Merve Dizdar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Merve Dizdar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2023 Cumartesi

Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyorlar Diyorum ya Hep

Perşembe

Filmin Son Günü


Film, bir ilk film olduğu için zaten bir beklenti oluşturabilecek arka plandan yoksundum. Kar var, çok severim, e köydür, çok güzel, ayılar mı var acaba, metafor mu, bilemiyorum ikisi de benim için uygun, şöyle güzel bir hikâye de varsa, oyunculuklar da ne kadar kötü olabilir… di.

Büyük oranda da böyleydi, kar, köy, ayı, oyunculuklar, görüntüler, görüntü yönetmenliği, renkler çok güzeldi. Ses çok mu patlıyordu, bizim salonda mı sorun vardı bundan çok emin değilim ama müzikler de oldukça güzeldi. Fakat bunca güzellik klişelerin arasında boğuldu gitti? Zaten 1 buçuk saatlik film, seyirciye sürekli yürüyen karakter izletmek bence bir sorun. Köye gelip de umduğunu bulamayan idealist okumuş insan bence bir sorun. O yokluğu, yoksunluğu, cehaleti ya da inadı, karın ortasındaki hiçliği, köyde anlatılan, inanılan efsaneleri, hikayeleri, mitleri hissettirememiş olmak büyük bir sorun. Bunlar yüzünden de film hayal kırıklığıyla sonlandı ama sonunu beğendim.

Sevgili Elisabeth Vogler'in film hakkındaki yazısından..




Ne yazık ki klasik sinema alışverişimi yapamıyorum çünkü istasyona vardığımda bana yanmakta olan kırmızı nedeniyle ve -bir kez daha çocuklara kötü örnek olmamak için- karşıya şıp diye kırmızıda geçen iki genç kızın aksine yeşili bekliyorum ki o sırada aslında pek sevmediğim modeldeki tren istasyona yaklaşıyor ve hız kesiyor. Beğenmediğim de olsa film saati öncesindeki abur cubur alışverişlerim için yetişebilsem binecektim. Mesele zaman. Bir sonraki için bekliyorum, biraz telaşlıyım ritüeller eksik kalacak diye ki tren uzak virajdan çıkıyor, enn sevdiğim, üstelik bir genç kadın kullanıyor. Okulların açıldığı belli ama! Şansıma bir yer buluyorum, bir sonraki istasyonda yine öğrenciler... tatlı çocuklar, kulaklarım onlarda.

Şimdi AVM'deyim. Hızla sinema katına çıkıyorum; hareket halindeki yürüyen merdivenleri de adımlayarak. Gişelerin önünde Allah'ın kulu yok; bir gişe açık ve oradaki genç kız da can sıkıntısından bir hâl olmuş.

"Kar ve Ayı için bir bilet lütfen..."

"D-3 lütfen!"


Genç kız uyarıyor:

"Salondaki klima çalışmıyor."

Uyarı için teşekkür ediyor, benim için sorun olmayacağının da altını çiziyorum. Salonların olduğu kata hemen çıkmıyor, filme 15 dakika varken sinema klasiklerim için Migros'a inip dönebilir miyim hesapları zihnimde nakarat halindeyken hamle yapıyor, bir kaç adım sonra da kasaların önünde olma ihtimali kesin kuyruklar gözümde canlanıyorlar ve kendini boşuna yorma diyorlar bana. Dönüyorum!

Sinema katında da bir Allah'ın kulu yok. Çünkü kısmen kalabalık yapan, paralara kıyıp kola ve koca koca mısırları alabilen ve memleketin halinden dolayısı ile memnun olan ama halkımızın neden mutsuz olduğunu da anlamayan, o halkın ellerindeki paranın pul olduğunu fark edemeyen, mevcut liderin aşığı, üstelik ellerindeki euro'ların şımarığı kitle de -çok şükür ki- dönmüşler.

D-3'ümle kucaklaşıyoruz, iki hafta Başka Sinema filmi gelmeyince görüşemedik  kendisiyle, hasret büyük... Az önce dışarıda bizim salon 6'ya yakın oturan blucinli abla şimdi salonda ve benim 5,6 sıra arkamda... Kendisi yeni anneanne olmuş, buralı değil, doğum için gelmiş ve sinema onun için bir nefes ânı... Sonuçta salonda biz bizeyiz, abla telefonun öteki ucundaki arkadaşı ile özgürce konuşabilir ki öyle yapıyor ve ben konuya bütünüyle hakim durumdayım. Lakin salonun ışıkları yanmıyor ve abla bu duruma kızdı. Bunu sesle de ifade etti ve tam da o sırada ışıklar yandı ama zaten perdede de reklâmlar ve fragmanlar akmaya başlamıştı ki salon ışıkları da aynı hızla söndü.

Klima arızalı ifadesinden aslında çakmıştım köfteyi. Bomboş salonlar zorunlu olarak masraflardan kısıntı gerektiriyordu ki bunu en iyi anlayacak olan halk da bizdik; yani cebinde pul olmuş TL bulunduran insanlar. Koca bir grup olan, Güney Kore'li sinema işletmecileri dahil ceplerimizdeki para TL idi. Bilet fiyatlarının uçmuş hali cepleri yakmış, insanlar çoluk çocuk salonlardan çekilmiş, doğal olarak işletmeci de personel sayısını düşürmekle sorunu çözememiş artık klimaları kapatır ve ışıkları da çok kısa süreli yakar hale gelmişti.

Şimdi gelirsek sadede... Filmin açılış sahnesine ve ablanın o doğa ve yol koşullarında araba sürüşüne ve drone kamera ile yapılan çekimlere bayıldım; üstelik bizim salonda ses problemi yoktu, sesler, müzikler, doğa şırıl şırıl akıyordu! Lakin benim bile gözümün almayacağı hava, doğa ve yol koşulları altında köye atandığını öğreneceğimiz ablanın asfaltta gidermiş şekilde ve sular seller gibi virajları alışındaki hıza ve arabayla devam edişine ukalaca bir bilmişlikle "Hadi canım sen de," dedim. Belki de kıskandım. Çünkü şehrin en hızlı sürücülerinden biri olarak kendimi direksiyondan bir süre önce emekli etmiştim.

İlk yarıda filme girmekte biraz sorunlar yaşamadım değil; iki arada bir deredeydim. Merve Dizdar'ı ilk kez Tamirhane'de izlemiş ve performansına ve de tiplemesine bayılmış, altını çizmiştim. Hemşire abla rolünde ve filmin genel akışında muhteşemdi. Hakeza görüntü yönetimine, ve elbette kadın yönetmen Selcen Ergun'a ve geleceğinin çok parlak olduğunu düşündüğüm genç oyuncu Derya Pınar Ak'a ve filmde olan yan oyuncular dahil, figürasyonlarda biraz eksiklikler olsa da bayılmış; bünyemdeki eleştirmen ukalayı film kapı dışarı edip beni en candan haliyle içine buyur ettikten sonra da zevkten ölmüştüm. Ve ayrıca doğayı filminde bir oyuncu haline döndürüp neredeyse başrole taşımayı başaran yönetmen Selcen Ergun başta olmak üzere, filme emek vermiş görüntü yönetmeni Florent Herry ve tüm emekçilere finalde tek tek teşekkür ederek, koskocaman bir alkış yollamayı da ihmal etmedim.

Filmsever değil aksine sinemaseverim diyen herkese de -katlanamayacak olsalar bile- bu filme bir göz atmalarını -şiddetle- tavsiye edebilirim!

Film bittiğinde, belki de erkenden salonu terk ettiklerinde; bu muydu, diyerek bana saydırma olasılıklarını da göze alarak!

22 Kasım 2022 Salı

Çifte Kavruluyorum

Öncesi


2.Bölüm


Çıkıyorum evden, pazar günü sakinliği güneşle taçlanmış. Havada bahar tadı, gün elinden gelen her şeyi yapmış. Keyif adımları ile yürüyorum. Montum sırt çantamın askısından geçirilmiş, ayaklarım yerden kesik... Havalıyım!

O halde kahvaltımızı Sembol'de yapalım.

"Bir karışık su böreği lütfen."

"Bir de çay, küçük lütfen."

Kalitesini aşağı düşürmeyen keyifli bir mekân. Su böreği enfes, müşteri kalitesi her telden.

Güneşe çıkıyorum. Ağır adımlarla bu muhteşem günün tadını yudumluyorum. Kartıma yükleme yapıp turnikeden geçiyorum.

Tren gözüküyor. Vaktim var. İstasyona vardığında bana kalabalık geliyor. Aslında bu sorun değil lakin bu trenleri sevmiyorum ve koyveriyorum.

Banktayım, raylarla bir arada.

Ahh benim bu tren aşkım!

İşte günün kıyağı ben buna derim; çekik gözlüm, biricik Çinlim uzak virajdan görünüyor. Gelip de tam önümde duruyor. Üstelik sakin. Biniyor, önü geniş, iki vagonun ek yerine sınır, gidiş yönüne ters son koltuğa oturuyorum ve trendeki sakinlik maske takmasan da olur diyor bana.

Diğer vagonda cephesi bana dönük hoş bir kadın var. Aramızda mesafe olsa da gözlerimizi kaçırmak zorunda kalacağımız bir yüz yüzelik hali. Camdan dışarı bakıyor arada bir vagonun içine dönüyor, bu dönmeler esnasında niyeyse gözlerimiz buluşuyor. Sonra bir meşgale bularak ona yönleniyoruz. Hımmmm cep telefonu! Hanımefendi onunla meşgul. Güzel seçim. Ben de sırt çantamdan kitabımı mı alsam acaba? Yol boyunca camdan kafamı alıp içeri döndüğümde hep göz göze geliyoruz; parmakları boş, benim gönlüm dolu. Sonra gözler kaçıyor tabii ki. Epeyi durak sonra iki genç biniyor ve gelip de aramıza dikiliyorlar. Film orada kopuyor... sanırsak da çocuklar bir kaç durak sonra iniyorlar. Muhtemelen aynı durakta ineceğiz diye düşünüyorken ben, bir durak önce iniyor. Bu beklentisiz, bir hesabı olmayan, yola renk katan an da son buluyor.

Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyorum ve dün akşam ne olur ne olmaz diye Sabırsızlık Zamanı için biletimi aldığım gişenin önündeyim.

"Tamirhane için bir bilet lütfen,"

Genç kadın gülümseyerek, sonuna bey eklemesi yaparak adımla hitap ediyor bana. Oysa ilk kez dün karşılaştık onunla.

"D-3 Lütfen."


Film başlıyor ve kafadan ele geçiriyor beni; bu filme yakışır diye düşündüğüm promosyon mısırlarım yanımda, Max'im de koltuk dirseğinin ona ayrılmış çukurunda.

Babamın tamirhanesine ilk gittiğimde Babıda'ylaydım ve 5 yaşındaydım. Bir ustası vardı, bir efsane. Rus Tevfik. O gün sıcak olduğu için çay tabağına dökülerek soğutulan oralet içmiştim. Sonrasında babam ustalığı bıraktı ve yedek parça mağazası açtı. Benim hayallerim başkaydı elbette... ama erken ölüm aslında çok kere yazdığım gibi benim de kaderimi çizmiş oldu. Önce okul tatillerinde, sonra başka hayallerimi yanımdan ayırmayarak gittiğim mağazalar, askerliğimin henüz başlangıç ayından itibaren benim dünyam oldu. Bir avantajım vardı, ben bir bukalemundum, bulunduğum ortamın şeklini alabiliyordum. Amerika'da okuyup televizyon yönetmeni olmayı hayal ederken ve bu yüzden askerliği aradan çıkarim diye düşünürken hayat irade koyarak yolumu çizmişti.

Yani tamirhane nedir, kitlesi nasıl insanlardan oluşur iyi bilirim.

Ağzından küfür çıkmayan, kırk yılda bir çıktığında arkadaşlarını şaşırtan ben, başlangıçta bu kadar küfür de ne dedim. Sonra bir kendine gel efendi diye de ayarı verdim kendime. Çok uzatmayacağım; ben bu filme bayıldım. Nejat İşler muhteşemdi, kısa görsek de Erkan Can muhteşemdi.

Yönetmen Erkan Kolçak Köstendil'e bayıldım. Açılış sahnesinde tepeden doksan derece inen sonra yola paralel kıvrılan açılış görüntüsüne bayıldım. Aynı zamanda senaryoyu da yazan Bülent Şakrak'a bayıldım. Boyanan Chevrolet'e bayıldım.

Çok güldüm. Finalde fena ters köşeye yattım ve devamı gelecek sinyali veren açıklama sahnelerini koymasalar mıydı acaba diye düşündüm.

Bir oyuncu keşfettim ki bence muhteşemdi: Engin Hepileri! Filmin umulmadık bir yerinde ortaya çıktı, kısa bir kaç sahnede göründü, ama beni benden aldı. Aynı şekilde kadın oyuncu Merve Dizdar da!

Bir çok izleyici tarafından absürt ve abartılı bir film olarak nitelenmesi mümkün.

Küfürlerden kaynaklı olarak da tırmalayıcı...

Lakin yine de film bendeki tüm bu halleri sıfırlamayı becerdi, duygu dünyama bir çentik atarak girdi, aklımı ayağa dikti, keyfimi zıplattı ve finalin ters köşesi ile de içimde alkış kıyamet kopmasına sebep oldu.

Tüm bunlara rağmen yine de şiddetle öneririm diyemiyorum; zevkler, okumalar ve renkler meselesi yüzünden!


Çok keyfile çıkıyorum sinemadan, iki Türk filmli nostaljik sinema eylemim mutlu ediyor beni. Film arası ise torpilli; bir saati biraz aşkın: İster gez dolaş, ister teras keyfi yap, istersen bir türlü ona has tatlısının adı aklına gelmediği için girmediğin Cookshop'da Mangolia ye, keyfine bak, diyor.

Fakat benim cebimde de iki adet Baydöner'de geçerli %20'lik indirim kuponu var.

Aslında Penguen'in terasında kahve içmeyi düşünmüyor değilim, lakin karnım aç gibi olsa da nasılsa acıkacak.

Bir saatim var ve bu kitabımı açıp, kahvemi alıp, manzaranın tadı eşliğinde yayılmam için yeterli bir zaman değil ki dönüşü sinema ve ikinci film olacak!

O halde Baydöner.

"Bir İskender lütfen."


Bu kez en çok gittiğim salonda, 6'dayım. Her zamanki koltuğum; onunla her hafta buluşsak da elbette özlüyoruz birbirimizi. Dün filme neden bilet kalmadığını ise anlamış durumdayım. Bugün toplamda 5 kişiyiz ki bu da fena bir sayı değil!

Diyarbakır'dayız. Film bana yazlık sinemada olsaydı keşke tadı yaşatıyor. İlk andan itibaren hissiyatım bu yönde. İki kardeş başrolü Pelin Batu ile paylaşıyorlar. Tatlı çocuklar. Bir sorun yok, güzel oynuyorlar ama daha tasarruflu kullanılsalar, bu kadar lafazanlıkla gözümüze sokulmasalar daha iyi olurdu gibime geliyor.

Yönetmen ve senarist Aydın Orak bu filmi hevesle ve iddia ile çekmiş eyvallah, samimiyetinden zerre şüphem yok. Lakin abi biz de literatürü yutmuş bir nesiliz. Hamdolsun elimizden geleni ardımızda bırakmamış, zor yıllarda sol geleneğin neyi var neyi yoksa üzerinden geçmişiz; o arada polisler joplarla, emir kulu mehmetçikler de dipçiklerle bizim üzerimizden geçmiş. Fakat sen abim bu filmde ondan olsun, bundan da biraz olsun demiş, havuz bekçisinin eline jop tadında sopa vermiş, çok daha iyisi olabilecekken, biraz izleyiciyi hafife alarak mı, desem, yoksa biraz da kör gözüne mantığıyla ama derin ve içselleştirilmiş bir sol kültüre sahip olmadan, geniş düşünce kalıpları ile değil de özele indirgeyerek, bir etnik kimliğe yaslıyarak, popülizm batağına ayak basmadan geçemeyerek ve klişelere sırtını dayayarak mı yapışmışsın bilemedim. Ve ayrıca farklı "etnik" kimliklere sahip biri zenginler tarafında olmak kaydıyla çocuklar üzerinden vurgulamaya çalıştıklarını da çok yadırgadım.

Lakin kötü film demeye dilim varmıyor ama hiç değilse öğretmen öğrenci ilişkilerini doğru kursaydın, idealist öğretmeni de bize başka cümlelerle ve daha nitelikli argümanlarla sunsaydın, ve müdür bey olarak da içi biraz daha dolu, üçüncü sınıf parodi düzeyinde bir oyuncu yerine iz bırakacak bir karakter koyarak bu iki eğitmenin öykünün önemli bir parçası olduğunu hissettirseydin, dedim.

Ve ekledim:

Bu kadar sebze katarsan bir çorbaya ve bunlar bir soruna parmak basmaktan ziyade slogan düzeyinde klişeler hissi verirse izleyiciye... İşte o film, yapmak istediğin mizah, tam anlamıyla çorba olur!



Ey Sevgili Okur!

İyi niyetle yapılmış, bir iddiası olan yönetmenin kendisinin çok beğendiğinden emin olduğum bu filmle ilgili olarak, aldatmaya yönelik hareketlerden hep kaçınan bu blogger kişisinin sözlerini senet kabul etme lütfen! Merak ettiysen bu filmi izle. Bu blogger kişisiyle aynı hisleri alsan bile, yine de iyi niyetli bu emeği anla, kusur bulma ve saygı duy, ellerin kızarıncaya kadar alkışla
.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP