28 Aralık 2023 Perşembe

Biralama

Geçen hafta sonu Enn Sevdiğim Kadın'la bir öğle rakısı yapalım mı sorusunun üzerine balıklama atlıyoruz. Uzak diyarlar değil fikrimiz, bizim coğrafyada takılalım diyoruz. O halde Buselik. Farklı şehirlerde şubeleri olan bir mekân. Daha önce gitmişliğim yok, bilmişliğim de Enn Sevdiğim Kadın'dan. Bilindiği üzere öğle rakısı candır, diyenlerdeniz. Orada buluşuruz mutabakatıyla karara bağlıyoruz.

Saat 15'e göre ayarlıyım.

Duş yapıp, biraz oyalanıp istasyona doğru yürüyorum. Sonuçta -ben için- yeni bir mekân, kadim noktaları küstürmeden ona da bir selam çakmak iyi olur. Seversem ne âlâ, sevmezsem de elveda.

Fikrim dışarıda oturmak; elbette havanın ve mekânın koruma kalkanları nispetinde.

Tren keyifli, zihnimden mekâna yönelik tahminler akıyor, hissiyatım sıcak, kalbim O'nunla bir öğle rakısının heyecanını taşıyor.

5 istasyon sonra iniyorum ve sahile doğru yürüyorum. Aslında minibüse binsem, istasyonlara yürümelerin hiçbirini yapmayacağım. Ama içimdeki tren aşkı bambaşka ve hatta onun için sensiz saadet neymiş tatmadım bilemem ki diye bir şarkı bile tutturabilirim.

Sonuçta Buselik'e yönlendiğimde ve tam Enn Sevdiğim Kadın'ı arayıp, bulunduğum noktadan ki fikrim bana sola doğru yürümemi söylüyor olsa da, yine de elim telefona gidiyor ve ondan bir mesaj gülümsüyor bana; yine kotumun cebindeki telefon, sesini ulaştıramamış bana. Arıyorum ve bana Migros'da olduğunu söylemekle kalmıyor, temizlikle meşgul mekânın açılış saatinin de dördü bulacağını söylüyor, çünkü O uğramış. Ben o sırada Migros'a varmış durumdayım ve kapıdan içeri adımımı atacakken tam, içeriden deri pantolunlu bir fıstık çıkıyor.

Dilim tutuluyor kısa süreli de olsa, kendimi bulduğum anda da gülümsüyorum. Ahh benim asla taca çıkmayan gülümsemem işte.

Ve dayanılmaz cazibem...

Sonra kısa bir değerlendirme yapıyor, alternatifleri gözden geçiriyor, coğrafyamızın aksine şehirde bir mekâna takılmaya karar verip otobüse biniyoruz. Ve bir sohbet bir sohbet ki tadına doyamadan şehir merkezine varıp Cumhuriyet Meydanı durağında iniyoruz. İstikâmet bu yaz enn çok takıldığımız, kısa süre önce çok sevgili dostlarımızla enfes bir tanışma ve gece yaşadığımız mekânda karar kılıyoruz. Lakin bir maç akşamı, hava soğuk, korunaklı alandaki masalar maç için rezerve edilmiş ve her zaman oturduğumuz masamız da artık yaz olmadığı için bu korunaklı alanın dışında...

O halde BOHEM.


Bohem kadim bir mekân, şehrin enn popüler ve kurtarılmış bölgesinin en özel caddesine en fazla 15-20 metre uzakta ve o caddeyi dikey kesen yine popüler olan ve daha dar bir cadde üzerinde. Elbette ruhsatı eski olduğu için de şehir içinden uzaklaştırılamayan sayılı mekânlardan biri. Lakin o bölgenin çocuğu olmama, ortaokul ve lise yıllarımın orada geçmiş olmasına, evlendiğimde ana caddede ve mekâna yürüme adımı ile en fazla üç beş dakikada ulaşabilmeme ve solculuğun mabetlerinden biri olmasına, önünden defalarca geçmiş olmama rağmen bir kez bile gitmediğim bir yer.

Taa ki Enn Sevdiğim Kadın yakın zamanda kapısından içeri adımını atıp, içerdekileri de elbette şaşırtıp soğuk birasını keyifle içene kadar.

Bir maç günü ve bizim rezervasyonumuz yok. An itibariyle birkaç masada birkaç insan var. Enn Sevdiğim Kadın'ın dördüncü benim de üçüncü gelişimiz ve bu durumdan -kanımca- mekân sahibi ve çalışanlar hoşnut. 50 metrakare ya var ya yok mekân. Fakat dekorasyon muhteşem. Benim diyen İngiliz pub'ı ile aşık atar. Bu kez cam dibinde yüksek sandalyeli yüksek bir masaya oturuyoruz; içerinin dıştan gözükmediği camın ve kalorifer peteğinin dibine... Bir anlamda kendi bağımsız alanımızı yaratmış gibiyiz. Müşteriler zaten kadim ve en azından aşinalıkla da olsa birbirimizi tanıyor gibiyiz. O halde gelsin fıçı biralar...

Ve elbette patatesler ki ne zamandır hayalini kuruyordum. Sorduk ama sosis yokmuş, olsun patatesi tazeleriz. Fakat nasıl bir keyif, sıcacık bir ortamda sımsıcak, üstelik minik gettomuzda doyumsuz bir sohbet eşliğinde dillere destan bir yaşama ânı... Rüya gibi, karşımdaki kadın da rüya gibi, ortam, mekân, mekânın sahibi, çalışanları sanki bu rüya ân için özel seçilmişler... Ve ninni tadında söyleyen Ahmet Kaya.

O ara Enn Sevdiğim Kadın sigara molası için dışarı çıkmak amacıyla masadan kalkıyor ve ben o sıra onun dışarıda kapı önünde sigarasını içtiğini sanıyorum. Masaya döndüğünde anlıyorum ki ona mutfakta içebileceğini söylemişler. Ve içeride enfes bir sokak köpeği var; olağanüstü, güngörmüş bir şahsiyet kendisi, az önce deri koltuklardan birinin üzerinde kestiriyordu, şimdi başka bir koltukta. Bizse sohbetin ve biranın dibine vurmuş durumdayız. Artık maç saati yaklaşıyor, masayı rezerve edenler için kalkma vaktimiz. Kasadayız ve ödemeyi yapıyoruz. Bu kez yürekten bir bahşişi bırakıyoruz ve keyifle kendimizi dışarı atıp kadim ve anılarla dolu caddeden istasyona doğru yürüyoruz. Elbette milyonlarca anım olan caddeyi adımlarken, izlerimi onunla paylaşırken ve gökte durup durup baktığımız enfes bir ay varken, yaşam tadımın çoğalmasında çok payı olan Enn Sevdiğim Kadın'a da hayran hayran bakan gözlerimi kıskanmadan edemiyorum.

Ve trende tıngır mıngır giderken bir karar alıyoruz: Bohem'de enn bohem bir gündüzde, kar yağarsa canımıza minnet bir akşama varacak rakı masası donatmak...

Çünkü Enn Sevdiğim Kadın mutfakta sigarasını içerken aşçıyla sohbet etti ve menüde o akşam için  neler olduğunu gördü!

26 Aralık 2023 Salı

Hayat Tesadüfleri Sever


Bir önceki, Gri Saçlarında Kahkahalar Saklı Güzel Kadın başlıklı yazıda, "Son cümlenizle ilgili tesadüf, sanırım bir yazıya bile konu olabilir, umarım yazabilirim," demiştim; hayatımın en izi kalmış, en kıymetli insanlarından birinin çok çok değerli yorumundaki övgülerine verdiğim yanıtın içinde...

Umarım yazabilirim demiştim ama kadim bir hayalin gerçekleşmesi için yoğun, yazmak için fazlasıyla kurak mevsimlerim başlayınca da ummakla kalmıştım, diye devam etmiştim.

Oysa süreç devam etmiş ve Sevgili Evren'le Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine* başlıklı yazımdaki kesişmeyi konuşurken ve ona, bu yazıda bahsedeceğim günü anlattığımda, "yazmalısın bunu," demişti, ben de bir taslak yazmış ve her zamanki gibi taslak olarak bırakmış, başka yazılarla devam etmiştim. Sonra, sosyal hayat durduğuna ve mevsimlerden karantinada olduğumuza göre anılarla yazmaya devam ettiğim şu günler tam zamanı, diyerek, taslağı taslak olmaktan çıkarmaya karar vermiş ve o günü 10 yıl sonra, 2020 yılında Rastlantı başlıklı yazımın içinde anlatmıştım!

Şimdi bir bütünlük sağlamak için ilgili bölümü yazının bütününden alarak bir kez daha olması gereken yere taşıyıp, paylaşıyorum.



24 Ekim 2010

Pazar sakinliği, alt katta, ofisimside bilgisayarın başında, yanımda kahve, atıştırmalık bir şeyler eşliğinde gazetelerde ne var ne yoklara bakınırken telefon çalıyor. Şu alemdeki enn sevdiğim adamlardan biri: Göksenin Abi. Fatoş'un bir blog açmak istediğini söylüyor, yardıma ihtiyacı var. Evleri bana yakın. Gidiyorum. Fatoş bebek sepetleri süslüyor, onları tanıtıp satışını yapabileceği sektöre uygun bir tasarım gerekli. Bir tane beğeniyor. Fotoğraf yüklemekten başlayarak kullanımı ile ilgili bilgileri veriyorum, bir iki tane de yüklüyoruz. O ara telefonu çalıyor. Güleryüzlü, sıcak ve neşeli bir konuşma.

Ben içinse enteresan bir rastlaşma!

Fatoş açıklıyor, telefondaki kişi onun teyzesi, enteresan ki onun teyzesi girişte belirttiğim duygularımın sebebi olan kadın. O âna kadar aramızda hiç bir iletişim olmayan, varlığımdan habersiz olduğunu bildiğim, öyle olduğunu düşündüğüm bir blog yazarı aynı zamanda; basılı kitapları olan, piyano çalan, gri saçlarında kahkahalar saklı güzel bir kadın. O sıralar sessizce gidip yazılarını okuyor, bayılıyor, yine sessizce çekiliyorum... Öğretmenden saklanan ödevini yapmamış çocuk çekingenliğim var, onun kocamanlığı karşısında ürküyorum, yorum yazmıyorum. Şahane bir ürküntü ama bu; bir imlâ, bir üslup hatası yapmaktan çekiniyorum ki yazılarım bu anlamda sefil ve ben henüz bunun farkında değilim, ayrıca yorumlarımın onun kalem gücüne yetemeyeceğini düşünüyorum.

Çay kahve, sohbet faslını da tamamlayınca ayrılıyorum Göksenin Abilerin evinden... Pazar sakinliğinde, ofisimside yeniden açıyorum bilgisayarımı, giriyorum bloguma ve bakınırken ne var yoka bir yoruma zıplıyorum, şaşırıyorum, çünkü bir prensibi olduğunu biliyorum, çocuk sevinçlerimse alkış kıyamet... Defalarca okuyorum. İnanılmaz bir sevinç ânı... Son yazımın altındaki yorum Ondan. Okuduklarımın içtenliği, övgüsü, karnesi hep pekiyi bir çocuk kadar sevindiriyor beni; bununla kalmıyor, tüm çekingenliklerimi bir pelerin gibi alıyor sırtımdan. Özene bezene bir yanıtı boyundan uzun bir sürede yazıyor ve o yanıtımı kaç kez kontrol ediyor, iyice emin olunca da göndere basıyorum. Sonrası muhteşem bir iletişim. Hayatımın en kıymetli ânları hanesine kıymetli bir sürü çentik daha...

Öğretmen öğrenci tadındaki bu iletişimin ete kemiğe bürünememesini bir kayıp olarak görüyorum. Onunla yüzyüze bir sohbetin tadının ne olabileceğiniyse tahmin edebiliyorum. Burası bir dünya ise ki bence öyle... bir yerin boş kaldığını, tadının damakta kaldığını, çoklukla hissediyorum. Blog yazmanın bana kazandırdığı, gelişimime katkıları olan ve eksikliklerini hissettirerek bu dünyadan giden iki insandan biri Gülsen Varol. Kars yazılarımı yazdığım süreçte, özellikle Kars Şehir Sineması yazılarımı yazarken onun yorumları motivasyonuma tavan yaptırmış, sonuçta ortaya 13 uzun yazı çıkmıştı. Serinin son bölümüne, hayatıma dokunarak beni yükselten iki güzel insanı da katmış; blog hayatımın en zevkle yazdığım, kişisel olarak en beğendiğim, kurgu kısımlarını bile yaşamışçasına hissettiğim satırlar düşürmüştüm akıp giden zamana...


Kitabın Sadece Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine

Kars Şehir Sineması bölüm 4


20 Aralık 2023 Çarşamba

Gri Saçlarında Kahkahalar Saklı Güzel Kadın*

"Son cümlenizle ilgili tesadüf, sanırım bir yazıya bile konu olabilir. Umarım yazabilirim," demiştim; hayatımın en izi kalmış, en kıymetli insanlarından birinin çok çok değerli yorumundaki övgülerine verdiğim yanıtın içinde... Umarım yazabilirim demiştim ama kadim bir hayalin gerçekleşmesi için yoğun, yazmak için fazlasıyla kurak mevsimlerim başlayınca da ummakla kalmıştım.

O yazıyı yazamadım; bunun sebebi o günden sonraki iletişimin, yazdığım yorumların ve aldığım yanıtların her birinin defalarca okunup, gülümsenip, bir sandıkta biriktirilip, sıklıkla açılıp bakılıp, sonra yine o sandıkta saklanılası nitelikte olmasıydı. O bir yazardı, öğretmendi, blogunun ve kelimelerinin bir müziği vardı. Sayfasına ön iliklenerek gidiliyordu ve bundan da çok büyük zevk alınıyordu. Bir o kadar da besleyiciydi satırları. Aynı lisede okumuş olmaksa başka bir lezzetti bu çocuk için.


Hayatımın en keyifli iletişimiydi. Özellikle şu cümleleri içeren ilk yorumu çocuk sevinçlerimi zıplatmıştı: "MERHABA SEVGİLİ BURANEROS... HİÇ ADETİM OLMAYAN BİR ŞEYİ YAPIYORUM ŞU AN.. YANİ BENİM SAYFAMI ZİYARET ETMEYEN...ve YORUM BIRAKMAYAN BİR KİŞİNİN SAYFASINA YORUM YAPIYORUM.. ÜSTELİK AĞZI BİR KARIŞ AÇIK, UMDUĞUNUN FEVKİNDE BİR ANLATIMLA VE DONANIMLA BAYILA BAYILA OKUDUĞU BİR YAZIYA!!! ŞU ANLIK BU KADAR YETER HOŞBULDUK YANİ!!! ŞİMDİ BLOĞUNU BİR HALLAÇ PAMUĞU GİBİ ATMAYA GİDİYORUM.. MÜSEBBİBİ EVRENDİR! FAZLA ZORLARSAK AKRABA ÇIKMA İHTİMALİ BİLE VARDIR!!!! :)))... **

Sonrası hayatımın en güzel iletişimiydi, enfes yorumlar yazıyorduk. O sinyali vermişti ama o kadar tez zamanda olabileceğini düşünmemiştim. Oysa bir hayalim vardı; çok sevdiğinin altını çizdiği Evren, ben ve O, onun piyanosunun başında, elimizde şarap kadehleriyle kaç ciltlik kitap olur bir sohbetin koyuluğunda,

ve dünyadan kopuk bir fanus içinde,

enfes cümlelerden müteşekkil üç kişilik bir yok oluştu bu.

Oysa ne diyordu Pinhani'nin enfes şarkısı: Zaman beklemez. Hayatımın en kıymetli kayıplarından biriydi an. Üç kadeh boş kalmış, akıp giden cümlelelerin devamı tamamlanamamıştı. Buna rağmen şu satırları toparlarken bile sanki; O'nun piyanosunun başında şen şarkılar söylüyoruz... üstelik dolu kadehlerle...

Cehennem Deresi'ni uzun zaman elime alamamıştım. Şarap gibi her kitap da beklermiş demek ki bi ânı. Bir solukta okudum. Bir eleştirmen gözüyle bakmadım...

Bakamadım.

Çokkk sevdim.


​*Başlıktaki tanımlama Sevgili Evren'e aittir. 

** Sayın Gülsen Varol'un bu yazıdaki yorumu ise şu yazının yorum kısmında...


Yazının 2.bölümü içinse buradan lütfen


9 Aralık 2023 Cumartesi

Hakkatten Rakı İçtik

Bir mesaj düşmüştü e-postama, beklenmedik değildi. Geleceğiniz zaman mutlaka haberim olsun demiştim ve oldu. Tarih net uçuş ve varış saati belli. Evden kardeşin üç harflisi ile çıkıyoruz. Trafikteki sabah yoğunluğu yetişir miyiz sorusunu aklıma anında kazıyor. Sürücüye güvenim tam, sonuçta şehrin en hızlı sürücülerinden birinin yanında yetişti lakin artık kurallara harfiyen uyma yaşlarındayız. Hava kapalı, kısmen yağmur var. Sürücü kendinden çok emin lakin benim gözüm saatte, yolcularımızı bekletmek istemiyorum. Şehrin yoğunluğundan çıkıyoruz ve kardeş anında Michael Schumacher postuna bürünüyor ve havaalanındayız. Uçağın varışı ile senkronize olmuş durumdayız. Ben giriş kapısındayım. Cüzdanı ve telefonu montumun cebine koydum, montu da sepete, kemeri de çıkarıp aynı sepete. Görünüşte her şey normal. Ötmeden geçtim ve ayrılmaz parçam sırt çantamı bekliyorum. Lakin o bir türlü gelmiyor. O an her şeyin çantayla birlikte yok olduğunu sanıyorum. Doğal olarak polisleri de hareketlendiriyorum. X- Ray'den geçerken bir yere mi takıldı acaba diye içi kontrol ediliyor yok. Çantamla ayrılmaz ilişkimiz ne boyuttaymış ki onu arabada bıraktığım, kolaylık olsun diye telefonu ve cüzdanı montumun cebine koyup fermuarı kapattığım bir türlü aklıma gelmiyor. Bir yandan da gelen yolcuların indiklerini ve çıkışa yaklaştıklarını fark ediyorum; artık giden gitti modundayken polislerden birinin aklına telefonumu çaldırmak geliyor ve bingo; cüzdan ve telefon mont cebimde, kemeri de zaten sepetten alıp takmıştım. Suçlu bulunuyor şahsım tarafından; seyrek de olsa arada bir ziyaretime gelen nevralji nedeniyle nadiren kullandığım ilaç; tansiyon ilaçlarımla birlikte zihnimi uyutuyor belki de. Polislere çok teşekkür ediyor, zahmet verdiğim için özür diliyorum ve hızla gelen yolcu kapısına varıyorum ve konuklarımı tam zamanında karşılıyorum ki telefonumda bir aramayı da fark ediyorum o arada.

O halde kahvaltıya, bir efsane için Galip Usta'ya. Şehrimiz bir pide cenneti, her yörenin pidesi kendi adıyla anılır; mesela Bafra Pidesi, Çarşamba Pidesi, Terme Pidesi gibi... Ben temelde Turhan Usta'nın Bafra Pidesi'nden yanayım. Lakin Galip Usta'nın ki de bir sanat, sulu hamuru ile ötekilerden ayrışır, inceciktir ve Vedat Milor'dan geçer notla birlikte müthiş övgüler almıştır.

Konuklarımızla anında kaynaşmış durumdayız, blog arkadaşım Sezer Eser Perker'i yazılarından tanıyorum zaten. Ama bu vasıta ile sevgili eşi, sevgili oğlu ve sevgili annesi ile de tanışıyoruz...

Güzel insanların bir araya gelmesi muhteşemdir çünkü bir anda kırk yıldır birbirinizi tanıyormuşsunuz gibi bir sıcaklık, bir samimiyet kavrar herkesi... Aynen öyle oluyor. Bir semaver çay da ekleyerek götürüyoruz pidelerimizi ki asıl kıymetli olan aramızda oluşan sıcaklık. Pidelerin ardından onlar tezkere alacak oğullarının töreni için Amasya'ya yola çıkıyorlar, biz de şirkete doğru.


Amasya dönüşü saat 19:30 için anlaşıyoruz. Enn Sevdiğim Kadın mesai sonrası şehire inmişti, telefonlaşıyoruz.

Uygun saatte yola çıkıyorum ve trenden iner inmez arıyorum. Buluşuyoruz ve o esnada ben ona bir kez daha bayılıyorum. Biraz vaktimiz var, önce rezervasyonumuzu yapıyor, akabinde hemen mekânın yanındaki hoş kafede kahvelerimizi içiyoruz; elbette sohbet enfes ama ben yine de gözlerimi ondan alabilsem, işte o zaman bazı cümleleri kaçırmamış olacağım.

Saat yaklaşıyor ve biz sevgili arkadaşlarımızı almak üzere otellerine doğru yürüyoruz. Ve tam saatinde lobide buluşuyoruz; bu kez tezkeresini almış asker, kıymetli oğulları da bizimle lakin anne yok.

Ve masamızdayız.

Laf lafı açıyor, nasıl keyifli bir o kadar sıcak bir sohbet; sanki yıllardır birbirlerini tanıyan insanlar gibiyiz, masa şen, enn sevdiğim kadın bir ara sırt çantasından iki ayva çıkarıyor, rica ediyor ve garson onları içeri götürüp parçalatıyor. Masamızdaki terhis olan asker bir sinemacı, eğitimini o yönde yaptı ve elbette sinema da konuşuluyor ama askerlik de; çünkü askerlik yaptığımız tugay aynı. Siyaset olmadan asla ama gündelik siyasetle sınırlı değiliz, geçmiş de sohbete dahil...

Rakıyı yakıştıra yakıştıra ve hakkıyla içiyor, bir 70'liği bitiriyoruz lakin bizim söyleyecek çok sözümüz var, gezdiğimiz yerler, sevdiğimiz lokantalar, şehirler, ülkeler hepsi kendine yer buluyor masada. O halde gelsin bir 35'lik daha... Uçaklardan bile konuşuyoruz ki masamızda bu konunun uzmanı olan çok güzel bir insan, eş, baba var. Elbette Karadeniz'in olmazsa olmazı hamsi de geliyor masaya lakin ona -şimdilik- çerez muammelesi yapmak gerekir: Lezzetinde bir sorun yok ama havalar biraz daha soğumalı, onlar biraz daha serpilip yağlanmalı...

Velhasıl masamızdaki insanlar o kadar güzel ki işte bu nedenle de anında kaynaşıyoruz...

Enn Sevdiğim Kadın yine bir akşamda beni benden alıyor, onu konuşurken izlemeye bayılıyorum, varlığından gururlanıyorum ve her seferinde farkında olmadan onu izleyen yüzümde beliren gülümsemeye de ekstra bayılıyorum.

Saatler yine akmış biz farkında olamadan, mekân kapanma saatlerini çoktan aştı, zarifce sinyalleri verdi ama bizdeki sohbet de çok hoş; toparlanıyoruz, çıkıyoruz ve hoş binaların arasından yürüyoruz. Çok eski bir apartmanın içine giriyor fotoğraflar çekiyor, yüzyıldır aynı yerde olan pastanede keşküllerimizi yiyor, otele varıyor, yeni tanışsak da kırk yıllık dostluklara taş çıkartan dostlarımızla vedalaşıyor, Enn Sevdiğim Kadın'la gecenin tadını bir gram eksiltmeden bir taksiye atlıyor, kendi coğrafyamıza doğru yola çıkıyoruz.

2 Aralık 2023 Cumartesi

Garip Bir Durum

Üst üste kayıplar üzücü olmanın yanı sıra içimdeki yazma heyecanını da sanki gittiğim mezarlıklardaki mezarlara gömmeye devam ediyordu. Bir sürü şey yazmak istiyordum ancak klavyeyi her elime aldığımda da geri bırakmam için bir kaç saniye yetiyordu, çünkü her şey bir tekrar gibi devam ediyordu. Tahsin Amca'nın ardından peşi sıra gelen ölümler günlük hayata pek dokunmasa da klavyeden dökülecek kelimelerdeki seçimler ve hassasiyetler içimdekilerle bir yazıda yine buluşturamıyordu beni. Önceki ve bu yazıdaki olumsuzluk duygusu yaratacak cümlelere rağmen hayattan elimi çekmiyordum elbette, o doğal akışında süregidiyordu ama iş yazıya geldiğinde başka başka hisler ve hassasiyetler duygularımın el frenini çektiriyor, ben hâlâ ürününü veremeyen bir tarlaya dönüyor, kalakalıyordum. Enn Sevdiğim Kadın şehrindeydi. Baba entübe olana kadar hayat olağan akışındaydı, umut güzeldi; lakin yazgının önüne de geçilemiyordu!


Sonra bir ölüm daha... Genç sayılabilir mi? Diğerlerine bakınca sayılabilir. Aslında her ölüm gençtir de sanki. Benim içinse başka bir hâldi. İyi kalpli bir robota evrilmiştim sanki. Tüm haraketlerim kontrolüm dışındaydı. Ben gitmiş 16 yaşındaki ben gelmiştim. O'nu teselli etmek ne kadar mümkündü bilmiyorum. Bu yönde ekstra bir çabam da yoktu; çünkü yeteri kadar insan vardı. Bu garip bir yazı, aktığı gibi kalsın istiyorum!

Camide tabut başında bekleyenin ve o tabutu içtenlikle okşayanın, okşarken enfes cümleler kuran ve gözünden akan yaşların her birinin uzun bir hikâyenin harfleri olduğunu bildiğim esnada tabuta yanaştım. O'nun parmakları tabutun üzerindeydi, parmaklarımın en saf, en içten haliyle o parmaklara doğru yürüdüğünü fark ettim. İçten ama bir o kadar da ürkekçe o parmaklarla parmaklarım temas ederken, başsağlığı diledim. Yapmamam mı gerekiyordu bilmedim. Ama göz temasımızdan O'na iyi geldiğini anladım. Çünkü yetişkin halimizin birbirini anladığını da anlamıştım.

Aşağıdaki satırların daha fazlasını da o zaman yazmıştım.


Yazlar elbette başkaydı. El ayak çekilip, ev halkları uyuyup da sessizlik saçılınca geceye; en görülmez ve duyulmaz sandığımız saatlerde bizim evin kılık değiştirmemiş halinin arkaya düşen mutfak balkonunun altına geçmek keyifli, aynı oranda da meraklı, bir o kadar da çocukça bir eylemdi ben için! Ama akşam boyunca o ânı bir türlü eve gitmeyi bilmeyen grup üyeleri bir an önce gitsinler diye sabırsızca beklemek de zordu, ama kıymetliydi. Çünkü o balkonun altına saklanarak ilk öptüğüm kız olarak tarihime kayıt düşenle acemice öpüşmek, o tadı keşfetmek ve zamanla geliştirmek fazlasıyla heyecan vericiydi.

Sanki karanlığa seslenen anne ya da baba sesleri bize ulaştığında; geçen zaman bir dakikaymış gibi gelirdi.*


Bütün bu alanları gezerken ve fotoğrafları çekerken, Palmiye Kafe'de kitabımı okuyup kapuçinomu yudumlarken ve hayat doğal akışında olmasına rağmen bendeki yazamama hali hâlâ devam ediyor sanki...

O nedenle bu yazı neden yazıldı, nasıl yazıldı ve bana ne söylüyor anlamış değilim.


*Alıntının yazıldığı zaman ve tamamı.

11 Kasım 2023 Cumartesi

Yaza Veda Öncesi Keskin Virajlar

Yaklaşık 20 gündür tek bir -taze- yazı girmemişim bloga!

Şaşırdım!

Yazı girmemiş oluşuma değil, çok uzun gelen süreninin aslında sandığım kadar uzun olmamasına...

Sonra, daha önce fotoğraflarını yerleştirdiğim ama bir türlü, türlü nedenlerle başlayamadığım yazılacak yaşanmışlıkların elimi uzatsam dokunacak kadar yakın olmasına!

Oysa bana ne kadar uzaktalarmış gibi geliyorlardı.

Bir türlü toparlayamıyordum kendimi. Zaman kavramım uçup gitmişti. Bir adım mesafemdeki hoşluklara erişemiyor, erişmeye çalıştığım her evrede bir zaman yolculuğu başlıyor ve geçmişin hoşlukları ile bugün arasında kalıyor, ruhumun ateşini bir türlü tutuşturamıyordum.

Enn Sevdiğim Kadın tatil dönüşünden biraz sonra Ankara'ya dönmek zorunda kalmıştı ki hâlâ orada. Her gün telefonla konuşuyoruz. Tahsin Amca'nın ölümü birden büyüdüğümü hissettirmişti bana. Önümdeki insanların azalması rakamsal olarak küçüklüğümü elimden alıyorlardı sanki... Lakin ruhum da bugünle dün arasında büyük bir mücadele veriyordu. Gülmek istiyordu ama eksilenler ve hasta yatağında olanlar nedeniyle yazma coşkum bir türlü geri dönemiyor, ben de günlük rutinlere renk katarak yaşamın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Oysa Enn Sevdiğim Kadın tatilden döneli ve enfes bir öğleden sonrayı ve enfes bir gece cinliğini yaşayalı daha bir ay bile olmamış, ben taze bir yazının, henüz dumanı üzerindeyken üstelik, fotoğraflarını yerleştirmiş ama sonraki gelişmeler nedeniyle de bir türlü hayatıma kayıt düştüğüm enfes güne dair coşkulu, neşeli bir yazıya bir türlü başlayamamıştım. Ruhum nefes alamıyordu. Bugün inatla, biraz da endişeli ortamlardan sıyrılmak adına yine hayatımın enn muhteşem bir gündüzünü, akşamını ve sonrasını -sıralı- anlatmak üzere klavyenin başına oturuyorum.



21.10.2023


Gün cumartesi, çok özlezmiş olmalıyız ki 13'de buluşmaya karar veriyoruz. Hazırlanıyorum ve istasyona doğru yürüyorum. Ayaklarım yerden kesik. Tren tıka basa dolu. Maskemi takıyorum. Ve Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Adımlarım oldukça hızlı çünkü indiğim nokta ile varacağım nokta arasındaki mesafe kısa olsa da geç kalma olasılığım var. Yoksa çok mu özledim? Üstelik tatilden kısmen erken dönmüş olsa da...

Hızlıyım, öte yandan terlemek de istemiyorum çünkü hava pastırma yazı kıvamında. Yokuşa sardığımda hız kessem iyi olacak diye düşünüyor ama onu bekletmek de istemiyorum. Yoksa özlemenin bir yansımasımı adımlarımdaki çabukluk. Saate baktığımda kaçırdığımın bir kaç dakika olduğunu fark ediyorum. Ve mekânın bahçesine alt kapıdan giriyorum, kafamı çevirdiğimde de O'nun üst kapının hemen girişindeki masada oturduğunu görüyorum. Fırsatı ganimete çeviriyor, biraz gaz keserek yaklaşıyor, bitmeyen bir gülümseme ile adımları yavaşlatıyor ve onu seyretmenin tadını çıkarıyorum.

Enfes bir sarılmaca...

ve öpüşmece...


Masayı donatıyoruz lakin henüz erken bir vakit, bu kez standartımızın dışında ve erkenciyiz... ve seçeneklerimiz az! Olana razıyız ama Arnavut ciğeri henüz hazır değil...miş.

Olsun.

Bu akşam bir derbi var. Galatasaray taraftarlarının bir kısmı formaları ile ekran karşısında yerlerine almaya başlamışlar, şimdilik bir kaç da Beşiktaş taraftarı var, bizse olayın dışında olduğumuz için bundan önceki masamızda değil, onun bir öncesindeki masamızdayız.

"Bir 35'lik Yeni Rakı lütfen!"

Simone Signoret'nin enfes anı kitabı Özlemin Eski Tadı Yok'un aksine özlemin tadını yudum yudum çıkarıyoruz.

Zaman içinde, biraz da vakit geçince Arnavut ciğeri de masadaki yerini alıyor. O halde...

"Bir yirmilik rakı lütfen."

Muhteşem bir son yaz akşamı, maç çoktan bitti lakin bizim kelimeler, cümleler şelale... Üstelik enfes de bir kitabım var, Enn Sevdiğim Kadın benim haberim olmayan bir kitabı çantasından çıkarmış ve bana uzatmıştı daha ilk kadehleri tokuşturmadan: 995 km, Murathan Mungan.

Gecenin derinindeyiz artık. Ödememizi yaptık ve elbette garsonlarımızı boş geçmedik ve dışarıdayız. Lakin döneriz eve diye düşünürken ben ve istasyona yürüdüğümüzü sanırken kendimi Bohem'de buluyorum. Bu kez temkinliyim ve kolada karar kılıyorum. Bu tatlı kadın birasını yudumluyor ki bayılıyorum bu haline... Sonra eski evlerin önünde kalarak, fotoğraflarını çekerek, bazen sallanarak, bazen sarmaş dolaş olarak ve bazen sırnaşarak ve neredeyse tüm sokakları arşınlayarak varıyoruz Gar İstasyonu'na. Dönüş trenine yetişemeyeceğim kesin çünkü O'nu eve bırakacağım da kesin.

Bizim istasyonu geçiyoruz. Lojmanlarda iniyoruz. Son tren piyangodan çıkarsa ne âlâ ama çıkmayacağını biliyorum... derken, bir tren gözüküyor ve duruyor, iç ışıkları sönük. Hangi istasyonda ineceğimi soruyor, en sevdiğim kadın da varınca ara diyor ve biniyorum... ve bu bana meleklerin kıyağı, çünkü yolcu almıyor ve park edeceği yere gidiyor ve ben -aslında- bir kez daha son treni kaçırmışım.


Sonraki günlerden bir gün, Enn Sevdiğim Kadın şehrinde, ben onunla sıklıkla temas halindeyim ve akşamları genelde Afiyet'e gidiyor, pasta, çay, okuma yapıyorum. Bir de telefonla sık ve uzun uzun konuşuyoruz. O arada benim haberim olmayan film konusunda uyarıyor beni ve sinemada buluyorum kendimi. Bir çizgi film bu! Usta işi, Hayao Miyazaki elinden çıkma, süresi uzun ve emek yoğun, Oskar ödüllü muhteşem bir hikâye: Çocuk Ve Balıkçıl...

Üstelik gözlerim resmen yaşarıyor çünkü çoğu kez tek olduğum 6 numaralı salonda bir sürü genç insan var. Fırsatı kaçırmıyor, kalabalıkla film izlemenin tadını, elimdeki promosyon mısırlar ve kolamla çıkarıyorum,

ve filmi şiddetle öneriyorum!


2 Kasım 2023 Perşembe

Teşekkürler Tahsin Amca!

*"Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar."

19 yaşında iki genç bir yola çıkacaklar.

O çatışmalı, tekinsiz yıllarda üstelik!

Kaç aile bu yaştaki çocuğunu -içindeki korkuları bastırarak- üstelik de otomobille uzun bir geziye salar?!

Hadi saldı diyelim, kim henüz taze ehliyetli bir başka genç çocuğun sürücülüğüne ve kişiliğine güvenerek oğlunu emanet eder?!

Kapılarının önündeyim, arabayı geri geri onların arabanın yanına sokuyorum. Arkadaşımın bagajlarını yerleştiriyoruz. Yolculuğun heyecanı sabahın serini ile ittifak içinde; yol heyecanı paçalarımızdan itibaren bütün bedeni tutuşturmuş.

Diken diken...

Bir anne ve baba yan yana, garajdan eve geçilen kapının eşiğindeler. Biricik oğulları ve onun kadar sevdikleri çocuğu izliyorlar. Bir endişe ne kadar perdelenirse perdelensin sürücünün iliklerine ilmek ilmek işleniyor.

Sürücü bunu hissediyor çünkü az önce benzerini kendi evinin önünde de yaşadı.


*Alıntı: Gökyüzüne Yükselen Parlak Kanatlar-Güngör Teyze.

29 Ekim 2023 Pazar

Geçmiş Zaman Olur ki...

29 Ekim 2018 Pazartesi


Zinde bir uyanış. Bugün Cumhuriyet Bayramı.

İzmir'de Cumhuriyet Bayramı!

Sırt çantalarımızı resepsiyona bırakmak üzere hazırlıyoruz. Çocuklar gibi şen, çocuklar gibi diken dikeniz.

Henüz otelin içindeyken hissettiğimiz bayramın kokusu, sokağa adım atar atmaz katmerleniyor.

Hem de nasıl bir katmerlenme!

Yüzümüzü kaplayan gülümsemenin,

ama coşkulu bir gülümsemenin kısılmış gözlerimizin kenarına sıraladığı damlaları zor tutuyoruz.

O'nu görünce.

O'nu?!

En sevdiğim kadın fotoğraf için hazırlanıyor.

"İzin istesek mi acaba?"

"İsteyelim."

Bizi gördü. Gülümsüyor.

"Günaydın."
"Günaydın." 
"Bayramınız kutlu olsun" 
"Sizin de." 
"Çok hoşsunuz."
"Siz neden giyinmediniz?"
"Biz yola gideceğiz."
"Nereye? "
"Samsun'a." 
"Samsunlu musunuz?" 
"Samsun'da yaşıyorum ama ben Ankaralıyım."
"Ben Samsunluyum."

Bir öğretmen edası ile paylıyor bizi. Şehirlerimizin ülke tarihi için öneminin altını çiziyor. Bu vurgularla da dövüyor. Öyle özel bir an ki fotoğraf için izin kalıyor, ama aklımızın albümünde çok özel yerini de alıyor; kırmızı ay yıldızlı bayrak formunda tişörtü, üzerinde kırmızı ceketi, blucini, elinde bayrağı ile sarı saçlı mavi gözlü, makyajı yerinde, altın küpeleri düğüne giden genç kız tazeliğinde, 80 yaşlarında bir genç kadının fotoğrafı.

...

Yüzlerimizde öğretmen tarafından paylanmışlığın yarattığı kızarık ama mutlu bir gülümsemeyle iki yıl önce arayıp bulduğumuz ama kapalı olan Münire'nin önünden bir kez daha geçerek-ki bu kez aynı sokaktayız- kahvaltı için olmazsa olmaza, bir klasiğe, Dostlar Fırını'na doğru yürüyoruz.  


...

Pegasus'layız. Güzel kalkış ve güzel yolculuk. İzmir'i tepeden seyretmek bir başka. İkinci kez kaptanımız konuşuyor. Öyle dik, öyle net, öyle tane tane, öylesine yakışır bir ses tonu ve vurguyla Bayramımızı kutluyor ki tüylerimizin hepsi ayağa dikiliyor. Gururlanıyoruz. Hele Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının altını bir çizişi var ki tadından yenmiyor. Hani duygularınızın seline engel olabilirseniz alkışlamayın.

Uçak yıkılıyor.

Helâl olsun dedirtiyor:

Tıpkı 2 yıl önce Sevinç Pastanesi'ndeyken içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran polis motosikletinin çamurluk paspasındaki K.Atatürk imzası gibi.

21 Ekim 2023 Cumartesi

Acaba...


Dün akşam sahilden kıvrılarak vardığım en güzel minicik parkta bana minik ve üç tekerlekli seyyar, camları buğulanmış arabasındaki sıcacık nohutlu pilavımı uzatmadan önce üzerine tavuk isteyip istemediğimi soran, arada sokak kedilerini besleyen, onayım üzerine didilmiş etleri nohutlu pilavımın üzerine yerleştiren ve damağımı zevkten öldüren, sohbet esnasında ülke ekonomisi üzerine cümleler kurarken karşılıklı; sessizce, çoğu öğrenciden para almadığını söyleyen ve bu arada turşu isteyip istemediğimi soran; çok az olsun onayıma "Ama çok güzel oluyor," diye yanıt veren ve hakkaten beni zevkten öldüren abiye teşekkür edip Afiyet'e vardığımda; henüz taze, ve önceki gün uğradığımda olmayan ve seçtiğim şu rengârenk, çok çok özel, beyaz ve koyu çikolata tabanlı, meyvemsi ve enfes -spesiyal- kurabiyeleri; Kadire Bozkurt'un muhteşem öykülerinin içinde bir fincan çay eşliğinde kaybolurken ve gökte enfes bir hilâl varken hangi sırayla ve hangi renkten başlayarak yemişimdir?


19 Ekim 2023 Perşembe

Enteresan Bir Durum


Konuyla ilgili yardımları için tüm dostlara teşekkürler. Sanırım Telekom kendince bir jest yaparak, Hatay-La Paragas ilişkisindeki sevgiye de bakıp ikisini birbirinden şimdilik ayırmak istemiyor, sanırım şehrimin de buna bir itirazı yok, ileriki günler ne gösterir bilinmez elbette, kalalım sağlıcakla:)



Bilgisayarı her açtığımda ve blogu tıkladığımda; blogun sağ alt köşesindeki dünya dönerken ve bulunduğum şehir beyanı olarak Samsun'u gösterirken, çok nadir de olsa şaşar: Bağlandığım modemi, dolayısı ile şehri -en fazla- sadece Samsun yazmak yerine, Samsun'un ilçelerinden birini ekleyerek gösterir ve öylece döner durur... du, yıllardır.

Bunda bir enteresanlık yoktu ve normali de buydu. Bununla birlikte Hatay'la yaşadığımız aşk bambaşkaydı, eyvallah! En unutulmaz rakı akşamlarımız, kopkoyu ve saatler süren, asla unutulmayacak sohbetlerimiz onun dünyasındaydı.


Lakin 15 gündür, belki de biraz daha fazla zamandır; ısrarla Antakya-Hatay olarak dönüyor, sağ alt köşedeki o dünya... Ve ben ne yapsam ne etsem de onu Samsun yapamıyorum: Modemi kapatıp açıyorum yok, tüm fişleri çekip yeniden takıyorum ve açıyorum yok! Yine Hatay, hep Hatay. Oysa ben Samsun'dayım, modem Samsun'da, ki başka bir şehirdeyken blogu tıklasam, beni bulunduğum şehirde gösterirken eğer bilgisayarını Samsun'dan biri açmışsa o anda ve bloga bakıyorsa, o şaşmaz dünya onun da Samsun'dan girdiğini gösterir bana!


Benzer durumlar yaşadığım her seferde oradaki şehir adı değişmez... di! En fazla da şehirden bir ilçe adı eklenirdi ki o da genelde bizim coğrafya olurdu.

Ve başka şehirlerden girişlerde de Samsun'a ek olarak, girilen şehirin adının yazılı olduğu bayrak belirirdi ki bu halde de bir sorun yok.

Tamam kabul, içimizdeki Hatay aşkı bambaşka, hiç bitmeyecek, eyvallah... Peki bu durum neyin göstergesi?

Şaşkınım ve siz blog dostlarıma sormak geliyor aklıma: Ben blogdayken elbette... Yalnızca benim ekranımda mı bulunduğum nokta olarak Antakya-Hatay dönüyor, yoksa siz bloga girdiğinizde orada -Samsun yerine- bendeki gibi Antakya-Hatay mı görüyorsunuz?

17 Ekim 2023 Salı

Yeni Yetmelerin Arasında Bir Usta

"james joyce'un Stephen Dedalus'u böyle gezer hep."

demiş,

ve sonuna bir gülücük işareti koymuştu, Deeptone Üstad'ımız;

Kasabada Bir İrlandalı başlıklı bir önceki yazımın yorum kısmına...

"O zaman bu kitabı alıp okumalıyım ben,

teşekkürler Deep,"

diye de yanıtlamıştım.


Sonrasında ise bir aydınlanma yaşıyorum ve sağ cenahımdaki kitaplığa bakıyorum; orası tevellütü daha eski kitapların olduğu yer...

Ulysses orada ve bana gücenmiş;

okumadığım için değil, unuttuğum için,

daha doğrusu ilk heyecanla varlığını hatırlayamadığım için!


Özür diledim elbette... Anlayış gösterdi, onu sol cenaha, okuduğum diğer -daha ince- james Joyce kitaplarının yanına taşımak istedim;

O istemedi!

"23-07-2012'den, (üstelik fiyatım 37 liraykenden beri) buradayım ve arkadaşlarımdan memnunum," dedi.

Açıkcası, çok klas ve görmüş geçirmiş ve hatta ermiş kitlenin arasından ayrılıp da sol cenahtaki yeni yetmelerin arasına bütünüyle karışmayı ben de istemezdim, elbette onca yıldır -kırk yılda bir teşebbüste bulunulup- sonuçta okunmamış olmayı da!

Lakin bunlara ve arsızlığıma rağmen, onun sol cenahtaki sembolik bir kitle ile fotoğrafı olsun istedim. Çok sevindiler ki buna şaşırmadım, şaşkoloz olan bendim, çünkü o cenahta da, daha yakın tarihli ve okuduğum -bayağı ince-  bir kitabı vardı üstadın.

Sonuç itibariyle -nasıl becerikli bir fırdöndüysem- ne şişi yaktım ne de kebabı.

Her ne kadar ustanın yüksek anlayışı sayesinde olsa da bunlar, ben yine de;

utancımı yaşatmadan, haddimi bildirmeden, salmadım kendimi!

14 Ekim 2023 Cumartesi

Kasabada Bir İrlandalı


Ocak 2022

Kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum... ve ilk hayal kırıklığım!

Dönüşlerde, İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı artık yok!

Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda, keyfime keyif katardım.

Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu, ama temelli yok oluşuna üzülüyorum.

İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam, Tekkeköy Gar'ı.


*



Geçen Cumartesi

Aradan neredeyse iki yıla yakın bir süre daha geçmiş ki yok sayan bir düşünceyle bakarsak sanki bir asırmış geçen zaman. Pandemi ve koşulları adeta bir devre kesici gibi sosyal hayatımızı evlere tıkmış, bununla da yetinmeyip maskeli bir hayatın arkasına saklamıştı yüzlerimizi...

Ve gülüşlerimizi!

Maskeler düşünce de sanırım çabuk unutmakla kalmadık, üstüne üstlük yok sayarak, sanki hiç yaşanmamış gibi sildik hafızalarımızdan Covid-19'u.


Evden çıkışım net!

Adımlarım kararlı...

Sadece kararlı değil: Heyecanlı, tıpkı bir sevgiliye koşar adım giden kalbin atışları gibi saf, tertemiz ve özlem yüklü.

Kitabım, minik fotoğraf makinesi, okuma gözlüğüm, yağmur olasılığına karşı incecik yağmurluğum sırt çantasına... Laciverti biraz daha dark kotum ve bir lacivert v yakalı kazakla gömleği tamamlamış olsam da, akşam serinine  karşı montum, yine de mini sırt çantamın omuzumdan geçen askısında. İstasyona varmamla birlikte enn sevdiğim tren gözüküyor. Bugün maç kalabalığı yok ama yine de treni kalabalık kılacak bir etkinlik var; trenden ineceğim son istasyonun neredeyse dibinde.


"Bu kez hep görmezden geldiğin gerçek saat kulesinin mini örneğinin kalbini bir kez daha kırmadan, buna ne gerek var ki aslı dururken demeden, bir fotoğrafını tarihe not düşsen ne kaybedersin ki," diyen iç sesime itiraz etmiyor, "Evet ya," diyorum; "bunu buraya diktiren bir çocuk sevinciyle bu kararı almış mutlaka ve sen, yani ben, yine içinden bir ukala çıkarmış, asıl duyguyu hiç fark etmemiş, bir görmemişlik abidesi sayarak üstelik, hep aşağılamıştın!"

"Önce onunla bir helâlleş bakalım!"

Kasaba bugün ıssız. Sokaklar ve mekânlar sakin. Yolumun üzerinde ve iki bulvarın kesiştiği noktada adıyla dikkatimi çeken bir kafe var, Şehrin Kırıntısı. Genç bir müşteri kitlesinin yanı sıra belli ki yaş almış ama entelektüel niteliklere sahip yetişkinlerin de uğrak yeri, verandası hoş ve iç sesimin her seferinde burada takılmalıyız dediği ama benim bir türlü Gar'dan vazgeçemediğim için uğramadığım yer. Sanırım bir sonrasında, orada olacağımız kesin. Çünkü bugün henüz gitmek konusunda netleşmediğim çok hoş bir etkinlik de var, bulunduğum noktanın yaklaşık 500 metre aşağısında...


Pırıl pırıl bir gün, sakin caddeleri keyifle, içime huzur çekerek, musmutlu bir tatla yürürken bir kez daha çok sevimli bulduğum, eski bir CHP'li belediye başkanının adı Murtaza Oktav'ı taşıyan ve O'nun da akrabası, en cann arkadaşlarımdan birinin dedesi, çok hoş sohbetler yaptığımız, artık yerinde bir apartman olan ve şehrimizin merkezi noktasındaki muhteşem evde ve elbette gençlik ateşimizin çok bilmişliği ile soldan soldan sert cümleler kurarak tartıştığımız, bizi sabır ve anlayışla dinleyen eski senatör ve milletvekili Rıza Işıtan Amca'yı da bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyorum ve bir sonrasında; aslında kasaba otogarlarına bayılan biri olarak; neden hep önünden geçtiğim ve bayıldığım halde içine girmediğim bu gara dair ihmal gerekçeleri üretmeden, kendi kulağımı kendim çekerek, bir sonrakinde kesinlikle buradasın ayarı veriyorum kendime.


Heyecanla ama bu kez arka caddesinden varıyorum Gar'a. Önce bir kaç fotoğrafını çekiyorum. Arka kapıdan park alanına yürüyor, rayların kenarından ana binaya varıyor ve kafeteryanın kapısından içeri süzülüyorum ve değişikliği hemen fark ediyorum. Çünkü masalar çeşitlenmiş ve çoğalmış?!

Aklımda pasta var, dolaba doğru yürüyorken hoş bir genç kadın gülümsüyor. Tanıdıklarımdan değil bu. Mekâna bir başka el değmiş, kesin. Soruyorum ve anlıyorum ve kızıyorum elbette. Çünkü belediye bir vatandaşa kiralamış. Binayla dertleşiyoruz ki o da durumdan memnun değil. Hani yaşanmışlıklarımız ve onların verdiği kalıcı tat olmasa uğranılacak yer değil lakin binaların günahı ne diye de düşününce ve hanımefendinin güleryüzünden de kaynaklı olarak, kitaplarımla geçirdiğimiz güzel zamanların hatırına şimdilik defterimden silmiyor, çayımın, pastamın ve kitabımın tadını çıkarıyorum.

Sonra tüm bu yediklerime içtiklerime 100 TL ödeyince de, eyy belediye yaptın yine yapacağını öğrenci gençlere ve kasaba halkına diyor, ve koca alandaki ıssızlığa bakıp, her yaştan insanlarla dolup taşan cıvıl cıvıllığını, öğrenci çalışanları ile sohbetlerimizi özlüyorum.

Ara sokaklardan ana caddeye çıkıyorum ve bir tabela dikkâtimi hemen kapıyor. Enn sevdiğim kadını aramalıyım, hani bir gündüz takılsak olur mu acaba?! İki soğuk bira ve eyvallah... Hem bayıldığımız tandırcımızın dibi, üst kat belli ki. Adı beni benden aldı ki tabelası ışıklı ve zemini mavi. Bi Meyhane adı. Hımmmmm kasabada bi meyhane! Elbette enn sevdiğim kadına söylemeden duramıyorum.

Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum. Bir dejavu mu acaba? Hatırlıyorum, enn sevdiğim kadın bir İrlandalı olarak fotoğraflarını çekti çünkü... diye düşünmekle birlikte benimki hayal miydi acaba diye düşünüyorum ki ona bahsediyorum daha sonra ve o da net değil.

Sonra biri burayı alsa, dışını hiç bozmadan içini eskiye sadakatle yenilese ve kafe ve lokanta yapsa diye de içimden hayal ediyorum.


İşte bu düşünceler içindeyken ve keyifle çalışan istasyona doğru yürürken kasabaya her varışımda ilk karşılaştığım ve fikrime yazdığım mekânın, yani Lojmanlar Pide Salonu'nun kapısından içeri süzülüyorum. Dışarıda da masaları olan sevimli bir kasaba mekânı. İki beyefendi ve bir genç hanımefendi iş başında. Karışık peynirli pide niyetim fakat kaşarlı yiyebiliyormuşum; çünkü beyaz peynir kullanmıyorlarmış.

"Bir de çay, fincanla lütfen."


Önce salatam geliyor, sonra da görüntüsü muhteşem pidem. Bulvarın kenarında, kasabanın son çıkışında, yönüm merkeze doğru dönük, uzun bulvarı ve yüksek dağları izleyerek, parmaklarımla, aheste ahestte çıkarıyorum pidemin tadını. Çok beğeniyorum, kaşarı bol, hamuru ince ve çok lezzetli pidemi. Üstelik 90 TL.'lik ödemeyle de beni benden alıyor çünkü şehirde bu fiyata pide Şam'da kayısı!


Ustalara teşekkür edip, ellerinize sağlık diyerek çıkıyorum yola, yönüm çalışan istasyona dönük, lakin fikrim inceden inceye dürtüyor. Kitap Fuarı. İkilemdeyim aslında, içimdekilerden biri olaya el koyuyor ve gitsek fena olmaz diyor. Hem Arzu, diyor diğeri. Karşıya geçince kocaman bir insan seli, otopark tıka basa dolu, seyyar köftecilerin dumanı istimli. Pırıl pırıl havada piknik tadında, hoş ağaçların altındaki plastik masalarda, çoluk çocuk köfte atıştırmada; şehit düşmeseler de ekonomist gazisi insanlarımız.

Gençlerimiz pırıl pırıl, elbette genç kızlar ve kadınlar ağırlıkta. Ellerindeki poşetlerle sürekli yanımdan geçtikçe onlar, umutlarım geleceğe el çırpıyorlar. Sonrasında, adımlarım komutayı tereddütlü benden alıyorlar ve fuarın kapısındayız. Aslında Arzu bir kez daha yayıneviyle birlikte oradadır diye düşünüyorum. Çünkü fuarla ilgilenmedim ve hangi yayınevleri ve yazarlar katıldı noktasında da bir bilgim yok. Arzu ve editörü olduğu yayınevi daha önce katılmışlardı ama karşılaşmamıştık çünkü ben fuara gidememiştim.

İki koca salon da tıka basa dolu. Otopark kulağıma fısıldamıştı zira. Dolaşıyorum standları. Listelerde Arzu'nun yazarı, aynı zamanda editörü olduğu yayınevi yok. Oysa ne güzel bir sürpriz planlamıştım, üç dakika içinde. Müsaitse bir rakı masası mutlaktı.


İstasyonda iğne atsam yere düşmez. Ellerindeki kitap poşetleri ile pırıl pırıl insanlar. Lakin tren tecrübeleri eksik çünkü tren modellerine göre koltuk kapabilmek için kapılara denk gelecek noktaları bilmek gerek.


Tıkabasa dolu tren enfes ağaçların ve manzaraların içinden akıp gidiyor. Fikrim son bir öneride bulunuyor. Birtat'da keşkül ve limonata. Heyecanlanıyorum. Sonra tren kalabalıklarının geceye kadar süreceğini öngörüyor ve ara istasyondan binmek zorunda kalacağımız için de oturamayacağımızı söylüyorum ki fikrim haklısın diyor. Ama bir yandan da gün ve deniz o kadar güzel, o kadar eğlenceli ki onu son bir eylemle taçlandırmak gerekiyor.

Eve üç istasyon kala iniyorum.

"Bir limonata lütfen."

İskele Kafe'deyim.

7 Ekim 2023 Cumartesi

Kapıldım Gidiyorum Seyrine

Neo-noir belirgin bir biçimde kara film unsurlarından faydalanan ama 1940'ların ve 1950'lerin kara filmlerinde bulunmayan, yenilenmiş konuları, içeriği, görsel efektleri veya medyayı içinde barındıran, genellikle modern sinemada ortaya çıkan bir tür.

Neo-noir terimi ilk defa eleştirmen Nino Frank tarafından ortaya atılmıştır, fakat başta yapımcılar, eleştirmenler veya izleyiciler tarafından nadiren kullanılmıştır. Kara-filmlerin klasik dönemi 1940'ların başı ile 1950'lerin sonları arasında tarihlenir. Tipik Amerikan suç draması veya psikolojik gerilimleri ile kara filmler çok sayıda ortak konu ve tema içerirler. Aynı zamanda kendine özgü görsel unsurlar barındırırlar. Karakterler genellikle zorlu bir durumla karşı karşıya kalmış, seçimler yapmak zorunda olan anti-kahramanlardır. Görsel unsurlar low-key lighting tekniği, ışık ve gölgenin ustaca kullanımı ve alışılmışın dışında kamera açılarıdır.

1960'ların başından bu yana, klasik kara-film türünde önemli filmler yapılmasına rağmen, yine de diğer türler üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bu filmler genelde kara-filmi andıran tema ve görsel unsurları içerirler. Hem klasik, hem de neo-noir filmler sıklıkla bağımsız filmler olarak karşımıza çıkarlar.

Vikipedi


Televizyondan film ve dizi izleme özürlü olduğumu çevrem bilir, muhtemel ki sevgili okurlarım da...

Elbette kurak bir çöl de değildim ki geçmişte o beyaz cam denen ekranın peşine takılıp gittiğim dönemler de olmuştur.

Lakin yaş kemâle vardıkça ve -daha çok- kitaba yönelmemle birlikte de ekrandan izleme oranlarım yok sayılacak düzeylere düşmüş ve bu süreç sinemalar yeniden ayağa kalkana kadar da sürmüştür.

Bazı kadim sinemalar kapanırken -son kurumsal sponsoru ile- adı Paribu Cineverse olan yapı finansal gücünü de kullanarak ve elbette reklâm alma potansiyeli ile yaşamını sürdürüp beni de sinemaya çekmeyi başarınca...

Ben de bu yeni sinema evrimi ile birlikte televizyonla olan ilişkimin dizi ve film boyutunu soğuttukça soğutmuş ve eski ve kıymetli bir sevgiliyi yeniden bulmanın heyecanını tutkuyla ve coşkuyla, taptaze bir aşk gibi -yeniden- sinemada yaşamaya başlamıştım.

Derken günlerden epeyi yakın bir günde, yani bir iki gün önce, abonesi olduğumuz portalı öylesine kurcalarken Bablyon Berlin ile rastlaşmış, önce afişi ve adı, sonra da yönetmen hanesinde yazılı olan isimlerden biri, o referansla şöyle bir göz atayım derken de dizi, beni benden almıştı.

Çünkü o ad başlangıcı Run Lola Run olmak üzere pek çok filmini izlediğim ve tarzına bayıldığım Tom Tykwer'dır!

Her bir bölümü sinema tadı veren ve senaryosunun temelinin bir roman olduğunu ve yazar Volker Kutscher'in senaristlere her türlü yaratıcı özgürlüğü verdiğini ve dizinin bazı noktalarda romandan ayrıldığını, bunun da izleyiciye kendi kahramanını yaratma fırsatı verdiğini de anlıyorum ilk bölüme göz atarken.

Babylon Berlin izlediğim ve dönemini en iyi yaşatan enfes bir dizidir benim için. Nokta!

Başroldeki iki genç oyuncu Volker Bruch ve sempatik Liv Lisa Fries'in yanı sıra tüm oyuncu kadrosunun oyun güçleri ve nitelikleri açsısından da muhteşemdir dizi. İzlerken ve sürekli ağzımın kenarından sular akarken bir yandan da soruyorum zevkten ölmüş kendime: "Bu kadar iyisini daha önce izlemiş miydin?"

İçimdeki ukala bile sessiz.

Dizilerini uzun süre ihmal ettiğim ve görmezden geldiğim kanal Epic Drama'yı kurcalamaya başlıyorum ve neler nelerle karşılaşıyorum sonrasında... Her bir bölümü film tadında ve genelde geçmiş zamana dair ne diziler ne diziler...

Velhasıl çok mutluyum, bir televizyonkolik olarak da görmüyor ve hissetmiyorum kendimi. Ve ilk kez televizyon ekranı, ekran olmaktan çıkıyor ve kocaman bir film perdesi oluyor benim için.

Keşfimden dolayı çok mutluyum.



Enfes bir polisiye ve acılı ama bir izleyici olarak da bayılınası bir savaş dönemi içinde...

Oyuncusu olduğum bir film tadında...

Orjinal dillerde, alt yazılı bir sinema şöleni yaşıyorum velhasıl!


5 Ekim 2023 Perşembe

Ama Ne Bakkal

05/02/2016

...
Kesinlikle bir rüya. Henüz sabahın erkeni ve sanki kırpıştırmak gerek gözleri. Olamaz. Ama oldu! Yalnız cami ve ev birlikte çok hoş. Çekmeden bırakılmaz. Onların hemen yanında ise "işte budur" dedirten ev. Mavileri asla kaçırmayan, mavi aşkı tavanda birisinin deklanşöründen olmalı kesinlikle. Önce bakkala mı girsek acaba?

Hiç bir müzede, hiç bir objenin önünde olmadığımız kadar vitrininde kalıyoruz. Ne garip ki Karadeniz'in ücra bir köşesindeki de bu da mavi.* Eski bakkalların hepsinde mutlaka mavi var mıdır ki?


Bir masalın kapısını aralayıp da içine girer gibi giriyoruz dükkâna. Kapının hemen yanındaki sobanın başında ısınan bir genç adam var. Üzerindeki montun ambleminden anlaşılıyor ki dışarıdaki araç onun.  Abiyi sevdiği belli. Sobanın üzerinde çay.

Abi çok kibar, ayağa kalktı.

"Bir su lütfen."

İki de meyve suyu alıyorum raftan. Çocukluk gibi. Muhteşem bi an. Daha çok şey almak geliyor içimizden. Bütün paramızı buraya döksek mutlu olacağız gibi. O an duruyorum. İki duygu bir arada.  İnayet kısmına fren yaptırıyorum. An'a yakışmadı.

 "Ne  kadar?"

Şu an hatırlamıyorum ama şaşırtıcı gelecek kadar düşük bir fiyat. 2.25'di, hatırladım. Bir liraları veriyorum ve küsurat için bozuk arıyoruz. İstemiyor. "Misafirsiniz," diyor. Almamakta ısrarcı. Masasının üzerine bırakıyoruz.


"Adın ne abi.?"

"Vahit."

"Abi sakın bu dükkânı bozma, sakın ama."

Gülümsüyor. Niyet etmiş gibi. Sanki sonra vazgeçmiş. İlgi odağı olduğunun farkında. "Fotoğrafını çekebilir miyiz?" diye soruyoruz. Kabul ediyor, alışkın sanki. "Bir yazıda kullanacağım ama! Yayımlayacağım." Havasını atıyor: "Turuncu Dergisi çekti, dergiyi göndereceklerdi güya. TRT çekim yaptı, uğrayan çok oluyor." Amblemli montu olan genci de çağırdı yanına "Gel, sen de çık." dedi, poz verirken. Çekingen geldi diğeri, biraz utangaç. Ama istekli de. Şöhret olmanın dayanılmaz sevinci.

Raflar rengârenk. Bilmediğim markada kekler, bisküviler, çikolatalar, meyve suları.

Acaba lokum ile açık bisküvi de var mıydı?
...



Yazının tamamı: Sen kaç yüzyıldır burada bakkalsın be Vahit Abi

3 Ekim 2023 Salı

Toplu Gösteri

Bulutların üzerinde bir haftaydı sanki...

Yeni insanlar tanıdığım, sonra alıştığım, bir haftanın tamamında rastlaştığım, sohbet ettiğim, çok keyif aldığım, ülke gündeminden sıyrılıp da kendimi İskandinavya'da sandığım...

Ve gündemden baktığımda da cennette bir rüyaydı sanki yaşadığım.


Sadece enfes biletler biriktirmekle kalmadım. Notos'dan okuduğum Epepe üzerinden konuşmalarımız mıydı sebep hatırlamıyorum.

Laf lafı açmıştı muhtemelen, ki ben bir rüya haftadaydım;

Enn Sevdiğim Kadın bana kitaplar öneriyordu Ege'den...

Ve ben yazarların hiçbirini tanımıyordum.

Bir kültür haftasının içinde saklanmış; yaşadığımız hayatın hem ekonomik hem siyasal, hem de mutsuz ortamından azade; üstelik paranın kullanılmadığı, biletlerin bedava olduğu sosyalist bir keyif ve huzur ortamındaydım.

Hafta bitti, cadı püff dedi ve ülkemizin acı gündemine geri döndüm.

Lakin ruhum hâlâ güzel.


Yaşasın panzehirler!

Yaşasın mücadelemiz!

Yaşasın Müzik!



30 Eylül 2023 Cumartesi

Ve Rüya Hafta Biter

Perşembe


Güzel bir akşamüstü ve bir veda gecesi. Spor bir şıklık. İşi kapatıyor, dışarıda atıştırmayı düşünüyor ve biraz erken çıkıyorum yola. Fikrim "Ne yesem?!" diye fırdönüyor. Önce doğrudan trene atlayıp yeme içme işini AVM'de halletmeyi düşünüyorum. İstasyona yürürken de fikrim beni sokak aralarına yönlendiriyor ve "Vakit var!" diyor. Az önce tereyağlı simit ve dereotlu poğaça aldım ve minik poşeti sırt çantama attım.

İstasyona dolana dolana ve ağır aksak adımlarla gitmeyi planlıyorum.

Pazar kurulu, çünkü gün onun günü. Önce kenarından geçiyorum tezgâh yüklü sokakların. Hoş seslerini dinliyorum pazarcıların, istasyondan uzaklaşırken, dağdan gelip denize akan derenin kenarından ana caddeye yönleniyor, ona varmadan da sola ve geriye dönüp pazar şenliğinin içine dalıyorum. Çığırtkan sesler, pazarlıklar, meyvalar, sebzeler arasından aynı ağır adımlarla geçerken; akşamın güzelliğine, kalabalığın enfes senfonisine öpücükler yolluyorum.

Pazar yeri ile vedalaşıp bulvara kıvrılınca da markete girip kendime bir çikolatalı gofret ile kutu Pepsi alıyorum. Sallana sallana, adeta dans eder adımlarla onları götürürken de ışıklardan karşıya geçip istasyona varıyorum.

Ruhum tüy hafifliğinde, ayaklarım yerden kesik, adımlarım avare...

Ve tren gözüküyor.

Enn sevdiğim...

Trenden iniyor, pırıl pırıl akşamüstünün altından ağır adımlarla geçiyor, AVM'ye de sallana sallana varıyorum. Sırt çantam x ray'den geçerken, bana gülümseyen güvenlik görevlisi genç hanımefendi ile iki lafın belini kırıyoruz.

Filme hâlâ vaktim var, sırt çantamda da bir öykü kitabı var. Sinema katında oturuyorum; yuvarlak masalardan birinin, onu çevreleyen deri koltuğuna.

Filme bayılıyorum. Bu kez Malta'dayız. Genç bir çift. Evin erkeği balıkçı; baba yadigarı bir kayığı var. Bir de minik bebeleri lâkin bebenin de ciddi bir bakıma ihtiyacı var; ilaçlar el yakıyor. Genç adam gururlu, minnetsiz ancak ekmek de aslanın ağzında.

Velhasıl şu satırları yazan adam, genç yönetmen ve senarist Alex Camilleri'nin elinden çıkmış, Jesmark Scicluna ve Michaela Farrugia'nın başrolü paylaştığı, görüntü yönetmeni Léo Lefèvre'in çok hoş sahneleri ve John Natchez'in enfes müzikleri eşliğinde bu sıcacık, sevimli, denizli ve hayat gaileli enfes filmin içinde -zevkten dört köşe bir şekilde- eriyor.



Luzzu çok kararında bir film, süresi de ona göre... Dolayısıyla diğer film öncesi bir boşluk bırakıyor ve ben kahve mi içsem noktasındayım.

Düşünürken düşünürken bundan vazgeçiyorum.

Ve bu akşamın ertesi akşamı -yani bugün- için şahsıma hem enfes bir Türk filmi hem de enfes bir film öncesi ya da film sonrası planlıyorum.

Ve o ân için de az sonra izleyeceğim filmin başdöndürücü ritmine ve tadına bayılacağımı henüz bilmiyorum.

Ve hakkında bir kaç cümleden öte kelâm etmeyi de düşünmüyorum.

Çünkü çok katmanlı, karakterleri ilginç, görüntüleri ve mekânları hoş, ritmi güzel, şaşırtıcı, seksi, çarpık, belki çok eleştirilecek, ahlaki anlamda sorgulanacak, belki üzerine uzun uzun düşünülecek...

Kara mizahı; enfes hazırlanlanmış, az süt ve çok az şeker ilaveli koyu kahve tadında bu filme, yani Bir Daha Asla Kar Yağmayacak'a, senaryoya ve anlatıma sanırım sadece ben bayılmıyorum. Çünkü bir kaç kişi dışında filmden kimse rahatsız olmuyor ve uzun süresine rağmen ara dışında da kimse koltuğunu terk etmiyor.


Çok keyifle tadını çıkarıyorum filmin; bir sinemasever olarak... Ve yönetmenler Malgorzata Szumowska ile Michal Englert tarafından senaryosu da yazılmış bu enfes Polonya yapımı filmin keyiften ölmüş ama tavsiye konusunda ceset seyircisi olarak, Avrupa Filmleri Haftası'ndaki seçkiye çok ama çok yakıştığını düşünüyorum ve son isim geçene kadar salonda kalıyorum ki müzik de enfes. Mutlu bir haftanın mutlu son akşamının, oldukça geç bir vaktinde salonu terk ederken; gösterimlerin başından beri sürecin iyi işlemesi için çaba gösteren, takdirlerimi daha önce de yazdığım ve bizzat kendisine de söylediğim hanımefendiye, harikaydınız ilavesi ile teşekkür edip, bu kez elini de sıkarken, enfes bir sinema haftasını geride bırakmış ama tadı hâlâ gülümsemesinde saklı kendime de: "İyi ki sinemaseversin ve bu enfes akşam dahil mükemmel bir haftayı bana yaşattın," diyerek teşekkür ediyor ve ayakta alkışlıyorum.

28 Eylül 2023 Perşembe

Boşuna Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyor Demiyoruz

Çarşamba


Ne giyeceğime bir türlü karar veremeyince ve yayına hazırladığım yazının son düzeltmelerini yaparken vaktin daraldığını fark ediyorum. Yazıyı toparlayıp, duş ve traş işini halletikten sonra kendimi sokakta ve hızlı adımlarla istasyona yürürken buluyorum. Bugün gömlek giymeye karar verdim. Trenin üç dakikası var ve istasyondayım. Saati sürekli kontrol ediyorum çünkü film başlamışken salona girmeyi sevmiyorum. Tren göründü ve kısa sürede önümde. Bindim ve meleklerin benim yanımda olduğunu hissettim, yetişebileceğime inancım tam. Çünkü kapılar kapandığında trafik lambası yeşile döndü. Ve şansım her kavşakta benden yana. İneceğim istasyona vardığımızda filme yarım saat var. Yaşasın!

AVM'ye yaklaştım ve bulvarı karşıya geçmek üzereyken alçaktaki ayı fark ediyorum. Yusyuvarlak ve harika görünüyor. Bir an orta refrüjde kalıp fotoğraf çekmek istiyorum ancak kırmızıya takılıp da zaman kaybetme ihtimalini göze alamıyorum. Karşıya geçince daha güzel bir açı yakalıyorum. Bu kez de çantaya attığım küçük makine için hayıflanıyorum; ciddi bir zuma ihtiyacım var. Elbette bunu küçüğe hissettirmiyorum ve görüntüde oluşacak aksaklıkları da umursamıyorum çünkü ay ve bulunduğu yer çok güzel ve bu bir fırsat.

Kader kısmet deyip makinenin kapasitesi kadar zumluyorum ve basıyorum deklanşöre: üç kere...

Nokta kadar da olsa varlığı, hoş bir ânı olarak belki de yıllarca kalacak bu gecede.


İki filme de bayılıyorum, hatta şu ana kadar izlediğim filmler içinde bam teline dokunan, kendilerini soluksuz bir keyifle izleten iki film diyerek ön sıralara çekiyorum onları.

Okul Kızları'nı Pilar Palomero kadın duyarlılığı ile hem yazmış hem yönetmiş. Elleri dert görmesin.

Ben çok ama çok beğendim ki üzerine uzun cümleler kurmayı ne izlerken düşündüm ne de şimdi yazarken. Velhasıl kısa keseceğim: Enfes bir sinema tadı yaşatan, derdini kısa, kestirme bir yoldan derin derin anlatan, normalleşme potansiyeli olan Odun'lara da faydası dokunacak bir kadın filmi.

Giriş, gelişme ve finali müthiş bence! Ergen Andrea Fandos din eğitimi veren, bizdeki İmam Hatip'lerin muadili bir kızlar okulunda öğrenci rolünde ve oyunculuğu müthiş... Ve Annesi rolünde Natalia De Molina var ki başlangıçta kendisine -kızı gibi- kızıyordum lakin ikinci yarıda beni ters köşeye yatırmakla kalmadı, kendisine de hayran bıraktı.

Kadın yönetmen Pilar'sa kelimenin tam anlamıyla ilmek ilmek örüyor filmini ve muhteşem bir finalle de sonlandırıyor.


Ve Signe Baumane. Tanımazdım bilmezdim. Letonyalı bir animatör ve yazar olduğunu film sonrası Wikipedia'dan öğreniyorum. Ve akşamın geç vaktinde ve üstelik enfes bir filmin ardından -yine kadın elinden çıkmış- bu kez muhteşem bir animasyon izliyorum ki standartlara vurduğumuzda süresi bayağı uzun. Gelin görün ki ince mizahı, bilimsel açıklamaları beyin üzerinden esprili bir şekilde anlatıp aynı zamanda beynin içindeki kimyasal değişimleri de gösteren enfes bir akışı var filmin. Komik üstelik. Ve kadın erkek ilişkilerini ve hallerini pek güzel anlatmakla kalmıyor, bizi Sovyetler Birliği'ne dahi götürürken finalde de tam anlamı ile ters köşeye yatırıyor ki şu âna kadar yazdıklarımın içinde filme dair pek çok güzel ân, espri ve olay yok. Çünkü iki film üzerine kısa da olsa yazmayı düşünmemiştim. Afişlerinin arasına tek bir cümle yazıp bırakacaktım ki yine durduramadım klavyeyi...



27 Eylül 2023 Çarşamba

Belgeselin Tadı Ve Molenbeek Tanrıları

Salı


Bu kez başarıyor ve yola biraz vakitli çıkıyorum. Tren keyifli ve uygun istasyonda bir kez daha iniyorum. Çünkü akşam sinema çıkışlarında kapalı bulduğum Derin Pastanesi'ni zorunlu olarak -hayal ettiğim tadı alamayacak olsam da- gündüz yaşamak zorundayım ve bunu istiyorum. Bu ben için yeterli mi? Tabii ki hayır. Sinema keyfiyle çıkılmış ve geceye varan saatte ay ışığının altında, sokak lambalarının sıcaklığı ile uykuya sönmüş ev ışıklarının gölgesinde ve özellikle, onun ancak bir tane olmak kaydıyla dışarı atılacak masasında, sadece ama sadece bir köpüklü Türk kahvesi hayalim var. Onu höpürdetirken ay, küçük ahşap masa, gecenin sessizliği ile uykuya sönmüş evler ve kahve ile sohbet edip, izlediğim filmleri onlara da anlatmak istiyorum.

Gecenin serini özgür; istediği anda konuya girebilir.

Lakin bu hayalin gerçekleşemeyeceğini net olarak anlamış ve deneyimlemiş ben bu kez Tren'den iner inmez ona yöneliyorum. Müşteri beklemekten sıkılmış bir genç kız, telefonda. Beni fark edince ara veriyor ki o arada ben de minik pastanenin ürünlerine göz atıyorum.

Bir butik üretim diyebiliriz, ekmek çeşitleri de o tarz.

"İki elmalı pasta lütfen,"


Onları sokak aralarının keyfiyle götürüyorum. Kıvrıldığım iki taraflı olup da 25 metre aşağıda birleşen yol ilginç. Çünkü aralarında her türlü meyva ve sebzenin olduğu alçak tel örgülerle çevrili tam anlamıyla köy tadında bir bahçe var. Muhtemel ki tapulu ve muhtemel ki belediye ile de mahkemelik. Derme çatma çardaklı masada da iki abi; sürekli rastlaşıyoruz ve bir sohbet çok uzak da değil ve sanki semaverden çayları eşliğinde konuşacağız meseleyi.

Sallana sallana, D.S.İ'nin kadim, tertemiz, çiçekli ve ağaçlı ve kocaman bahçesinin kenarındaki kaldırımdan gittikçe denize yaklaşarak yürüyorum. Işıkları geçtim, AVM'ye yaklaşırken de x ray'de ötecek her şeyi sırt çantama tıkıştırdım ve sinemaya giriş; görevli genç hanımefendi ile klasik ve gülümseyen selamlaşma.

Filme vakit var, ayak sürüyerek çıkıyorum katları.

Ve işte, önceki yazıda kısa bir paragrafla gözlemlerim üzerinden kendisinden söz ettiğim hanımefendi orada.

Gülümseyerek yaklaşıyorum, blogdaki cümlelerimi bu kez düzelterek ve ek iltifatlarla birlikte kendisine söylüyorum. Çünkü öncesinde kendisinin Samsun Sinema Topluluğu adına mı burada olduğunu sordum ve bizim Ticaret Odası'ında müdür muavini olduğunu öğrendim; bu çok başarılı etkinliği onlar, yani Samsun Ticaret Odası olarak üstlenmişler ve bence çok doğru bir tercihle de hanımefendiyi görevlendirmişler. Sürekli gülümseyen ve her soruna yetişen tavrının hoşluğunun altını bir kez daha çizerek, şahsında bu etkinliğe katkı veren herkese teşekkür ediyorum.


Film tadında bir belgesel Wild Amsterdam! Olağanüstü keyifli, gümbür gümbür müzikler gösterim boyunca aralıksız var. Filmin egemen oyuncuları aklınıza gelebilecek her türden hayvan. Bize şehri gezdiren rehberimiz, bir anlamda sunucumuz, bir kedi. Çok tatlı, konuşkan. Çok da başarılı bir rehber; ne var ne ne yok, kim kimdir her şeyi ama her şeyi o anlatıyor. Bir yanda enfes Amsterdam manzaraları, öte yanda yüzlerce çeşit hayvan manzaraları... Kamera inlerine bile giriyor desem yeridir. Ve kimbilir ne kadar da zahmetlidir bu çekimler diye düşünmeden durmak da mümkün değil. Salonda çıt yok. İki genç arkadaşım arka sıramda, yazılarımı okuduğunu söylüyor. Kendilerinden söz etmiş olmamın altını da çiziyor. O arada nehre giren kepçeler çok sayıda hatta ardı kesilmeyen sayıda bisiklet çıkarıyorlar ki sunucumuz bunun yıllık toplamının 12.500'ü geçtiğini söylüyor. Zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz, elbette bu enfes Amsterdam gezisine hepimiz bayılıyoruz. Ama en hoş tarafı hayvanlara tanınmış özgürlük, sanırım dünyanın bir başka kalabalık şehrinde, insanlarla içiçe bu türden bir çeşitliliğe rastlamak olası değil derken müziklerin altını bir kez daha çiziyorum ve bu muhteşem işi -başarıyla- çıkaran başta yönetmen Mark Werkerk olmak üzere, yazım ekibindeki Trui van de Burg, Slyvia Witteman, Mark Werkerk özelinde emeği geçen herkesi yürekten alkışlıyorum.


Bu kez iki film arası 20 dakikayı buluyor. O halde ufak çapta bir atıştırma uyar. El yakan fiyatlar nerede durur meçhul. Mekânlar o yüksek kiralara dayanabilir mi? Çok uluslular hariç yerellerin şansı bence zor. Çünkü her zaman tıkış tıkış olan, masa bulunamayan kattta iğne atsam, canı nereyi isterse oraya düşer.

Ve yeniden salon. Bir kez daha göçmenler ve ilticacılar meselesi. Kaçınılmaz olarak düşünüyorum, acaba Avrupa'lılar nasıl etsek de -en azından- bunların işimize yaramazlarından kurtulsak tavrıyla mı bu filmleri yapıyorlar diye... Çünkü kötücül yanım bunların güleryüzlü bir ayartma olduğunu söylüyor bana... Lakin derdim filmi yapanlar değil, onların gerçekten insan odaklı baktıklarını ve niyetlerinde samimi olduklarını düşünüyorum. Siyasilerin de bu nimetten güleryüzlü bir tavırla ama inceden inceden halklarını -en azından bir kesimini- kışkırtmak ve mülteci karşıtı bir ortam yaratmak adına yararlandıklarını varsayıyorum.

Bu arada genç arkadaşlarımla antrakta hangi filmleri daha çok sevdiğimizi konuşuyoruz.

Açıkcası bu film benzer konudan üçüncü film olması sebebiyle beni heyecanlandıramıyor. Molenbeek Tanrıları bir ortak yapım, Finlandiyalı yönetmen Reetta Huhtenen aslında başarılı ve iyi bir film yapmış, hakkını yememek lazım... Lakin arızalı olan benim!

Tüm bu kötücül düşünceler çiçek açmasaydı zihnimde, belki farklı cümleler de kurabilirdim. Ancak biliyorum ki bu dünya, siyaset yapıcıları ve politikacıları nedeniyle o eski hümanist dünya değil.

Tahmin ettiğiniz üzere yoldayım... Güzel sözler söyletecek filmler umuyorum!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP