31 Mayıs 2022 Salı

Fikrimin Gonca Gülü

Öncesi...

Pazartesi sabahına gün yeni yeni ışırken uyanıyorum. Normalde çok heyecanlı olmam gerekirken gayet soğukkanlıyım. Sabah ezanının sesi hakkını veremeyen metalik bir tonda geliyor hoparlörden, oysa ne kadar severim sessizliğin içinde yankılanırken beni ele geçirmesini.

Sabahlarımdan birine yolculanıyorum, ruhum mevcudu bırakıp unutulmaz o anla kucaklaşıyor ve akıyor kelimelerim: Kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor. Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Unutulmaz bir başka ânı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü.

Gözlerim dün akşamdan hazırladığım paketlere uzuyor sonra. Sekizde yola çıkmayı planlamıştık. Oysa saat 04:00 civarı. Kitap okumayı deniyorum, olmuyor. Oyun oynamak zamanı hızlandırıyor. Hava durumu sıcak müjdeliyor. Gömleğime karar veriyorum. Her ihtimale karşı ince bir kazak alıyor, yağmurluğumu da hazır ediyorum.

Saat 08:00. Asansördeyim, bahçeye geçiyorum. Sabahın ışığı güllere vuruyor. Renk muhteşem. İki lafın belini kırıyoruz. Bir heyecan var; daha çok bilinmezliklerin merakı. Zihnim ön izlemeler yaptırıyor. Unuttuğum bir şey için eve dönüyorum, asansörün önündeyken kardeş dairesinden çıkıyor. Hemen geliyorum, diyor ve bahçede sandalyenin üzerindeki paketlerimi arabaya götürmesini istiyorum.

Elimde bir rota var, onu bilgilendirdim ve yoldayız.


Çok keyifli bir sabah, radyoda müzik seçimi şahane. Sohbetli sohbetli akıyoruz... Henüz çok uzaktayız, şu karşı yamaçlar olabilir, diyorum, epey yol aldıktan sonra. Onun telefonu sürekli çalıyor. Malum iş saatleri... Henüz köyün adı tabelalarda gözükmüyor. Bazı mirengi noktalarımız var, onlardan ilkine ulaşıyoruz ve ırmak boyunca devam ediyoruz. Hah işte yol ikiye ayrılıyor ve işaret yok. Ama tecrübe var; ufak bir tarama, zihinde bilgileri işleme ve karar: Soldan devam.

Artık solumuzda ırmak ve demir yolu, köyün adının olduğu ilk tabelaya ulaşıyoruz. Sonrası bazen bulmaca çözmek durumunda kalsak da çorap söküğü. Artık göğe doğru yükselmeye başladık. Enfes manzaralar baş döndürücü. Issız doğada sanki gezegen değiştirmişiz gibi bir tat. Dünyadan koptuğumuz kesin. Tırmandıkça okulun yön tabelalarıyla karşılaşıyoruz. Okulun öğretmenlerinin eseri olduğunu öğreneceğimiz Öğretmenler Ormanı'nın yanından kıvrılıyoruz. Kovanlar ne şanslı diye geçiyor akıldan ki muhteşem bir zirvedeler. Okula varıyoruz ama o da ne?! Pencereler yok, duvarların bir kısmı yok, kalorifer petekleri görünüyor.

Yolda durup tepeden bakıyoruz; bahçesi ve etkinlik izleri bizi bizden alıyor; o kadar şirin bir görüntü ki anlatılabilir gibi değil. Buram buram sevgi, gönüllülük ve özveri kokuyor. Elbette bizde de müthiş bir hayal kırıklığı. Taşınmış belli... ama nereye?


İlerlerken ve sormak için insan ararken, sokaklardan birinde camiyi ve muhtarlık tabelasını fark ediyorum. Köyde sanki hiç insan yok. Dik yamacı iniyorken sessizlik dışında ortalıkta kimseler yok. O ara biraz aşağıda bir abla görüyor, sesleniyorum. Okulu soruyorum, o da başka bir eve sesleniyor ve bir abla kafasını uzatıyor pencereden ve durum netleşiyor: Çocuklar artık köye uzak yeni bir lise binasında okullarına tahsis edilmiş kısımdalar.


Bu azmimizi kırmıyor elbette, dönüyoruz, yolda kamyoncuyu durdurup soruyoruz; bilmiyor. Navigasyona başvuruyoruz ve onun gösterdiği yöne sapıyoruz, o ara bir aracı işaret edip durduruyor ve tekrar soruyoruz ama bulunduğumuz yol da Demirci Köyü'ne gitmekteymiş. Dönüyoruz geri, şimdi hedef 15 Temmuz Halis Demir İmam Hatip Lisesi. Navigasyon desteğiyle giderken, yine de sorma ihtiyacı hissediyor, kesin bilirler dediğimiz insanların da bilmediğine tanık oluyor ve kendi yolumuzu navigasyon desteği ile bulmaya karar veriyoruz.


Çocuklarla köyde buluşamamış olmak, orada zaman geçirememek, manzaralarını doya doya soluyamamış olmak eksiltiyor bizi elbette. Olsun, ama yine de bir kazanımımız var; hikâyesi sanıldığından daha derin bir köyde olduğumuzun farkındayız. Tüm bu hayal eksikliklerimize rağmen bıraktığı tat, sabahın ıssızlığından bulaşan his, her yolun yokuş hali, sessiz evleri ve tüm bu ıssızlığın içinde önce hoparlöründen ulaşan "Fırınınız ayağınıza geldi," anonslarını duyduğum ve şimdi de yanımdan geçen araç, aralıklı anonsların diğer dağlara dokunup da geri dönen yankısı bile çok şeye bedel...


Liseye gittikçe yaklaşıyoruz. Artık sık kullandığımız bir noktadayız ve hayatımızın çoğunun geçtiği sanayi siteleri daha yakınımızda. Ana yolun üst tarafındaki yeni bina dikkatimi çekiyor. Oraya yönleniyoruz ve evet, 15 Temmuz Halis Demir İmam Hatip Lisesi'ndeyiz.

Kardeş arabada kalıyor, ben okula sızıyorum. Danışmada kimse yok ama telefonla meşgul kişi belli ki okuldan. Çocuklar hocam diye seslenince, soruyorum:

"Hocam Demirci İlkokulu buraya taşınmış?"

"Şu karşı kapıdan geçin orası."

Kapıdan geçince öğretmen olduklarını düşündüğüm iki hanımefendiye Tuğba öğretmeni soruyorum, olmadığını söylüyorlar ki içime doğmuştu taa en başında! Müdür Beyi soruyorum. Sondaki bir odayı işaretle beni oraya yönlendiriyorlar. Kapıyı tıklatıp giriyorum. İçeride biri hanımefendi, iki beyefendi üç kişi var; müdür beyi saptıyorum, onayı alınca "Alpay Bey?" diyerek adı doğruluyorum ve neden burada olduğumu kısaca anlatıyorum. Genç bir beyefendi ki benim çok iyi tanıdığım meslektaşlarımla akrabalık ilişkisi olduğunu öğreniyorum daha sonra.

Alpay Bey'e adını nasıl öğrendiğimi, keşif günümü kısaca anlatıyor, arkadaşının sır tutmuş olmasına sevindiğimin de altını çiziyorum. O, Tuğba öğretmeni arıyor, çünkü ana okulları taşınamadığı için köyde olduklarını söyledi az önce, ben de az önce oradaydık oysa, diyorum. Gelebilir misin? diye soruyor. Ben konuşabilir miyim diyorum ve telefonu bana uzatıyor. Tuğba öğretmene neden burada olduğumu anlatıyorum ve elimdekilerden söz edip buraya bırakacağımı söylüyorum. O kesinlikle sizi tanımak istiyorum, diyor.

Alpay Bey, hani zıpkın gibi derler ya, tam anlamıyla çözüm odaklı bir insan. Kendimi bir anda Müdür Yardımcısı İsmail Perçin Bey'in aracında, köye ulaşacak, neredeyse 15 kilometre gidiş 15 kilometre dönüş yolunda buluyorum. Öncesinde dışarıda bekleyen kardeşe durumu bildiriyorum, o istasyona buradan nasıl gideceksin diyor, hallederim diyorum ki Okul Müdürü Alpay Ergun olaya müdahil; biz bırakırız diyor, bununla yetinmiyor kardeşi de yeniden köye davet ediyor. O iş vakti olduğunu belirterek çok teşekkür ediyor.

Çok keyifli sohbet eşliğinde eşsiz manzaraları birbir geçerek yeniden köydeyiz...



Devam yazısı Ya Altı Üstü Bir Resim Deyip Geçseydim, için buradan lütfen.

29 Mayıs 2022 Pazar

Plan Tıkır Tıkır İşliyor

Öncesi...


Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.


Cümlelerimin olduğu ve perşembe sabah yayınladığım önceki yazımdan bir süre sonra cuma günü paketin kargoya verildiği bilgisi ulaştırılıyor bana. Sevincim zıplıyor çünkü bir aksilik olmazsa eyleme pazartesi günü geçme olasılığım çok yüksek. Zaten bünyede var olan heyecan istim alıyor. Gün cumartesiye evrilecek... ve zihnim tıkır çalışıyor... ve önüme yeni bir plan koyuyor. Bu plana göre, ilk görev bir gün öne çekilecek, dolayısıyla  hedef bölgede keşif yapılacak, okul bulunacak ve kargodan geleceklere göre bir ya da iki kitap daha ilave edilecek.

Kahvaltı için ekmek ve bir iki şey daha almak üzere çıkıyorum evden, an itibariyle kargonun şehire vardığı haberi cepte. Kavşaklardaki akıllı trafik ışıklarına geçiş çerçevesinde çalışmalar var ancak gün itibariyle ışıkların görevini yapacak trafikçiler ortada yok. İnsanlar bekliyor. Namı yürüsün ülkemizin sürücülerinin hiçbirinin umurunda değil yaya geçidi. İş başa düşmüş durumda; elim dur işareti ile havadayken adımlarımı yavaşça atıyor ve başarıyorum. İkinci kademede de aynı işlem, halkımla birlikte geçiyoruz karşıya.

Bir an kahvaltıyla uğraşmaktansa Sembol'de börek yesem fikri dürtse de beni, evde kendim hazırlasam daha cazip geliyor ve evdeyim. Telefonda bir mesaj. Kargo dağıtıma çıkmış, teslim için gerekli kodum gönderilmiş. Yumurtam da pişmiş... Şık bir tabak hazırlıyorum. Karşıma denizi alarak keyfini çıkarıyorum. Bitiriyorum ki telefon çalıyor. Evin arka sokağından kargocu arıyor, denize doğru ilerle, köşe bina diyorum. O sıra pencereden izliyorum. Durdu, indi, bahçe kapısındaki yazıyı okudu ve korktu: çünkü telefona uzandı. Yok, diyorum kendisi.

Ekranda bina kapısına vardığını gördüm, otamatiğe bastım, asansör ve paketim.

Kodu veriyor, teşekkür ediyor ve iyi günler diliyorum.


Açıyorum paketi, kontrol ediyorum. Her şey yolunda. Hazırlanıyorum.

Bir kitap daha almak istiyorum öğretmen için ama önce şehrin öte ucuna gidip, ikinci kontrolde gördüğüm, ulaşım açısından daha kolay adrese varıp okul keşfi yapacağım ve ardından Piazza AVM'ye yürüyüp kafamdaki ve epey zaman önce çok severek okumuş olduğum kitabı ilave olarak alacağım.

Trendeyim, keyfim yerinde heyecanım ayakta. Varıyorum Belediye Evleri İstasyonuna ve üst geçidin yürüyen merdivenlerindeyim. Zirveye vardığımda önümdeki manzara muhteşem, hemen solumdaki, içinde şahane bir amfi tiyatro da olan koskocaman ve yemyeşil park insan kaynıyor. 18 Haziran'da Bir Delinin Hatıra Defteri ile Erdal Beşikçioğlu'nun sahne alacağını duyuran afişler her yerde. Birebir aynısı olan ve içinde bir de Atatürk Müzesi barındıran Bandırma Vapuru ve uzağındaki barınak aynı karedeyken ve üst geçitteyken bu manzara hapsolmalı diyor fikrim bana ve basıyorum küçük makinemin deklanşörüne lakin an itibariyle büyük makineyi almamış oluşumun pişmanlığını da yaşıyorum.


Bu üst geçidi ilk kez kullanıyorum, güneş ışıklarının yerde ve kenar camlarda yuvarlaklar çizen yanısmaları ile enfes bir görüntü var, elbette fotoğraflık ama önümde yürüyen de iki tane jean giymiş hanımefendi var; onların olmadığı bir görüntü çekebilmem mümkün değil!

Yürüyen merdivenden indikten sonra iki trafik ışığı daha geçerek karşıya ulaşıyorum. Bilir diye bir bakkala okulu soruyorum. Hiç duymamış. Sonra okulun belediyenin arkasında olduğunu gösteren haritadan hareketle oraya ulaşacak yola geçiyorum ki trafiğe kapatılmış bir gezinti yolu.

Kendimi başka bir şehirde gibi hissediyorum ve bu durumu oyuna çeviriyorum; ve bu yabancılaşma hali ile dolaşmak pek hoşuma gidiyor.

O ara, bu abi bilir, diye nalbur dükkânının kapısına yanaşıyor ve soruyorum. Hiç duymamış, seyyar köfteci de bilmezse kimse bilmez duygusu ile bu kez ona yanaşıyorum ki tık yok. Lise binasının önünde iki genç var, bir ihtimal ilkokulu okumuş olabilirler diyerek yanaşıyorum ama okul hakkında benim daha çok bilgim olmakla birlikte en azından sanal bir temasım da var. Ana cadde için sola döndüğüm ve minik sokaktan bir başka caddeye indiğim anda solda daha önce hiç rastlamadığım bir kargonun tabelasını görüyorum ve mesleğinden hareketle bilmeyeceği hiçbir yer olmayacağını düşünüyorum. Kapıdan içeri süzüldüğümde aynı zamanda, fax, bilgisayar yazıcıları gibi cihazlar da görüyorum ve bir tamirci de olduğu kanaatine varıyorum ve doğrudan okulu soruyorum. Biliyor, neden aradığımı anlatıyorum. O da aynı sergi için davetiye aldığını ama gidemediğini söylüyor. Abinin köyün adını söylemesiyle ilk bulduğum adreste olduğu netleşiyor ki buna zıplıyorum çünkü hikâye az sonra edineceklerimle kocamanlaşacak!

Abi okul müdürü ile arkadaş, adını söylüyor, hatta telefonla arayıp konum bilgisi attırabileceğini belirtiyor ki buna gerek görmüyorum. Ayrıca konudan bahsetmemesini rica ediyorum fakat bunu yapmamış olacağından an itibariyle emin değilim.

Minibüs çalışıp çalışmadığını soruyorum. Var ama saatleri belirsiz, arabayla gidin diyor, ve o arada manzaranın muhteşemliğinden söz ediyor ki bu beni şaşırtmıyor. Bugün okul kapalı, diye de ekliyor. Biliyorum, ben sadece yeri netleştirmek istiyordumun altını çiziyor ve teşekkür ediyorum.

Yeniden gezinti caddesindeyim, o sırada minicik ama sevimli kafenin vitrininde kesmeleri görüyorum ve otomatiğe bağlanıp kapısından süzülüyorum. "Kesmeleri taaa uzaktan gördüm ve buradayım," diyorum. Gülümsüyor genç adam, bir tane istiyorum ve yürürken yiyeceğim diyorum. Hoş ve minik bir kesekağıdı ile artık elimde kesmem. Onlarca yılımı geçirdiğim sanayi sitelerinin önünden yürüyerek ama girmeyerek Piazza AVM'ye varıyorum. Doğrudan en üst kata çıkıyor ve Penguen Kitapevi'nden içeri süzülüyorum. Kitap raflarını tarıyor ve aradığım kitabı buluyorum. Şimdi kasadayım, ödememi yaparken, genç adam terası işaret ederek "İstediğiniz zaman gelip kitaplarınızı terasımızda okuyabilirsiniz," diyor. Geçen hafta film için geldiğimi, sinema çıkışı uğradığımı, yanımdaki kitabımı okurken kahvemi içtiğimi ve Americano'yu çok başarılı bulup beğendiğimi söylüyorum.

Hoşuna gidiyor, teşekkür ediyor.

Her şey yolunda olduğuna, son kitapla birlikte şans şu ana kadar yaver gittiğine göre kendimi şımartabilirim: Geçen hafta yemeğini çok beğendiğim Migros'un kafeteryasına iniyorum. Enfes görünen, içinde yerken anlayacağım üzere enfes bir ıspanak, havuç, patates ve küp kesilmiş tavuk parçaları barındıran besamel soslu, hafifçe baharatlanmış kare dilim güzelliğin, elbette ilave ettirdiğim suyuna da banarak tadını çıkarıyorum. Sonra yeniden tren, bizim istasyon, sevdiğim ama taşınacağını öğrendiğim kadim kırtasiyeciye uğrayıp ambalaj için ağzı yapışkanlı büyükçe iki şık zarf alıyorum ve Sembol'deyim.

"Bir kadayıf lütfen."

"Bir de çay lütfen..."



Devam Yazısı Gönlümün Gonca Gülü, için buradan lütfen...

26 Mayıs 2022 Perşembe

Çok Garip...

İlköğretim okulu şehrin "varoşlarından"... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!*


Cümlelerini yazdığım andan beri heyecanım 1 gram aşağı düşmüyor. Bir süre haritalardan okulun yerini tespit etmeye çalıştım.

İlk edindiğim adrese göre çok ilginç bir noktada...

Bu bana çok heyecan verici bir öykü hissi yaşatıyor.

Hikâye içinde bir başka hikâye.

Sonra o adresinin yanlış olacağı ihtimali ile karşılaşıyorum ve bu kez başka bir nokta veriyor harita bana...

Bu ulaşım açısından çok daha elverişli.

Bir öyküsü var!

Bu kez orada olacağım anların hayallerini kuruyorum; bir tür ön izleme ve çok keyifli.

Gecenin neredeyse bu sabaha ulaşacak bir vaktinde öğretmen için, resimi yapan öğrenci için ve 500 kitaplı bir kütüphaneleri olduğu bilgisine ulaştığım okul için seçtiğim kitap siparişlerimi veriyorum.

Az önce de faturasının kesildiği, paketlendikleri bilgisi ulaştırılıyor.

Bu arada iki kitapçımda da bulamadığım, öğrenci için düşündüğüm ikinci bir kitap daha var. Onları şehirdeki kitapçılarda bulabileceğimi umuyorum.

Yarın için planım, öğretmen için bir kitap daha ve öğrenci için bulamadığım kitabı bulup almak.

Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.

Kısacası o günden beri işe güce, keyfe, onca gezip tozmaya rağmen her ânımı kaplayan sıcacık heyecanım bu! Okuduğum kısacık kitaba gözlerim bakarken aklımın giremediğini ve bitiremediğimi, üstelik akşam sevdiğim kafede kendimi fazlaca şımartmış olmama rağmen bir türlü konsantre olamadığım için aynı yerleri geri dönüp okuduğumu ama aslında maval okduğumu söylersem de hiç abartmış olmam.

Oysa okuduğum kitap keyifli, mizahı ince, sayfası az; Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda rastladığım, ancak o an başka bir kitabını, Yabancı Kadın'ı okuduğumu hatırlamadığım yazar Sergey Dovlatov'un... Üstelik Sovyet Rusya hallerini anlattığı hoş bir öykü kitabı, Bavul.

Velhasıl, normal hayatıma devam ettiğim her ânımda dünyadan kopuk başka bir zaman dilimine ait paralel ama şahane bir heyecan yaşamaktayım ve buna fena halde şaşırmaktayım. Aslı son derece soğukkanlı bir insan olarak üstelik... Tarifsizim!

Garip... Çok garip!

Ama çok keyifli...



*Vortex Kitap Falan Filan Ve Kahve, adlı yazıdan.

Devam yazısı Plan Tıkır Tıkır İşliyor içinse buradan lütfen...

22 Mayıs 2022 Pazar

Vortex Kitap Falan Filan Üzeri Kahve

Günlerimin hepsini cumaya çeviren kadınla tanışana kadar en sevdiğim gün cumartesiydi.

Bu cumartesi O sınav teri dökerken ben kendimi sokağa atıyorum.

İlk durağım; Trileçe, çay, kitap.

Sembol'deyim, güneş masamın kenarında, tavanlar açık ve üzerim gök kubbe. İstikamet sinema, filmse bir Gaspar Noé başyapıtı:

Vortex.


Kitabımı son yudumun ardından sırt çantama atıyor, ödeme için kasaya yanaşıyorum.

İşyeri sahibi emekli misiniz, diye soruyor. Ne kadar zamandır merak içinde olduğunu ama bir türlü soramadığını anlıyorum. Açıkçası ben de olsam merak ederdim: Zaman sınırı olmaksızın, mesai saatleri içinde de gelen, çoğu zaman sırt çantasından kitap çıkaran, şekersiz çay yanına bir şeyler ekleyen, çalışanlarla ilişkisi seviyeli, teşekkürü asla ihmal etmeyen bir adam.

Emekli olduğumu ama emekli olmadığımı tebessümle söylüyorum. Espri yaptığımı düşünüyor. Soruları dilinin ucunda sıralı, hissediyorum. Sonra sırasıyla erken başlamak zorunda kalan erken emekli olur diyerek ve Bağ-Kur'un altını çizerek meraklarını yanıtlıyorum.

Ve trende, yeni başladığım kitabımla birlikteyim.


Son siparişimde bir karar verdim ve bir günde, bilemedim iki, üç günde bitirilecek kitaplar seçtim. Miguel De Unamuno, adını duymadığım bir yazar, Yıldız Ersoy Canpolat'ın İspanyolca'dan çevirdiği Üç Örnek Öykü Ve Bir Önsöz adlı kitabı kafamız uyar demese ona uzanmazdı fikrim. Dün akşam Palmiye Kafe'de, İskele Meydanın'dan gelen şenliğe dahil konser coşkusu eşliğinde, şekersiz bir fincan çayımın yanına eklediğim ve tavsiye edeceğim ve az sonra fotoğrafta görülecek, BİM'den aldığım iki bar sayesinde vallahi keyifli zamanlar geçirdim.

2021'de çıkan Sonun Bacakları adlı öykü kitabı ile bana umut vadeden yazar duygusu yaşatan, aslında Farsça'dan çeviriler yapan, iyi bir yazar demek için biraz daha zamana ihtiyacı olan ve 2019'da yılın çeviri ödülünü Furuğ'un Rüzgâr Bizi Götürecek - Toplu Şiirler kitabı ile kazanan Makbule Aras Eyvazi'nin Furuğ Ferruhzad'ı hayatına dokunmuş; biri babası olmak üzere dört erkeğin gözünden anlattığı ilk romanı ama ikinci kitabı 119 sayfalık Başa Dönemeyiz'i bitirmiştim, öncesinde.

Piazza'nın bir durak öncesinde iniyorum; ara ara söz ettiğim, ürünlerine bayıldığım Tarihi Kılıçdede Fırını'ndan acıbademler almak için. Aslında dün gece uzun uzun telefonda konuştuğumuz enn sevdiğim kadına fırından bahsettiğimde, o da henüz tatmadığı acıbademleri sormuştu. Aklımda olduğunu ama sonra geçireceğim vakti göz önüne alarak, sertleşip kuruyacaklarını düşünüp vazgeçtiğimi söylüyorum ve hem filmi, hem de AVM'de yeni açılan Penguen Kitapevi'ni övüyorum.



Bugün gişe önleri şaşılacak derecede boş. Genç kadın ekranı açtığında koltuğumun kapılmış olduğunu görüyorum. Salonda bir ikinci kişi daha var ve o biraz daha önlerde. Standart yerimin bir önünündeki sıradaki aynı numaralı koltuğu alıyorum. Biraz daha vakit var. En alt kata iniyor, Migros'daki şarap reyonuna göz atıyor, bir ufak su alıyor, ama kafeteryasının önünden geçerken de yemekler benim gözümü alıyor.

Şimdi salona doğru yürüyorum. Kitap satılan açık alanın hemen önündeki resim sergisinde Frida'nın önünde kalıyorum. Bir kız öğrencinin elinden çıkma. İlköğretim okulu şehrin varoşlarından... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!

Nasıl zıplıyor, nasıl seviniyor, nasıl sarıp sarmalıyor fikrim beni, görmek lazım.*


Sinema katına çıkıyorum. Kitabımı açıyorum. Yeni tanıdığım yazar, ya da tanımakta olduğum Miguel De Unamano kafa dengi geliyor bana. 1864-1936 yılları arasında yaşamış. Kitabın 7.baskısı elimdeki ve bilindiğini ve kendisiyle ilgilenildiğini gösteriyor. Ben bilememişim, buna üzülmüyorum tabii ki, bazen geç tanımak iyidir diye düşünüyorum çünkü okuduğum öykülerde başka bir tat buluyorum. Bu tadı tarfileme çabası içindeyim. Benlerden biri diyor ki bunlar büyüklere masal. Ona katılıyorum, evet diyorum, aynı şeyi aklımdan geçirmiş ama çok emin olamamış, pek de cesaret edememiştim, yetişkin masalı demeye... İtiraf ediyorum ki aldığım tat tam da öyle. Elbette kendisi ile ilişkimiz devam edebilir ki enn sevdiğim kadın bir kaç kitabını okumuş, tanışıyor kendisi ile.


Bugün onunla -belki- bira içeceğiz, dün akşam saatlerce konuştuk, çok tatlıydı ve çok hoş sohbet ettik ve geçen gün yıldönümü akşamı için yazdıklarımı çok beğenmiş. Yani insan tatlı bir gurur içindeyken düşünmeden de edemiyor: Onca yıla rağmen, onca yıl sonra yaşanmış bir akşamdan ilkmiş, tazecik bir tanışmanın ilk birkaç gününden biriymiş gibi... sanki benzeri hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi bir keyfi, sarılarak yürüdüğü bedenden geçen tazeliği, sarhoşluğun sınırından gelip geçen cümleleri, ayın ışığına yükselen adımların ve sözcüklerin cazibesiyle saçlarının kokusunda yok olmayı aynı kadınla bir ömrün kaç keresinde bu kadar unutulumaz ve ilk bulabilir, diye sorasım geliyor.


Son yürüyen merdivendeyim, Penguen'in Kafe'si aklımı çelmiş durumda. Filmim standarta uygun olarak 6 numaralı salonda. Fakat o da ne?! Afiş farklı. Oysa fotoğrafını çekmeyi hayal etmiştim. Önceki filmin afişi olduğunu anladım ama âdet yerini bulsun diye yine de sordum. İlk kez bu saatte sinema katını bu kadar boş görüyorum. Koltuğuma oturuyorum. Hep oturduğum koltuğuma bir genç kadın geliyor. Reklâmlar artık bayağı uzun sürüyor. Üç sıra önümdeki genç kadın kalkıp salonun kapısını kapatıyor ve perdenin sol alt köşesine yansıyan ışık yok oluyor. Ve film tek açıdan yüzü çeken kameraya bakarak enfes bir şarkıyı seslendiren Françoise Hardy ile başlıyor.



O bittiği andan itibaren de film iki ekrana bölünüyor ve sonuna kadar öyle devam ediyor; ta ki filmin sonlarında bölümlerden birindeki görüntü yok olana kadar. Oyuncular muhteşem. Aslında zor görünen film nasıl başarıyorsa izleyiciyi çekip alıyor. Sadece ikinci yarının bir kısmında, "Bu kadar uzatmasaydın iyiydi be abi!" dedirtiyor ama sonra -salondaki- izleyicilere gerekliliğini kabul ettiriyor.

Film bitiyor.

Öncelikle şunu söymemem gerek ki ilk kez başka sinema, festival filmlerinden birinde üç seyirciden hiçbiri dışarı çıkmıyor aksine son isim kaybolup ışıklar yanana kadar yerlerinden bile kımıldamıyor. Bu bir saygı, tümüyle içgüdüsel, filmi sevdiler sevmediler kısmı söz konusu değil ama saygı duydukları kesin.

Soruyorum düşüncelerini. İkisi de daha önce Gaspar Noé filmi izlemişler. Bunu onun tarzından farklı bulsalar da daha çok sevmişler ancak başkalarına tavsiye konusunda, şiddetle öneririm noktasında fazlasıyla çekimseriz. "Açılıştaki şarkı?" diyorum. Onlar diğer şarkı diyorlar, yemek sahnesindeki olduğunu anlıyorum ve "Gracias A La Vida, Mercedes Sosa," diyorum. Dario Argente ve Françoise Lebrun'un üstün oyunculuk performansları konusunda hemfikiriz.


Bir an iki genç kadını kahve içmeye davet etmeyi, onlarla filmi konuşmayı düşünüyorum. Fakat bir şeyler atıştırmak da istiyorum. O halde Migros'un kafeteryasına. "Bir taze fasulye, lütfen."

Ev yemeği lezzetinde, anne eli değmiş gibi, ekmeğimi bana bana yerken, marketin içindeki devinimi izliyorum. Hoşuma gidiyor. Çıkarken bir şişe -paçoz- Cumartesi Sangria almayı, akşam belki yazarken usul usul içmeyi düşünüyor sonra evin oralardan al'a erteliyorum.


Penguen'deyim, manzaram enfes, teras şahane, masalar ve koltuklar hoş, kitabımı açıyorum. Kaliteli bir Americano.  Tütsü gibi. Nefis bir aroma... Hissediyorum. Usul yudumlarla filmin üzerinden geçiyorum. Sonra kitabın sayfalarında, manzaramın tadında kahvemin yudumlarında, hayatın dibine vuruyorum.


Trene yürüyorum, az önce kimlik kartı boynunda asılı zihinsel engelli bir gençle asansöre birlikte bindik, çok hoş sohbetle üst geçide çıktık, geçidin üstünde kemana eşlik eden ritm box'la oluşturduğu mini orkestrasıyla müthiş müzikler çalan genç adamı dinledik, alkışladık, emeğinin karşılığını verdik ve yine sohbet ederek, espriler yaparak yıllardır sanki arkadaşmışız gibi asansörden çıktık ve onun istasyon girişinde bekleyen ve bize doğru gülümseyerek el sallayan arkadaşına biz de  el salladık, buluştuk, aynı trene bindik, onlar inene kadar da sohbet ettik. Vedalaştık, tren kalkana kadar istasyonda beklediler...

El sallaştık...



Cumartesi Sangria kafamda, trafik ışıklarını ev yönünde geçiyorum. Artık daha çok istiyorum! Migros'tayım,

reyona ulaştım;

bakındım...

bakındım...

bakındım...

Ama Sangria yok!




*Frida tablosunun etkisiyle devam eden süreç merak edilirse buradan lütfen...

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Kendi Şiirini Aşkla Yazan Bir Gün

Enfes bir güneş perde aralığından sızıyor. İlkbahar yaza doğru yolculuk halindeyken camı tıklatıyor. Duyarsız kalamayacağım mükemmellikte bir sızma bu. Sadece vurduğu nokta itibariyle değil, kalın perdelerimin ardına döktüğü dizelerle de beni çağırıyor.

Kalkıp perdeleri öteliyorum.

Bana bıraktığı bir kaç cümleyi alıyor, balkondaki dizilişlerin bir işaret olduğunu çakıyor ve hazırlanmaya başlıyorum.

Gerçek bir fotoğraf makinesi, bir şiir kitabı, bir de ince trikoyu ekliyorum sırt çantama. Binanın dış kapısından çıktığım gün, enfes bir Cumartesi. Pırıl pırıl bir dünya ve bahçenin yeşili üzerinde şen şakrak sığırcıklar. Kahvaltı sofrasında âlâ bir menü, kulak kesilmek zorunda bırakıldığım, imrendirici bir sohbet. Huzur bozamaz adımlarla bahçe kapısını usulca açıyor, ağır adımlarla, baharın tadını çıkara çıkara kıyıyı yürüyorum.


Sığırcık sofrasına elbette davet edildim, ancak ben dizelerin esiriydim, ve buna bağlı bir söz vermiştim! Elbette sofralarına teşekkür edip, afiyetler diledim. O hayali gerçekleştirme adımlarıyla ve heyecanla yürürken meydandaki festivale göz atıyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyor, denizin derinliklerine götürecek yolu usul dalgaların keyifli oynaşlarına gülümseyerek; martıların, havadaki uçakların, mavi tulumları içindeki gencecik havacıların ve biraz sonra okuyacağım dizelerin ufak adımlarıyla ve heyecanıyla İskele Kafe'ye ulaşıyorum.


Konuğum çok etkileyici. Kısa bir sohbet sonrasında geldiği uzun yol nedeniyle onu istirahate bırakmış, kelimelerimin uyumsuz gürültülerden azade olacağı, sadece rüzgârın ve denizin notalarından oluşmuş müziğin duyulacağı bir noktada onun kelimelerini duymak, o kelimelerin beni ne türden yolculuklara çıkaracağının merakıyla ve belki bencilce bir istekle bu sabahı planlamıştım. Ama o benim bu bencilliklerimi anlayacak kadar olgun, coşkulu ve sanırım bana oranla biraz daha tecrübeli ki sıcacık kelimeleri ile sadece kalbime değil, yanağıma da değiyor.

O sırada çok ama çok tatlı bir genç kız masama yanaşıyor. O kadar sıcak ve tatlı gülümsüyor ki. "Siparişiniz alındı mı?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır," diyorum, sonra ekliyorum:

"Bir karışık tost lütfen,"

"Bir de çay, fincanla lütfen."



Kitabın kapağını açıyorum. İskelenin açık deniz kıyısındaki en kenar masasındayım. Kafamı sağa çevirdiğim anda uçsuz bucaksız deniz ve muhteşem satırlar dışında kimseler yok. Kitabımın içine bana atıfla yazılmış satırların rengi sanki bu an hayal edilmişçesine güzel.

Muhteşem bir el yazısı ile...

Elbette yazının tümünü kitabı ambalajından ilk çıkardığım anda okudum. Özen ve cümlelerin sıcaklığı, el yazısının zarafeti dikkatimi çekti. Ama bugünü şımartmak hakkım çerçevesinde, ortamla birlikte; hiç fark edilmemişçesine bir kaç kez daha okuyorum, altında tarih ve imza olan yazıyı.

Bunu çok görmeyin bana lütfen, bir abartı olarak da sakın almayın. Özellikle yazarken, duygularını ardına saklayan, onları içinden geldiğince, coşkusunun bir yansıması olarak ortaya dökmekten kaygı duyan biri hiç olmadım... olamadım ben. Üzgünüm...


Tostum enfesti, ikinci çayım da... Ama satırlar! Yol aldıkça zamanda sıçrıyorum. Özellikle B. şehrindeki yaş, bir karakteri saç kesimine kadar gözümün önüne getiriyor. Satırlardaki duygu, net resimler çiziyor zihnime.

Altını çizmek istediğim, sonra onları yazıma taşımayı düşündüğüm duygu sahneleri akıyor dizelerden. Bir gün bunları şairi ile yüzleşmek istiyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için. Bir iddiam var hayatla; bana kelimeleri verin duyguya dair, resmini çizeyim kelimelerimle... Olmadı derseniz de çizin üzerimi. Bu öz güven nereden bilmiyorum: Oysa çok şiir okuyan, çok şiir kitabı olan biri olmadığım gibi şiir okurken de onu piç eden biriyim.

Beceremem!


Şu dizelerin olduğu şiiri okurken, birden kalıyorum.

Sen başka hayatlara öykünmelerinle,
ben, sevginin bayrağın yükseklere
         çeken insanlarla...
sonsuza kadar elveda...


1993

Kitabı bitiriyorum. Uzun bir süre denize bakarak iki şeyi düşünüyorum. Aynı insanın zaman dilimlerinden haraketle iki farklı zamandaki duygu dünyasının nasıl bir yol aldığını. Kanaatler oluşturuyorum elbette. Bu kez, evet işte ben yine bildim sevinci değil beklentim. Kumbarası belli ki dolu bir başka ve bence özel biriktirmişlikleri olan bir ruhu ne kadar anlayabildiğim iddiamın yüzdesini görmek istiyorum.

O sırada iki genç adam yanaşıyorlar. "15 yıllık arkadaşız ve birlikte bir fotoğrafımız yok, çeker misiniz?" diyorlar. Çok sevimli bir talep değil de nedir bu? Gülümsüyorum. Bir yandan da çekinceleri var, yöneticileri müşteri ile girdikleri diyaloğa ve isteklerine kızarsa diye. Öte yanda sürekli tekrar ettikleri cümle 15 yıl... ve bir fotoğrafları yok birlikte. Seve seve çekerim, diyorum, "Ben için de öyle güzel bir hikâye ki bu çocuklar," diye de ekliyorum ve 5 poz fotoğraflarını çekip e-mail adreslerini alıyorum. Öyle mutlular ki ben sayfalarca yazsam anlatamam.

Ama az önce bitirdiğim kitabın şairi iki cümleyle kesin anlatır!

Ödememi yapıyor, benimle ilgilenen genç kızı buluyor, "Şahanesin, çok teşekkür ederim," diyor, iskeleyi yürüyor, festivali geçiyor ve bu güzel zamanı kahve ile şımartmalıyım diyorum ve eve kıvrılmaktan vazgeçiyorum.

İyi ki de vazgeçiyorum?

Bir evlenme teklifi hazırlığı var. Bir genç kadın yakılacak ateşin odunlarını dizmekle meşgul. Kurulan düzenin profesyonel bir iş olduğunu düşünürken ben, fotoğraflarını çekebilir miyim? diye izin istiyorum. Elbette diyorlar, sonra bir fotoğrafçıları olmadığını öğreniyorum. Neden diyorum, dolu olduğunu söylüyorlar. Çektiğim fotoğraflar için e-posta adreslerini istiyorum. Evim şurası diyorum, ihtiyaç olursa bir telefon yeter diye de eklemiyorum.


Sende aramak bile güzel
            acının her zerresini,
avareliğin bir başına kişisini.

vurmak
her şeyi yerden yere,

Sonra yeniden dönmek
           şu şiirin başına

Ve demek:
Hep sevgiyle başlar her şey...


1983


Moena Books&Coffee'nin kısa merdivenlerini adımlarken kalbim sıcacık. Ayaklarım yerden kesik, ruhum havalarda. Mutluluk doz aşımı bir gün. Üstelik bunun bir de Pazar'ı var. Tarihe geçecek bir haftasonu.

Baristanın önündeyim.

"Bu kez tatlı bir şey istiyorum... beni iyice şımartsın ama!"

"Ne önerirsin?"


Enfes bir fincanla, enfes bir beyaz çikolatalı kahve, uzun süreye yayılmış bir keyifle şımartırken beni, şairin dünyasında ufak adımlarla, güzel satırlar çıkarmaya devam ederek, bir kez daha sessizce dolaşıyorum.

Bil ki:
          benim hüzünlerimden kocaman
bir dağı da yüklemek istemem.

Ama görüyorum ki...
           ıslak dağ çiçeklerinin
           çiğlerini taşıyan rüzgâr,
koştura koştura gelmiş de
                     göz pınarlarına oturmuş.


1993

 



*Üç şiirin de tamamı olmayıp içinden seçilmiş tadımlık dizeleridir, Sezer Özşen- Sevgili Momentos'a ulaşmak içinse buradan lütfen.

16 Mayıs 2022 Pazartesi

La Paparazzi

"Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekândaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla... Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek, bir teklifte bulundum."





Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri. Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı...

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki siyah-beyaz bir Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi.

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen."

Onlar masada yerini alırken mekânla ilgili izlenimlerimiz de olumlu yönde ilerliyor. Hımmmm hoş ve lezzetli bir meze tepsisi... Geleneksel mezeler ve zengin tepsisiyle biz varız ya, diyor mekân.




*

Dün sabahın erken saatlerinde, kimliği belirsiz, gizli bir numaradan bir mesaj düşüyor telefonuma. Küçük bir not ve iki farklı tarihli -yukarıdaki- iki belge ekli... Okuyorum, başlangıçta "Bu ne?!" diyorum. İlerledikçe ve tarih aralığı bünyeyi dürttükçe meraklanmaya başlıyorum. "Bir magazin değeri var mı?" diye düşünmüyor ama belgedeki kişileri merak ediyorum, ifadeler beni kışkırtıyor.

Bir de not var, verilen saat 16'nın tahmini olduğuna dair. Biraz zorlanacağımı düşünüyor olsam da merak gittikçe artıyor, zihnim heyecanlanıyor ve makineli tüfek hızında olasılıkları taramaya başlıyor. Mekânı zor da olsa bulabileceğimi düşünüyorken tam ben, bu kez yukarıdaki fotoğraf düşüyor telefonuma.

An itibariyle tek sorun saatin net olmaması ve kişiler...

Kastedilenin bir kadın ve bir erkek olduğu kanaatindeyim. Satırlardan aldığım his bu. Bu yeterli değil tabii ki, kendimi kandırmanın alemi yok, artık mekânı elimle koymuş gibi bulabilirim eyvallah da ya yanlış kişilere odaklanırsam, haberi tümüyle yanlış üzerinden kurarsam?! Ya cinsiyetler konusundaki öngörüm yanlışsa!



Fakat bu zorluklar bir yanıyla da kamçılıyor beni. Ama yeterli araştırmayı yapacak zamanım yok.

Ya şansımı denemeye kalkar ve boş atıp tutturamazsam?


İşte ben tüm karmaşaları iyice bulanıklaşan ve bir çıkış bulamayan zihnimde dolaştırırken, pat diye bir mesaj daha düşüyor ama bu kez başka bir endişe paçamdan çekiyor ve iki soru türüyor zihnimde:

"Yoksa biri beni izliyor mu?"

"Yoksa biri beni kullanıyor mu?"

Tedirginlikle etrafıma bakarken, ilgim ve meslek heyecanım ve tabii ki gittikçe artan merakım ve gelişen gizem sürekli beni olaya doğru iterken telefona bir mesaj daha düşüyor.

"Er kişinin kod adı BRNRS, fiziksel özellikleri: 1.85, 1.86 boylarında, şişman değil, kara kaşlı kara gözlü, benim kadar yakışıklı olmasa da eh işte... Ama çok uyanık biri ve takip edeni açığa çıkarma konusunda da maharetli... O bakımdan yakınında olma, kesinlikle tele objektif kullan, mümkün olduğunca rezil et ve açığa düşme, bir buluşma ayarlayacağız ve dolu bir zarfla memnun edileceksin. Ayrıca evine yakın yerdeki hiç bir ağacın yapraklarına güvenme, sürekli uzaktan izle, bugün önemli bir gün, önemli bir yıldönümünü kutlayacaklar ve o nedenle ana yol üzerindeki çiçekçiye mutlaka uğrayacaktır, orada ve uzakta bekle ki kuş önüne düşsün.

Gazan mübarek, Rabbim yar ve yardımcın olsun, La Paparazzi...

A-J 2..1"

Çiçekçinin komşusu kebapçının veranda camlarının arkasına, dar sokağın köşesine konuşlanıyorum. Biraz sonra tarife uygun, açık mavi kot pantolon, üzerinde beyaz kare çizgileri olan bir ton açık lacivert şık bir gömlek, koyu lacivert v yakalı bir kazak ve askısından mont geçirilmiş sırt çantası ile gözüküyor Kod Adı BRNRS, onun olmaması mümkün değil... Fakat içime de bir kurt düşüyor o an. Bu bir piyonsa? Beni açığa düşürmek için bir tedbirse? İçerideki hareketlerini izliyorum, önce başka bir çiçek soruyor anladığım ve o yok. Dükkânı dolaşıyor. Ve kır çiçekleri görüyor, açık mavi ve pembe gönlüm sende'lerden bir demet yaptırıyor; süslenmelerini istemiyor, sap boylarını biraz daha kısalttırıyor, sadece bağlatıyor ve hooppp sırt çantasına...

Ara sokağı dönüyor, ben dönmüyorum. Sahile inecek ve doğruca mekâna yürüyecek, saate baktı, biraz hızlandı; bu hatayı affetmem ben; hızla geri dönüyor, koşarak sahile onun önünde iniyor, mekânı buluyor ve cepheden görecek uzak bir noktaya, dondurmacının yanına konuşlanıyorum. O an avantajlı bir durumda olduğumu hissediyorum çünkü iskelenin meydanında uçaklar var, mini bir havacılık festivali, paparazzi pozisyonunda olsam da festivalle ilgili gazeteci rolünü rahatlıkla oynayabilirim.

Biraz sonra Kod Adı BRNRS görünüyor, doğrudan mekâna giriyor, etrafa bakınıyor, enn sevdiği kadını göremiyor çünkü henüz gelmedi ama ben bulunduğum yerden oraya yürüdüğünü görüyorum: Deri pantolonu, deri olmayan ve çok uyumlu siyah kot montu, bluzu, renkli fuları, bileğindeki şahane ve spor takıları, uzun, hafif dalgalı ve doğal saçları ile tam anlamıyla bir fıstık. İçeri kıvrıldı o da. İkisinin de mekân halkı tarafından çok sevildikleri belli... Özlenmişler. Her zamanki masalarındalar, tahminimce.

Bir dinleme cihazı yerleştirilmedi bildiğim fakat büyük olasılıkla dinleniyorlardır diye düşünüyorum. Meze tepsisi geliyor. Seçimlerini yaptılar. Bir 35'lik Yeni Rakı, dedi dudaklarını okuyabildiğim kadarıyla. Tele ile izliyor arada fotoğrafları çekiyorum. Nasıl coşkulu bir sohbet ama. Deli gibi merak ediyorum. Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz. Kadehler tokuşuyor, delicesine bir keyifle ama yudum yudum içiyorlar ve uzun cümlelerle gülümseyerek, kimbilir neler neler konuşuyorlar.

O ara bir ışık yanıyor bende ve bir mizansen yaratıp, yakın masalarından birine oturup, konuşmalarını kaydetmeyi düşünüyorum; kendim için.


Üç saati geçtiler, biz sevgilimle 15 dakika konuşup susarken onlardaki bu boşluksuzluğa imreniyorum. O ara, ara çayları geliyor. Nasıl da canım çekiyor. Tam o esnada da yandaki dondurmacıdan bana bir kase dondurma geliyor. "Ben istememiştim, bir yanlışlık olmalı," diyorum. "Hayır, bize, özellikle tele objektifli bey için olduğu söylendi," diyor genç delikanlı. Durumu Aj-2..1'e bildiriyorum. Söylemiştim çok uyanıktır diyerek ayarı veriyor. Açığa düştüysem de umursamıyorum. Onlar bir 20'lik daha istiyorlar ve çok şık bir karafla geliyor. Artık dayanamıyorum. Açığa düştüğüm de sabit olduğuna göre sorun yok, direk karşıya geçiyorum, onlar enfes bir sohbetin derinindeler; birbirlerinin gözlerinde öyle kaybolmuşlar ki beni fark etmiyorlar.

Masalarında yaşam akıyor; gülümsüyorlar, her konuda konuşuyorlar, espri yapıyorlar; fakat, ikisinin de flörtöz göndermelerine paha biçemem. Muhteşem bir andayım. Besleniyorum.

Kod Adı BRNRS büyük bir laf ediyor tam o sırada; o lafın öncesinde geçmiş dönemden ilginç bazı ilişkilerinden ve karakterlerden söz etmişti, şu an söyleyeceklerini can kulağı ile dinliyorum: Geriye baktığımda sanki yüzyıl yaşamışım ve bu yüzyılın içindeki bölümler biribiri ile ilişkili değil, farklı zamanlarda başlayıp biten olaylar içinde özü aynı ama yine de farklı bir tür Dr. Who'ydum ben, anlamını çıkarttığım cümlelerini, sohbetlerde satmak üzere not alıyorum. Sonra diyor ki senle bir şekilde biterse, ben dükkanı kapatırım. Kadın gülümsüyor, olmazmış gibi düşünüyor. Abi o kadar tatlı, net ve hoş cümlelerle nedenler ortaya koyuyor ki içimden alkışlamak geliyor. Sonra pandemi nedeniyle yapamadıkları interrail'i konuşuyorlar. İskandinav coğrafyasında... Bir imrenme sebebi daha ben için... Sonra içinde Hopa geçen bir cümle kuruyor abi, oradaki bir çiftten söz ediyor. Ben bu abiyle bir gün oturup dertleşmek istiyorum. 15 dakikadan uzun konuşamasak da sevgilimi seviyorum. Abiden işin sırrını öğrenip, ilişkimi geliştirmek ve onlar gibi saatlerce bir rakı masasında oturabilmek, onlar gibi gezebilmek, hiç ses yükseltmemek, espriler, muzırlıklar yapmak, kıymet bilmek, yıllar yıllar geçse de aynı aşkı aynı aşkla sevmek istiyorum.


Ben kulak misafirliğimle gaz ve fikir aldığım hayallerimde sevgilimleyken... Tak diye bir kadeh rakı koyuluyor masama. Bir de bir tabakta bir kaç meze. Şaşkınlığımı fark eden garson, "Arka masadan afiyetle... Size." diyor. Mecburen dönüyorum. Saygıyla ve sevgiyle selamlıyor, ilişkilerine hayranlığımı ifade ediyor, kirli işim için özür diliyor, tüm fotoğrafları siliyorum. O sırada onlar masalarına yanaşan çok tatlı kediyi besliyorlar, işaret ediyorlar ve "Bir arnavut ciğeri daha lütfen," diyorlar; az önce sakilik yapan, en tatlı kadının güleryüzlü sözlerle iltifat ettiği genç kıza.


Karpuzlar müessesinin ikramı, öyle de serinler ki... muhteşem bir final yaptırıyorlar, karaftaki rakıyla.

7 saate yaklaşmışlarken, kalkıyor, herkese teşekkür ediyor, beni de selamlamadan geçmiyor, şans diliyor ve çıkıyorlar.


Çok sevdim onları, makineyi kapatıyor ama takip ediyorum; imrendim, evet ve işin sırrını öğrenmek istiyorum. Dipdibe yürüyorlar, hafif çakırlar, arada bir sallanıyorlar, bıcır bıcırlar, onlar geceye, gece onlara çok yakışıyor. Gökte ay. "Yaz geliyorr!.." dedirten bir hava... ve ertesi güne dönmeye hazır ışıl ışıl gece. Anlıyorum ki istasyona yürüyorlar, son sahneyi deli gibi görmek istiyorum. Turnikenin önündeler, dünya umurlarında değil. Birbirlerindeler. Kartı okuttu abi ve hanımefendi geçti, binene kadar bekliyor, şimdi dönebilir. Ayakları yerden kesik yürüyor. Eminim ki gittiğinde telefonu aranmış olacak. O da arayan numarayı geri arayacak. Yine unutulmaz bir geceyi kumbarasına atarken, karşıdan, evdeyim cümlesi gelecek. İyi geceler dilenecek ve yüzde muhteşem bir gülümseme ile uykuya gidilecek, cümlelerimi de içeren raporumu Aj-2..1'e yolluyorum ve telefona uykudan uyanacak olsa da sevgilimin numaralarını tuşluyorum, cümlelerim hazır, kalbim sıcacık... Uyandırdığıma belki kızacak ama geri dönüş cümleleleri muhteşem olacak.

Eminim!

La Paparazzi.

14 Mayıs 2022 Cumartesi

Giyinme Odamın Kapısındaki Güneş

12.05.2022 Per 18:27

Gönderdiğim minicik renklerden kocaman sevinçler yaşamana çok, pek çok mutlu oldum.

Sevgiler...


Buraneroz Z 12 Mayıs Per, 11:38 tarihinde şunları yazdı:

Sabah 9,20'de dağıtıma çıktığı haberi geldi önce, sonrasında mümkün olduğunca telefondan uzak durdum,

adresi bulamazsa arar diye dağıtıcı,

meşgul etmedim.

Kız kardeşim aradı, onla bile kısa konuştum,

niye soğuk konuşuyorsun? dedi,

uzanmıştım dedim.

Paketi açmanın tadını çıkardım elbette,

kapağın içini okudum.


Fazla uzatmayacağım çünkü önce...

ama şimdi değil,

özellikle iskeledeki kafede,

şiirleri okuyacağım...

Sonra da ödüle bağlı tüm hikâyemi blogda yazacağım.


Kitap imzalatmak gibi bir huyum yok,

bu, benim yazarı tarafından imzalanmış ilk kitabım...

ve ilk resim.



Öyle yani!

Çok ama çok teşekkür ederim,

Yıllar ama çok uzun yıllar sonra da bir soru yanıtlayarak kazandığım ikinci ödül aynı zamanda...


İkide iki yaptım yani,

ki yazıda öbür ödülümden de kısaca bahsedeceğim muhtemelen.

Yaşattığın keyif muhteşem...

İçimdeki çocuk zp zıp zıplıyor.


Tekrar tekrar teşekkürler, bir çocuk mutluluğu yaşamak süper!

Görüşmek üzere,

Sevgiler...


11 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir İlkbahar Sabahına Güneşle Uyandın Mı Hiç?*

7.30'da çıkalım dedi kardeş. Mutabıkız. Günü yaşamak olunca niyet, üç harfliye dokunmuyoruz. Şirket aracı sokağa dönüyor. Sürücü arka koltuğa. Direksiyon kardeşte. Günün ilk fotoğrafı bahçeden.

İlkbahar!


Personel yanlış parktan muhtemel ki ceza yemiş. Çünkü not aldım demiş marketten çıkan Trafik Polisi. Belki de yazmamıştır, dedik. Güzel yollar geçtik, sohbetler ettik. Güldük, güldürdüm. Şimdi şehrin öte yakasında, sanki şehire bağlı ama hibrit bölge tadında, yakın tarihte yapılanmış coğrafyasındayız. İniyorum. Randevuma biraz vakit var. Başka bir şehirdeymişim, üstelik hayal şehir hissi veren sokaklarda usul, sessiz bir gezinti. Şimdi hoş mekânlarından birine süzülüyorum. Gün pırıl pırıl.

"Bir su böreği lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Çıkınca bir su alıyor. Hastaneden içeri giriyor, ödememi yapıyor, sekreter genç kadına günaydın deyip hâl hatır soruyorum. Bekleme koltuğunda kitabımın sayfalarındayken, doktorum selam verip geçiyor. Masaya uzanıyorum. Rutin kontrol, bir sıkıntı yok. Tahliller için bir not elimde. Bir ödeme evresi daha... Fakat bugün çok sakin. Nedenler ekonomik mi acaba?


Bir kaç dakika önce tatlı bir genç kadın kanımı aldı. Teşekkür edip, elinize sağlık dedim. Elimde bir küçük plastik kap ve bir de tüp var. Giriyor kapıyı kapatıyorum. Tüpe eviyede aktarma yapacakken çoğu gün hiç çalmayan cep telefonum çalıyor. Bilmediğim bir numara. Bir an açmamayı düşünüyorum. İyi ki de açıyorum. Sesi -uzak bir şehirden geliyor olsa da- çok iyi tanıyorum. Tonundaki keyfi, daha çok da tazecik heyecanını seviyorum. Tüpü bırakırken genç kadına bir kez daha teşekkür ediyor, iyi günler dileyip çıkıyorum. Yürümeye karar veriyorum, çünkü bu coğrafyanın, ırmak boyunda yürümeyi seviyorum.

Fakat yine bir şeyi eksik bırakıyor, yol kenarındaki şirin mekânın ırmağa inen yamaçtaki ağaç altı masalarından birine oturup sade kahve eşliğinde sabahı solumayı düşündüğüm halde es geçiyor ve banklardan birine oturup, kulağımdaki kuş sesleri eşliğinde kitabımı açıyorum.


Güneşin sıcağından yorganlara sarılmış köpeklerin koşu yolu üzerindeki keyiflerine gülümsüyor, ağaç altından az önce uyanan bir başkası için ırmağın yamacını iniyor, gelme diyen hırıltısına selam çakıyor, istemem yan cebime koy edasına ben yemem bu numaraları diyor, sonra da yayılıp uzanmasının başını okşarken, sohbeti koyultuyoruz.

Artık yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesindeyim. Keresteciler kısmından giriyorum. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma uğramayı düşünüyorum. O sıra bir başka arkadaşın mağazasının önünde bulunca kendimi, uzunca laflıyoruz. Diğer arkadaşımın koronaya yakalandığını, o nedenle bütün dişlerinin döküldüğünü, yoğun bakımda kaldığını, öteki dünyaya bir göz atıp geri döndüğünü öğreniyorum. Bolca da eski zamanları konuşuyoruz. Şimdi bizim caddedeyim: Ne şahane bir ekiptik, birbirimizin rakibi olmamıza rağmen birlikte yiyip içer, şehir dışından gelen meslektaşlarımızı bu birlikteliğimizle şaşırtırdık. Akşam saatlerinde caddeye minyatür kaleleri kurar, bol seyircili kıran kırana maçlar yapar, ardı gün maça dönük gazeteler çıkarırdık. O dönemin mağazalarının çoğu şimdi yok. Kalan bir kaçı da bırakma hazırlıkları içinde...

Sen haklıymışsın sözlerini duymak eskisi kadar mutlu etmiyor beni, evet öngörmüştüm, çokça da dile getirmiştim ama dinletememiştim.

Yine de çok keyifli sohbetler yapıyoruz, eskiyi anıyor yeniyle kıyaslıyoruz.

Bırakma hazırlıkları içinde olmalarına zararın neresinden dönülse kâr noktasından bakıyorum ve tam zamanında alınmış radikal kararlarımın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görmüş olsam da, bundan ne yazık ki bir övünç çıkaramıyorum. Çünkü bizden kat be kat güçlü ailelerin geldikleri noktalara ve yitirmiş olduklarına, ödenen bedellere baktıkça üzülüyorum.


Aklımda nerede ne yesem fikirleri dönerken kendimi cağ kebapçıya giderken buluyorum ama köprünün son çıkışına varmadan fikrim beni çeliyor ve geri dönüyorum. Şimdi trendeyim. Okuma gözlüğümü haşat ettim ve bir süredir de yenisini almadım; çıplak gözle okuyorum da sanki bir 0,75 alsam iyi olacak. O halde adı Yabancılar Çarşısı olsa da, dillerdeki haliyle Rus Pazarı'na. "Okuma gözlüğü, 0,75 lütfen," desem de 0.75 olmazmış, öyle diyorlar. Ben eski gözlüğümü öyle hatırlıyorum. Sonuçta uzatmıyayım bulamıyorum ve söz verdiğim üzere ilk baktığım dükkândaki 25 lira deyip de 20'ye bıraktığı 1 numara gözlüğü alıyorum.


Sonra Bandırma Vapuru'nun imitasyonunun önünden eski Yelken Kulübe ve liman yönüne kıvrılyor, deniz geçişli gölün üzerindeki köprüde takılıyor, bangır bangır Bergen çalan faytoncu kardeşle laflıyor, yıllar önce bir telefon konuşmamızda "Benim için o güzel şehrin havasından bir nefes alır mısın?" diyen Sayın Ekmel Denizer için ruhuna ulaşacak ve uzun kalacak kadar nefesi alıyor, bol bol fotoğraf çekiyorum. Elbette bölgenin fuar olduğu zamanlardan bir çok anıyı da hatırlayarak içinden geçen tren raylarının üzerinden çocukluğuma bakıyorum.


Keyifli bir yemek arzusu fikrimi sürekli tırmalıyor, bir an şehirde takılsam, buralarda bir şey yesemler arasında çelişkili fikirler içinde dolaşırken, çocukluğunda kalsan ve Birtat'a gitsen kendini öne atıyor. Ancak gün itibariyle hata yapıyor çünkü başka keyifler arıyorum ve istasyona yanaşırken de sonuca ulaşıyorum.


Irkçı biri değilim, insan ayırımı yapmam, iyi olsun, iyi niyetli olsun; o zaman isterse, gerekçesi ne olursa olsun, beni kıtır kıtır doğrasın. Lakin dilimizden çok başka bir dili çokça duymaya, üstelik özünde insani bir tavırdan ziyade başka hesaplar olan göz yummacılığa ve kabule, oradan çıkar evirmeye itirazım var. Ülke insanı açlık içinde kıvranırken, başka topraklardan gelip, üç otuza iş gücü yaratıp, bu ülke insanını her sektörde işsiz bırakan, sermayenin ve o sermayenin destekçisi iktidarın oy hesaplı çıkarlarına hizmet anlamında çağdaş köleler olarak çalıştırılan, her türlü güvenceden yoksunluklarıyla patronun maliyetlerini azaltan, yerli iş gücünün belini kıran bu gözü dönmüş köle ticaretine de isyanım var. İşte tüm bu nedenlerle, leylek heykellerinin fotoğraflarını çekmek için girdiğim yerdeki dillerini bilmediğim çoğu bebe, çoğu bebek anne kadınlar ve çocuklara bakınca, nasıl bir -rekabetçi- kölelik düzeninin ve vahşi kapitalizmin ve despotluğun bizi beklediğini görmek elbette ayarlarımı bozuyor.

Tek kare çekip kendimi nefes alanıma atıyorum. Bu düşüncelerden hızla uzaklaşıp istasyonda ayaklarımı yere basıyorum.


Rabbimin hikmeti işte... İspanyolum virajı dönünce düğün dernek oluyor yeniden hayat. Oturuyor, bir an kitaba niyetlensem de yolculuk tadı daha bir hoş geliyor. O arada coğrafyamda bir iki yer arasında dolaşırken zihnim, bünyem masaya elini vuruyor ve yemek noktası netleşiyor.


Elbetteki Mantucu! Mekân benim için kapatılmış. Bir tek şefimiz var ki bundan iyisi de Şam'da kayısı...

"Bir yoğurtlu mantı lütfen."

"Yoğurt sarımsaklı olsun lütfen."

Masaya önce altılı kuruluyor. Altılı masada altı tadımlık. Hepsi birbirinden leziz; renk farklılıklarından yarattıkları senfoni şimdilik çok uyumlu, bozuk ses yok. Usuldan çatal uzatıyor lokmayı hazır ediyorum ama sonra toplu fotoğraf için assolisti beklemeye karar veriyoruz.

Hoş geliyor, safalar getiriyor.

O sırada dışarıdan mekânı inceleyen hoş iki hanımefendi küçük çocukları ile içeri giriyorlar. Bir tanesi şefe yanaşıyor ve mantı fiyatını soruyor. Dışarıda ufak bir toplantı; çocuklarla birlikte hesap kitap ve çok haklı olarak yürümeye devam ediyorlar. Üzülüyorum. Çünkü bundan bir süre önce o hanımefendiler ve çocuklar bu masalarda güle oynaya, tasasızca oturuyorlardı. Kime küfretsem bilemiyorum. Çünkü Mantucu fiyatları ve verdikleri itibariyle civardaki esnaf lokantalarına göre dahi fiyatları açısından ucuz. Bir genç girişimci kaliteden taviz vermeden bu piyasa içinde var olma savaşında. Son derece iyi niyetli bir genç ama ne yazık ki ülkeyi yönettiklerini sananlar, bu gençlerin bilgilerinin, niyetlerinin ve yeteneklerinin çok ama çok gerisinde. Potansiyelleri ve niyetleri parlak ama umudu kırık bir sürü genç var, bunun yanı sıra da başka topraklardan kaçıp gelen "köleler" var!


Tüm bu karmaşıklıktan kolaylıkla çıkıyorum. Şamlı, güleryüzlü Şefim önüme çiçek bahçesini kuruyor. Özkan kardeşim yok, sanırım, ekmeğini kovalıyor. Önümdeki tablo, istasyona giren tren, kavşaktaki devinim beni yükseltiyor. Rengarenk tadımlıkların her bir rengi damağımdan ruhuma akıyorlarken dert ettiklerimi şöylece bir kenara iteliyorlar. Artık ayakları yerden kesik başka bir dünyanını renkleri içinde, hayallerim ve umutlarımla birlikte nefes alıyor, fikirler üretiyoruz. "Üzerine de Moena'da bir Americano ha! Nasıl ama?" sesleri gittikçe yükselse, bir an gaza getirip mutlu etse de, onca saattir ekran kapalı, "Dünya ne halde fikrin var mı?" sorusu, en azından durumu gözlemek, son verileri alana kadar çalışmak adına açmalısın dükkânı diyor bana. Moena'nın önünden geçiyorum yine de...

Açıyorum ekranı.


İşin son saatlerinde kısmen kaytararak, biraz daha nefes almak adına blogları geziyor, yorumlar yazıyorum. Bünyem, inceldiği yerden kopsun modunda "Hadi vurr kendini şaraba, şaraba ve aşka vurr," diye bir şarkı tutturmuş; fena halde koyvermiş ve elde var bir hayat çılgınlığında dışarı atacak kendisini. "Belasını nasılsa o çekecek," diyor, kitabımı, yeni okuma gözlüğümü, bir de mont alarak düşüyoruz, sırt çantamla yola. Babamın ağaçlarına varıyoruz. Kızlı erkekli karma takımlar halinde basketbol oynayan gençler içimizi ısıtıyorlar. İskeleyse zıplatıyor; çünkü kafe, yaz sezonunun ışıklarını yakmış.

Bir kaç gün sonra görüşürüz manasında el sallayıp, Lozan'daki mekâna kıvrılıyoruz.

Akşamları iş başı yapan, Sanat Tarihî bölümünden mezun olduğunu söyleyerek beni şaşırtmış genç adamla biraz lafladıktan sonra, içinde kestane olan kuru pastalarından istiyorum ama kalmamış. O halde...

"Bir Trileçe ve bir çay lütfen."


Soğuğa aldırmadan dışarıda oturuyorum, ilk kez okuduğum yazarla aramız iyi, kolay anlaştık. Suç dünyasında, inceden uyanık bir mizah eşliğinde, biraz fırlama, cin gibi zeki bir üslupla ilerliyoruz. Sıkmayan, zorlamayan, ciddiyetli kitapların ara sıcaklığına yakışır bir biçimde, şekersiz çay, enfes triliçe, ufak lokmalar acelesizliğinde günün finalini yapıyoruz.

Ödeme ve teşekkür. Biraz daha dışarıda kalmayı istiyorum. Küçük bir sokaktan, Kahve Dünyası'nın arasından inip eve değil de şehir yönüne dönüyorum. Mekânlar dolu. Sayılar çoğalıp çeşitlenince sanki Starbucks'ın popülaritesi düştü de butik mekânlar biraz daha öne çıktı gibi hissediyorum. Aynı durumu butik burgercilerde de görmek hoşuma gidiyor ki son Burger King felaketimden sonra hiç bir marka mekâna artık adım atmayacağım kesin.


Evdeyim, keyfim yerinde ve bloglardayım; Sevgili KuyruksuzKedi hummalı bir çalışma içinde, bir iki söz ediyorum, sayfada başka dostlar da var. Komşuluk eskiyi hatırlatacak kadar sıcak. Sonucu anlatacak yazısının heyecanı -şimdiden- paçalarımdan çekiştiriyor.

Uykuya gülümseyerek gidiyorum.


*Başlık, Dr.Bekir Mutlu'nun Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç, ifadesinin de olduğu sözlerinden, Erdoğan Berker'in bestelediği şarkıya atıfla oluşturulmuştur.

5 Mayıs 2022 Perşembe

Bayram Seyran

Sırt çantama iki kitap, yağmurluk, minik fotoğraf makinesi atıyor, montumu sırt çantamın askısından geçiriyor, netleşmemiş "Nerede karnımı doyursam?" fikriyle birlikte kendimi dışarı atıyorum. O sırada Bay ve Bayan Kumru'ları biri arkada olmak şekliyle bizim eve doğru yürürken görüyorum. Önden yürüyenin Bey olduğunu düşünüyorum. Bahçe kapısının altından geçip aynı nizamla ilerlerken, giriş yolu kenarlarındaki çiçeklere yönelip teftiş ederek basamakları adımlamaya başlıyorlar... Sonra da gezinti adımlarından vazgeçmeksizin binanın giriş kapısına yöneliyorlar. Gençler belli ki bayramlaşıp el öpmeye gelmişler. Aynı çift geçen gün yatak odamın balkon korkulukları üzerinden, güneşin doğuşunu izliyorlardı. Bir an eve dönsem ve onları kabul edip bayramlaşsam, sonra devam etsem güne diye düşünmüyor değilim... Sonra diyorum kardeşten başlasınlar, diğer daireleri dolaşsınlar... O arada ben de yetişirim nasılsa diye geçiriyorum aklımdan.


Hamdolsun dondurma sezonunu açtım. Bayramdan önce, turlarken bir gün, kahve fikriyle girip Kahve Dünyası'na, dondurma keyfiyle çıktım. Üç top dondurmaya ödediğim para el yaksa da içimi yine de serin tuttum. Hakkaten yakıcı gelmiş olmalı ki, sonraki günlerde ayaklarım pek gitmiyor. Şu an bile sıcak değilim ama yaz bastırınca ne olur, bu protest tavır evrilir mi, bekleyip görelim?! Tabii ki dondurma keyifliydi... ama memleket hali sanki âna yine limonu sıktı.


Bayram enterasan bir buluşmaya vesile oldu. Yemek için mekân fikirleri aklımda dönerken evden çıktım. Et Lokantası'na yöneldim ama durumu hemen çaktım, ara duvarı yıkmış salonu büyütmeye başlamışlardı; demek bayram sonrasında menü de genişleyecekti.

Gördüğüm üzere, işler henüz bitmemişti ve dönerden başka bir şey yoktu.

Girmeden devam ediyorum ve fikirler içinden "Mantucu'ya gitsem?!" seçeneğinin baskısını yoğun biçimde hissediyorken, inisiyatifi de adımlarım ele geçirmişken bir anda kendimi Nişantaşı'nda börek çay keyfi yaparken buluyorum. Çok hızlı başlayarak kaptırıp gittiğim, sonra biraz gaz kestiğim, keşke iki kitaba bölerek yayınlasalardı dediğim kitabımı yeniden açıyor, manzaram eşliğinde, akan trafiği izlemeye bayılan çocuk tadında, bayramın hakkını vererek çayımı yudumluyorum.


Şimdi üst bulvar boyunda yürüyorum. Kumrular, güvercinler, martılar, kargalar hemen tren yolunun yanındaki ağaçların altında çevreden getirilmiş yiyeceklerin keyfini yaşıyorlar; görüntü enfes, renk renk çiçek açmış sıra sıra ağaçlar bahar tadında... Bir de ileriki virajı tren dönmesin mi o sırada?! Ah benim ahmak kafam diyor ama suçu kafaya değil kendime yüklüyorum, çünkü evden çıkarken gaza geleceğimi ve günü sürdüreceğimi hesap etmemiş, dolayısıyla yanıma fotoğraf makinesi almamıştım.

Bu etkiden çabuk sıyrılıyorum, kendime ayarı kesip normal moduma dönüyor, ana yoldan ayrılıp bayıldığım sokaklara sarıyorum. Elbette bir kaç noktada daha pişmanlık yaşıyorum.


"Bir Trileçe lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Lozan Caddesi'ndeki kitap okuma noktamdayım, tabii ki çalışanlarla bayramlaştım. Hımmmm Trileçe yine enfes, ama bu kez bir hoşluk yapmışlar; üzerinde Afiyet Unlu Gıda yazan, kendi yapımları bir minik kare çikolatayı köşesinden saplayarak yerleştirmişler ki görüntü pek hoş. Tabii ki onu son lokmalara saklıyorum. Ödememi yapıp, zaten sevdiğim çalışanlar için bayramın gereğini de zevkle yerine getiriyorum.

Daha az Türkçe konuşma duyarak, gittikçe artan Arap harfleri görerek sahile iniyor, İskeleden kıvrılıp eve doğru yürürken ve artık takılma zamanları gelen mekânımız Hut'u da geçmişken karşıdan gelen kişi dikkatimi çekiyor. Önünü kesiyorum ve gülerek sarılmaca: Ortaokul arkadaşım, en son, belki 20 yıldan aşkın bir süre önce karşılaşmış, İstanbul'da yaşadığını ve polis olduğunu öğrenmiştim..

Aslında bir kaç haftadır, markete falan gidip döndüğümde, onu Mavi Pub'ın karşısındaki kaldırımın banklarında, sırtı denize yüzü bana dönük şekilde otururken görüyordum. İki kez niyetlenmiş, sonra "Benzetiyor muyum?" diye düşünmüştüm. Sonraki günlerde gidip yanına oturmaya, tanımazsa da "Sen Oktay mısın?" diye sormaya karar vermiş ama rastlayamamıştım.

Laf lafı açıyor elbette, sohbet şeker gibi. Onun eşinden boşandıktan sonra Litvanyalı bir kadınla İstanbul'da tanışıp evlendiğini, 11 yıl Litvanya'da yaşadığını, eşi ölünce de oturma izni olmasına rağmen döndüğünü öğreniyorum. Sonra birlikte yürüyoruz ki bana çok yakın bir yerde oturuyor, uzun uzun konuşuyor, bizim evi gösteriyorum, telefonlarımızı kaydediyor ve vedalaşıyoruz.


Bayramın son günü. Hava ıslak. Soğuk. Öğlene doğru çıkıyorum evden, bugün dışarıda bir kahve içeceğim. Mekân kafamda son derece net!

O zaman diyorum ki coşkusu tavanda ben: "Hadi canlarım, bütün hücrelerim, heyecanlarım, sevinçlerim: kahveleeerr bendeeeennn!"

Hep birlikte, şen şakrak şarkılarla, dalıyoruz sokağa. Varıyoruz yeni açılan, gençlerin daha çok takıldığı kitap kafeye, ancak görüyoruz ki iğne atsak yere düşmez. Verandası ise soğuk.

Sesleniyorum yeniden:

"Peki millet üzülecek miyiz duruma?"

"Tabiii ki hayırrrr!!!

Martı Gölü Bale Suiti/22 Mart


Diyerek haftalar önce yazımda söz ettiğim, gözüme hoş gelmenin yanı sıra aklımı da başarıyla çelmiş kitap kafeye gideceğim; bugün sokağa çıkma nedenim O. Önce bir şeyler atıştırmalıyım. Ramazan boyunca kapalı olan Mavi açılmış. Heyecanlandırıyor. En sık kullandığım sokaktan kıvrılıyorum; öncesinde bir şeyler atıştırmak için... Üçüncü paragrafta söz ettiğim üzere bu işlem tamamlanınca ağır adımlarla yürüyorum, önce önünden geçerken içeri bir göz atıyorum. Tam hayal ettiğim sakinlikte! Hava da İrlandalı ki bu da güzel. Eksik olan kahve öncesi bir şat İrlanda viskisi... ve elbette kahve sonrası bir şat daha...


Sahile çıkınca sola kıvrılıyorum, sıra sıra ve tıka basa dolu kahve mekânlarının önünden geçiyor, yeni açılan, şık ama bana hitap etmeyen, geleceğim şimdilik şüpheli Happy Moon's'a da göz atıyor, oradan karşıya, deniz tarafına geçip geri dönüyor, fotoğraf çekiyor, az sonra geçip oturacağım kahvecinin sokak başında durup onun da paparazzi fotoğrafını uzaktan çekiyorum.


Biraz daha vakit geçsin ve havanın gri hali ve bahar gününde kış tadı kahvenin tadını körüklesin diye uzak gemiler ve iskele göz alanımdayken, ağır adımlarla ev yönüne doğru yürüyor, bir süre sonra geri dönüp sokağa kıvrılıyor, şirin mekân Moena'nın bir kaç basamaklı merdivenini keyif adımları ile çıkıyorum. Baristanın önündeyim. Hemen soldaki menüye göz atıyorum. Öncesinde gözüme kestirdiğim masama gittim, sırt çantamı karşı sandalyeme koydum.

"Bir Americano lütfen."

O nedense self servis olmadıklarını söyleme gereği duyuyor, oysa ben kitapların olduğu bölüme geçmeyi, onlara göz atmayı düşünüyorum kahvem hazır olana kadar.


Çok tatlı, kibar ve çalışkan bir genç kız, çok hoş bir fincan ve altlıkla getiriyor kahvemi. Teşekkür ediyorum. Görüntü, üzerinin köpüğü bana başarılı bir kahve olduğunu fısıldıyorlar. Bu kez çantamdan yeni başladığım 2019 yılında yayınlanmış İrlandalı yazar Kevin Baryy'nin polisiye tadındaki kitabını çıkarıyor, güzel müzik eşliğinde okumaya başlıyorum. Bir kaç dakika sonra tadının oturduğunu düşündüğüm anda kokusu cennetlik kahvemden ilk yudumu alıyorum. Gidip baristayı öpebilirim. David People'ın Americano'su kategorisine ekleyebilirim onu da.


Uzun zamanlara yayıyorum keyfimi. Hani bir kahve daha içsem yeri, çünkü andan çok mesudum, mekânı sevdim. Son yudumu da götürünce, toparlanıyorum. Ödememi yaparken "Ellerine sağlık, çok beğendim kahveyi, çok başarılıydı," diyorum, tip box bakınıyor, göremeyince soruyorum. O da bana Lösev'in kumbarasını işaret ediyor. Zaten bağışçıları olduğumu söylüyorum, ayrıca bahşiş kutuları olmamasını da takdir ediyorum. Onun da çocukluktan beri bu mahallede yaşadığını öğreniyorum, eski hallerini anlatıyorum, şaşırıyor biraz. Çıkarken Enn Sevdiğim Kadın'la adaş ve biriyle konuşmakta olan genç kızın sırtına dokunuyor ve teşekkür ediyorum. Mekânla ilişkimiz şimdilik sürecek gibi gözüküyor. Tabii ki akşam arayan Enn Gurme Kadın'a bahsediyorum. Onun tadımından sonra Moena Books & Coffee'nin kaderi çizilecek ve o zaman belki de ben ona dair özel bir yazı daha yazacağım.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP