27 Nisan 2012 Cuma

Muşta Lokantası

Burası kişisel olarak benim en sevdiğim yerlerin liste başıdır. Ve bir gün olmadığında yokluğuna en üzüleceğim, yerine hiç bir yeri sevemeyeceğim listemdeki tek yerdir.


Burayı sevme nedenim kendine has lezzetlerinden ziyade kesintisiz, sadakat dolu öyküsüdür. Bu öykü ve bu öyküdeki sadakat, samimiyet ve saygı kaçınılmaz bir biçimde etkilemektedir beni ve  ailemin tüm fertlerini.


Muşta Lokantasının yıllardır değişmeyen ve 5-6 çeşidi geçmeyen klasik bir menüsü vardır. Yemeklerin kuzinede piştiği lokanta bu meşakkatli geleneği sürdürmesi açısından da çok değerlidir.


Her şeyini sevdiğim lokantanın tepside pişirilmiş Patatesli Tavuğu ile İzmir Köftesini bir adım öne çıkarabilirim, ancak karışık bir yemek de yanında pilav ve ayran ile epey keyiflidir.


Belki burada yediğiniz yemeklerden çok daha güzellerini başka yerlerde yemiş olabilirsiniz. Burada yediğiniz pilav ya da kuru fasulye daha önce yediklerinizin tadını belki sarsmayabilir. Ama şunun altını çizerim ki burada yediğiniz sütlacı kıyaslayabileceğiniz bir başka sütlaç yoktur.


Biz buranın yemeklerini başka hiç bir yerin yemekleriyle kıyaslamayız. Buranın yemekleri, o yemeğe katılmış sevgi, mekana sadakat ve ustalara saygıyla harmanlanmış özgün bir lezzete sahiptir. Anılarla yoğrulmuştur İzmir Köftesi, her bir pirinç tanesinin duygusunu ileriki satırlarda anlatabilmeye benim kelimelerim yeter mi bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum ki öyküsü bu kadar sürekli, sadakati, emeği, kurucularına ve ustalara saygısı bu kadar yoğun bir  mekan çok ama çok azdır.


Kısa süreli kapalı kalan bu lokantayı uzun zamandır Tuncay işletiyor. Tuncay, iki üniversite mezunu ve aynı zamanda basketbol hakemi olan genç bir adam. Bir de yardımcısı var ki bu şahane çocuğun adı Mert. Mert bir lise öğrencisi ve o yörede yaşıyor. Mesela bu fotoğrafların çekildiği pazar günü yalnızdı ve 6 kişilik masamıza kusursuz bir servis yaptı. Aslında Mert'i sevimli kılan halin altında yatan şey onun karakterinin yanı sıra duygusal bir geçişkenlik ve bir geleneğe sadakat


Tuncay da tıpkı Mert gibi çocukluktan itibaren bu lokantada çalışmaya başlamış biri... hem okumuş hem burada çalışmış. İki üniversiteyi bitirdikten sonra ne yapsam diye düşünürken, o esnada kapalı olan lokantayı devam ettirmeye karar vermiş. İşini o kadar saygıyla ve sevgiyle yapıyor ki onun ustalarından söz ederken ki cümlelerini duymalısınız... "Keşke daha fazla şey öğrenmiş olsaydım." diyor mesela.


Muşta Lokantası, yıllar boyunca misafirim olmuş herkesi mutlaka getirdiğim bir yerdir. Getirdiğim herkes de buranın ruhunu hissetmiş ve yemeklerini, özellikle atmosferini çok sevmiştir. Hayatında ağzına tatlı koymamış pek çok insan  sütlacının müdavimi olmuş ve bu yoldan her geçişte paket paket evine taşımıştır ki çoğu zaman uğrayıp bana da bırakırlar bir şükran ifadesi olarak.


Geçen gün Tuncay'la işler üzerine konuşurken aslında pek çok insanın burayı sadece ayranı ile tanıdığını ve diğer ürünlerin aslında pek farkında olmadığını söylemiştim. O da aslında hiç gönlü istemese de bir zamanlar şehirde  bir yer açmayı düşündüğünden söz etmişti. Doğal olarak "Sakın," dedim. Çünkü orada diğer lokantalardan biri olacak ve bu ruhundan ve hikayesinden kopacaktı.

Bu lokantada içtiğiniz ayranın ve yediğiniz sütlacın sütü hemen arkadaki köydeki ineklere ait. Yemeklerde kullanılan etler de köyden. Yanında dövülmüş fındık kavanozuyla sunulan sütlacın özel formülünü vermeyeceğim ama lezzetini çoğaltan unsurlardan birinin kuzinede pişirilmesi olduğunu söyleyebilirim.


Özenli ve kendine özgü masa örtüleri, perdeleri, kışın orta yerde yanan  sobası, tertemiz lavabosu ve öyküsüyle  Muşta Lokantası benim her daim EN'imdir. Onun bendeki  yerini asla bir başka yerle kıyaslamam.

Üstelik keyifli bir yemeğin ardından lokantanın arkasındaki yolda yapılacak uzun yürüyüş; başta Hilton olmak üzere vakti zamanından pek çok ünlü mekana tedarikçi olmuş Tavşan Çiftliği'nin (artık) tavşansız binasını görmenizi sağlayacağı gibi; biraz önce ayran ya da sütlaç olarak tadlarına baktığınız sütlerin imalatçısı inekleri görmenize de olanak yaratacaktır. Hatta ilk gözünüze çarpacak bir evin fotoğrafını çekme isteğiniz paçalarınızdan çekiştirecektir.

Olur da buralara yolunuz düşerse; Samsun'dan Bafra-Sinop istikametine giderken hemen Muşta Köprüsünü geçtikten sonra sol tarafta göreceğiniz Termopet'in içinde yer alan, ve nesli tükenmekte olan lokantalara en güzel örneklerden biri olan Muşta Lokantasını asla es geçmeyin derim ben.

24 Nisan 2012 Salı

Olsun

Sabah enfes... ve biraz önce çalan bir şarkı, bir cümleyi kaçınılmaz bir biçimde kurduruyor.


Genelde şarkıları dinleyen ama sözlerini fazlaca da akılda tutmayan biri olarak defalarca dinlediğim bir şarkının sözlerini fark ediyorum bu sabah.

Dolayısıyla ekstra bir tebesümüm oluyor.

Hayat bugün, istemsizce ve aralıksız sunmaya devam ediyor; o şarkının ardından bir şarkı daha geliyor, ve şaşkın bir "ala ala?"

Bonuslar durmayıp devam ediyor: İlk kez önceki gün -ora senin bura benim gezerken- fark ettiğim, daha önce  hiç dinlememiş olduğum, ya da fark etmediğim bir Sezen Aksu şarkısı bugün, yani bu sabah,  iki şarkının ardından yerini alıp  bir üçlemeyi tamamlıyor.

İşte tüm bunlar bana  kaçınılmaz bir soruyu sorduruyor: "Anlar mı şarkıları anlamlı kılar yoksa şarkılar mı anları?"

Aslında düşündüğümde bir cevabım oluyor ve bu konudaki cevabım şarap ve benzer konulardakilere benzemiyor.

Kısaca diyebilirim ki "Ah bu şarkıların gözü kör olsun."

Daha çok yazmak istiyor muyum? Evet, daha çok yazmak istiyorum. Ama şu an, yüzümdeki tebessümün, içimdekiyle aklımdaki duygunun, iki farklı gerçeklik üzerinden birbirlerine laf atışlarının... ve en çok da özlemek fiilinin gülümsememi daha da çoğaltan, merakla tatlanmış şefkatli halinin tadını çoğaltmak istiyorum.

Günün sabah sabah sunduklarından yola çıkarsam gün sonunda, efsane günlerden birini alkışlıyor olacağımı biliyorum.

O şarkıları buraya koymak ister miydim?

Cevabım evet. Ama şu gönderme tereddütü yaşatan... akıldan geçen ve içten gelenlerle, aklın gerçeklikleri arasındaki emsalsiz çatışmayı da, vurgulamalıyım ki çok seviyorum.

Onun tadını da dibine kadar çıkarmalıyım;
hazır elimde kahve kokusu varken.

19 Nisan 2012 Perşembe

Felekten Bir İstanbul Çaldım

Üç yıl önceden beri yapmayı çok istediğim bir şey var: Konuşmak.

Bir  ya da bir buçuk ay önce: Sinyal vermeye başlıyorum. Yanıt aldıkça -yanıtlarını karşının bilmediği- bir soru yanıt oyunu hazırlıyorum.

Sonuç: Karar verildi. Ama tarih? Mutabakat sağlanıyor, fakat ucu açık.


Değiştirilmek zorunda kalınan asıl A planı: "Onu İnciraltı Meyhanesi'ne götürmeliyim, üstelik de ikindi rakısına. Ya da onun sevdiği bir yere mi?"

Gitmeden önceki son durum: Ancak saat 16 ya da 17'den sonra buluşabileceğiz. O zaman vakte ihtiyaç var. En uygun uçak dönüşü bile;  ulaşım, artı en az 45 dakika önce orada olma zorunluluğu yüzünden uygun değil. O zaman otobüs.. her yerden binebilme şansım var. Bineceğim yeri göz önüne aldığımda ekstra bir 20 dakika daha kazanıyorum.

Uçuştan 2 gün önce: Hımmmm hava parçalı bulutlu, güzel! Yeni A Planı: Sabiha Gökçen- Taksim, Tünel, Karaköy, İstanbul Modern, Salvador Dali , Kadıköy.


Uçuştan bir gün önce: Felaket, hatta maç iptal ettiren  yağmur haberi... oysa o gün için  parçalı bulutlu gözüküyordu!

B planı: Kadıköy ve Kadıköy

Yine uçuştan bir gün önce: Tırtıl kursa bırakıldı, bir arkadaş ofisinde çay ve poğaçalar...
Klavye ve Sunexpres'in sayfası, en sevilen anlardan biri yaşanacak, kalp atışları hızlandı.  Bingo!  15-A.

Akşam: Tırtıldan cep telefonu istendi ve hızlandırılmış bir cep telefonu eğitimi alındı.

Uçuş sabahı: Hava parçalı bulutlu, ısı 19 derece, fakat burada yağmur var. Son dakikada ayakkabılar çıkarılıp botlar giyildi. İhtimallere karşı seçenekli bir kıyafet tercih edildi: Jean, mavi gömlek, onun bir üst tonunda kapüşonlu bir triko, ekru ince bir mont..

Samsun- Çarşamba Havaalanı: İlk pişmanlık; oysa bir erasmus öğrencisinin satır aralarında yakalanmış ve akla kazınmış bir cümle var, onu evirirsem: "Yapmayıp da pişman olacağına yap da pişman ol." Uçağım standart renklerinin dışında ve en turkuazdan daha turkuaz. Ah o tereddüt!  Eksik fotoğraflar hanemde bir çentik daha.

Sabiha Gökçen Havaalanı: Hava uygun ama yağmurun izleri var.

"Bir sıcak çikolata lütfen!"

Dışarıya bakan camın dibinde bir masa, yeni bir plan. Kıyafetlerinden havaalanında çalıştıkları anlaşılan genç bir adam ve sevgilisi  tartışıyorlar. Konu basit ama kızda üslup ve inat çok tatlı.  "O ayakkabıyı giymeni istemiyorum."  Oğlan hince ve sevimli sevimli gülüyor. Kız ısrarcı ve giymeyeceğine dair söz vermesini istiyor. Bu oğlan için bir artı; kız belli ki onun sözüne güveniyor. Masadan kalkarken gülümsüyorum ikisine de... Oğlana dönüyorum ve "Bu kızın kıymetini bil, ve bir gün kapanmış kepenklerle karşılaşıp duvarlara konuşur hale gelmek istemiyorsan biraz da uğraştır ve sonunda dediğini yap. Çünkü çok samimi... ve o şirin duyguyu fark et." Gülüşüyoruz.

Kadıköy'deyim. An itibariyle B Planı uygulanacak gibi görünüyor. Yağmurdan hemen denizin dibindeki bir kafeye sığınıyorum.

-Bir kaşarlı tost ve bir çay lütfen.!


-Bir tost daha rica edebilir miyim.?
-Tostu çok beğendin galiba paşa.
-Paşa!!! :))))

Evet beğendim ama daha çok  vakit geçirip yeni bir A planı oluşturasım var. Yağmur geçti. Karşıda güneş göz kırpıyor.

Son kararım: Karaköy, İstanbul Modern, Salvador Dali, Tünel, Taksim, Tünel, Karaköy, Kadıköy. Bu planla birlikte kısa bir süre önce satır arasından alınıp kayda geçirilmiş bir eylem için bingo!

Neden?


Yüzümde şahane bir tebessüm, Namlı'nın önünde kahvaltı için kuyruk olmuş insanlara bakıyorum. "Siz gidin bir de Mihriban'ın orayı görün ve gerçek bir kahvaltı neymiş anlayın !" diyorum. Mihriban'ın orası...hımmmm!

İstanbul Modern:

Ödeme için bankoya yanaşıyorum.

-Bugün ücretsiz, sizi üye yapalım. 
 -Buralı değilim, teşekkür ederim.

Bir notum var ve biraz dolaştıktan sonrası için damağım kıpır kıpır. Çünkü referans çok güvenilir.

Terastayım. Hımmm şu masa güzel.!

-Frambuazlı Cheesecake lütfen!
-Frambuazlı Cheesecake yok maalesef. Limonlu var!

Katlar, fotoğraflar, La La La İnsan Adımları, muzır bir çıkarım!

Abdi İbrahim'in önü ve Van Gogh Live. Tereddüt. Oysa çok sevdiğim iki tablo var ve görmeliyim. Telefon, tuşlanan numaralar.

-Alo, naber?
(Tanıyamadı:))"Burası çok kalabalık sizi duyamıyorum. Sizi birazdan bu numaradan arim ben.." "Yahu benim ben, Buraneros.:))" (Kahkaha) Naber? "İyi.. senden naber? Sana bir soru soracağım ve üç şık vereceğim." "Dur dışarı çıkıp seni bu numaradan arıyorum.""İlk soruyu soruyorum: Şu an ben neredeyim? Şıkları veriyorum: a) İstanbul Modern b) İstanbul Modern c) İstanbul Modern. (Kahkaha) "Tebrikler ikinci soru: Ben ne yiyemedim? a) Frambuazlı Cheesecake b) Frambuazlı Cheesecake c) Frambuazlı Cheesecake"

"Bir de burada Salvador Dali değil Van Gogh var."  "Evet ya Dali Mimar Sinan'daydı." "Maalesef  orada da bitmiş muhtemelen." "Van Gogh'a gitsene". "Bugün iki yüksek sanat ağır gelir. İstanbul Modern'de İnsan Adımlarını gezerken aklıma hep "şu" geldi" "Koca bir sanat müzesinde baktığım sanat eserlerinden elde ettiğim çıkarım ve bana kattıkları "şu" Kahkaha ve bir cümle.


Tünel, iki foto ve  İstiklal. Hızlandırılmış bir tur yapmalıyım. Günde bir sürü bonus saklı olduğunu biliyorum, ve bugün hayatla hayatımın en güzel oyunlarından birini oynuyorum.

Neden?

Burada şu "Neden?" dolayısıyla sıralamayı değiştiriyorum. Çünkü daha çok merak ettirmek istiyorum. Tünelden çıktım. Yüzümde kocaman bir tebessümle dışarıdayım, bu günü  taçlandırmalıyım. İnci'ye giriyorum

"Bir profiterol ve bir limonata lütfen!"


"Bu çocukların CD'sini almalıyım." Giderken yarım yamalak dinlemiş, fotoğraf çekmeyi ve müziklerini iyice dinleyip CD'lerini almayı dönüşe ertelemiştim. O da ne çocuklar vazgeçtiler ve toplanıyorlar. "Niye gidiyoruz?" "Adamları görmüyor musun karşıya gelip dükkan açtılar, bir de kocaman adamlar."


O kocaman adamların müziği kulağıma takılmıştı ama ben sanki bir dükkândan geliyor sanmıştım. Çocuklar yer değiştirmeye karar verince ben bu koca adamları dinlemeye karar veriyorum. Üstelik de Corazan'ı çalıyorlar. Önlerinde epey kalıyorum. Bateri ve saksafon caddeye, saate ve âna  çok yakışıyor. Çok şahane bir ân  yaşamışım ve  mutluyum.

Neden?


Kısa bir süre önce satır arasından alınıp kayda geçirilmiş bir cümle vardı. O ân sahne sahne yaşanmıştı. Ve daha önce "bir ân için" yapılması planlanan eylem buraya bırakılmıştı. Kadıköy'de inilip de B planına geçildiğinde üzülünmüştü. Ama günün  sunacağı  bonuslara güven de sonsuzdu... Güneşi gördüğüm ânda eylemin kıpırtısı yüzüme şapşahane bir  tebessüm kondurmuştu zaten.

Neden?


*Ve oradayım. Kapısının önünde. Gülümsüyorum. Bu afacan halimi çok ama çok seviyorum.  İçerideyim. Bakınıyor ve  buluyorum. Ama o da ne, o yok! Kahretsin! Mutsuzluk...  "Asıl yeri "şurası" oraya baksana, kesin vardır." Aklımın bu önermesine şiddetli bir ret. "Hayır ben burada olsun istiyorum."

"Pardon, burada göremedim ama acaba .... var mı?" Görevli aynı yeri kontrol ediyor. Bense umut ediyorum. "Yukarı bir bakim." Onunla ben de çıkıyorum ve şiddetle orada görmek istiyorum. Merdivenler, ilk sıra, görevlinin rafa giden eli ve bingo!

Kasadayım. Ampul yanıyor. Kasanın önünde ödeme yapmaya hazırlanmış bir genç kadın kulak kabarttı ve o kulak kabartısıyla bir karar verdi. Bu ânı bir anlatımdan hatırlıyorum ve aynısını taklit ediyorum. "Bu kim?" "Falanyalı falanca."

"Onu da...?"



Aslında şu ân İnci'deyim. Mutluyum ve biliyorum ki hayatla her gün oynadığımız eğlenceli oyunun karşılığı bu bonuslar. Çünkü ben onu eğersiz seviyorum o da beni. Ödüllendireceğini biliyordum, hatta emindim deyip Limonatanın ve Profiterol'un tadını çıkarıyorum


Keyifliyim, ayaklarım demirlerde,  beklediğim saat yaklaşıyor. Şanslı bir adam oluşuma sevinip yukarı, gökyüzüne bakıyorum.


Kadıköy'deyim.. Telefonum -nerden benimse- çalıyor. Aldığım eğitimin faydasını görüp, açıyorum. Biraz konuşuyoruz ve telefon kesiliyor. Korkuyorum, "Ne kadar kontör ya da dakika vardı acaba" diyorum. "Olmadı şuradan bir yerden ararım," çözümünü üretiyorum. Fakat tekrar aramayı başarıyorum. Kadıköy'e ilk indiğim anda tost yediğim kafedeyim. Telefon çalıyor. Fark ediyorum ama telefonu açmıyorum. O'nu gördüm ve dışarıdayım.

*Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir ki o da Tırtıl'a aittir.

*Ek-14.08.2022

Buraneros'un Notu: Enn Sevdiğim Kadınla müzik ve İstanbul üzerine de yazışmıştık ve o Ada'da geçen bir ânından söz ederken ben bu çok tatlı hâli kayda almıştım ve onu, ânını taklit ederek;  daha önce okuduğum ve -enn- bayıldığım kitaplarımdan Amin Maalouf'un Doğunun Limanları ve CD için Ada'yı özellikle seçmiştim. O'na götürmek üzere yaşadığım bu keyif hayatımın en heyecanlarındandır. İçimdeki tatlı çocuk işte... Ve o çocuk iyi ki var ve iyi ki hiç büyümüyor.


Devam yazısı Günahım Var Boyumdan Büyük

17 Nisan 2012 Salı

Duygu

günün finali


"Mesela tansiyon yükselmiş illet bir başağrısıyla sarmaş dolaş, yatak yorganla kardeş düşler içinde kulaçlar atarken, hep eksik kalmış cümlelerimi düşünmüşümdür.

Ve her bu haldeyken bir sürü insan geçer akıl defterimden...

Ve ben her seferinde söylenmemiş kelimelerimi ard arda dizer, her avuca özel cümleler bırakırım.

Çok saklı bahçem, o saklı bahçelerde çok sayıda "aslında ne olmuştu"larım vardır.

Akıp giden zamanın bir yerinde, avuçlara avuç olsam, gözlerine bakıp aslındalarımı döksem isterim."




Üç yıldır anını bekleyen bir kitap vardı; kitaplığa her göz attığımda gözümün içine bakan, arada bir alınıp dokunulduğunda güzel izler bırakan.

Ve bir sürü eksik cümlem.

Kitabın ilk sayfasına bir cümle yazdım.

Gözlerine eksik cümlelerimi bırakmaya çalıştım.

Dili kullanma, iletişimi sürükleme konusunda çok becerikli ben; nedense bu kez kelimeleri, kem kümden öteye taşıyamadım.

Ama kendimi, anı ve Seni çok sevdim.

.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Çok Anlatılmış Ama Yazılamamış Bir Eylül Hikayesi

Eğer  bir sebep olmasa bu hikaye bir mailde yazıya dönüşemeyecek ve asla akıp da giden zamanda bir not olamayacaktı. 
Çok teşekkürler ve iyi ki !

O gün 12 Eylül 1980'di. Yaşananlar 11 Eylülde olsa çok rahatlıkla yazabilirdim. Ama bu konuyu ne zaman yazmaya kalksam bir kılçık gelip takılıyor boğazıma... vicdan yapıyorum; tıpkı blogda satır aralarına sıkışmış, "Mussano ailenin yeni kuşağının ilk çocuğu olarak dünyaya geldiğinde bizim odada koca bir aile şakırdarken, yan odadaki doğumun ölü olduğu haberi sus pus etmişti hepimizi... kendi sevincimizi bırakıp oradaki hüznü paylaşmıştık" anındaki gibi .

Ne gariptir ki eğitimini Amerika'da yapma kararı almış ben, üstelik aile de onaylamışken, ama aileye bir çalım atma fikrini de kafama koymuşken; "her babası ticaretle uğraşan çocuğun yazgısı mı desem, ya da hiç tevazu göstermeden yetenekli bir çocuk olmam nedeniyle en amcamın ben üzerindeki hayalleri mi desem" arasında sıkışmış da biri olarak- onlara "ekonomi okuyacağım" dememe rağmen- televizyoncu, özellikle yapımcı/yönetmen eğitimi almak fikrimi kesinleştirmiştim.

Matematik dersleri ile başım belada olmasına rağmen hayatın matematiği konusunda -öngörülerim açısından- epey de başarılıydım. Yani babamın erken ölebileceği aklıma düşmüştü ve bunu değişik sohbetler esnasında arkadaşlarımla paylaşıyordum. İşte bu nedenle askere gidip dönüşte Amerika'ya gitme fikrini doğru bulmuş ve askere gitmeye karar vermiştim. Bu gezi de iki ay sonra gitmem gereken birliğime teslim olmadan önce yaptığım bir geziydi. Askerlik dönüşü de Amerika'ya gitmeden önce yine bu gezide birlikte olduğumuz "en arkadaşımla" bir Avrupa turu planlamıştık.



Ben o gün orada hayatımın en güzel, en anlatılası günlerinden birini yaşarken, benim arkadaşlarım bir bir tutuklanıyordu. Ben onların arasında değildim. Çünkü önemli makamlarda olan yakınlarım tarafından kollanmıştım. Ne garip bir tecellidir ki gittiğim birlik  bölgenin en önemli ve  bölgedeki tüm birliklerin emrinde oldukları koca bir tugaydı. Orada ülke tarihinin en önemli davalarından birinin sanıkları yatmaktaydı, tüm soruşturmalar orada yapılmaktaydı. Tabii ki mahkemelerde... 

Nöbet günlerimden birinde, bir gecenin bir yarısında Harekat Merkezine girdiğimde duvardaki listede -ki bir örgüt şemasıydı bu- arkadaşlarımın adını görmek, bu çocukların daha liseyi henüz bitirmiş, kimi bitirmemiş bile çocuklar olduğunu, üstelik de örgüt adı olarak kullanılan adla bu çocukların uzak yakın ilişkisi olmadığını  ve an itibariyle neler yaşadıklarını bilmek hep acıtmıştır beni... hele bir Semih kısmı vardır ki, en çok yarayı ondan alırım.

10- 11 Eylül geceleri 19-20 yaşlarındaki iki genç Marmaris'tedirler, Kuşadası'ndan çıkarken rastlaştıkları bir doktor çiftin çocukları da onlarla takılmaya başlamıştır oradan beri. Ve aileyle Bodrum'dan beri aynı mekanlarda konaklamaktadırlar ama onlar gecelere aktıkları için o çocuk da onlarla gelmektedir. Çocuk dediğimiz de 17 yaşlarındadır.

Bu ekip 10 Eylül günü her gittikleri yerde yaptıkları gibi barlar sokağının bir başından girip, hiçbir barın hatırı kalmasın diyerek öte baştan çıkmaktadırlar. Ama o gün bir barda takılı kalırlar. Barın arkasındaki kadın çok güzeldir. İsveçlidir ve bir Türkle evlidir. Garip bir şekilde de bu satırların yazarının İsveçli Penfriend'ine benzemektedir. Çok ahbap olurlar, iyi çocuklardır ve kolay iletişim kurabilmektedirler.

11 Eylül

Kadına bir hediye alıp o gece sadece o bara giderler, barda çalışan ODTÜ'lü bir genç de vardır. Onu da ihmal etmezler.  İçmeler mevkinde bir diskotek görmüşlerdir ve oraya gitmeye çoktan karar vermişlerdir. Bir süre sonra bu isteklerini bardaki kadınla paylaşırlar, Christina oraya gittiklerinde kendi adını vermelerini söyler.  Vedalaşıp giderler ve ne tesadüftür ki diskoya girdikleri anda  Another Brick In The Wall çalmaktadır, pistte yukarıdan aşağıya bembeyaz, tek parça pantolon bluz giymiş siyahi bir genç kadın, tek başına dans etmektedir. Şu tepelerdeki mor lambaların yeni çıktığı, buralarda henüz olmadığı zamanlardır. Nefis bir gece yaşamışlar üstelik de beş kuruş para alınmamıştır kendilerinden.

Bu lezzetle Marmaris'e dönerler ve bir işkembeciye girerler. Çıktıklarında arabalarının başında biri epey iri yarı iki genç adam durmaktadır. En arkadaşı Buraneros'a döner der ki: "Olum seni burada buldular". Buraneros da der ki "Yapılacak bir şey yok, soldaki benim". Aslında şakalaşıyorlardır. Ve zaten onlar da oraya çalışmaya gelmiş Termeli çocuklardır. 55 plakalı arabayı görünce hasret gidermek için beklemişlerdir.

Gelinir ve yatılır.

12 Eylül

Sabah askeri bir cip sokağa çıkma yasağı dahil pek çok yasağı bildiren anonslarla geçmektedir, hemen denizin dibindeki toprak yoldan. Buraneros dışarı çıkar arabanın radyosunu açar ve darbe olduğunu, ikinci bir emre kadar bulundukları yeri terk edemeyeceklerini, içki satışının yasak olduğunu öğrenir. Kaldıkları yere döner ve en arkadaşına "ihtilal olmuş" der. "Sizinkiler mi yapmış?"tır gelen cevap.

O gün için planları daha aşağı doğru inmek Mersin'den de Kıbrıs'a geçmektir. Ama anlaşılmıştır ki tatil bitmiştir.

Gün içi dışarı çıkamayan çocuklar kağıt oynamaya karar verirler. Yan tarafta kalan iki kızı fark etmişlerdir aslında; ama zaten onlar erkenden çıkıp gece geç vakitte dönmektedirler, dolayısıyla o kızların bir önemi olmamıştır onlar için.

Bu kez mecburen kızlarla konuşma ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu türden işlerin sorumlusu da Buraneros'tur. Kızlara yanaşır oyun kağıtları olup olmadığını sorar. Olmadığını söylerler ama yandaki bir evi tarif ederler. İhtiyaç duyduklarında oradan almaktadır onlar da...Buraneros gider ve o evden kağıtları rica eder. Kağıtlarla döner. İki kişilerdir ve üçüncü zaten "küçüktür",  kızlar da iki kişidir zaten... Buraneros kızlara "birlikte oynayalım mı" teklifini yapmak üzere dışarı çıktığında kız sayısının üç olduğunu görür. Yine teklifini yapar ve kızlar da kabul ederler. Buraneros Berrak'la, en arkadaşı da Leyla ile eş olur ve pişti oynamaya başlarlar. Laflar lafları açar, oyun biter sohbet başlar.

Leyla Berlin Üniversitesinde okumakta olan bir  kızdır ve Kürttür. Berrak oraya babasıyla gelmiştir. Orada tanışmışlardır. Maria ki Ria diye kısaltılmıştır adı, Leyla'nın Üniversiteden arkadaşıdır. O gün Buraneros'la Berrak arasında İstanbul'da buluşmanın planları da yapılmıştır; özellikle o günlerde popüler olan bir mekana gitmek için... ve Berrak'ın dahili numarası 55' dir.  Amerika'dan yeni dönmüştür ve önemli bir şirkette çalışmaktadır.

Kızlar ortak kullanılan dolaptaki şarapları fark etmiş ve kendi aralarında "a aa biri şarap alabilmiş" diye konuşmuşlardır. Hayata zaten antenleri açık olan Buraneros da bunu duymuştur. O şarap aslında dışarı çıkma yasağı olduğu için duvardan duvara atlanarak ulaşılan bir restorandan gidip de alınmıştır.

O günün akşamı

Avlu tabir edebileceğimiz bir yerde, o mekanda kalan sakinler yazlık sinema tadında sıralanmışlardır televizyonun karşısında... Netekim Paşa da konuşmaktadır siyah beyaz camda. Hemen onların sağ tarafında da biri 24 diğer ikisi 22 yaşlarındaki üç genç kız ve 19-20-17 yaşlarında 3 genç erkek oturmaktadır bir masanın etrafında... Şarap içilecektir de nasıl olacaktır bu. Sorun Berrak'ın babasıdır. Ondan çekinilmektedir ve gecenin önemi dolayısıyla diğer insanlara da ayıp olmasın endişesi vardır.

Biraz sonra masaya bir demlik, bir çaydanlık, çay kaşıkları, şeker ve çay bardakları gelir. Çözümü Ria üretmiştir. Acayip gülünür ve şaraplar keyifle içilir. Kızlar denize girmeyi teklif ederler gecenin bir yarısında, denize girmek için yolun ötesine geçmek gerekir, sokağa çıkmak yasaktır ya! Oğlanlar korkarlar, ailelerine ulaşamamışlardır ve karşılıklı endişelerin ne boyutta olabileceğini tahmin etmektedirler.

Gecenin finali duygu doludur.

Çocuklar sabah yola çıkabilmek için gerekli olan izin kağıtlarını alıp Ankara'ya varmak zorundadırlar, çünkü beşten sonra sokağa çıkma yasağı vardır. Aslında o gün, özellikle Leyla ile enfes siyasi tartışmalar yapmış, pek çok ülke üzerinden şahane şeyler konuşmuşlardır. Bugün Buraneros o gün söylediği pek çok şeyin gerçekleşmiş haline tebessüm etmektedir.

Ve o gün, onların geldiği yöne devam etmeyi planlayan kızların yarım kalan tatillerini tamamlamak adına, geliş yönünde topladıkları tüm kartpostal ve hediyelik eşyaları kızlara verirler. Kızlar da onların gidemeyecekleri ama kendilerinin geldikleri yönde topladıklarını. Aslında 1982 yılında yapılacak Avrupa Turunu birlikte yapmak üzere anlaşmışlardır. Üstelik Dünya Kupası İspanya'dadır. Ama kader ağlarını örmüştür ve Buraneros da zaten buna hazırdır.


Buraneros bu satırları yazdığı mailin içine şunları da yazar :

Sevgili İyi ki Varsınız,

Size ne kadar teşekkür etsem azdır, evet belki de sizi yordum. Ama inanın bunu çok daha uzatabilirdim. Ve emin olun buraya anlatmasam bu konu üzerinde en ufak bir notum bile olamazdı. Bu hikaye uzantıları ve kesişmeleri ile birlikte bir roman bile olabilir. Mesela Kenan Evren ile yolların  iki farklı kesişmesi vardır. Artık onlar da henüz imalatta olan bira bardaklarının imalatları bitip de ulaşacakları mekana kalsın.

Görüşmek üzere,
Sevgilerimle

Buraneros



Devam yazısı Netekim Yazmalıydım


9 Nisan 2012 Pazartesi

Taşhan'da Fısıltılar

- Geçenlerde bir kadın dolanıyor buralarda. Anladım ve dışarı çıkıp "Girebilirsiniz" dedim. Elinde bir kağıt var ve onunla arayıp bulmuş burayı, çekinerek girdi içeri, sonra bir kaç fotoğraf çekmek istediğini söyledi. Çay ikram ettim ve sohbet ettik. Ben şu köşede doğdum dedim. Nasıl yani diye sordu. Babam buradaydı, abilerim buradaydı, e ben de buradayım, benim çocuklarım da burada nereden baksanız yüz yıl dedim.


-Bak bunlar da girmek istiyorlar ama çekindiler ve kesinlikle buralı değiller.

-Eğer bu arastada olmasaydı babalarımız sence biz bilir miydik? Düşünsene burası sanki bize ait özel bir mülk gibiydi. Hiç bir yabancının giremediği, şehirlinin bilemediği korunaklı, dışarıya kapalı bir oyun alanıydı bizim için. 

Bir kaç kahveci değişti bu handa ama bu çayın lezzeti sanki hiç değişmedi biliyor musun. En çok da bundan korkuyorum. Hep bizim olmuş, keyfini sadece bizim çıkardığımız, onca haylaz anının içinde saklı olduğu bu alanı başkalarıyla paylaşmak fikri biraz da tadımı kaçırıyor aslında... Çünkü biliyorum ki artık burası bize anlattıklarının dışında şeyler söyleyen bir han olacak. Başka insanlarla da tanışacak. Bizim buranın tadını çıkarmış sanşlılar olarak özel olma halimiz de ortadan kalkacak.
 
Kıskandın:))

Yok olum ben safımı seçtim; ne olursa olsun "Saathane bizimdir bizim kalacak" diyesim  yok.:))




Aslında belki de uzun yıllar sonra başkaları tarafından ortaya çıkarılacak, tarihi bir buluntu muamelesi yapılacak ve ortalığı bir süre sarsacak  şahane bir haylazlık ürünüyle ilgili de çok şey konuşuldu ama malesef yazılmayacak. Vasiyet edildi ki ben ölürsem..... 

- Ne garip değil mi, şehri gezmeye gelenlerin elinde bir bilgi var, buraya geliyorlar ama ancak içlerinden bir kaç tanesi biraz cesaret bulabilirse, etrafta kendisini fark eden bir göz olursa ve o kişi destek verirse içine girebiliyor. Şehirli ise bi haber...


- Burada öğretmenleri tarafından gezmeye getirilmiş bir tane bile öğrenci grubuna rastlamamış olmamız ilginç değil mi?


-Taşhanın tarihsel değeri olan bir han olduğunu içindekiler bile fark etmedi hiçbir zaman. Burası alalede bir işyeri olarak görüldü ve hoyratça kullanıldı. Bölge özellikle parekende tüketicinin girmediği bir alan olduğu için belki de, şehirliyle bağı tümüyle koptu.

-Şu, ağırlıkla yıkım içeren proje beni acıtıyor evet.. ama bir yandan da bu karşı duruştaki çıkarcılık düşündürtüyor insanı... Eğer geçmişte verilen fırsat devam ettirilse, şu camlarına afiş asmışlardan hangileri dikmeyecekti 5 katlı binaları... Madem ki bu kadar değerliydi buranın dokusu, neden o fırsatları bulup da binaları dikenlere karşı durulmadı. Neden sadece kendilerinin çıkarları doğrultusunda istediklerini yaparken, bölgenin dokusunu bozacak eklemeleri pervasızca hayata geçirirken kayıtsızdılar? Burayı sadece kendilerine ait bir yer olarak gördüler. Kentten koparılmış olmasına sessiz kaldılar. Hep o Amerikalı profösör sayesinde farkına vardığım Göğceli Camisi gelir aklıma. Geçenlerde bir daha gittim, yeni fotoğraflar çekmek için ve hala yangına karşı ciddi bir tedbir alınmamış olduğunu gördüm. İşte tüm bu çelişkiler, bu çıkarsal bakışlar, sahip çıkmama bize, bu ülkeye ait ve birileri, başkaları tarafından tahrip edilmiş bir alanı ortaya çıkarmaya, başka insanlarla tanıştırmaya kalktığında, insan kaçınılmaz bir şekilde iki arada bir derede de kalıyor. Kimsenin derdi buranın halkla kucaklaşması, hayata kazandırılması değil, küçük bir azınlığın ticari çıkarcılığının başka bir duruş altına saklanmış ve o çıkarcılığa farklı duyarlılıkları olan insanların tepkisini katma hali. Bu samimiyetsizlik kötü.
-Evet?
-Ne evet
-Baştaki soru
- Yani aslında senin de dediğin gibi, bir yandan etraf yıkılsın, meydan ve sokakların bu hali değişsin istemiyorum. Öte yandan da sen getirmesen belki de yaşamım boyunca buranın içinde ne var bilmeyecektim, benden sonrakiler de ve bu şansa sahip olmayan arkadaşlarım da... Ortalık temizlenip bu binalar ortaya çıkınca,  bu bölgeye gelmeyen insanlar da mutlaka gelecektir, hatta pek çoğu "Allah Allah bu han da nereden çıktı, burada böyle birşey mi varmış?" diyecektir. Öğretmenler müzelere götürdükleri öğrencileri buraya da getireceklerdir. Herşeye rağmen keşke vakti zamanında sahip çıkılsaymış ve hep aslı gibi kalsaymış da diyorum, özellikle burayı gördükten sonra?


Saathane Meydanından Fısıltılar

8 Nisan 2012 Pazar

Muzaffer Önder Parkı ve Bir Teşekkür

Muzaffer Önder parkındaki heykelin üzerindeki öykünün yanlış ifadeler içerdiği üzerine yazdığımız yazıda  CHP İl Örgütününün bunu fark etmemiş oluşunu da eleştirmiştik.

Yazıdan kısa bir sonra, içimiz rahat etmedi ve bu hatalı ifadeyi bizzat CHP İl Başkanlığına giderek paylaştık.

Hemen nete girildi, blogdaki yazı ve fotoğrafın bir çıktısı alındı. İlk okumanın ardından ifadelerin yanlış olduğu konusunda fikir birliği oluştu.

Blogdan indirilen yazı ve fotoğraf  hemen belediye meclisinin CHP'li üyelerine gönderildi. İki gün sonra eski levha yerinden indirilmişti. Bir sonraki gün de yeni şekliyle  yerindeydi.

Her ne kadar kendilerinin fark etmiş olmaları gereken bu durum uyarımız üzerine gerçekleşmiş olsa da bu hız ve sonuç alıcı çaba için CHP İl Örgütüne ve konuya duyarlı yaklaşan Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Yusuf Ziya Yılmaz'a teşekkür ederiz.


*Yazının düzeltilmeden önceki hali için

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP