile fazlası ile tahrik etse de klasik bir ritüeli hayata geçirmenin tadını yine de alt edemiyor. Muhteşem bir çıtırlığın kokusuna tutsağıyız otelden çıktığımızdan beri. O kokunun çekim alanında sürükleniyoruz şu an. Ve Tarihi Alsancak Gevrek Fırını. Ona doğru yürürken önünden geçtiğimiz küçücük bahçesi ile şirin mi şirin kafe de çelmiyor değil aklımızı. Lakin fırının önü de kalabalıklaşıyor birden.


Çaprazında bir kafeterya var ki hoş, dışarıya atılmış alçak masalar ve tabureler davetkâr, lakin benim aklım protestocu, aslında gerçeği* kavramayan bir reddedişle düşünüyorum o an. Burada bu fırın varken ve işi Kumru ve Gevrekken sen ne iş abi, tavrındayım. Sıraya giriyorum. Yeni çıkmış bir tepsi Kumruda gözüm. Bir an öncenin etkisi veya kalmazsa endişesi yüklenmiş çocukça bir telaşla diğer insanları bekliyorum. Sıra bana gelince iki tane kapıyor ve rahata eriyorum. Sonra o -aslında şık- kafeteryaya burun büküp, protesto yüklü ve kayırmacılık içeren bir bakışla ilerideki esnaf çay ocağına doğru yürüyoruz. Küçük, şirin kafenin bahçesi de olabilirdi aslında ama esnaf işi bir ambiyansı da hak ediyor Kumrular.


Çeşit çeşit dükkânlardan oluşan tam bir esnaf mıntıkasındaki köşe başı esnaf çay ocağının kaldırıma koyulmuş dış masalarından birine oturuyoruz. Muhteşem bir güneş pırıl pırıl ısıtıyor. İçine ne bulunursa koyulan süslü kumrulardan değil bunlar, bir klasik; incecik bir domates dilimi ve üzerinde erimiş İzmir Tulumu. Misss gibi... sıcacık ve çıtır çıtır.

"İki çay lütfen." 

Şahane bir lezzet ve güne keyif yüklü bir başlangıç.  İkinci için araftayım. Çayla muhteşem bir lezzet yaşattılar ve her ne kadar açlık eksilmiş olsa da az önce yaşadığım keyif ısrarcı. Yaşamın mutluluk bu kadar basittir dedirten anlarından biri.  Ruhum dünden razı. Bir koşu gidiyorum tekrar fırına, nedenim açlık değil, muhteşem bir yaşamak anının tekrarı.

"İki çay daha lütfen."


Kendimize rahatlıkla Alsancaklıyız diyebiliriz. Bu ruhla iniyoruz sahile. Denizin dibindeki korkulukların üzerine oturuyor, denizin tadıyla Karşıyaka'ya göz atarken, güzel gülen gözlerin sahibi kadını çekiyorum çok da ona çaktırmamaya çalışarak. Efes Otel'i anlamlı. Çok da sevimli bir anlam bu. Belki de bu şehirle bu kadar kuvvetli kan bağının sebebi.  Neden bu kadar özel ise efsane bir şarabı içerken belki! Bu kez kıyıda demirli, bir yandan müze görevi görürken diğer yandan da denizcilik öğrencilerine eğitim veren Zübeyde Hanım vapuru iskelesinde yok. Buna kızıyoruz elbette. Daha sonra öğreniyorum ki kendisi bu kez Millet Kıraathanesi olarak hizmetine devam edecekmiş aynı yerde.


Şemsiyelerin altında kalabalık bir turist kafilesi, muhtemelen Koreli ya da o coğrafyadan başka bir ülkenin çekik gözlüleri... Bol bol fotoğraf çekmenin yanı sıra kulakları rehberlerde. Sormaktan asla çekinmiyorlar, fonetikleri karınca çalışkanlığında öte yandan. Kordonun üst caddesinde ki aslında Kordonun da dahil olduğu, bir romanın bir köşesine sıkıştırılsa pek de kuvvetli bir hikâye sunacak bir anım var. Karakterleri bir avantür filmin baş köşesine rahatlıkla oturtulabilir üstelik. Kaçıncı kez dinliyor ennnnnnn şahane yol arkadaşım acaba?

Gözleri o anın dışında, başka başka hikâyelere saplı balıkçı etkiliyor beni... uzaklara bakışlarda derin hikâyeler gizlidir bilirim. Rahatsız etmek, gittiği yerden döndürmek, yakaladığım -cinsiyetsiz- duyguyu bozmak istemeyen, deklanşörün tıkından bile çekinen bir ürkeklikle çekiyorum fotoğrafını. Üstelik anı bozacağından emin olduğum için izinsizce...




 25 Haziran 2016 Cumartesi

İzmir'e gelince Asansöre uğramadan, oradan İzmir solumadan dönmek olmaz... olmamalı. Oysa ne anılar biriktirdiğim İzmir'de bir kez bile gitmemişim bugüne kadar. Belki de alın yazımın güzel yazılmış olmasıdır bunun sebebi kim bilir? Sevdiğim bir sözü evirirsem, bekler her an güzel bir kadını.

Bir taksiye atlıyoruz.

"Asansör'e lütfen."

Dario Moreno sokağının tam önünden geçerken uyarıyorum taksiciyi... ben asansör deyince o direk oraya yönlendi sanırım, arkadan dolaşıp üstte bırakacaktı. Kötü bir niyeti yok yani.  O nedenle Moreno'yu da gezmekse söz konusu, öyle tariflenmeli demek ki. Kafeler çağırıyor. Önce asansör ama, nasılsa dönüşü de buradan yapacağız. Deniz ve Mehtap eşliğinde çıkıyoruz yukarı. Yükseldikçe altımıza muhteşem İzmir manzaraları seriliyor. Yükseldikçe içimdeki muzur da muzurca yükseliyor.


Manzaranın tadı güzel, tepe kafede bir çayla da tadı çıkarılabilir ama üst sokakta da bir tur atıp tekrar asansörle Moreno'ya inip, oradaki kafelerin ve sokakların ve incik boncukçuların tadını çıkarma niyetindeyiz. 


İki genç kızın el emeği ve kendi tasarımlarını sattığı, eski ve şirin bir evin bir bölümünde oluşturulmuş dükkanlarından kolye, Asansör hatırası magnetler alıp, onlarla biraz sohbet edip, aklımızda asılı kalan şu şirin bisikletin fotoğrafını çekip, sokağa girdiğimizde aklımızı çelmeyi başaran mavi sandalyeli kafede bir kahve ve enfes bir limonatanın tadını çıkarıyoruz.


Caddeye kadar yürüyüp bir taksiye atlayıp eski depolardan AVM'ye evrilmiş Konak Pier'in karşısında iniyor, üst geçitten geçip çarşıya giriyoruz. Temel karakterlerin kargalar olduğu sergiyi gezip, çarşının en ucundaki, pek de güzel kafe restoranın dış masalarından birine oturup buz gibi bira ve soda eşliğinde manzaranın, gelip geçen gemilerin tadını çıkarırken, incelediğimiz menülerinden hareketle burada gün batımında başlayan bir akşam yemeğinin de pek keyifli olacağının altını çiziyoruz.




27 Ekim 2018 Cumartesi

İki yıl önce kargaların ilginçliği ile bizi çeken salonda yine bir sergi var. Bu kez ilgimizi çekmiyor ve onu geçiyoruz. Çarşı biraz daha oturmuş ve gelişmiş gibi. Dibe iniyor, bira içtiğimiz yere göz atıyor ama nedense eski havanın kalmadığını hissediyoruz. Geçtiğimiz bir kahve dükkânı için geri dönüyorken boş dükkânlardan birindeki güneşe yatmış keyif yapan kedi dikkatimizi çekiyor. Bir süre onunla oynaşıp poz poz fotolarını çekiyoruz. Kesinlikle havaya giriyor ve bir model edası ile poz poz üstüne poz veriyor. Fotoğrafçı da fotoğrafçı ama. Üstelik kedilerle kolay iletişim kurabilen biri.

Kahve dükkânının önünden sağa dönüp onun sandığımız denize nazır açık alana geçiyor ve kahve için oturuyoruz masalardan birine. Sonra bu alanda farklı işletmeler olduğunu ve oturduğumuzun da kahve dükkânı ile hiç ilgisinin olmadığını fark ediyoruz. Olsun, burası da hoş ve manzara şahane.

"Bir filtre kahve lütfen"

"Bir limonata lütfen." 

"Bir de cheescake lütfen."



Çok nadir anlardan biri ben için, çünkü manuel ayarla uğraşmayı sevmem, aslında sever, çok da isterim ama üşenirim. Bu kez kioskun üzerinden, işlem yapanlara, sanki bir tiyatro sahnesinin diğer köşesinde farklı bir hikâyenin altını çiziyormuşçasına  vuran ışık çekince dikkatimi, hayal ettiğimi gerçeğe döndürmek için yapıyorum ayarlarımı.

O ara Beymen'deki bir kadın ceketinin fiyatı üzerine tahminler yapıyoruz. İthal ürünlerden. Tahminlerimizin sonucunu almak için giriyoruz içeri... Soruyoruz...

Rezervasyon saatimiz artık menzilde, bi kaç saat erken gidip biraz dolaşmak ve gün batımının tadını orada çıkarmak istiyoruz. Mekân tamam ama yolun keyfi daha heyecan verici, otele doğru bu kez iç yoldan yürüyoruz.

Akşam için hazırlanıp şu hayatta en sevdiğimiz noktalardan birine, Alsancak Garı'na doğru, sokaklarımızın ve akşamüstü canlılığının tadını çıkararak yürüyoruz. Ruhlarımız heyecanlı ve kıpır kıpır. Günü geceye döndürmenin tadını seviyoruz.

La Mahzen'de Consensus

*Bahsedilen Kafe, kumruların sarıldığı kağıttan da anlaşılacağı gibi Fırınla bağlantılı ya da onların, çünkü sipariş verilen kumrular fırından alınıyormuş sonradan konu ettiğimde olayın farkına varmış yol arkadaşımın bana anlattığı üzere..



3 yorum:

  1. Tiflis yazınızı ararken İzmir çıktı karşıma. Bir İzmirli olarak masalsı anlatımınızın muazzam yorumlarını çok beğendim. Umarım yolunuz İzmir'e yine düşer. Öyle çok gezilecek yerleri var ki. Yazınızın bir yerinde çekik gözlülerin hem fotoğraf çektiklerini hem de soru sorduklarından bahsetmişsiniz. Her neresi olursa olsun öğrenmenin yeri ve zamanı yoktur diye düşünüyorum. Soru sormalarını çok takdir ettim.
    Bu anlatımınızla sizi kutluyorum. Emeğinize sağlık olsun.

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim. İzmir'i severiz, pandemi araya girmese bir kaç kez daha gitmiş olurduk muhtemelen, artık önümüzdeki yıllara bakıyoruz. O çekik gözlü grupla Selçuk'da ve Efes'de de karşılaşmıştık, öğrenciydiler, tek tip kıyafetli ve epey kalabalık, muhtemelen Tayland'lılar diye düşünmüştük:)

    YanıtlaSil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP