27 Kasım 2022 Pazar

25 Kasım 2022 Cuma

Antoine İle Bir Kez Daha Uçtum

Ben bir çocuktum ve bir kitabın değil de bir maceranın içindeydim.

Görünüşte elimdeki bir kitaptı ama ben sayfaların içinde cümle olmuş, sonra biraz daha evrilmiş, sıcağı soğuğu, suyu susuzluğu, bulutları rüzgarı, geceyi yıldızları, korkuyu sevinci, uçağın bilumum cihazlarını, üç kişilik sessizliğe karışan gökyüzünde ve yıldızların altında olmanın muhteşem yalnızlığını, motordan gelen biteviye sesi, çölün sıcağında serap görmeyi bir kez daha bizzat hisseder olmuştum.

Ciceneros bizim için artık karanlıkta gömülü değildi. Bir ara Neri, ben ve Antoine şunu düşündük. İş işten geçmişti, üçümüz de aynı fikirdeydik. Ciceneros'a yönelirsek, kıyıyı gözden kaçırma tehlikesine düşebilirdik. Neri "Kala kala bir saatlik benzinimiz kaldı. Doksan üçle yolumuza devam edelim," dedi.

Hem de tüm bunları Saint-Exupéry'nin belki de baydın bizi denilebilecek betimlemelerine yapışarak, ve Gece Uçuşu'ndan sonra bir kez daha Antoine de Saint-Exupéry ile yaşıyordum. Ve ancak kitabı elimden bıraktığım anlarda normal yaşama dönebiliyordum.



Gece Uçuşu

22 Kasım 2022 Salı

Çifte Kavruluyorum

Öncesi


2.Bölüm


Çıkıyorum evden, pazar günü sakinliği güneşle taçlanmış. Havada bahar tadı, gün elinden gelen her şeyi yapmış. Keyif adımları ile yürüyorum. Montum sırt çantamın askısından geçirilmiş, ayaklarım yerden kesik... Havalıyım!

O halde kahvaltımızı Sembol'de yapalım.

"Bir karışık su böreği lütfen."

"Bir de çay, küçük lütfen."

Kalitesini aşağı düşürmeyen keyifli bir mekân. Su böreği enfes, müşteri kalitesi her telden.

Güneşe çıkıyorum. Ağır adımlarla bu muhteşem günün tadını yudumluyorum. Kartıma yükleme yapıp turnikeden geçiyorum.

Tren gözüküyor. Vaktim var. İstasyona vardığında bana kalabalık geliyor. Aslında bu sorun değil lakin bu trenleri sevmiyorum ve koyveriyorum.

Banktayım, raylarla bir arada.

Ahh benim bu tren aşkım!

İşte günün kıyağı ben buna derim; çekik gözlüm, biricik Çinlim uzak virajdan görünüyor. Gelip de tam önümde duruyor. Üstelik sakin. Biniyor, önü geniş, iki vagonun ek yerine sınır, gidiş yönüne ters son koltuğa oturuyorum ve trendeki sakinlik maske takmasan da olur diyor bana.

Diğer vagonda cephesi bana dönük hoş bir kadın var. Aramızda mesafe olsa da gözlerimizi kaçırmak zorunda kalacağımız bir yüz yüzelik hali. Camdan dışarı bakıyor arada bir vagonun içine dönüyor, bu dönmeler esnasında niyeyse gözlerimiz buluşuyor. Sonra bir meşgale bularak ona yönleniyoruz. Hımmmm cep telefonu! Hanımefendi onunla meşgul. Güzel seçim. Ben de sırt çantamdan kitabımı mı alsam acaba? Yol boyunca camdan kafamı alıp içeri döndüğümde hep göz göze geliyoruz; parmakları boş, benim gönlüm dolu. Sonra gözler kaçıyor tabii ki. Epeyi durak sonra iki genç biniyor ve gelip de aramıza dikiliyorlar. Film orada kopuyor... sanırsak da çocuklar bir kaç durak sonra iniyorlar. Muhtemelen aynı durakta ineceğiz diye düşünüyorken ben, bir durak önce iniyor. Bu beklentisiz, bir hesabı olmayan, yola renk katan an da son buluyor.

Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyorum ve dün akşam ne olur ne olmaz diye Sabırsızlık Zamanı için biletimi aldığım gişenin önündeyim.

"Tamirhane için bir bilet lütfen,"

Genç kadın gülümseyerek, sonuna bey eklemesi yaparak adımla hitap ediyor bana. Oysa ilk kez dün karşılaştık onunla.

"D-3 Lütfen."


Film başlıyor ve kafadan ele geçiriyor beni; bu filme yakışır diye düşündüğüm promosyon mısırlarım yanımda, Max'im de koltuk dirseğinin ona ayrılmış çukurunda.

Babamın tamirhanesine ilk gittiğimde Babıda'ylaydım ve 5 yaşındaydım. Bir ustası vardı, bir efsane. Rus Tevfik. O gün sıcak olduğu için çay tabağına dökülerek soğutulan oralet içmiştim. Sonrasında babam ustalığı bıraktı ve yedek parça mağazası açtı. Benim hayallerim başkaydı elbette... ama erken ölüm aslında çok kere yazdığım gibi benim de kaderimi çizmiş oldu. Önce okul tatillerinde, sonra başka hayallerimi yanımdan ayırmayarak gittiğim mağazalar, askerliğimin henüz başlangıç ayından itibaren benim dünyam oldu. Bir avantajım vardı, ben bir bukalemundum, bulunduğum ortamın şeklini alabiliyordum. Amerika'da okuyup televizyon yönetmeni olmayı hayal ederken ve bu yüzden askerliği aradan çıkarim diye düşünürken hayat irade koyarak yolumu çizmişti.

Yani tamirhane nedir, kitlesi nasıl insanlardan oluşur iyi bilirim.

Ağzından küfür çıkmayan, kırk yılda bir çıktığında arkadaşlarını şaşırtan ben, başlangıçta bu kadar küfür de ne dedim. Sonra bir kendine gel efendi diye de ayarı verdim kendime. Çok uzatmayacağım; ben bu filme bayıldım. Nejat İşler muhteşemdi, kısa görsek de Erkan Can muhteşemdi.

Yönetmen Erkan Kolçak Köstendil'e bayıldım. Açılış sahnesinde tepeden doksan derece inen sonra yola paralel kıvrılan açılış görüntüsüne bayıldım. Aynı zamanda senaryoyu da yazan Bülent Şakrak'a bayıldım. Boyanan Chevrolet'e bayıldım.

Çok güldüm. Finalde fena ters köşeye yattım ve devamı gelecek sinyali veren açıklama sahnelerini koymasalar mıydı acaba diye düşündüm.

Bir oyuncu keşfettim ki bence muhteşemdi: Engin Hepileri! Filmin umulmadık bir yerinde ortaya çıktı, kısa bir kaç sahnede göründü, ama beni benden aldı. Aynı şekilde kadın oyuncu Merve Dizdar da!

Bir çok izleyici tarafından absürt ve abartılı bir film olarak nitelenmesi mümkün.

Küfürlerden kaynaklı olarak da tırmalayıcı...

Lakin yine de film bendeki tüm bu halleri sıfırlamayı becerdi, duygu dünyama bir çentik atarak girdi, aklımı ayağa dikti, keyfimi zıplattı ve finalin ters köşesi ile de içimde alkış kıyamet kopmasına sebep oldu.

Tüm bunlara rağmen yine de şiddetle öneririm diyemiyorum; zevkler, okumalar ve renkler meselesi yüzünden!


Çok keyfile çıkıyorum sinemadan, iki Türk filmli nostaljik sinema eylemim mutlu ediyor beni. Film arası ise torpilli; bir saati biraz aşkın: İster gez dolaş, ister teras keyfi yap, istersen bir türlü ona has tatlısının adı aklına gelmediği için girmediğin Cookshop'da Mangolia ye, keyfine bak, diyor.

Fakat benim cebimde de iki adet Baydöner'de geçerli %20'lik indirim kuponu var.

Aslında Penguen'in terasında kahve içmeyi düşünmüyor değilim, lakin karnım aç gibi olsa da nasılsa acıkacak.

Bir saatim var ve bu kitabımı açıp, kahvemi alıp, manzaranın tadı eşliğinde yayılmam için yeterli bir zaman değil ki dönüşü sinema ve ikinci film olacak!

O halde Baydöner.

"Bir İskender lütfen."


Bu kez en çok gittiğim salonda, 6'dayım. Her zamanki koltuğum; onunla her hafta buluşsak da elbette özlüyoruz birbirimizi. Dün filme neden bilet kalmadığını ise anlamış durumdayım. Bugün toplamda 5 kişiyiz ki bu da fena bir sayı değil!

Diyarbakır'dayız. Film bana yazlık sinemada olsaydı keşke tadı yaşatıyor. İlk andan itibaren hissiyatım bu yönde. İki kardeş başrolü Pelin Batu ile paylaşıyorlar. Tatlı çocuklar. Bir sorun yok, güzel oynuyorlar ama daha tasarruflu kullanılsalar, bu kadar lafazanlıkla gözümüze sokulmasalar daha iyi olurdu gibime geliyor.

Yönetmen ve senarist Aydın Orak bu filmi hevesle ve iddia ile çekmiş eyvallah, samimiyetinden zerre şüphem yok. Lakin abi biz de literatürü yutmuş bir nesiliz. Hamdolsun elimizden geleni ardımızda bırakmamış, zor yıllarda sol geleneğin neyi var neyi yoksa üzerinden geçmişiz; o arada polisler joplarla, emir kulu mehmetçikler de dipçiklerle bizim üzerimizden geçmiş. Fakat sen abim bu filmde ondan olsun, bundan da biraz olsun demiş, havuz bekçisinin eline jop tadında sopa vermiş, çok daha iyisi olabilecekken, biraz izleyiciyi hafife alarak mı, desem, yoksa biraz da kör gözüne mantığıyla ama derin ve içselleştirilmiş bir sol kültüre sahip olmadan, geniş düşünce kalıpları ile değil de özele indirgeyerek, bir etnik kimliğe yaslıyarak, popülizm batağına ayak basmadan geçemeyerek ve klişelere sırtını dayayarak mı yapışmışsın bilemedim. Ve ayrıca farklı "etnik" kimliklere sahip biri zenginler tarafında olmak kaydıyla çocuklar üzerinden vurgulamaya çalıştıklarını da çok yadırgadım.

Lakin kötü film demeye dilim varmıyor ama hiç değilse öğretmen öğrenci ilişkilerini doğru kursaydın, idealist öğretmeni de bize başka cümlelerle ve daha nitelikli argümanlarla sunsaydın, ve müdür bey olarak da içi biraz daha dolu, üçüncü sınıf parodi düzeyinde bir oyuncu yerine iz bırakacak bir karakter koyarak bu iki eğitmenin öykünün önemli bir parçası olduğunu hissettirseydin, dedim.

Ve ekledim:

Bu kadar sebze katarsan bir çorbaya ve bunlar bir soruna parmak basmaktan ziyade slogan düzeyinde klişeler hissi verirse izleyiciye... İşte o film, yapmak istediğin mizah, tam anlamıyla çorba olur!



Ey Sevgili Okur!

İyi niyetle yapılmış, bir iddiası olan yönetmenin kendisinin çok beğendiğinden emin olduğum bu filmle ilgili olarak, aldatmaya yönelik hareketlerden hep kaçınan bu blogger kişisinin sözlerini senet kabul etme lütfen! Merak ettiysen bu filmi izle. Bu blogger kişisiyle aynı hisleri alsan bile, yine de iyi niyetli bu emeği anla, kusur bulma ve saygı duy, ellerin kızarıncaya kadar alkışla
.


20 Kasım 2022 Pazar

Tam Da Çifte Kavrulamıyor Mutsuzluğu Demişken...



Gözlerim Yaşarıyor


İki film kafamda net, eski usul bir takılma olacak, tıpkı iki film birdenli yıllardaki gibi. Elbette bu çakması; antrak kurmaca ve iki film arasında salon değişecek. Oysa o yıllar ne güzeldi. Televizyon yayınları henüz şehrimize gelmemiş, insanların ekonomik güçleri ailece sinemaya gitmeye yetiyor! Kabuklu kuruyemiş yemeyin lütfenli yıllar ve mısırlarla, alınan içeceklerle vur patlasın günler yaşanabiliyor. Yazlık sinemalarda masaların üzerine çekirdek ve Şam fıstığı kabuklarını yığmak, buz doldurulmuş metal kovalardaki yerel gazozlar bolluğunun tadını çıkarmak da cabası...

Senaryo hazır ve elimde. Sırt çantam tam tekmil. Önce Adem Usta'ya selam çakıyor, dilimlenmiş lavaşları yağlı bir porsiyon tavuk döner söylüyorum, bir de cacık. Aslında planım başkaydı ama oyalanıp da öğleni bulunca sürecin hızlanması gerekiyor. Tren, AVM, ve Migros. Hımmmm havuçlu ve tarçınlı mini kekler gözümün içine bakıyorlar, kıramıyorum. Tam buğdaylı mini bisküvilersiz olmaz, bir ince uzun boylu çikolata, Max olmadan asla ve su.

Gişede ve en sevdiğim gişecinin önünde ikinci sıradayım. Selamlaşıp hal hatır soruyoruz. Tamirhane'nin saatini kaçırmış durumdayım. O halde Sabırsızlık Üzerine için bir bilet lütfen. Genç kızın gözleri ekranda lakin gülümseyerek salonun dolmuş olduğunu söylüyor. "Ne diyorsun!" diyerek gülümsüyorum ve "gözlerim yaşardı," diye de sevincimin, tarihsel bir ânı yaşıyor olmanın tadını çıkarıyorum. Bu sevinçle kendime bir teselli ikramiyesi veriyor ve "Tim... Tim... Timsah için bir bilet lütfen," diyorum. Ekran açılıyor, ilk kez gireceğim bir salon ama koltuk sıraları alışkın olduğum gibi. O halde "D-3 Lütfen."


Klasik biçimde akan bir çocuk filmi. İki koltuk ilerimde çok tatlı iki minik kız var. Bilet sırasındayken anneleri ile birlikte önümdeydiler. İki arkadaş başbaşalar, anneleri film başlamadan kapıdan süzülüp son kontrollerini yaptılar ve onları kendi halleriyle bıraktılar. Bu tavırları çok hoşuma gidiyor. Kızlar bıcır bıcır, filmdeki anlara verdikleri tepkiler ve yorumları muhteşem, gülümsetiyorlar. Tam anlamıyla yeni nesil çocuklar ve harikalar, ve sanki evlerinde bir koltukta kadar da rahatlar. Antrakta salon keşfine çıkıyor, acil çıkış kapısının önünde incelemelerde bulunuyor yere uzanıp altından dışarıyı görebilme umudunu test ediyorlar. Film benlik değil, hatta arada çıkmayı düşünüyorum, sonra çıkıp da ne yapacaksın deyip bu terbiyesizliğe kısaca ayar verip, klasik çocuk filmi klişeleri ile takılıyorum. İkinci yarıda ritm biraz daha artıyor ancak beni şaşırtan bir şey yok, fakat final şahane; nereye varacağını biliyor olmama rağmen sürekli gülümseyen bir mutlulukla filme kapılıyorum, sevinç gittikçe yükseliyor, hiçbir şey beni şaşırtmıyor ama yine de çok eğleniyorum.


Aslında hayal ettiğim filmleri izlemiş olsaydım keyfi uzun zamandır girmediğim bir mekânda onun popüler ürünü ile parlatacaktım. Bir an Müze Kafe'de kapuçino desem de çabuk vazgeçiyorum. "Penguen'in terasında kahve?" diyor iç sesim; "hem hatırlatırım sırt çantanda kitabın var," diye de ekliyor. Bir an tavlanıyor gibi gözüksem de trendeyim. İçim Gar İstasyonu'nda inmek konusunda ısrarcı ama dinlemiyorum çünkü bugünün yarını da var hatırlatması baskın çıkıyor. O sırada bir de ışık yanıyor. Artık günü taçlandırmak mutlak. Bizim istasyondan çıkıyor, enfes akşamı keyifle yürüyorum. İstikamet net. Dış masada bir hoş hanımefendi mantısını bekliyor. Onu rahatsız etmemek için her zamanki cam önü masama oturmuyorum.

Şamlı muhteşem şefim masamı donatıyor!



Devam yazısı Çifte Kavruluyorum için buradan lütfen!

18 Kasım 2022 Cuma

Leyla

Onunla tanışmamız Sevgili Şule sayesinde oldu. Punto'dan bahsettiğim yazıma yorumunda şöyle bir cümlesi vardı: "Biz son zamanlarda 'Leyla'ya' dadandık. Denemediyseniz, bir tadın derim,"

Bir yaz akşamıydı ve penceremden içeri deniz giriyordu.

Tetiklenmiştim ve serin bir şarap çekmişti canım.

Hissiyatımı da şu cümlelerle dile getirmiştim: "Saat 21'e yaklaşırken bir kadeh Leyla'yı üzerini kapatarak buzdolabına koyuyorum. Midyeler dolapta zaten. İdeal serinliğe ulaştığında ikisini birden çalışma odasına taşıyor, müziğimi de açıyorum. Bloglarda vakit geçirmeyi istiyorum. Leyla'yı bir süre seyrediyorum. Renk ve saydamlık beni benden alıyor. Çalkarası roze için kalifiye bir üzüm. Kendisiyle anlaşacağımızı düşünüyorum. Bir one night stand olmayacak bu... kesin."*

Bu arada tarih 2021'in Haziran'ı!

Şarabın fiyatı 30TL bandında!


Bundan yaklaşık iki hafta önce enfes bir film sonrasında şöyle bir an yaşıyorum: Filmdeki şarap mı tetikledi bilmiyorum, dolaba atıp soğutacağım bir beyaz şarap hayal ediyorum. Sanırım bunun nedeni filmdeki şişe değil çünkü onu hayal bile edemem. Doğrudan şarap reyonuna yürüyorum. Genç bir çift kırmızı şaraplara bakıyorlar, bir karar veremiyorlar, çok tatlı bir acemilikleri var. Gülümseyerek katılıyorum onlara ve çok tatlı bir sohbet gelişiyor aramızda.

Biraz da filmin gazıyla o akşam için niyetlendiğim markamsa net, onu bizim mahalleden almak kararıyla atlıyorum trene. İstasyondan direk Migros'a yürüyor, Leyla ile el ele tutuşuyor, eve gelir gelmezse dolaba, buzluğun hemen altındaki rafa yatırıyorum onu... ve bir de kadehi.

Vakit geç oluyor. Üç gün sonra, alıyorum dolaptan ve açıyorum şişeyi. İdeal serinlikteki şarabı kadehe koyuyor onu odama götürmek üzere ayırıyor, mantarla yeniden kendi dünyasına hapsettiğim Leyla'yı da görüşmek üzere, diyerek dolabın orta raflarından birine bu kez dikey yerleştiriyorum.

Blogları dolaşıyorum. Yatağa uzanmış, sırtımı iki yastığa dayamış, bir yandan da müzik dinliyorum. Ay ışığı odamda tur atıyor ve ben yazılara kapılmış giderken zaman akıyor. Bir an dikiliyor ve Leyla'yı ihmal ettiğimi fark ediyorum ve uzanıp parkelerin üzerinden alıyorum kadehi. Önce bir kokluyorum ki miss. İki yerli ve milli üzüm, Sultaniye-Emir birlikteliği muhteşem, renk âlâ ve berrak. İlk yudumu aldığımda yazılara kapılmış gitmiş ben yüzünden, sanırım en az 15 dakika geçmiş durumda, bu şahane bir keşif oluyor ama! Şarap ilik gibi akıyor, yeterince nefes almış ve keyfi yerine gelmiş olmalı ki damaktan başlayıp genizden geçerek aldığı yol şaşırtıyor beni...

Müthiş bir lezzet.

Şişelerin ilk açılışları sonrasındaki sabırsızca içilişler anında genizde hissedilen yakıcılık kayıp, sanki çok çok özel bir şarap bedenimi dolaşan.

Bayılıyorum. Balığa çok yakışacağını düşünüyorum.

Ve bravo bana ki şişenin dibini bulmayıp, bir kadehi zamana yayıp, keyifli okumaların ardından enfes bir uykuya gidiyorum. Ve üç dört gün sonra hep tek kadehle ve eşliksiz bir keyifle dibini bulunca şişenin, söz etmeliyim Leyla'dan diyerek fotoğrafını çekiyorum.



Bu arada memleketin hal-i pürmelali için tarihe not düşmeden geçemeyeceğim üzere şarap 99 TL'lik bir fiyata ulaşmış durumda, bir yıl önceki ile kıyaslayınca inanılır gibi değil.

*Roze Leyla içinse buradan lütfen .

Sevgili KuyruksuzKedi'nin Leyla öyküsü için de buradan lütfen

17 Kasım 2022 Perşembe

Yaşatanlara Selam Olsun-1



adam,

sessiz bir tebessümle "galiba," dedi...



kalktı yürüdü...



elleri tebessümde, camın önünden dışarı baktı...



dün akşam gün batarken birer bacaklarını odun çıtırtılarının yanındaki kanapeye çekmiş yüz yüze otururken; sağ elinin dört parmağının usul bir temasla kavradığı boynun kalp atışlarını duydu;

avucundaki yanağın nefesini hissetti...



baş parmağı yanaktan kulağa doğru hareket ederken,



gideceği yeri bilen öpücüğü düşündü....



alev alev güldü.



2008

14 Kasım 2022 Pazartesi

Ey Erkekler, Kadınlar Gümbür Gümbür

geliyor, diyorum ya hep,

o bakımdan yani!

Ayaklarınızı denk alın!!!



Tıpkı eski zaman sinemalarındaki gelenek gibi İki film birdenli gün planım var. Filmgündemi'nde Klondike'ı gördüğümde çok gaza gelmiş ve şöyle bir yorum yazmıştım: "Klondike kesin izlenecek bir terslik olmazsa... Tamirhane de afiş asıldığından beri ilgimi çekiyor, duruma göre çifte kavrulmuş yapabilirim."

Evden bu fikirle çıkıyorum, öncesinde Şehir Müzesi'nde geçen hafta ertelediğim kapuçino hayalim var. Tren sakin, bir an maçın burada olduğunu düşünüyor, dönüş kalabalığı için endişe ediyorum. Ancak evden nispeten geç çıktım ve iki film birden yaparsam Müze Kafe'yi iptal etmem gerek.

Bu ikilem yol boyu kafamda dönüyor.

Hava yine muhteşem.

Yapraklarda ise sonbahar renkleri...


Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim, derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim. "İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 23 yaşında iki genç, kadın olanı İzmirli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Kesmelerle kitabım sırt çantamda, birlikte giriyoruz müzenin kadim ağaçlarla dolu bahçesine... Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

"Bir kapuçino lütfen."


İlk öykü beni benden almış durumda. Gümüşsuyu, Rus Lokantası, gazete bayi, otobüs yazıhaneleri, sık İstanbul gidişleri ve Samsun dönüşleri için beklenen Ulusoy'un terminali ve tabii ki çift katlı Neoplan'larla birlikte bir başka keyif yılları... Ben kapuçino ve kesme ile bir anda kitabın dünyasında kaybolmuşken, önce çıktığı sandalyenin üzerinden kafasını uzatan, sonra bu adamla anlaşılabilir, diye düşünüp masanın üzerine çıkan, sonra kokladığı küllükte sigara emaresi bulamayınca beni güvenilir bulup masanın üzerine konuşlanan kankama ikramlarda bulunuyorum lakin o kesme ile pek ilgilenmiyor. Boynundaki kırmızı kurdeleye geçirilmiş kolyesi de pek şık.


Kitabı istediğim ikinci kapuçino ile birlikte bitiriyorum. Ödememi yapıp teşekkür ediyor, bu kez diğer kapıdan çıkıyor, Gar İstasyonu'na doğru yürüyorum ki filme üç saatten fazla süre var ve ben yanıma ikinci bir kitap almamış olmanın pişmanlığındayım.

Gar İstasyonu'nun sırtını dayadığı parkta biraz oturuyorum. Perona geçip treni bekliyorum. Bir durak geçip iniyor ve AVM'nin döner kapısının ardından güvenlikten de geçip Migros'a klasik sinema alışverişi için dalıyorum.

Kasadayım ve önümde bir hanımefendi var. Ürünlerinden biri indirimde lakin onun da Migros kartı yok. Kasadaki genç kadına "Benim kartımı kullanabilirsiniz," diyorum, hanımefendi teşekkür ediyor...

Paris Saint - Germain Academy etkinlik bölgesine bir mini futbol sahası kurmuş,  kızlı erkekli minikler, genç antrönerler nezdinde antreman yapıyorlar. Çok hoşlar ve bir süre izlememde sakınca yok, ayrıca vakti bozuk para gibi eksiltmem gerekiyor.

Şimdi sinema katı, gişenin önü ve genç kız. "Klondike," diyor, çok tatlı gülüşü ile; "Nasılsın?" diye soruyorum. D-3 biletim elimde. Kullanmadığım bir sürü kazanılmış promosyonum var ve onlardan birini kullanıyor, mısırları kapıyorum.

Ve teras; hava pırıl pırıl. Manzara zaten hep enfes.


Zamanı terasta güzel harcıyoruz, biraz da içeri geçip fuayede oturuyor, bizim filme girecek karakterleri anlamaya çalışıyoruz. İçeri alınma başladığında da bunda bayağı isabet kaydetmiş olmanın sevincini yaşıyoruz ki sayıca da fena değiliz. 20'yi bulmuş gibiyiz.


Reklamlar, o bu şu derken film başlıyor. Görüntüler beni benden almış durumda çünkü her biri özenle çekilmiş fotoğraf tadında. Yönetmen Maryna Er Gorbach izlediğim ilk filmiyle ve ilk kareleriyle bir mesaj veriyor; beni izlemeye devam edin! Bir köydeyiz ve iki kahramanımız var: Karı ve Koca. Uzun bir süreyi onlarla geçiriyoruz. İnceden bir mizah var; gergin filmi yumuşatıp sevimli kılıyor. Derken televizyon ekranında bir facia. Donbas'dayız, Ukraynalıyız lakin Ruslar'la işbirliği içinde ayrılıkçılar da var, arkadaşlarımız. Şimdilik bunlar bir kenarda durabilirler, biz Irka (Oksana Cherkashyna) ve Talik (Sergiy Shadrin) ile minik köyümüzde ineğimiz ve tavuklarımızla günlük rutin hayatımızı yaşayabiliriz derken, Irka, kanımız canımız Donbas'ımız ve Ukrayna'mız, diyor ve endişeli... Kanıyor.

Bizim 6 numaralı salon ise an itibari ile sessiz, filmden hoşnut olunmadığını hissediyorum. İzleyicide bir hayal kırıklığı var ve bu salona hızlı bir bulaşıcılıkla yayılıyor. O zaman çoğunluk psikolojinden yola çıkarak bende bir sakatlık var diye düşünmeye başlıyorum. Oysa ben çoktan  kadın oyuncuyu görür görmez filme bayılmış, bitmiş durumdayım. Hakeza Talik de tatlı adam, radikal bir tutum içinde değil daha pragmatist. Irka tepki verse de Talik'e onu anlıyor, varlığından mutsuz değil, izleyici de eminim ki sempatik buluyor.

Önümdeki çok tatlı, çok genç sevgililer telefonları ile oynamaya çoktan başladılar, sol arka çapramızdaki, fuayede biraz sohbet ettiğimiz anne oğul büyük olasılıkla çıkacaklar. Sayının onlarla sınırlı kalmayacağını da hissediyorum. O sırada ilk yarı pat diye bitiyor, bir an zaman ne çabuk geçti, diye düşünüyor, sonra iki saatlikti film diyor, reklamları düşüyor kalan süreye bakıyorum ve hesap ettiğimde filmin ilk yarısının bir saati bulmadığı sonucuna varıyorum.

Kestiler filmi sanıyor, sinemayı yazımda yerden yere vurmayı planlıyorum. Müthiş bir kızgınlık var içimde. Oysa nasıl bir keyifle seyrediyordum.


O kızgınlıkla çıkıp yemeğe gitmiyorum tabii ki. Cebimde sinemadan verilmiş, Baydöner'de kullanacağım bir indirim kuponu var, üstelik %20 oranı hiç fena değil. Bayıldığım filmin ikinci yarıda  tırmanacağından neredeyse eminim; o halde sinema sonrası bir keyif mutlak.  İçimden yönetmene ne övgüler diziyorum. Simgesel vurgularına hayranım. Alt yazılardaki hangi dilden olduğunu belirten, aslında ayrımcılığa ve asimilasyona vurgu yapan eklemelere bayılmış durumdayım.

Kadın eli değdiği nasıl da belli!

Filme katılan çok özel yurttaşlık bilinci, kadın duyarlılığı, olan bitene isyan, bilinçli bakış ve vatanseverlik sosları o kadar lezzetli ki çoktaaan beni ele geçirmiş durumdalar. Kalbim Donbas olayları sürecinde de şimdi de onlar için atıyor. Rus, Çeçen işbirliği ve yerli işbirlikçilerin çevirdikleri dolaplar üzerinden oluşmuş birikimim üzerine ise aynı zamanda senaryoyu yazan Maryna Er Gorbach, bu filmle bir kat daha çıkıyor.


Derken daha aksiyonlu muhteşem bir ikinci yarı başlıyor.  İlk yarıda verilenler biraz daha olgunlaşıyor.  Fikir sahibi yapıyor. Altını çizdiği bir önemli nokta da var aslında: Ortaya koyduğu sorunların dünyanın farklı coğrafyalarında yaşandığının altını da çizmiş oluyor.

Ve bence düşünen izleyiciyi bir adım daha ileri taşıyor ve evrensel bir mesajı, süper güç olarak adlandırılan ülkelerin birbirinden farkı olmadığını, küçükleri baskılayarak ciddi bir asimilasyon makinesinde kıyma yaptığını çok güzel bir sinema diliyle ve karakterlerle dünyanın gözüne sokuyor.

Bense olağanüstü bir tatla koltuğuma yaslanmışken Edebiyat Hocam'a bir kez daha şükranlarımı yolluyorum. Giriş, gelişme, sonuç üçlüsü ne kadar işe yarar bir bilgi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.  Erken çıkanlar için çok üzülüyorum. Bütün soruları yanıtlayan müthiş bir ikinci yarı ve filmin simgesel vurgusu olağanüstü, geniş planları muhteşem, sinema dili dinamik ve güzel oyunculuklarla tatlanan muhteşem finalinde koltuğumda çakılıp kalıyorum.

Biz salonu terk edenlerden arta kalan dört kişi toparlanırken, benimle aynı sırada oturan genç adama soruyorum: Filmi beğendin mi? "Beğendim," diyor. Ön sıramdaki daha genç ve çok tatlı çifte soruyorum ki tahminim var aslında, telefonla oynadıklarını fark ettiğimden beri... Beğenmediklerini söyleyerek, gülümsüyorlar.

Olağanüstü bir finalle taçlandırıyor filmini Maryna Er Gorbach. Oksana Cherkashyana'nın oyunculuk performansı son sahnede doruk yapıyor. Irka'nın verdiği mesaj muhteşem... ve göz yaşartıcı!

 

9 Kasım 2022 Çarşamba

Duyanlara Duymayanlara Duyuruyorum

Adını hep duyardım.

Onu yeni yetme yazarlardan sanırdım.

Çok rastlaşırdım ama pop kültür ürünü öngörüsü ile burun büker, uzak dururdum.

Oysa bilirdim ki Enn Sevdiğim Kadın, okuyor ve seviyor.

Benim yolumsa bir türlü kesişmiyor.

( O ise, bir pusudan izlemekteymiş beni...)

Kullanmaya pek bayıldığım "Bekler her şarap belli bir anı," tekrarlarımı duyar, kıs kıs da gülermiş.



Demek ki  bazı yazarlar da beklermiş belli bir ânı...

Geçenlerde Apo ile sohbet esnasında yazar Akın Akan ile tanışınca ve onun kitabını almaya karar verince... Kargo bedava için de 75'TL'lik limit söz konusu olunca... Üç ince kitap ilave ediyorum listeye; kitapseverler tarafından tanınan, bilinen üç kadın yazara aitler ki biri taze Nobel'li.

Elimdeki kitap bitiyor. İnce bir şey okusam tembelliği ile hâlâ ara sıcak muamelesi yaptığım Melisa Kesmez'in dumanı üstünde, rafta taze kitabını alıyorum okunmayanlar hanesinden, getiriyorum yatağıma.


İlk paragrafı daha bitirmeden  hüüüpppp diye çekip, andan koparıp, taşımasın mı beni öykülerin içine...

Bayım bayım bayılmayayım mı ben cümlelerine...

Bir solukta bitiriyorum, gün ışığına henüz ermeden.

Ukalama sırtımı dönüyorum.

Hep senin yüzünden, diyor, suçu ona yükleyip kendime yine toz kondurmuyorum.

Duyduk duymadık demeyin dostlar!

An itibariyle bir Melisa Kesmez hayranıyım!


7 Kasım 2022 Pazartesi

Manyaklı Filme Bayılan Ben Manyağı

Bu kez biraz yavaş hareket edince film öncesi ritüellerim için acele etmek zorunda kalıyorum. Hava, güneş, onun pek hoş ışığı ile parlayan cumartesi bana dönüp topluca "Hadi bugün de iyisin," diyorlar. Tren de elinden geleni esirgememiş, fazla yolcu almamış ve gayet sakin. Doğal olarak kafamda keyif planları dönüyor. Bir an Şehir Müzesi'nde insem, ağaçlar altında bir masada kapuçino içsem diye aklımdan geçiriyor, hatta kendimi orada bir masada görüyorum. Beyindeki arşiv boş durmuyor ve o anlarımdan birini hafızasından çıkarıp damağıma, oradan da bütün bedenime hissettiriyor. Kararlı gibiyim ama saate de sormam gerek, onun fikri daha önemli. Gözlerinin içine bakıyorum ancak o "Yemekte harcadığın vakitle kahveyi kaçırdın," diyor ve buna izin vermiyor.

AVM'ye bir kaç durak var; saate tekrar bakıyor ve hemen yeni bir plan yapıyorum. Çünkü, bugün tren saati denk getiremedi ve film öncesi boşluğun az olmasının sorumlusu ilk anda o gibi gözükse de, ona asla kıyamam. Elbette ki bu düşüncelerimi ona hissettirmiyorum. O benim can dostum, gecikmenin sorumlusu asla o olamaz, biliyorum. Geliş yönündeki yolcu yoğunluğundan kaynaklı bir gecikme olduğundan eminim.

AVM'ye giriş yaptığımda ise saat 16'yı buluyor. Filme 20 dakika var ve iki ayağım bir papuçta, klasiklerim için Migros'a uğramam lazım lakin onda da cumartesi yoğunluğu.

Klasiklerimden minicik susamlı simit krakerleri ve klasik çikolatamı yiyemeyeceğimi düşünerek almıyor, ama ısrarlarına dayanamadığım bir başkasını hızla alıyor ve kasa sırasında buluyorum kendimi; kuyruğa bakınca ise bir an elimdekileri bırakıp çıkmak geçiyor aklımdan çünkü daha biletimi alacağım.

O sırada yan kasalardan birinin bu anayol kasasına göre sakin olduğunu görüyorum ve hemen oraya sıçrıyorum ki oh ne âlâ. Dört kişi var ve ellerindeki ürünler ben gibi hafif şeyler.

Ödememi yapıyor ve sinema katı için yürüyen merdivenlere adımımı atıyorum. Gişe boş ve aldım biletimi ve attım kendimi terasa ancak filme de çok az süre var. Bir an filmi izlerken yesem bunları diye düşünüyorum, sonra "Albeni Albeni," diyerek almam konusunda çok ısrar eden Albeni nedeniyle bundan vazgeçiyorum: O, bize bugünlük katıldığı için hep böyle yapıyoruz diye düşünebilir, neden teras keyfi yapmıyoruz diye de eleştirebilir, o bakımdan.

Artık salona bir girsem mi ha, ne dersiniz?


Salon bugün gözlerimi yaşartıyor. İlk kez bu kadar kalabalığız. Grubun en önünde oturduğum için yine kendimi tek gibi hissediyorum. Bu, salonu kapatmışım hissim açısından iyi oluyor.

Ve film başlıyor.

Coğrafya benim coğrafyam. Bir restoranda, Signe ve Thomas ile tanışma faslındayız. Bir şarap istediler ki güzel bir seçim. Fiyatını sordular, âlâ. Garson söyleyince ben şöyle bir dikeliyorum. Sonrasıysa alem! Bu arada tanıştırayım, Signe (Kristine Kujath Thorp), Thomas ise (Eirik Sæther). Yönetmenimiz Norveçli Kristoffer Borgli ki kendisini filmde de oyuncu olarak bir sahnede görüyormuşuz.

Signe tatlı bir abla. Gayet makul, aklı başında, şirin, sevimli bir kişilik. Açılış sahnelerinden izleyicilere yansıyan bu. Hatta cümleten görücü olup bu hanım kızı tüm izleyiciler olarak anne babasından gişedeki yakışıklı delikanlı için isteyebiliriz; o kadar hanım hanımcık, aklı başında ve sakin. Thomas'sa hayta, pek güvenilir biri değil, biraz narsist olabilir, çantalara cüzdanlara da dikkat etmek gerekebilir. Bana hiç güven telkin etmediği için cüzdanımı sağlama aldım. İlk izlenimler önemli tabii ki. Sonrası bizi bağlamaz ancak Rabbim sahiplerine bağışlasın deyip biz izleyiciler olarak aradan çekilip, sonrasında olan biteni şaşkınlıkla ağzımız açık olarak ve Rabbim beterinden korusun diyerek izleyebiliriz.

Filmde güneşi göremiyoruz ama olsun. Özellikle bana uyar, sonuçta bir kuzey manyağıyım. Mobilyalardan çevreye, mekânlardan bağ bahçelere kadar kuzey. Sonuçta ben de kendi ülkemin kuzeylisiyim, kan çekmesi normal.

Velhasıl filmden mutluyum, ilk anda kaynaşmış durumdayız. Bir ara, ikinci yarı salon nüfusunda bir azalma olur mu, diye, diğer seyircilere yönelik küçümseyici bir tavır sergiliyorum. Antraktan sonra ise golü kendi kalemde görmek bir ukala olarak mutsuzluk verse de şahsıma, bukalemun özelliğimi kullanıp edepli bir sinemasever oluyor ve mevcut durumdan memnuniyet duyuyorum.

Sonra Signe abla'nın içinden başka bir abla çıkıyor. Ciddiyetli bir durum ama film bu durumu çok tatlı bir mizahla pek güzel anlatıyor. Thomas bir sanatçı. Kötü bir alışkanlığı var, bunu bilinçli de yapıyor ki bu kısım konusunda bir görüş beyan etmek istemiyorum; filmi izleyenler olur, diye. Ama Signe abla her sahnede rolünün hakkını verdiğini ve bundan keyif aldığını ve keyif verdiğini bu izleyiciye hissettiriyor. Ve "Ben geliyorummm," diye bağıran bu genç oyuncu Kristine Kujath Thorp -kişisel- görüşüm olarak bağırtısının altını bana da kalın kalın çizdiriyor.


Sonuç olarak beklentileri karşılanmış, yan rolleri çok beğenmiş, kadın oyuncuya ve başka karakterlerdeki oyunculara da bayılmış, yönetmenin ciddiyetli bir meselede mizahı bu kadar başarılı kullanışını alkışlamış, bunun yanı sıra kuzey havası tadında ve tonunda akan filmde aradığı her şeyi bulmuş mutlu biri olarak yine de şiddetle öneririm diyemiyorum ancak filmden çok keyif almış bir amatör olarak konuyu, mizahın kalitesini, oyunculukları çok beğendiğimin altını bir kez daha kalın kalın çiziyorum, çünkü; o kadar çok sahne, an, diyalog, olay ve karakter var ki zihnimde...

Ve elbette Signe'ye yapılan makyaj meselesi!

Filmdeki şarap mı tetikledi bilmiyorum, dolaba atıp soğutacağım bir beyaz şarap hayal ediyorum. Sanırım bunun nedeni filmdeki şişe değil çünkü onu hayal bile edemem. Doğrudan şarap reyonuna yürüyorum. Genç bir çift kırmızı şaraplara bakıyorlar, bir karar veremiyorlar, çok tatlı bir acemilikleri var. Gülümseyerek katılıyorum onlara, fiyat aralıklarını fark etmiş durumdayım. Diyorum ki Buzbağ Öküzgözü'ne uzanarak, "İsterseniz bunu alın, üzümü çok iyi tanıyorum, ata yöremizin, bağdan toplayıp tatmışlığım var ve bu ülkenin Tekel tarafından üretilen çok kıymetli bir markasıdır ki satın alan şirket de güvenilirdir. Yalnız bir süre havalandırmanızı öneririm." Hâlâ karar vermiş değiller, sanırım Vinkara'nın etiketini sevdiler, genç kadın onu elinden hiç bırakmıyor. Ben son cümlelerimi kısa kesip onları son kararları ile başbaşa bırakıyorum: "Aslında Boğazkere-Öküzgözü kupajı sizin için daha ideal lakin rafta yok. Mesela şurada bir şarap var," diyerek Consensus'ları gösteriyorum, "muhteşemdir ama bundan 4-5 yıl önce o şarabın iki şişeşini, şarabın bağındaki restoranda o fiyata içmiş ve üstelik eşlikçilerinin tadını çıkarmıştık, şu an fiyatı daha çok da onu günahkâr kılanların ideolojik bakışından kaynaklı olarak yükledikleri vergilerden dolayı can yakıcı!"

Elbette bu genç çiftte kendi emekleme dönemimi görüyorum, ve çok tatlılar ve hâlâ kararsız.

Filmin gazıyla niyetlendiğim benim markamsa net, onu bizim mahalleden almak kararıyla trendeyim. Eve gelir gelmezse dolaba atıyorum Leyla'yı bir de kadehi, soğusunlar diye. Ona eşlik etsinler diye seçtiğim peynir ağırlıklı krakerleri ise yatak odamda saklıyorum. Bugün üçüncü akşam olacak. Henüz açmadım. Fiyatı 100 TL'nin altında. Filmden alınmış tatlarsa hâlâ sürüyor.

4 Kasım 2022 Cuma

Ve Roman Biter...

Ama öyküsü şöyle başlar:


22 Ekim 2022
Saat 22:00 suları...


O arada telefonum çalıyor. Asker arkadaşım Apo. Arkadaş grubu ile. Bense anında Aydın'da asmalar altında bir terasta, enfes bir meyhanede rakı masasına ışınlanmış durumdayım.

Kafa çakır tertibimin. Aydın Samsun arası kaç saat muhabbeti yapıyoruz. Sonra konu bir kitaba dönüyor. O an masadaki arkadaşlarından birinin kitabından söz ediyor ki romanın kahramanlarından birinin kendisi olduğunun altını da keyifle çiziyor. Sonra kitabın yazarı katılıyor sohbete. Çok hoş, kısa ama keyifli bir sohbet.

Sonra Apo tekrar alıyor sazı eline, roman kahramanı olmanın havasını güya çaktırmadan atıyor. Ona kitabı alıp okuyacağımı söylüyorum. Kitap okumaz can dostumun kafa çakır hali çok tatlı; roman kahramanı olmak pek hoşuna gitmiş. Ertesi sabah Amazon'da buluyorum kitabı ve başka bir kaç kitapla birlikte istiyorum. Ve umduğumun fevkinde bu polisiyeye bayılıyorum.




Çünkü ilk satırdan itibaren iltimassızca, gerçekten etkileniyorum üsluptan. Bir ilk roman olmasına rağmen anlatım dili, betimlemeler, zamana hakimiyet etkiliyor beni. İçimde övgü cümleleri kaynıyor ve muhteşem bir şaşkınlık. Bu hızla kendi içinde bölümlere ayrılmış, bu anlamda kolaylıklar sağlayan, sıkı araştırmaya dayandığı belli, fonu epey geçmiş zaman olan romandaki akış beni tümüyle şimdiki zamandan alıp geçmişin baş köşesine oturtuyor. O kadar şaşkınım ki; bir ilk roman ve bu zaman diliminden olmamasına rağmen belli ki yazar döneme hakim, üstelik bunla yetinmemiş akademisyenlerden bilgi almış, araştırmış. Romanın ciddi bir emekle yazıldığı kesin. Yazarın heyecanındansa söz etmeme bile gerek yok, çünkü buram buram hissettiriyor satırlar bana. İlk işim enn sevdiğim kadını aramak ve kitabın üzerimde yarattığı şaşkın, umduğumdan çok çok öte ilk izlenimlerimi, altlarını çize çize onunla paylaşmak oluyor.

Sürekli gelişen bir heyecanla ve akıcılıkla kitabın ortalarını geçiyorum. Bu süreç boyunca öykünün içinde bir karakterim, kenardan da olsa olan biteni izliyorum. Kelimelerin gücüyle ve bilgiyle çizilmiş zamanın tam göbeğindeyim; altını bir kez daha çizersem satırlardaki döneme hakimiyet neredeyse kusursuz ve doğal olarak bu gerçeklik duygusu okura da geçmiş, onu da şimdiki zamandan alıp romandaki zamana taşımış durumda. Bildiğim şehrin geçmişinde hiç yabancılık çekmeden dolaşıyorum. Sürekli telefona sarılma, Apo'yu arama ve tüm bu hislerimi ona, onun vasıtasıyla kısa da olsa konuşma fırsatı bulduğum yazara ulaştırma arzum paçalarımı çekiştiriyor.

Elim telefona çok yakınsa da daha soğukkanlı yanım, daha coşkulu bir mizansen için sürekli frene basıyor ve diyor ki, "Önce oku bitir, sonra üzerine yaz, blogda paylaş ve sonra Apo'yu ara ve "Bloga bakar mısın?" de...

Derken kitapta ilerledikçe yazarın coşkusunda bir azalma olmamakla birlikte, artan bir heyecanla daha çok detaylandırma başlayınca okurda soru işaretleri oluşmaya başlıyor; durumun kendini, kitabın akışkanlığı ile bağını zorladığını hissediyor ki bu elbette bu okura ait bir durum. Çünkü okuduğum bir polisiye diye bakıyor romana. Bunu hisseden içindeki ukala dikiliyor ayağa ve sürekli kafa karıştırıyor. Diyor ki mesela, bu kadar tarihsel detaya ve mekâna gerek var mıydı? Betimlemeleri, yan hikâyeleri bu kadar detaylandırıp, çoğaltmaya gerek var mıydı, bir tık aşağıda bırakılsa, sonu merak eden okurdaki katil kim heyecanı daha diri kalmaz mıydı, o zaman?

Elbette kendiyle çelişse de bu okur yazarın coşkusuna ortak, heyecanının, iyi niyetinin, en güzeli olsun arzusunun ve hevesinin farkında ama sonuçta her okur yazarın yazma anındaki coşkusuyla aynı hislere sahip olamaz ki, diye geçiriyorum aklımdan.  Okur bir hazırcı sonuçta, çoğu zaman verilen emek umurunda değil, bencil, keyfiyle alakalı bir karakter o.

Ve kabul ediyorum ki yazar kurduğu öyküyü birebir yaşayan, daha çok isteyen, kurguyu daha iyi sindiren ve yazdıklarının özünü bilen... Romanı en iyi olsunu, zenginleşsini samimiyetle, bir çıkar gözetmeksizin arzulayan kişi. 

Oysa okurlar bir konfor alanına sahip ve seçme özgürlükleri var. Kitabı sıkıldığında bir kenara atıp gidebilen kişi. Okuduğu kitap onun evladı değil, yazanla aynı hislere sahip olması mümkün olmadığı gibi, kendi konfor alanlarını gözeten de kişi, bencil.

Bu okurun bencil tarafı, yazarın niyetini, en iyisi olsun arzusunu, coşkusunu fark etmiş olmasına rağmen sonuçta şöyle düşündü: Biraz daha kısa tutulsaydı roman acaba, ansiklopedik bilgi tadındaki detaylar bir tık daha azalmış olsaydı; mesela bu okur gibi arazlılar, konfor düşkünleri ve okuduğuna emek vermek yerine sonuca odaklı hazırcılar açısından ve romanın ileri bölümlerinin akışkanlığı için daha mı iyi olurdu?

1 Kasım 2022 Salı

Yine Bir Film İçin Düşüyorum Yollara

Yeni adıyla Paribu Cineverse'deki ikinci filmim için fikren hazırım. Güney Kore yapımı, dağıtımı Başka Sinema tarafından yapılan ve Bir Film'in ülkemize getirdiği, hakkında spoiler içermeyen kısa bir bilgiye sahip olduğum, kanımın kaynadığı ve kafa dengi bulduğum, sıcak hisler çağrıştıran ve karar verdiğim filmi; Filmgündemi'nin ertesi gün yine spoiler içermeyen ama tarz anlamında ipuçları veren yazısıyla birlikte netleştiriyorum ve bunu kısa yorumumla beyan ediyorum. Pazar akşamına karar versem de Fenerbahçe maçı ile çakıştığını görünce erteliyor ve pazartesi akşamı ile mutabakata varıyorum.

Aktif bir iş günü, saat 15:30 sularında kendimi dışarı atmayı planlıyorum. Bir yerlerde bir şeyler atıştırır sonra da sinemaya doğru yol alırım fikrindeyim.

Vakit geliyor, işi bırakıyor, nerede ne yesem konusunu yola bırakıyor ve çıkıyorum. Ora mı bura mı soruları kafamda dönerken de kararımı netleştirip Mantucu' nun -artık- ara sokaktaki imalathanesinin üst katına taşıdığı şirin lokantasındaki masama çöküyorum ki Suriyeli Musa Şef de mekâna dönmüş. Biraz sohbetin ardından önüme tablo gibi diziyor enfes mezeleri ile mantımı.



Trendeyim. Güzel bir gün. Saat itibariyle tren sakin, keyfini çıkarmaksa benim işim.

Bu kez doğrudan Migros'a giriyor, Pepsi Max'im ile klasiklerimi alıyorum.


Sinema katında ve gişenin önündeyim.

İlk kez gördüğüm genç adama filmi ve koltuk numaramı söylüyorum. Ve doğrudan yürüyen merdivenlerle üst kata çıkıp terasa yöneliyorum. Günün en keyifli saatleri. Kuzey tadında bir hava ki yağmur izleri var. Pepsi Max'imi masanın üzerine çıkarıyor, yanına da Hindistan cevizi ile süslenmiş, çikolata dokunuşlu kekimi ekliyorum lakin onlarla sınırlı kalamıyor, fındıklı mini gofretler ve tam buğdaylı bisküvileri de zamana ve manzaranın sunduklarının çeşitliliğine yayarak, götürüyorum.


Ve işte o anda ve ortalıkta yağmur yokken gökyüzünün kuşağını görüyorum.

Tek tuş ve enn sevdiğim kadın. Lojmana yürürken yakalıyorum. Tabii ki şaşkına döndüren gökkuşağını anlatıyorum ama bununla yetinmiyorum; Amasya ve saati itibariyle sorunlu tren konusunda ürettiğim senaryoyu da sunuyorum ve mutabıkız. Lakin enn sevdiğim kadın şu an benim konumuma göre şehrin öte yakasında ve ne yazık ki gökkuşağını ne kadar aransa da göremiyor. Bense neden ciddiyetli fotoğraf makinemle gelmedim diye düşünürken küçüğüm yine de iyi iş çıkarıyor.


Gökyüzü diyor ki, "Şimdi yağmur damlaları düşebilir."

Düşüyorlar.

O kadar güzel bir andayım ki!

Karşımda gemiler, şu an havaalanından kalkmış ve yükselmekte olan uçak gökkuşağının ardından rol aldığı duman rengi sahnede ve bulutların arasından sürekli yükseliyor. Limanınsa 8.katın haricinde bir başka noktadan bu haliyle görülebilme şansı yok. Elbette içimdeki Amasya heyecanı diri ve hayatımda önemli yeri olan, en kıymetli anılarımı yaşadığım bu şehirde, eskilik içinde bir konakta kalmak ve yine benzer bir mekânda rakı eşliğinde O'nunla durmaksızın sohbet ederken; bu güzel kadını, gülüşünü ve kelimelerini doyumsuzca ve gülümseyerek izlemek paha biçilemez bir an benim için. Onunla yeni tanıştığımız ve onu da bu şehirdeki ve anılarımdaki izleri derin noktalarla tanıştırdığım yıllar önceki güne dönüyorum birden.* Değişen tek şeyse tren saatleri. Ve demiryolunun yenilenmesi tamamlanmadığı için de uzun yol seferlerinin başlamamış olması; dolayısıyla aynı günün sabahında gidip akşamlarında trenle dönülememesi...


Oysa bir film yazısı diye başlamıştım. Yine akıp giden zamana notlara çevirdim. Kısa ve net yazılar da yazabilen biriyim. Neden bazen kaptırıp gidiyorum ve ana konudan farklı şeyler yazıyorum, bilmiyorum ve bunu bir türlü de çözemiyorum. Mekaniklik içeren pandemili hayatın acısını belki de böyle çıkarıyorum, kimbilir...


"Bunlar ne şimdi Bay Buraneros, hani film?" dediğiniziyse duyar gibiyim!


Nasıl anlatsam inanın ben de bilmiyorum. Olağünüstü müzikler eşliğinde hayatımın en güzel sinema günüydü desem yeridir ki bu vurgum aynı kıymetle seyretttiğim hiç bir filmi incitmez, eminim. Hatta tadı hâlâ sıcacık Leo Grande bile beni anlayacaktır...

Yine görüntü yönetimine bittiğim bir filmdi. Her bir sahnesindeki özene dikkat kesildim. Bir ressamın elinden çıkmışçasına ya da çok çok iyi bir fotoğraf sanatçısının objektifinden özenle yansıtılmış fotoğraf kareleri kadar güzeldi her an. En küçüğünden en büyüğüne kadar oyunculuklar muhteşemdi ve hatta bu muhteşemliğin ötesinde bir sahicilikti sergilenen. Suç vardı, suçlular vardı ve elbette suçluların peşinde olanlar da. Ve her bir karakterin ayrı bir hikâyesi de... İlmek ilmek örülen filmin her anında tüm bu karakterlerin ortak noktalarının tadını, hislerini fark edip paylaşmak da...

Ve elbette bunun salondaki karakterlerin kalplerine oya işçiliği tadında geçirilme becerisi de...

Yaşanana bir dramlar kesişmesi demek asla abartı olmaz ancak niye film boyunca gülümsedik ki biz! Oysa bir başka elde baştan sona gözyaşı döktürecek film olarak çıkabilirdi karşımıza ki aslında sergilenene, önümüze serilenlere baktığımızda hissimizin tam olarak bu olması gerekirdi.

Oysa biz, yani salondaki üç izleyici hiç böyle hissetmedik. Sevinçle, inançla, hayranlıkla küçüğünden büyüğüne oyunculuklardaki sahiciliğe inanarak gülümsedik, sevindik... Özenli cümlelerden yayılan sözcüklerin gerçekliğine ve büyüsüne kapıldık ve aslında bazı cezalandırmalara üzülmemiz gerekirken üzülmeden tamamladık filmi. İnsan olduğumuzu anladık belki de. Yolda aracı durduran, araçtakileri her anlamda tedirgin eden polis arabasından inen polis bizi ürkütse de içinden çıkan kişiyi sevimli kılan noktanın doğasını, kamera açısından yola çıkarak görüntü yönetmenini ve kameramanı öpesimiz geldi. Üzüldüğümüz tek şey belki de son yazıların perdeden geçip de ışıklar yandığındaki andı.

Birden uyandık ve neden bitti ki dedik. Çünkü dahil olduğumuz, izlediğimiz filme doyamadık.

İçimize bir hüzün düştü, koltuklarımıza yığıldık. Tıpkı sevdiğimiz insanlarla birlikteliğimiz sonlanmış gibi vedalaşmanın yokluğunu yaşadık; en sevdiğimiz oyuncaklarımız zorla elimizden alınmış gibi koltuklarımızda çakılı kaldık..

Öylesine benimsemiştik ki ötekileri...

Perdenin bu tarafında olan biz üç seyirci sanki çok hoşlandığımız, çok mutlu olduğumuz, naif kelimesinin gerçek anlamını bulduğu, gönüllüsü olduğumuz bir -suç- dünyasından, arkadaşlarımızdan koparılmış; içiçe geçmişliğimizin, paydaşlığımızın, sevgimizin ve mutluluğumuzun bitirildiği bir salonda yapayalnız kalmıştık.

Koparıldığımız anda bir özlem düşmüştü içimize. Özledik.

Oysa kavuşmak bir tren mesafesi!

Şu satırları yazan kişi...

Sanki...

Hiç yapmadığı bir şeyi yapacak gibi!

Sanki bir kez daha... sadece bu film için...



*Filme başta yönetmen olmak üzere emek verenlerle ilgili detaylı bilgilerse bir tık yakınınızda, buradan lütfen.

*O Amasya yazısı: Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor Haliyle

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP