30 Nisan 2010 Cuma

Dansın Ritmi

Bir izleyicinin mutluluğunu, izlediği temsilden aldığı keyfi en iyi yansıtan dışavurumun alkışlar, alkışlara eklenen "bravo" nidaları olduğunu göz önüne alırsak... Dün akşam, sezonun son prömiyeri Dansın Ritmi'nin izleyicilerinin sahnedekilerden daha çok yorulduğunu, bunun nedeninin de dur durak bilmeyen alkışlar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İnanın bu cümlede en ufak bir abartı yok. Sahnede ter döken oyuncudan daha çok ter döktü izleyici... Üstelik kendine zarar vererek... Hem birinci perdedeki Paquita'nın sonunda, hem her solonun ardında, hem de gecenin sonunda elleri kızarmamış, omuzları ağrımamış izleyici yoktu sanırım salonda... Dakikalarca süren bir alkış sağanağı vardı dün akşam.

Dünya dans günü çerçevesinde düzenlenmişti iki perdelik bu bale... Yine tamamı dolu bir salonda sergilendi gösteri. Paquita ve Bir Yaz Gecesi Rüyası seçilmişti; iki perdelik, Dansın Ritmi başlıklı bu gösteri için. İki farklı konseptteki her iki perde de keyifli dakikalar yaşattı izleyiciye... Birinci perdede sergilenen Paquita'ya hakim olan renk sıcaklıktı... Bir anlamda ders niteliği de taşıyan gösteri, bale adımlarından çeşitlemeler sunarken, solo olanağı tanıyan versiyonu sayesinde, başarılı solistlerin* her birinin danslarıyla zenginleştiriyordu kendini...

Bir öykü anlatma derdi de olan Bir Yaz Gecesi Rüyası'nın aksine Paquita, tümüyle danslarıyla öne çıkan ve bu anlamda izleyiciyi çok çok memnun eden bir bölüm oldu. Marius Petipa kareografisi üzerinden tek perdelik çok başarılı bir sahne uyarlaması yapan Zeynep Sunal Odabaşı, çok eğlenceli ve coşkulu bir ilk perde yaşattı seyirciye.
Filiz Dinç'in bordoya dönük kırmızıyı tercih ettiği pırıltılı perdeler ve tavana asılmış tek bir avizeyle oluşturduğu sade dekor, aynı zamanda görkem de yaratıyordu. Kıyafetlerdeki renkler, ışık ve dekor birbirleriyle şahane bir uyum sağlamıştı. Minkus'un dinlemesi keyifli ve kolay müziğinin neşeli haliyle bütünlenen tüm bu güzellikler, şahane bir keyif oldu izleyici için.

İkinci perdenin açılmasıyla arka sırada oturan kadın grubundan yükselen "aaa!" nidası, İsmail Dede'nin tasarladığı dekorun onaylandığını gösteriyordu. W.Shakespeare'in yazdığı, karaegrofisi Nugzar Magalashvili tarafından yapılan ve Medeia Magalashvili'nin sahneye koyduğu Bir Yaz Gecesi Rüyası, ağırlıkla ormanda geçiyordu ve tam da yazın gündönümünde yaşanıyordu olan biten... Gecenin rengini göz önüne aldığınızda, sık ve sahne boyu ağaçların turkuazı çok güzeldi. Sahneye düşen ağaç gölgelerinin arasından sızan ayışığının rengi yumuşacıktı. Ağaçların arasından çakan şimşek ve gecenin serinine vurgu yapan sis efektleri başarılıydı. Sihirlerin dağıtıldığı çiçeğin ışıkla simgelenmesi güzeldi. Yine İsmail Dede imzası taşıyan kostümler ve seçilen renkler şıktı.

Hikaye zaten güzeldi ve sergilenen tek perdelik gösteri, hikayesini anlatmakta başarılıydı. Kareografinin içine yerleştirilmiş şakalar ve oyuncu tavırları eserin mizahına vurgu yapıyor ve izleyicinin yüzüne tebessüm, hatta kahkahalar kondurmayı başarıyordu.

"Gecede kusurlar yok muydu?" derseniz. Evet, biraz yandaş bir tavrım olduğunu biliyorum. İzlerken gözüme çarpan detaylar olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Hatta bazı noktalarda şiddetle de eleştiriyorum. Ama salondan çıkarken, tüm oyun boyunca aklımda oluşan iniş çıkışlara baskın çıkan şey, güzellikler oluyor. Ben bir eleştirmen değilim. Ben izlediğim her gösterinin bende yarattığı duyguyu ve salonda yarattığı genel havayı yansıtmayı, o salondaki keyfin yansımalarını kelimelere dökmeyi severim. İsterim ki güzel olan herneyse, daha çok kişiye ulaşsın ve o güzelliğe onca emek koyanlar, tek beklentileri olan alkışlarda çoğalsınlar.

Bu gecenin eleştirebileceğim, hatta özellikle eleştirmek istediğim yönü ses düzeniyle ilgiliydi. Tüm insanlar görevlerini başarıyla yapmışlardı. Bir kusur aranacaksa ve bu gösteriye herhangi bir izleyici tarafından bir ceza kesilecekse bunun sorumlusu cihazlardı. Müziğin canlı ve bizim orkestra tarafından çalınıyor olmaması zaten başlı başına bir dezavantajdı. Ama salona yayılan sesin metalik hali beni zaman zaman rahatsız etti. Özellikle kemanlar ve diğer yaylıların öne çıktığı anlarda hoparlörlerden gelen sesler, resmen tırmaladı beni. Belki de şahane orkestramızın, onun çok değerli ve gencecik elemanlarının doyumsuz çalışlarına alışkın kulaklarımızdı buna sebep, bilmiyorum.

Hatta, sadece o kısmı yani sesin bende yarattığı algıyı öne çıkarıp bir eleştiri yazsam kurmayı düşündüğüm paragrafın ilk cümlesi şuydu: Bir sinema salonundaki gibi...

Paquita'nın müziğinin daha kolay dinlenebilmesi ve en klasik müzik sevmeze bile kendini sevdirebilecek özellikler taşıyor olması, sahneye konma şekli itibariyle bir hikayeyi takip etmek zorunda bırakmaması, tümüyle dansların önde olduğu daha ritmik ve akışkan bir kurgu üzerinden ilerlemesi, ilk perdede çok da olumsuzluk duygusu yaratmadı; sesin duyulma biçimi anlamında... Ama bir öyküyü de anlatma derdi olan ve Mendelsshon'un müziğinin daha derin ve farklı ritmler de içeren bir zenginlikte olması nedeniyle, şahsen benim aklım bazen sahneden müziğe kaydı, Bir Yaz Gecesi Rüyasında... Ses çok öne çıktı ve sanki yer yer sahneye fon olmaktan ziyade baskın bir hal ortaya koyarak, ayrı gayrılık duygusu yarattı bende... Burada anlatmak istediğim şey sesin yüksekliği anlamında bir sorun değil, tonu anlamında bir sorundu. Belki de benim kulağımın oluşmuş algısındaydı sorun, müziği daha yumuşak ayarlarla dinlemeyi seviyordum. Üstelik, ekolayzerin orta kısmındaki düğmelere yaşamım boyunca hep soğuk durmuştum.

Zaman zaman dansların ve sunulanların güzelliğine kapılıp müziğin kulağıma takılan halinden uzağa düşsem de sahneye ilgim azaldığı anlarda, sesin bu haline dikkat kesilmeden duramadım. Zaman zaman da, bir televiyon ekranı var karşımda ve gelen sesler ekrandaki oyuncuların ağzından değil de yandan bir yerden geliyormuş gibi, ya da sanki bir başka yerde müzik çalıyormuş da insanlar bu sesin üzerine dans ediyormuş gibi, bir benzetmeyi eleştirel bir yazıya yerleştirmek fikrine kapılmadım dersem yalan olur. Şimdi bunları buraya yazmış olmam yazdım sayılmaz ama.. dedim ya duygularımla ifade etmeyi seviyorum yazılarımı diye, işte bu cümleler o kontenjandan bir ifade ediştir.

Tüm bu haller, sahnede sergilenin başarısını gölgeler mi? Tabii ki hayır. Tek tek baktığınızda dekorundan kostümüne, balet ve balerin başarılarından ışığa kadar herşey mükemmeldi. Seyirci coşkuluydu. Opera ve balenin tüm çalışanları her zamanki gibi cıvıl cıvıl ve güleryüzlüydü. O günkü oyun listesi, karakter isimleriyle birlikte yazılmış ve izleyici kimi izlediğini bilme anlamında bilgilendirilmişti. Yani, sezon başından beri altını çizdiğim anlamdaki başarısını yine devam ettirmişti, tüm Samsun Devlet Opera ve Balesi çalışanları ... Ve herşeyden önemlisi benim öne çıkardığım bu detay bile sorun yaratamamış, bu kentin şanslı izleyicileri yine çok keyifli bir gece yaşamışlardı. Şanslı izleyiciler de kendilerine bu keyfi yaşatan sanatçıların koyduğu emeğe ve gösterinin güzelliğine duyduğu memnuniyeti en güzel şekilde ifade etmiş, tam anlamıyla alkışa boğmuştu Samsun Devlet Opera ve Balesini... O zaman bana ne oluyordu ki.. eleştirdiğim durum göreceliydi ve benim dışımdaki herkes de bu tonda dinlemeyi seviyor olabilirdi.

Yani gece yine ve gerçekten muhteşemdi.

Bir de küçük dedikodu eklersem yazının sonuna, derim ki; balerinlerden birinin kıyafetinin etek ucundan ip sarkmıştı aşağıya, kiminki olduğunu söylemiyorum ama.

*Gece toptan bir başarıydı ve bu nedenle yazı içinde tek tek balerin adı ve balet adı vermedim. Gecenin kadrosu şöyleydi: Sülün Duyulur, Ekatarina Chubinidze, Ilgaz Erdağ, Arzu Kaya, İpek Özgüncü, Nazmiye Kıratlı, Merve Gürer, Damla Oktay, Elvan K. Eren, Zeynep Bengier, Buse Öztemiz, İdil Şengül, Lasha Khozashvili, David Khozashvili, Orçun Önal, Orkun Baydoğan, Y.Emre Örgüt

Ve, ışığıyla tüm bu güzellikleri parlatan: Oğuz Murat Yılmaz



.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kim bilir belki...

Trenden indikten sonraki güzergâhımız İstasyon Caddesi boyunca yürüyüp yalı boyu evlerinin arka sokağı üzerinden kral mezarlarıydı... Trende arkamızda oturan ve kente ilk kez gelen, trene bindikleri andan itibaren nerede ineceklerinin telaşı kelimelerine yansıyan, bu fark ediş üzerine "merak etmeyin çocuklar biz de orada ineceğiz, ben size yardımcı olacağım," diye rahatlattığım ama yine de yol boyu süren kaygılı hallerinden bir blog yazısı çıkarılabilecek çocuklarla birlikte yürüdük sokağın başına kadar. Onlara nereleri gezmeleri konusunda kısa bir rehberlik hizmeti verdikten sonra biz girdik sokağa...




İki tarafı eski evlerle çevrili, içinde cami ve hamamlar da bulunan, bir çok çıkmaz küçük sokağın birleştiği bu eski sokak; Hazeranlar Konağı mirasçılarının mülklerini müze olarak düzenleyip Kültür Bakanlığı'na devretmesiyle hızla gelişmeye başladı. Butik oteller ve kafeterya şekline bürünen birçok eski ev; hem kendilerini korumuş oldular hem de sahipleri için önemli kazançlar yaratmaya başladılar.






Bu yatırımların artmasıyla, gelen ve kentte konaklayan insan sayısı çoğalınca, kral mezarlarına çıkılan yolun hemen altındaki bu küçük meydan hediyelik eşya satan dükkânlarla dolarak oldukça keyifli ve canlı bir renk kattı sokağa... Bahsettiğim Hazeranlar Konağı da hemen bu meydanın yanında yer almakta... Kral mezarlarına çıktıktan sonra dönüşte ya da henüz mezarlara çıkmadan gezilebilir. Biz mezarlara çıkışın yorgunluğunu da göz önünde tuttuğumuz için dönüşe bıraktık konağı...


İki katlı ve çok odalı Konağı mutlaka gezmek gerekiyor. Altındaki, galeri işlevi de gören bölümünde Piri Reis haritalarının sergisi vardı o gün...


Sokağı ırmağın karşı kıysısındaki yola bağlayan pek çok köprü var. Bunlardan birini kullanarak karşıya geçip Sultan Beyazıt Camisi'ne ulaşabilmek mümkün... Biz yürümeyi sevdiğimiz için Beyazıt Camisi'ni sonraya bırakıp, çok keyifli zamanlarımın mekânlarından eski Orduevi'ne doğru yöneldik. Hedefimizde Pirler Parkı vardı. Pirler Parkının etrafındaki (evliyalarla dolu) camilerden birinin fotoğrafını çektikten sonra, parkın içindeki türbenin önünde bulunan minyatür tiyatro formundaki üç dört basamaklı kısmın tam ortasında durarak seslerimizin bize dönüşünü dinledik.




Pirler Parkı'ndan dönüşte Selağzı diye tanımlanan meydanın alt tarafında bulunan ve Tırtıl'ın fotoğrafını çektiği bu mekân aynı zamanda Şehir Kulübü, hemen yanında da Öğretmen Evi var.


Şehzadeler kenti diye adlandırılan çok katmanlı bir kültüre sahip Amasya'nın en önemli mekânlarından biri de; içinde kocaman bir medrese de barındıran Sultan Beyazıt Cami.








Sultan Beyazıt Camisi'nden çıktıktan sonra hemen müzeye ulaşmak mümkün... Biz, biraz da benim tarihimin izlerinde dolaştığımız için, komutanın "hadi bugün sahilden gidelim" dediği güzergahı izleyerek ve yolu uzatarak gitmeyi tercih ettik, Amasya Müzesine...


Duyarlı bir fotoğrafçı olduğu için Tırtıl ve de flaş kullanmak ihtiyacı hasıl olduğundan, çok az fotoğrafla yetinmek zorunda kaldı müzede... Şu meşhur sosyetik güzellerimizden birinin yargılandığı davadaki el yazması kuran buradan çalınmıştı... Müze kesinlikle gezilmeli, tüm dönemlere ait pek çok sayıda buluntudan uygarlık izlerini takip etmek mümkün... Tüm tarih katmanlarından çok değerli örneklerin sergilendiği müzenin yan tarafındaki bölümde bir kaç tane mumya da var.


O gün hafta sonu tatilinin 23 Nisan bayramıyla birleşmiş olmasının da avantajıyla pek çok farklı şehirden, ağırlıkla İstanbul'dan çok sayıda tur otobüsü gelmişti kentte... Bunun yanı sıra çokca da üniversite öğrencisi vardı, gittiğimiz her tarihi mekânda... Özellikle üniversitelerin tarih ve arkeoloji bölümlerinden meraklılara rastlamak güzeldi.


Burma Minareli Cami'ye müzeden çıktıktan sonra aynı caddeyi yürüyerek ulaşılabilir. Yol üzerindeki Taş Han'ın hemen arkasında cami. Taş Han'ın ön yüzündeki sokaktan yürünürse bakırcılar ve alem ustalarının dükkânları da ziyaret edilebilir.


Dönüşü trenle yapmayı tercih etmediği için Tırtıl, biz ırmak boyu yürüyüşümüzü sürdürerek fotoğrafın sol tarafındaki belediyeye ait, içinde farklı farklı yeme içme mekânlarının olduğu, hemen vilayetin yanındaki parkta mola verdik. Ama size Çakallar mevkindeki Ali Kaya'ya ait lokantada yemenizi öneririz; Germeç ya da özel sebzeli kebabını...


Oradan çıktığımızda karşı taraftaki, bir üst fotoğrafın sağındaki eski zamanlarda ruh hastalıklarının tedavi edildiği Bimarhane'ye geldik.


Oradan devamla ulaştığımız yer: Ulusal bağımsızlığın ilk sinyallerinin verildiği ve bir manifesto olan Amasya Genelgesi'ni Atatürk'ün imzaladığı Saraydüzü Kışlası'ydı.


Amasya tarihin çok eski yıllarında kurulmuş, pek çok farklı medeniyetin üzerinde izler bıraktığı önemli bir yerleşim yeri olmanın yanı sıra; yüksek kayaların çanağında, korunaklı ve saklı bir şehir olduğu için, yapılaşmaya da pek izin vermiyor. Bu nedenle de kendini korumayı başarıyor. Üzerine o kadar çok şey yazılıp çizilebilir ki aslında... Biz, Tırtıl'ın objektifinden tadımlık bir Amasya sunmaya çalıştık. Oysa, bu kentte yaşadıklarım üzerinden o kadar çok şey var ki anlatılacak.

Eğer yolunuz kenarından geçerse bu şehrin, direksiyonu kırın ona doğru... Ankara üzerinden Karadeniz'de herhangi bir yere uzanıyorsanız; Çorum'u geçtikten sonra Mecitözün'den sapın sağa doğru, Amasya'da bir iki saat geçirdikten sonra yol sizi bağlar tekrar ana güzergâhınıza... Kimbilir; belki otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyip şarap içersiniz. Sonra belki; kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içersiniz!

Directed by Tırtıl

27 Nisan 2010 Salı

Nisan


"...Bugün, cüzdanıma yer etmiş notları ayıklarken, elime iki kişilik bir bilet geldi; Konakplex, salon 2 , 7.sıra, yer no 7 ve 8... Üzerine 22.04.2006 Vahşi Doğa diye tarih atılmış... Bu, küçük oğulun sinemada ilk film izleyişinin bileti... Şimdi! Sadece aradan geçen iki yıl sonra; o çocuğun, kendi beğenilerini oluşturan bir kimlik olarak, kendi insiyatifiyle bir sinema sitesinde profil oluşturup kendi filmlerine yorumlar yapıyor olmasından daha başarılı ne olabilir ki bir baba için..." Satırlarıyla bitirmişim Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı başlıklı yazımı... Bugün, göz atarken farkettim ki; saklanan ilk tren yolculuğu biletinin tarihi de 23.04.2010...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Dalkavukluk

Beğenisi zor, aksi varsılın biri ilanla dalkavuk aramış. Başvuranların hiçbirini beğenmemiş. İşin peşini bırakmışken, adamın biri karşısına dikilmiş.
- Buyur, ne istiyorsun?
Adam:
- İş istiyorum, demiş.
- Peki, ne iş yaparsın?, diye sormuş.
Adam:
- Dalkavuğum, demiş.
Zengin, adamı baştan aşağı süzmüş ve
- Hiç benzemiyorsun, deyince,
Adam:
- Haklısınız, benzemem efendim, demiş ve işe alınmış.

İnsanlık tarihi kadar eskidir, zor zanaattır dalkavukluk.

Osmanlılarda sarıksız kavuklu esnafına denilirdi. Batıda olduğu gibi Doğuda da türlü adlar altında, sultanları, kralları varsılları, beyleri çıkarları karşılığında eğlendirirlerdi. Artık esnaflıktan çıktılar, sarıkları da kavukları da kalmadı ama aldanmayalım, yağcılıkla adlandırdığımız kişilikleriyle bugün de varlar, -insanlık tarihi boyunca oldukları gibi- yarın da olacaklar.

Günün birinde, Sadrazam Ali Paşa vükelaya (bakanlarına) yalısında bir ziyafet verir. Yemeğin sonunda ortaya gelen çileği yanlışlıkla tuza banıp yer. Farkına varır ama, azametine yediremediğinden davetlilerine,
- Hiç de fena olmuyor, der.
Bütün nazırlar, Minas Efendi hariç, hepsi çilekleri tuza banıp yedikten sonra hoş görünmek için “Enfes!” diyerek sadrazamı tasdik ederler. Ali Paşa Minas Efendi’nin ses çıkarmadığını görünce:
- Sen ne diyorsun Minas Efendi?, diye sorar.
Minas Efendi:
- Çilek sofrasında bir diyeceğim yok ama ayni şey bazen meclisi vükelada da oluyor, diye yanıtlar.

Ne denir, “Yalan da olsa söyle, hoşuma gidiyor”. Söylensin. Hoşumuza gitsin. Yalan olduğunu aklımızdan çıkarmadıkça zararı yok.


*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmış "İkinoktaüstüste" adlı kitabındandır.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Bir Tren Penceresinden...

Geziyi haftalar öncesinden planlamıştık Tırtıl'la; havaların ısınmasını, dağlardan akan suların ırmaklara karışmasını bekliyorduk. Demiryolcu bir dedenin torunu olmanın avantajını yaşamıştım hep. Zamana akan trenlerin, raylarla ortaklaşa yarattıkları müziği suratıma konduran yaz sıcaklarının şefkatli öpücüklerini, hep sevmiştim. Uzun düzlüklere bakar, her tünelin ardından çıkan coşkun ırmakların suyunda serinlerdim.

Dünkü yolculuk Tırtıl'ın ilk tren yolculuğu idi. Bu açıdan önemli... Aslında çıkış noktamız 23 Nisan ve Ulusal Egemenlik olmamakla birlikte, dünkü tanıklıklarımız, hiç ummadığımız kalabalıklar; çok umutlu ve çok güzeldi.

Yol boyunca Tırtıl'ı da gözlüyordum. Sürekli üzerinden geçtiğimiz köprülerin altından akan bahar coşkunu ırmağın fotoğraflarını bir türlü yakalayamaması, ve buna telaşları çok hoştu. Sonuçta makinayı hazır etme halinden anladım ki işin matematiğini çözmüştü. Her tünel çıkışının, virajlar ala ala akan ırmakla trenin kesişme noktası olduğunu farketmişti.
Seni seviyoruz...

Sonra, yemyeşil çayırlara salınmış hayvanların peşine düştü. Rayların yamacında, küçük ölçekli bir apartman boyu yukarımızda, aşağı düştü düşecek korkusu yaşatan bir rahatlıkta dolaşan inekleri, ne yazık ki yakalayamadı objektifi. O da, o klasik sözü ineklere uyarladı ve onları düz ovada yakaladı.

... altımızda uzanan rayların bizi uzaklara taşımasına sevdalı;.... diye bir cümle kurmuştum, bir yazımın içinde... O da benim oğlum ya!

Burası Ladik istasyonunun karşısı; fotoğraflarını çekmeyi en çok sevdiğim yer. Bir çok kamera kaydımda ve fotoğrafımda vardır. Bu kez Tırtıl'ın objektifinde... Ne yazık ki, yıllardır omuz omuza oldukları iki ev, aralarında yok artık.. (İnce ve soldakine yapışık olanının alt katında mavi boyalı tahtadan kepenkleri olan küçük bir bakkal dükkanı vardı)
Ve bu gezinin son istasyonu; en sevdiğim, sorularıma şahane yanıtlar vermiş görünmez kentlerimden biri... Aksiyon dolu günlerimizin, ülkenin farklı kentlerinden gelip yolları burada kesişmiş en arkadaşlarla, aynı havayı soluduğumuz şahane kent...

Directed by Tırtıl

23 Nisan 2010 Cuma

BU BAYRAM BİZİM BAYRAMIMIZ

Merhaba bugün günlerden ne mi? 23 Nisan yani benim ve benim gibi çocukların bayramı… Bu işin içinde çocuklar varsa törenler ve diğer etkinlikler harika olmalı. Tüm Türkiye kırmızı-beyaz bayraklarla süslenmeli normal günlerden bambaşka bir coşku yaşanmalı. Ama bu bayram diğer bayramlar gibi klasik olmamalı.

23 Nisan günü normal bir gün gibi başlayabilir. Ama böyle bitmemeli. Sabah kalktığımda kuşlar cıvıldamalı. Etrafı coşku ve neşe süslemeli. Tüm Dünya çocukları benim şehrimde yani SAMSUN’ da toplanıp törenler ve etkinlikler düzenlemeli. Dünya çocukları Türk çocuklarıyla sohbet edip arkadaşlıklar kurmalı. Ben ise bir günlüğüne bile olsa Samsun’un başına geçmeliyim.

Ayrıca ben bir izciyim ve törenlere ve etkinliklere diğer izcilerle beraber katılabilmeliyim.

Evet, farkındayım biraz fazla şey istedim ama BU BAYRAM BENİM BAYRAMIM... E tabi diğer çocukların da…

Naz ÖZSAMSUN

22 Nisan 2010 Perşembe

Ara Sıcak

Alkışlar, Samsun Devlet Opera ve Balesi Basın, Protokol ve Halkla İlişkiler Bürosuna...

Antenleri hayata açık biri olduğuma sık sık vurgu yaparım. Bir de, bu açık antenlerin algıladıklarını birikmişliklerle çarptığımda çıkan sonuçların, oluşmuş yargılarımın beni hiç yanıltmadığının övüncünü tekrarlarım, sıklıkla...

Bu yıl, yazılarda ağırlığı sinemadan alıp tiyatroya, baleye, opera ve klasik konserlere kaydırdım. Farkettim ki sinema hiç de sahipsiz değil. Bir çok sinema sitesi, dergisi, televizyon programı, blogu var. Öte yandan sözünü ettiğim sanatlara yönelik, insanların iştahını açacak, onları bu alanlara yöneltecek, onca emeği ve güzelliği farkettirecek yazı ve kaynak yok denecek kadar az.

Bu bilinçli bir seçim değildi başlangıçta, bunu belirtmeliyim. İlk konser yazımı yazdığımda böyle bir misyon biçmemiştim kendime... Ama o kadar keyifli saatler geçirdim ki Samsun Devlet Opera ve Balesi'ne konukluklarımda; o kadar güzel ve samimi temsiller izledim ki; kaçınılmaz bir biçimde, bu keyfin bir yansıması olarak her seferinde kendiliğinden gitti parmaklarım, klavyenin tuşlarına... Tıpkı bir bestecinin, bir şairin, bir yazarın ilham geldiğinde kendini zaptedemez güdüleri gibi... Farkındaysanız konukluk dedim. Bu boşuna seçilmiş, yazıyı süslemeye yönelik ya da kurumu parlatma maksatlı bir vurgu değildir. Bu gerçeğin ta kendisidir. Bir kurumun, özellikle başında devlet yazan bir kurumun içinde kendinizi konuk gibi, daha özü, kendinize ait bir yerde gibi hissetmenizin ne kadar özel bir hal olduğunu sanırım hepimiz biliriz.

İşte her temsil yazımın içinde samimiyetine ve konuklarına ayrımsız saygısına vurgu yaptığım Samsun Devlet Opera ve Balesinden bir e-posta aldım, hafta içinde... Bunu paylaşmakta ki maksadım kesinlikle kendime, blogun okunur olduğuna bir vurgu değildir. Hissiyatımın ve kanaatlerimin hiç de yanlış olmadığının, gözlemlerim sonucunda oluşmuş yargılarımın bir kez daha doğru çıkmış olmasının çocuk sevincidir. Burada öne çıkarmak istediğim şudur: Bir kurum düşünün, internette kendince yazan bir blogun yazılarına ulaşıyor. Sonra bu kurumun basın protokol ve halkla ilişkiler bürosundan değerli ve sorumlu biri, bu blogun iletişim adresine, bir kısmını buraya taşıdığım şu cümleleri içeren bir e-posta yazıyor:

Merhabalar,

Blog sayfanızda Müdürlüğümüz hakkında yazmış olduğunuz yazılarınızı geç de olsa takip edebilme fırsatımız oldu. Temsillerimiz hakkında bu kadar eleştirel gözle bakmanız ve sitenizde yapmış olduğunuz yorumlarınız için müdürlüğümüz adına size sonsuz teşekkürlerimizi sunarız. İletişim bilgilerinizi bizimle paylaşırsanız sizinle daha yakın ve sağlıklı bir diyalog kurmak isteriz. Blog sayfanızı Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü Halkla İlişkiler, FACEBOOK sayfamızda paylaştık. Bilgilerinize.... Tekrar teşekkür ederiz."


Bu zarafet üzerine, hareketin şıklığına vurgu yapan kendimce cümleler yazmayacağım. Çünkü sanatçılarıyla birlikte bir kurumun çalışanlarının ne kadar naif, izleyicilerine ne kadar saygılı, işlerine ve kurumlarına ne ölçüde tutkuyla bağlı olduklarını ve güzel yüreklerini, yazdığım teşekkür e-postasına verilen yanıttaki şu cümlelerden daha güzel hiçbir şey anlatamaz.

Merhabalar;

Yapılan sanatın, sanatçının ve bütün teknik ekibin asıl amacı olan izleyicisine bir değer katabilme çabasının, sizinle anlam kazandığını ve diğer izleyicilerimize de yaptığınız çalışmalar ile anlam kattığını görmek, bizim gurur ve mutluluk tablomuzun en güzel rengi olmuştur...
.......

Göstermiş olduğunuz duyarlılıktan ötürü tekrar, şahsım adına tüm Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü çalışanları olarak size müteşekkiriz. En kısa zamanda tanışmak ümidi ile...



21 Nisan 2010 Çarşamba

Bakınca...

Bir süredir yaşadığım kentin değeri üzerine düşünmekteyim. Sadece bugün yaşadıklarımın tadından baktığımda bile, kentin, tüm yaşamıma ne lezzetler sunduğunu fark ediyorum.

İtalo Calvino
'nun "Görünmez Kentler" kitabındaki bölümlerden birinde bir sözü vardır; dilime en dolanmış cümlelerden biridir. Yorum yazarken de, kendi yazılarımda da bolca kullanmışımdır, bu dolgun cümleyi...

İnsan hallerini, ilişkileri sorgularken, onlara biçimleri üzerinden bakarken, taraflarını tanımlarken klişe derecesinde bir başvuru cümlesidir, benim için... "Size bir kenti sevdiren; onun doksandokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır" der yazar.

Geçenlerde bir akşam, şahane eserler dinlediğim oda müziği konseri esnasında, bu cümleden bakarak düşündüm; bu kent, benim sorularımın tümüne yanıtlar vermiş bugüne kadar.

"Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven trabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde." der yazar, aynı kitabın 20. sayfasında...

Kemanlar, viyola ve viyolonselden Beethoven quartet no:4 op.18'in en şahane bölümü çalınırken, avucun çizgilerinde yol alıyordum.

"Görünmez Kentler"in arka kapağının son bölümünde de şu cümleler vardır: İtalo Calvino, ....... her okura, kendi nedenleri ve duygularına göre bozup bozup kurabileceği bir kitap yazdı."

"Görünmez Kentleri"mi bu kadar çok sevmiş olmam tesadüf olamaz. Yaşasın! Görüyorum.

Görsel: Google yardımıyla kent ve demiryolu sitesinden alınmıştır.

19 Nisan 2010 Pazartesi

"Son Yılın Üç Mevsimi"nden*

Geçen akşam anma konserine davetliydim. En az kırk yılımın her günü şarkısının biri “dilime dolanan bir ızdırap olur” Selahattin Pınar’ın…

Pasternak, Skriyabin’in müziği için:
“O yapıtların ezgileri başlar başlamaz gözlerinizden yaşlar boşanır ve bu yaşlar yanaklarınızdan dudaklarınızın ucuna değin iner. Gözyaşları ile karışan bu ezgiler sinirleriniz boyunca yüreğinize varır, kederli olduğunuz için değil, yüreğinizin en doğru, en anlayışlı yolu bulunduğu için ağlıyorsunuzdur.” dediği gibi.

Koronun ilk şarkısında iki gözüm iki çeşme.. “Aylar geçiyor, sen bana hala geleceksin”.. ak akabildiğin kadar, diyorum göz yaşlarıma. Salon karanlık, engellemiyorum ağlayışımı.. “Yetmez mi bu hasret, daha yıllarca mı sürsün?”.

İkinci şarkıda da devam “Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen”… Şarkıya içimden eşlik ediyorum. Yaşlarımın tümü tükeniyor, duruyor. Etraftan görülmedikçe ağlamalı, ağlamasını engellememeli insan. Benlikte birikmiş tüm gerginliklerden arındırıyor. Gözyaşları sözcüksüz dualardır.

Aynı duygularla olacak, şarkısında ne güzel dile getirmiş Sezen Aksu: “Ağlamak güzeldir” diye…

İnsanın, ağlamasını dile getirmesi zor. Yaşlanınca biraz sulugöz olunuyor galiba. Ne fırtınalar, umarsız ne günler atlattım, nice travmaları ağlamaksızın geçtim. Hepsinde Quassimodo’nun anasına seslendiği şiirin sözcüklerini gözyaşlarımmış gibi mırıldandım;
“Sağlığını diliyorum şimdi yürekten,
kendi yumuşak alaycılığını
iliştirdiğin için dudaklarıma.
Acıdan, ağlamaktan o gülüş korudu beni.”

Şarkı söylemeden duramayan bir adamım ben. Bilmiyorum ama öyle sanıyorum ki, uykumda bile söylüyorumdur. Bir şarkının herhangi bir dizesini mırıldanarak uyandığım çok olmuştur. Şarkı söylemeyi yaşamın koşullarından biriymiş gibi düşünürüm. Güzel söyleyemem, o başka… Ama söylerim. Tamamını hatasız ve güzelce söylediğimi sandığım bazıları da vardır.

Kanuni hakkını verdiği bir ara taksimi geçiyor.. alkışlıyoruz.. İyi söyleyebilmeyi öğrenmek için bir eğitim almadığıma hep üzülmüşümdür. Teyzemin olağanüstü, doyumsuz, tiz bir sesi vardı. Kırmazdı beni, hadi Meliş’im, der, çokçası Osman Nihat’ın bir şarkısını söyletirdim. Şimdi çok özlüyorum sesini, kayıt etmediğim için hayıflanıyorum.

Ablam da öyle; Melahat Pars’ın öğrencisiydi. Başka türlü bir edası vardı, pesten bir sesle söylerdi. Evlendikten sonra İzmir’e yerleşti. Bir şarkıyı keyifle okurken telefona sarılır, bir şarkının bir yerinden söylemeye başlarım, örneğin; “Acaba şen misin kederin var mı?..” Ablam devamını mırıldanır telefonun öbür ucundan; “Ne kadar dertliyim, haberin var mı?” ve hemen, “Bimen Şen’in… Hicaz.. usulü curcuna..”der. “Ya güfte?” diye sorarım. Düşünür, çıkaramazsa “Orası senin alanın” der ve Bimen Şen’in bir başka şarkısını söyler. Keşke telefonlar paralı olmasaydı! Yemeği ateşte unutmamıştır inşallah, derim.

Amcamınoğlu konservatuara gitti. Dünyanın on ünlü bas bariton sanatçısından biri. İtalya gibi şarkıcı bir ülkede seçici kurul üyeliği yapacak kadar büyük bir yetenek. Gurur kaynağım…
Gırtlak kanseri geçirdiğimde aklıma ilk düşen; onun başına böyle bir şeyin gelmesinin korkusu, gelmemesinin tesellisi gibi karmaşık duygular. Bunu açıkça hiç söyleyemedim. Ama şimdi kendi kendime açıklıyorum, onun değil, iyi ki benim başıma geldi, diye avunmuşumdur.

Dinleyiciler yer yer iştirak ediyorlar sanatçıya, ben edemiyorum. Bağlama olsun, ut olsun, saksafon ya da neyse, ne olursa olsun bir çalgı çalabilmeyi de çok istemişidir. Kanuni taksimini geçerken, bari bir çalgı çalmasını becerebilseydim diye geçiriyordum içimden. Ama şarkı söylemenin aynı şey olmadığının ilk kez ayrımına varıyorum. En güzel enstruman insan gırtlağıdır. Bu sözün, lisedeki müzik öğretmenimizce kafama çakıldığını anımsıyorum. Aklıma Haytov’un “Bayram Ali” öyküsü düşüyor. İlk fırsatta tekrar okumalıyım.

Şimdi, solist en zor şarkılardan birini kusursuz okuyor. Çocukluğunu biliyorum solistin; Naci Tektel’in torunu. Hani hiç unutulmayacak; “Uzayıp giden o tren yolları”… Babası kanuni Yılmaz Tektel. Dedesinden, babasından eğitimli, mutlu oluyorum. Yürekten alkışlıyorum.

İyi bir sergi gezdikten, iyi bir film seyrettikten ve iyi bir öykü ya da roman okuduktan sonra birkaç gün tadını yaşarım. Şimdiki gibi duygulanır, ırmak olur, deniz olurum.

Öyküsünden söz etmiştim ya:
Bayram Ali, Bulgaristan’da çobanlık yapan babayiğit bir delikanlıdır. Dillere destandır sesi. Şarkı söylemeden duramaz. Günün birinde ağasının kara çalmasına ve gazabına uğrar, başı belaya girer, işkenceler görür. Sonunda dağa çıkar ve canından bezdirir elezerleri. Çok da zengin olur. Başka illere göçer, izini kaybettirir. Günün birinde tanınmamacasına köye döner. Meyhanede şenlik vardır katılır. Kimse aymaz. Ama sonunda dayanamaz şarkı söyler. Tanınır ve sonu olur. Ölümüne söylenmiş bir şarkıdır söylediği. İşte benim de anlatmak istediğim budur; -ayrımına varılarak- yaşamanın bir koşuludur şarkı söylemek. Bu Tanrı armağanın ayrımına varılsın diye yazıyorum. Ne sesinizin güzel olmadığına, ne de iyi söyleyemediğinize aldırmayın, söyleyin. Ben içlilerinden hoşlanıyorum. Siz neşelilerini söyleyin. Şarkı söyleyin. İlk duyduğumdan bu yana her zaman, her yerde yinelerim Almanların atasözünü: “Bir yerde şarkı söyleniyorsa oraya yerleş, kötü insanların şarkısı olmaz!” diye.

* Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış "Son Yılın Üç Mevsimi"nden...

18 Nisan 2010 Pazar

Bugün Çocuk Bayramı


Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır,
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek


"Devlet Dersi"nde öldürülen büyük çocuk;


sizi idama gönderen adam boğularak öldü.*




*ayrıntılar için buradan...
Dizeler ve Devlet Dersi nitelemesi Ece Ayhan'ın "Meçhul Öğrenci Anıtı" adlı şiirindendir.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Sevgili Doktor

Bu sezon izlediklerim içinden "en'ler" listeme girmeyi başaran bir oyun oldu Sevgili Doktor. Oyundan söz etmeden önce de bir oyuncudan söz etmem gerekiyor: Banu Manioğlu.

Sosyal, ekonomik ve sınıfsal konumları açısından farklı üç karakterin her birini başka bir oyuncu oynamış gibi, bir önceki skeçte canlandırdığı karakterin izini tümüyle silerek sevdirirken, yepyeni bir karakteri izleyici algısına yerleştirebilmek nasıl bir başarı olarak tanımlanırsa, tam anlamıyla o tanımın karşılığı bir oyunculuk gösterisiydi sergilediği...

Olağanüstü bir oyuncu izledim ben salı gecesi, bunu çok net söyleyebilirim. Size önerim; bu adı not alın ve onun oynadığı oyunlara gözünüz kapalı gidin. Emin olun ki, izlediğiniz oyun ne kadar kötü olursa olsun, Banu Manioğlu performansının bırakacağı tat, yetecek size...

Sevgili Doktor, Sivas Devlet Tiyatrosunun bir oyunu olunca tereddüt geçirmiştim. Aslında, gözden ıraklara el atmayı seven, bu konuda yeteri kadar tecrübesi olan biri olmama rağmen, genel algı sisteminin anlık esaretine düşmüş ve karar oluşturamamıştım oyun konusunda... Sanki, sadece belli başlı kentlerin tiyatrolarından iyi oyunlar, iyi oyuncular çıkarmış algısının tutsağıydım an itibariyle... Öte yandan da, durumlara oturttuğu mizahını çok sevdiğim A.Çehov'un öykülerinden oluşan bir oyun olması çekiyordu beni... Açık bir itirafta bulunmam gerekirse, o gün için bir başka seçeneğim olsa, gitmezdim bu oyuna. Bir de yoğun günlerin akşamında bir konsere gitmek, bir oyun izlemek; okul bahçesinde gün boyu top oynadıktan sonra kana kana içilen suyun tadında bir keyif yaşatır bana... O yüzden, bu tür günlerde, genellikle, "ne olsa giderim abi" modunda olurum.
Altı ayrı skeç; A. Çehov'un(Nesimi Kaygusuz) ara anlatımlarıyla ana karakter olduğu bir oyun kurgusuyla birbirine, mükemmel bir akıcılıkla eklenmişti. Başarılı geçişlerle ritmi asla düşürmeyen bir bütünlük sağlanmış, doğru ve çok iyi oyuncularla da iki perdelik, seyir keyfi üst düzeyde bir oyun oluşturulmuştu. Enfes bir müzik, mükemmel bir tat eklemişti oyuna, ki bu müzik (Farid Farjad) daha perde açıldığında sizi çekip alıyordu sahneye. Dekorlar son derece sade ama aynı oranda göz doldurucuydu; daha doğrusu, asla oyunun ve oyuncuların önüne geçmeden ve gözleri tırmalamadan, son derece mütevazi bir tat katıyorlardı oyuna... Işık ve görsel efektler son derece şıktı, özellikle sis ve sıçrayan suyun eklenmesiyle oluşmuş liman sahnesi göz alıcıydı . Kostümler kusursuzdu.Seçilen öyküler, farklı katmanlardan insanları farklı ortamlarda bir araya getiriyordu. Toplam beş oyuncu, altı ayrı öyküdeki, farklı sınıflar ve statülerden ve gündelik hayattan karakterleri canlandırıyordu. Dolayısıyla aynı kişinin değişik öykülerde ve birbirinin uzağı karakterlerdeki performanslarını izleme fırsatı buluyordunuz. Yaklaşık iki saatlik bir zaman diliminde, aynı oyun içinde farklı karakterlere bürünüp, bir önceki karakterin etkisini algılardan silerek yenisini yerleştirebilmenin zorluğunu da göz önüne aldığımızda, tüm oyuncuların performanslarının ne kadar başarılı olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Ama ben yine de iki isimi öne çıkaracağım: Ümit Dikmen ve Banu Manioğlu... Gülin Ersoy da başta mürrebiye karakteri olmak üzere başarılı canlandırmalarıyla, yıldızı çok parlayacak bir karakter oyuncusu olduğunu hissettiriyor ve izleyicinin sempatisini üzerine çekmeyi başarıyordu. Sevgili Doktor, benim tiyatro zevkime çok uygun bir oyundu. Birincisi, sevdiğim bir yazarın öykülerinden uyarlanmıştı. Tiyatro dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biriydi Çehov. Konu sağlamdı, hatta ideolojik bir gözle bakıp, ezenler, ezilenler ve statüko üzerine çok güzel sözler edilebilirdi. E aşk, kadın erkek halleri, ilişkiler ve sadakat üzerine güzel sözler ve hallerde koyuyordu oyun ortaya... Yani, fazlasıyla hayatın içindendi ve tüm bunları da anlatan, daha doğrusu yazan A.Çehov'du.

Tüm bu öncelikli referanslara rağmen; bu kadar başarılı bir uyarlama ve bu kadar başarılı oyunculuklar olmasa, paylaşma gereği duyar mıydım blogda? Tabii ki hayır!
Eğer yolunuz Sivas Devlet Tiyatrosunun başarılı oyunu "Sevgili Doktor" ile kesişirse, sakın kaçırmayın ve kendinizi böylesine bir tiyatro tadından mahrum bırakmayın! Ve Banu Manioğlu adını, sakın unutmayın!

16 Nisan 2010 Cuma

Göğceli Cami'nin Hikayesi

Bu yazıyı yazmak fikri dün aklıma geldi. Yolum, iş nedeniyle caminin olduğu ilçeye düşünce, ki Ordu'ya gidiyorduk. Elbette, yolda durup meşhur Yalıköy Köftesini yemeyi de ihmal etmedik.


İlçeden çıkışı, caminin içinde bulunduğu mezarlığın önündeki caddeden yapınca, hikayeyi de paylaşınca Göksenin abiyle, bloga yazıp tarihe önemli bir not düşmek elzem oldu. Çünkü benim yazacaklarım, belki de Türkiye'deki hiç bir kaynaktan ulaşılamayacak ve birinci ağızdan edinilmiş bilgiler.


Bundan en az 15 yıl önce, mağazanın kapısının önünde bir Volkswagen minibüs durdu. Arabanın direksiyonundan inen kişi tanıdıktı; müze müdürlüğünün Pick-up'ını kullanan, tanıdığım en sorumlu, aracına en iyi bakan devlet şoförlerinden biriydi. İşi, Türkiyenin en uzun soluklu kazılarından biri olan İkiztepe'nin arkeologlarını ve elbette kazı malzemelerini taşımaktı. Konuya kişisel olarak da ilgi duyan biri olduğu için, işini büyük bir zevkle yapıyordu. Ondan söz ederken, o zamanki müze müdürü Mustafa Bey'den söz etmeden geçmek olmaz; devletin kıt bütçelerine aldırmaksızın, şehrin insanlarını harekete geçirip, bir şekilde yürütüyordu işleri. Ülkenin önemli ilaç fabrikalarından biri olan Adeka'nın, müdür beyin fark ettirmesiyle müzenin yeniden düzenlenmesine yaptığı katkılar unutulmaz. Müzenin aracının yedek parça sorumluluğu da bize yıkılmıştı; yıl boyunca, ihtiyaç duyulan yedek parçaları verir, parasını da yaz deftere yapardık. Sorumluluk duygusu, tatlı dil ve samimiyet, devletin bile ilgisiz kaldığı ya da yeterli ilgiyi göstermediği bir alandaki bir devlet görevlisinin kişisel çabası, yılanı bile deliğinden çıkarabiliyordu?

Yazıları biraz da kendime notlar olarak oluşturduğum için, uzun bir girizgah yapıyorum. Bu sizi sakın sıkmasın! Çünkü buradan edineceğiniz bilgi, olası bir Karadeniz Turunda, belki sizi güzergahınız üzerindeki bir sapaktan iki yüz metre kadar içeri sokacak ve bir "dünya malı"nı, bir tarihi, çok daha hissederek solumanızı sağlayacak.

O gün arabadan inen diğer şahıs bir Amerikalı profesördü; ertesi gün, Trabzon'da bir toplantıya katılmak üzere yola çıkmıştı ve arabasının ufak bir arızasını gidermek için Müze Müdürlüğünün şoförü ile sanayi sitesine gelmişti. Arabasını bizim karşımızdaki oto elektrikçisine yolladıktan sonra, başladık sohbete... Sohbet gelip dayandı bizim kültürel varlıklarımızın ne kadar farkında olduğumuza...

Profesörün konusu ağaçlardı; onları inceleyerek, o coğrafyalarda neler yaşandığını anlayabiliyordu. Çok doğal olarak da ağaçlardan yola çıkarak tarihler saptayabiliyordu. Bana bir takım yazılarının fotokopilerini vermişti. Yazıları, DSİ'nin dergisinde yayımlanmıştı. Bu yazıları yazma nedenlerini şöyle anlatmıştı: Sakarya Nehri üzerinde bir inşaat esnasında, DSi'nin kepçeleri suyun altından bol miktarda kütük çıkarıyorlar. Bu da, o sıralarda Ankara'da, şu an yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım Kayaş' da incelemeler yapıyor. O bölgenin asırlar önce derin bir kuraklık yaşadığını ve önemli bir veba salgını sonucunda önemli canlı kayıpları olduğunu tespit ediyor. Bölgedeyken, bir şekilde bu kütüklerden haberdar oluyor ve derhal DSİ'nin hafriyat yaptığı yere gidiyor. İncelemeleri sonunda bu kütüklerin, Gordion yolunun en önemli köprülerinden birine ait olduğunu saptıyor. Elbette bu yitiklik haline çok üzülüyor ve bunun üzerine, özellikle DSİ operatörlerine hitaben, bu tip hafriyatlarda daha dikkatli ve duyarlı olmaları ve yetkilileri haberdar etmeleri konusunda bir makale yazıyor. Elin gavuru işte!

Elin gavurunun bundan sonra anlattıkları ise çok daha şaşırtıcıydı. Bu konuda son derece hassas ve meraklı olan ben bile kendimden utanmıştım. Bir camiden söz etmeye başlamıştı; şehrin önemli ilçelerinden, arabayla yarım saatlik mesafedeki Çarşamba'da bulunan bir camiden. Daha önce incelediği bu caminin yapılış tarihini saptayan oydu. Onun tarihi saptadıktan sonra akıl yürüterek ve dönemi inceleyerek oluşturduğu kanaatleri şunlardı: Selçuklu hükümdarı l.Gıyasettin Keyhüsrev Trabzon'da bulunan Rum imparatoruna karşı bir sefer düzenliyor. Kış dönemini geçirmek ve hazırlıklar yapmak için Çarşamba ilçesinin bu bölgesine konuşlanıyorlar. Bölgeye Yeşilırmak üzerinden geliyorlar. Caminin yapılışında kullanılan tekniğin, gemi yapımındaki gibi; çivi kullanmaksızın ve tahtaların birbirlerine geçirilerek eklenmesi yöntemiyle yapılmış olmasından dolayı bu saptamaları yapıyor Profesörümüz. Yani l. Keyhüsrev caminin olduğu bölgede bir yandan Trabzon'a yapacağı sefer için gemiler yaptırırken, aynı ustalara bu camiyi de yaptırıyor. Aynı zamanda caminin içindeki direklerin dibine halıyı kaldırıp baktığınızda, bir nevi yay sistemi ile karşılaşmak şaşırtıcı. Bunca yıldır yıkılmamış olmasının temel sebebi de deprem esnasında yapının esnemesini sağlayan bu sistem.

Bu caminin aslında tahtadan bir minaresi de varmış, ama 'kıymet bilen varlıklar' olarak ne yazık ki, yıkılmasına ve yok olmasına engel olamamışız. Elbette yıkımlar bunlarla da kalmamış, çatısında fark ettiğiniz ucubelik de yenileme çalışmaları sonucunda oluşmuş. Kiremit çatı, çağdaşlaştırmış camiyi!

Aslında o günlerin, camiden daha önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken kıssadan hissesi ve utancı şudur benim için: O hafta sonu bir arkadaşım ve kardeşimle birlikte kameramı da alarak Çarşamba'ya gittik. Amerikalı Profesörden aldığımız tarife göre bir yere ulaştık ve herhangi bir levha olmadığı için sorup soruşturmaya başladık. Çok doğal olarak da "en iyi bilenler onlardır" diye bir taksi durağına gittik. "Buralarda tarihi bir cami varmış arkadaşlar, nasıl gidebiliriz?" diye sorduk. Bize tarif edilen yer; yine tarihi olan, hala işlevini sürdüren ve ilçenin merkezindeki bir popüler cami idi. Onu aramadığımızı, aradığımız caminin ağaçtan yapıldığını söyledik. Verilen yanıt şuydu: "Şu mezarlığın içinde bir cami var, o olabilir." Tarif ettikleri yer, bulundukları noktanın üç yüz metre ilerisiydi. Hem de aynı caddeden düz gitmek koşuluyla... İlçede yaşayanların bile değerinin ve varlığının farkında olmadıkları bir camiyi elin gavuru biliyordu.


Dış yüzeyi zaman içinde rüzgarın taşıdığı kumların etkisiyle betonlaşmış hissiyatı yaratan caminin arka tarafından gelen kuran dersindeki çocuk seslerinin melodisinde bir tatlı huzur bulmuş, ortamın ulviliğinden etkilenmiştik. Caminin içine girdiğimizde, yan kapıdan, başları fesli kuran okuyan çocukları görebiliyorduk artık. Afacan tavırlarla hocanın söylediklerini tekrar etmeye çalışan oyunbaz halleri, kızlı erkekli ve renkli giysileri, ve caminin içinin, dışarının sıcağına inat serinliğinin yarattığı ambiyans, gerçekten çok güzeldi. Yüzyılların ötesinden bir mekanda hala çocuk seslerinin yankılanıyor olması hoştu. Caminin tavanlarındaki işlemeler, ağaçların kusursuz düzlüğü, köşelerdeki çivisiz birleşmeler şaşırtıcıydı
.

Biraz sonra, caminin hocası; az önce çocuklara ders veren kişi, yanımıza geldi. Biraz sohbetten sonra içerideki floresan lambalarının tahtaların yüzeyinden geçen kablolarını göstererek "bunlar bu caminin yanmasına neden olabilir" diye bir uyarı yaptık. Sonra ekledik:"Yangın söndürücünüz var mı? Hoca başını yukarı kaldırarak, gözleriyle duvarda asılı duran söndürücüyü işaret etti. Gördüğümüz; bir otomobil yangın söndürücüsüydü.


Hani, bizim elin gavuru Trabzon'a gidiyordu demiştim ya! İşte o elin gavuru minibüsüyle Trabzon'a giderken camiye uğramış, o da bizim gibi durumu fark etmiş ve aracının yangın söndürücüsünü camiye bırakmıştı. Hoca, halkın ve ilgililerin yardım konusunda ilgisizliğinden şikayetçiydi. Caminin verandasının kenarındaki çatıyı tutan direklerden birinin üzerine asılmış bir kumbara vardı. Dokunulduğunda gurulduyordu. En azından, kabloların içinden geçirileceği borular alınsın diye bir miktar parayı kumbaraya attık. Caminin bizim bakışımızda, sadece dinsel nedenlere dayalı bir önceliği ya da bu noktadan bir önemi yoktu. Onu gözümüzde değerli kılan "dünya malı" olmasıydı.


O günlerde, Barış Manço; "Adam Olacak Çocuk" adlı efsane programının içinde bu türden haberlere yer veriyordu. Yaptığım kayıtları kurgulayıp ona göndermeyi düşünmüştüm. Bugün- yarın derken kalmıştı. İzlenimlerimi müze müdürü ile paylaşmıştım. Sonra bir levha koyulduğunu gözlemledim ana yola... Sonra, zaman zaman medyada yer buldu kendine Göğceli Cami... O profesör hala yaşıyor mu bilmiyorum. Ama sanırım hikaye artık yaşayacak, belki de birileri bunun üzerinden ilerleyerek daha önemli bulgulara ulaşacak.


*Fotoğraflar 22. Şubat. 2012 tarihinde yeniden çekilmiş olup caminin son halidir.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Kesişen Yollar

Polonya uçağı düşüp de, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin üst kademesinden bir çok insan öldüğünde, pek çok insan kendince baktı olaya... Bazılarımız, insanca bir duygusallıkla üzüntü duyarken, bazılarımız da "keşke bizimkilerin başına gelseydi" diye aklından geçirdi ya da bunu açıkca telafuz etti. Olay, dış kapının mandalı birileri hissiyatında, duygusal sızıyı pek de yaşatmayan bir ruh halinde geldi, geçti ve unutuldu.

Yaşam enteresan aslında...

Olayın önündeki haftanın pazar gününde, Tırtıl'la çok keyifli, eğlenceli bir gün geçirmiştik. AKM de bir sergiyi gezmiş, müzeyi ziyaret ederek özellikle İkiztepe kazılarından çıkan 3000- 4000 yıllık buluntulara bakmış, hayvanat bahçesinde turlamış, üzerine bir yazıyı hak eden Birtat Pastanesinde tatlı krizimizi gidermiş, sahil boyunda yürümüş, kısa deniz turları yapan teknenin kalkışını seyrederken, gelen insanlardan hangilerinin bineceği üzerine tahminler yapmış, isabet oranımızın keyfini çıkarmıştık.

Belediyenin oluşturduğu balık satış merkezinde, "gel satıcılardan balık seçip restoranda pişirtelim" teklifimi her zaman olduğu gibi reddetmiş ve kendi tercihi olan şehir hatları vapurunda, denizdeki zıplayan balıkları ve limandaki gemileri izleyerek pizza yeme keyfini dayatmış, sonuçta da kazanan o olmuştu.

Aslında o güne damgasını, Polonya "geyikleri" vurmuştu. Günün neredeyse tamamında eksik olmamıştı Polonya cümlelerimizden... Ki bu abartı halini özellikle yaratmıştım; çünkü, bu abartı haline Tırtıl'ın isyan cümlelerini de katarak bol diyaloglu yeni bir oyun yaratmıştık, bir süredir. Aslında, her biri içinde kocaman bir mizah barındıran esprilerin bazıları, Tırtıl'ın "iğrenç!" nidalarına mazhar olsa da - ki bu haller de, aramızdaki bir başka şakalaşma halidir- genelde, Varşova başta olmak üzere bol bol Polonya hayalleri kurmuş, dolaştığımız mekanları Polonya'ya, insanları da Polonyalılara benzeterek çok eğlenmiştik. Üstelik bir Polonyalı tanıdığımız da vardı; Naz'ın ve Tırtıl'ın "Filip abi" diye çağırdıkları...

Mussano, geçtiğimiz yaz, içinde şu cümlelerin de bulunduğu "Polonya ve Türkiye" başlıklı bir yazı yazmıştı:

Yıllarca, aramızda hiç bir bağın olamayacağını düşündüğüm ülkelerden biriydi Polonya. Lise boyunca, arkadaşlarla kafamızda kurduğumuz gezi planlarında adı bile geçmezdi örneğin. En basitinden gezmek için yurtdışına gidecek olsak, o ülke Polonya olmazdı muhtemelen... Hayat en büyük üniversiteymiş gerçekten. Sadece üniversite okumak ayrıcalığına!! kavuşamayan kişiler anlamlandırmıyormuş bu klişeyi. Yaklaşık iki hafta önce bir kaç günlüğüne bizde kalan Polonya'lı bir misafirimiz olmasa, ya da organizasyon kapsamında örneğin Amerikalı biri bizim eve düşse, Polonya benim için çok uzak bir yer olarak kalmaya devam edecekti. Üstüne üstlük, okuduğum bölüm icabı Amerika'nın kuruluşunu ezbere bilirken (aramızda bize dayatılanlar dışında hiç bir kültürel bağ olmamasına karşın) , ayrı bir ders olarak okutulabilecek zenginlikteki Polonya-Türkiye ilişkilerinden haberim bile olmayacaktı. Obama aslında Türk vs. gibi saçmalıklara bile, Polonya'yla aramızda ufacık bir yakınlık bulanabileceğinden daha fazla ihtimal verecektim belki de.

Önceki hafta sonu, "geyiklerimizin" nedeni Mussano'ydu. Akademik notu ve dil sınavından aldığı puanların ortalamasıyla bölümünde birinci olarak, Erasmus adayı olmuştu. Uluslar arası ilişkiler bölümünün anlaşması da Polonya üniversiteleriyleydi. Yollar kesişmişti.

Haberi Tırtıl vermiş ve biz harıl harıl Polonya çalışmıştık, hafta boyunca... Üniversitelerin sitelerine girip bakmış, daha önce giden öğrencilerin deneyimlerini okumuş, epey bilgilenmiştik. Polonya, bir başka şekliyle hayatımıza girmişti.

Yaşam, sürekli gelişen ve çoğalan aidiyetler sunuyor insana... Ve bu aidiyetler çoğaltıyor yaşamın anlamını... Bu anlam keyifli kılıyor yaşamı ve zenginleştiriyor onu...

Sanırım!

12 Nisan 2010 Pazartesi

Devvare*

Toplamının hepsi ya da hepsinin toplamı bir hesap.. yani tamam; ayvaz kasap, bir hesap. Hasip’mi, Ayvaz’mı derken kasabın adı, kasap atladığı gibi arabasına gitti kasabasında kayınbabasına. Kasabada ne işi mi vardı kasabın? İşte önemli olan burası zaten. Burası öykünün kırılma noktası anlatacağımızın.

Düşünüyoruz şimdi bir açıklık getirelim bu işe diye. Yok mu, oyunlarda, filmlerde konuk sanatçılar; biz de öykümüze bir konuk kahraman getirelim dedik.. katkı maddesi gibi.., diyoruz falan, okuyucuyu oyalayaraktan.

Hani bir gün, başı cumhurun, işini bilir benim memurum, demişti ya, bir zamanlar. Hayatından ve adından memnun değilse de adı Memnun’du adamın. Kazada sıkışıp kalmıştı kaportasına, nalları dikmiş minibüsün.. zar zor çıkarmışlardı Memnun’u. Ölmediğine memnundu Memnun, ama ölmemişti işte. Aklına geldikçe gülüyordu hep, kurtarılışını beklerken susmamıştı kasetteki şarkı, dönüp sarıp baştan başlıyordu, gık’ını çıkaracak yoktu da hali, sanki onun yerine söylüyordu Mukadder: “Kader kime şikayet edeyim seni, bilemem”.

Zor da olsa gelelim asıl konumuza…

- Bir kez kere daha ve son defa söylüyorum arkadaşlar: kim döndürüyorsa devvareyi durdursun.. ben iniyorum!

Tıs, yok. Herkes birbirine bakıyor, yanlış mı duydum; tayyare mi demek istiyor bu adam, diyor.
Ben, “devvare bunlar devvare!..”

Niye devvare diyorum ben onlara?..

Kim biliyor bunu?

Her şeyi bir bilene sormak mı lazım? Bir bilene mi sormak lazım herşeyi?.. Her bilmeyen Sokrat’mıdır ki; bilmesin bilmediğini?. Sözlük de olsa, bir kezcik olsun, açsın baksın bir kitaptan, bir sözcük okusunlar, neymiş devvare, diye…Gerçi onlar, niye devvare dediğimi düşünmezler.. boş ver, deyip döndürülmelerine koyulurlar. Tutup başından döndüren olmadıkça kendi kendine döner mi devvare? Bir anakaranın başındadır döndüre döndüre döndüren, onları. Anakara ile Ankara’nın arası bir a’lık uzaklıktır kızıl telefonla yada neyleyse…

Semazenlerin de başında vardır bir döndüreni, ama o mübarek, tutup da başlarından döndürmez, böyle şeylere temsil, temessül, tevessül, tenezzül etmez, alet yerine koymaz semazenciklerini.

Okuduysanız eğer, Borges’in “Düşsel Varlıklar” kitabını biliyorsunuzdur bir tepenin tepesinde daireler çizip duran Pinnacle Grous adlı, tek kanatlı kuşu. İşte bu kuşa benzer bizim ulusumuz; sağduyusu iyidir de, cumhura uğrattıkları için sol duyusunu, dön baba dön, döner böyle pergel gibi.

Öğrendik mi şimdi ne demek olduğunu devvarenin?

Bu arada, dönmedi memuriyetine, uydurdu işini, malulen emekliye ayırdı kendini Memnun. Minibüs sahibinin ödeyeceği zarar ziyanın ve kaskonun üstüne ekleyip tazminatını aldı minibüsü. Çalışıyor şimdi Bakırköy-Bağcılar hattında. Katkı maddesi Ayvaz ise kayınbabasının vefatından kalan malları kattı -bereket- sürüsüne ve döndü geldi yine İstanbul’a. Şimdi havayı kokluyor girecek bir partiye ama hangisine? Merak edecek bir şey yok yan işleri iyicesine…

*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış bir yazısıdır.

11 Nisan 2010 Pazar

Güzel Bir Gün Güzel Bir Tanıklık

Dün, Bandırma Vapuru ve çiçeklerle süslü alanda dolaşıp toplara ve mayınlara bakarken ve bolca da şakalaşırken Tırtıl'la, toplardan birinin yanındaki levhada yazılı olan (ve bilmediğim) hikâye dikkatimi çekti. Açıkcası, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı'yla ilgili bazı yazıların, bazı hikâyelerin, bazı kişiler tarafından samimiyetsizce abartıldığını da düşünen biriyim.

Zaman içinde kendi bakış açımı geliştirdikçe, birçok şeyi de yerli yerine oturtmaya başladım. Önemli olan, okuduğumun ya da baktığımın o an ruhumda titrettiği yerler oldu. Ruhumda ve aklımda yarattığı etkiye göre kabul görür oldu belgeler, hikâyeler.

Bir kopyasını buraya taşıdığım, eğer uzun bulmazsanız okuyacağınız yazı, ilk satırlarından itibaren nefessiz bıraktı beni, çok etkilendim. "Aslı var mıdır, yok mudur?" diye hiç sorgulamadım. İnandım.

Küçük ve çok kola içen bir çocuk, hatta babaannesi her namaza durduğunda, "Şu kolayı icad edene de bir dua eder misin?" diyecek kadar kola tutkunu olan bir çocuk olarak; "Aynı şişeye bir daha rastgelir miyim?" merakıyla şişelerin altına iz bırakırdım. Bu yüzden belki de gerçekliğine çok inandım ve belki de bu yüzden çok ısıttı yazı beni...


GAZİ KOVAN

Mart 1921 İnönü Ovası insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş´un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm´lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.

Kovanın üzerinde: "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339*İnönü" yazıyordu.

Birinci İnönü Savaşı’nın en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara´daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı.

"Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü"

Beş gün sonra Ankara Atölye´nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı.

"Kamil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!".

Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kamil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kamil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı.

Ustalar, İş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı.

Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı.

Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.

Kovan, Birinci İnönü Savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kamil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.



Eylül 1922 - Ankara

Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı.

Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklal Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara´ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir´e girdiği gün Ankara´da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta;

"Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;

Bismillahirrahmanirrahim.

Selamün aleyküm gayretperver ustalar.

Allah´a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir´e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz´daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar´ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuş´un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik.

Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.

Yüzbaşı Muhsin Talât 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli"

Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.

Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.


Ocak 1923-Ankara

Savaşın bitmesinin ardından Ankara´daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu.

Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının-belki de yıllarca- sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.



29 Ekim 1923 - Ankara

Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu.

Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu.

101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş´un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat´ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.

"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.

"Evet teğmenim? Sizi dinliyorum"

Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.

"Yüz birinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.

Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı.

Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...

On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi.

Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara´nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki.

Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı.

Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile…


Eğer okuyup da buraya ulaştıysanız Bandırma Vapuru'nda bir turu da hakettiniz demektir, iyi seyirler. (Sanal turu sakın ihmal etmeyin.) 

9 Nisan 2010 Cuma

Felatun Bey ile Rakım Efendi

"Tanzimat Dönemi romancılarından Ahmet Mithat Efendi’ nin yazdığı, Türel Ezici’ nin tiyatroya uyarladığı, Levent Suner’ in yönettiği müzikli oyunda dönemin batı taklitçiliği, ortaoyununun açık biçim özelliğiyle sahnelenmektedir. Kantolar, şarkılar ve canlı müzik eşliğindeki oyun, seyirciye eğlence ve bol kahkaha vaad ediyor."diye yazıyordu oyunun tanıtım notunda...

Felatun Bey ile Rakım Efendi, bu vaadini tutuyor ve mutlu bir gece yaşatıyor izleyicisine...

Bu tarz gösterilere tiyatro sahnesinde çok sıcak olmayan, tiyatro izlerken, hep çocukluğunun radyo tiyatrolarının tadını arayan biri olarak, yine de çok başarılı bir gösteri olduğunun altını çizebilirim. Türü sevenler daha da memnun kalırlar, ki salondan memnun ayrılmayan izleyici yoktu.

Oyun, güncel dizilerin bazı karakterlerinin sadece adlarını telaffuz ederek de seyirciyi kahkahaya boğuyor.


Anonslarda, "oyunun başlamasına 10 dakika var, oyunun başlamasına 5 dakika var" yerine "provanın başlamasına 10 dakika var, provanın başlamasına 5 dakika var," denmesinin nedenini, salona girdiğinizde anlıyorsunuz. Çünkü, öğretmenler zili çaldıktan sonra öğretmen gelene kadarki boşlukta biraz da tedirgince hareket eden sınıf gibi; sahnede dolaşan, birbirleriyle konuşan, yerine gidip oturduktan sonra kalkıp tekrar dolaşan, aynaların önüne geçip makyajını kontrol eden oyunculara ve sahneye daire şeklinde yerleştirilmiş sandalyelere baktığınızda, oyunun kostümlü prova şeklinde sahnelendiğini anlıyorsunuz.

İzleyiciler, "geç mi kaldık" şaşkınlığıyla bir yandan koltuklarına yerleşirken, oyuncular da sahnede yönetmenin gelmesini bekliyorlar.

Ahmet Mithat Efendi de "hadi başlayalım!" diyerek giriş konuşmasını yaptıktan sonra sahne önündeki masasına geçip, önündeki kağıtlardan provayı takip eden, gerektiğinde müdahaleler yapan bir yönetmen halini alıyor.

Oyun içinde sıklıkla karşınıza çıkan, bazen kaba ama çoğunlukla ince espriler ve durumlara yerleştirilmiş komiklikler, zekice ve hoş...
Bence, kitabın değerinin ötesine taşan bir başarıyla sahnelenmiş ve zenginleştirilmiş bir oyun, Felatun Bey ile Rakım Efendi. Ama derin entellektüel tartışmalar yapmaksa umudunuz, beklentilerinizi düşük tutun. Sadece, bildiğiniz, tartıştığınız, üzerine zaten fikirleriniz olan bir konunun ana fikir olduğu eğlenceli bir (müzikal)oyun olduğunu bilerek, tadını çıkarın. Üstelik orkestra ve oyuncular, özellikle farklı milliyetlerden karakterler canlandıran kadın oyuncular, çok başarılı.

8 Nisan 2010 Perşembe

Bu Seferlik Alkış!

Şikayet etmektense, eleştirilerini açıkca dile getirip çözüm yolunda öneriler ortaya koyarak çaba harcamak gerektiği fikrine sıkı sıkıya inanan biri olarak; sürekli, siyasi duruşundan ve tavrından şikayetçi olduğum, ilk cümledeki görüşümden yola çıkarak üzerine "Yakın Tarihte Bir Ufak Tur...Asıl Suçlu!" başlıklı upuzun bir yazı yazdığım, sıkı bir muhalifi olduğum Sayın Deniz Baykal, nihayet, tüm siyasi yaşamının en doğru hareketini yaptı.

Elbette, bu tavrının altındaki niyetin ne olduğunu, yine kendi burnunun ucunu görmez bakış açısıyla kendince ne türden bir hinlik düşünüp de bu şık ve akılcı eylemi yaptığını bilmiyorum ama her ne olursa olsun, özünde doğru bu tavrından dolayı kendini ilk kez alkışlıyorum. Ve ortaya, şöyle sorular soruyorum: Muhalefet olmak, muhalefette tehdit unsuru olmak, iktidarın alternatifi olarak onun üzerinde baskı ve korku yaratabilmek, toplumun ilgisini kendi partisi üzerine çekebilmek; bu güne kadar izlenen münazara mantıklı, dedikoducu sözcüklerle beslenmiş ve sadece iktidarın cümlelerinin peşine takılıp, sadece onlar üzerine sözler söyleyerek kamuoyu oluşturmaya çalışan siyaset üslubuyla mı daha başarılı olmuştur? Yoksa, son anayasa değişikliği konusundaki "kabul görmeyen maddelerin refaranduma götürülmesi, diğerlerinin kabul gördüğü ve mecliste destek verileceği" örneğinde olduğu gibi; toptancı bir red yerine, çözüm konusunda akılcı bir önerme ortaya koyarak mı daha başarılı olmuştur? Ve hangi eylem biçimi tartışmadaki insiyatifi muhalefete geçirip, onun söylemini gündemin önüne çıkarmış, toplumsal bir ilgiye ve sempatiye yol açarak iktidarı daha zorda bırakmıştır?

Baykal; ilk kez, iktidarın ortaya koyduklarına muhalefet eden kavgacı dil yerine ortaya bir çözüm koyarak, ciddi bir kamuoyu oluşturmuş ve dikkatleri partisinin üzerine çekmeyi başarmıştır. Ha devamı gelir mi derseniz, benim umudum yok. Bilirim ki, her seçim atmosferine girildiği süreçlerde, ya bir yıldız bulur ya toplumun ilgisinin üzerinde olduğu bir partiliyi vitrine sürer, onların rüzgarıyla kendi arkadaşlarını meclise sokar, sonrasında da "one man show"una devam eder. Ben sadece, akıp giden zamana bir not daha düşeyim; hani, güzel bir tavır ortaya koymuşken de alkışımı eksik etmeyeyim dedim. Yoksa, elimde fenerim, hala "partimi" arıyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP