Efsane Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Efsane Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2022 Salı

Fuarın Lozan Kapısında Bir An

1.Bölüm


+18

Rahatsızlık Verebilecek Kelimeler İçerir!



...
Herkes kendi cesaretince birini seçerken, onlar da öylesine bakınıyorlardı. Öylesine bir aşk özlemi çekiyorlardı ki en romantiğinden... Güzel bir akşamdı. Oraları, onlar başka türlü anlamlandırıyorlardı. Ev gibi kutsal, sıcak anlamlar yüklenmiş bir mekânın 'genel' takısıyla tanımlanmış ve çoğaltılmış hali, toplumun çoğunluğunun ahlaki yargılamalarından bakınca aslında insanlara nasıl da iğrenç geliyordu.

Dolayısıyla o mekânların işçileri de...

Evlerden birinin ışığında, kendi ışığını etrafına yayan, sanki bir sosyolog gibi diğer kızlara yaptıkları işin herhangi bir yerde çalışmak kadar onurlu, hayatın bütün orospuluklarından bakınca da yaptıkları işin aleniyetinin "delikanlılığından", lafları, eylemleri oraya buraya çarptırmadan yaşama biçimlerinin dürüstlüğünden söz ediyor sanılırdı. Hiç tarzı olmadığı halde o genç kadın, kaçınılmaz bir şekilde onu çekti. Göz göze geldiklerinde değerler silsilesine çok şeyin katılacağını görmüştü. Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü komidinin üstünde duran, ara verilmiş, kapağı üstte dönük kitaba takıldı: Kitap, o sıralarda okumakta olduğu Judith Guest'in Sıradan İnsanlar'ıydı.*...





1 Yıl Önce

İzmir'e veda yolundayız. Kordon'da bir tur atıyor ardından dün akşam izleyip hâlâ duygusal etkisinden kurtulamadığımız Hisseli Harikalar Kumpanyası'nın bıraktığı izler yüreğimizde, elimizde arkadaştan ödünç alınmış, dönemin en iyi fotoğraf makinelerinden biri olmasına rağmen flaşsızlık yüzünden dün gece çekemediğimiz fotoğraflar için fuara doğru yürüyoruz. Lozan kapısına yaklaşıyoruz ki bir anda bölgedeki tüm yapılar flulaşıyor, siliniyor ve bizim gözlerimiz normalde abla diyeceğimiz, 30'lu yaşlarında iki kadına odaklanıyor.

Bugünün diliyle tanımlamak istersem, tam anlamıyla bir Almodóvar sahnesindeyiz.

Eriyip bittiğimizi, hayal enstantanelerimizin film şeridi gibi aktığını, fena halde heyecanlandığımızı inkâr etmeye hiç gerek yok. İki çok şık, sempatik, fotoroman karakteri gibi -genç- kadın.

Ben ilk etkiden kurtulur kurtulmaz anlıyorum ama arkadaşım ulaşılmaz olduklarını düşünüyor, "orospu" olabileceklerine hiç ihtimal vermiyor; ona göre asla ulaşamayacağımız iki hayalle karşı karşıyayız. Ben ilk çarpılma anının ardından çakıyorum manzarayı; çünkü tıfıl yaşlardan bir birikimim var.

7 yaşımdan itibaren mağazaya gidiyorum; hafta sonlarında, okul tatillerinde, çalışıyorum. O zaman sanayi siteleri yok, yedek parça mağazaları, rulmancılar kozmopolit, son derece canlı Bankalar Caddesi'nde ve Cumhuriyet Meydanı civarında. Amerikan arabalarının her çeşidi trafikte. Mağazaya her cins insan geliyor; doktorundan avukatına, fabrikatöründen çiftlik sahibine, tamircisinden şoförüne kadar; hepsi Amerikan arabaları kullanıyorlar ve bazılarının özel şoförleri var. Müşterilerden kadın olan ve yaşı da epey olan biri, sonra başka biri ve daha başka biri dikkatimi çekiyor. Bir süre sonra bu tatlı teyzenin aslında genelev patroniçesi olduğunu, diğer ikisinin de çalışan kadınlar olduğunu kavrıyorum; birikimleriyle taksi almışlar, şoförleri var ve ikinci bir gelir kapısı; çünkü yaptıkları işin uzun süreli olamayacağının bilincindeler. En ufak bir aşağılama yok ve benim için tatliş, işleri güçleri olan kahramanlarımken büyüdükçe gerçeklerle karşılaştığım, sorguladığım, normal hallerinde, çocuklarıyla ilişkilerinde gerçekten sevimli bulduğum kadınlar. Onlara birer masal kahramanı gözüyle bakıyorum, anlıyorum ve küçümsemiyorum. Ve bu duygum ve bakış açım, aklım pek çok şeye erdiğinde de değişmiyor; çünkü çocukluğumun tanıklıkları güzel insanların yaşadığı, saygının kıymetli, giyimlerin özenli, şık lokantalarda kolalı beyaz peçetelerin olduğu yıllara ait. Ayrıca o zaman genelev de şehrin en merkezi noktasında, hiç de aşağılanan bir yer değil, şehirle içiçe. Komşusu ise ağırlıkla emekçi kadınların vardiyalı çalıştığı sigara fabrikası. Elbette bir iki meyhane de var. Bir kaç yüz metre ilerisinde de şehrin en önemli, trafiğe kapalı, şık mağazaların olduğu alışveriş caddesi. Yıllar sonra bir belediye başkanı tarafından yıkılacak genelev; arsa, taaa kutsal topraklardan getirilmiş zemzem suları ile yıkanacak ve yerine kocaman bir cami ve alışveriş merkezi yapılacak! Ve sektör kontrolsüz, denetlenemez bir biçimde evlere taşınacak.

Çocukluğumuzda bizim evde bir tatlı yapılıyor mesela, ki adı "orospu tatlısı", elbette bu tanım küçültücü halinden bağımsız bir sevimlilik içeriyor bizde; o adı kullanmak sevimli geliyor; asla bir aşağılama vurgusu değil.

Bizim henüz doğmadığımız yıllarda, kapıların altından ve aralıklarından rüzgârların girdiği evde yaşadıkları zamanlarda bizimkilerin tanıdıkları, bizim için bir masal kitabındaki karakter olan o komşu kadını, tatlı evde her yapıldığında anıyoruz ve o  kadını tanımak istiyoruz; çünkü insanların henüz öğütücü olmadığı, insana insan gözüyle bakıp dedikoduyu kapıdan içeri sokmadıkları yıllar... ya da biz çocuklar tatlıdan yola çıkarak bir masal dünya yaratmıştık kendimize, kahramanını görmek istiyorduk.


Arkadaşım çakılıp kalmış ve sahnenin içinde yok olmuş beni sürekli dürtüyor. Ben zaten hayal dünyası geniş, şıp diye senaryolar yazıp, üstelik yazmakla kalmayıp o senaryoyu ânında yaşayan biriyim. Sahne çok hoş: Henüz ergen sayılabilecek genç çocuklar ve ergenlerin en flaş fantazisinin başrolü iki yetişkin ve inanılmaz hoş kadın. Biraz sonra yürüyecek, yüzümde enfes bir gülümseme ile lafa girecek, çok hoş bir sohbetle, üstelik onları da güldürerek ilk adımı atacağımı biliyorum. Ama önce bu çok şık ve çok hoş iki kadını zihnime doya doya kazımak istiyorum. Çünkü uzak gülümsemem bir karşılık buldu ve o karşılığın, o enfes gülüşlerin tadından başım iyice dönsün istiyorum.

İkiz gibiler, aynı saç modeli; kısa kesilmiş, kulak hizasından içe kıvrılmış, gülüşleri kadar pırıl pırıl saçlar. İki aynı elbise ama biri Almodóvar kırmızısı ve minik bahar çiçekleri var üzerinde, diz üstü etekleri rüzgarda uçuşan, üst bedeni ise gögüs çatalını tadımlık gösteren diktörtgen kesim ve geniş askılı, sıkı sıkıya oturmuş, göğüslerin sütyene ihtiyaç duymadıkları kadar hoş bir elbise ve onu tamamlayan mavi renkli kontrast minik küpeler ve mavi ayakkabılar. Diğer kadındaki ise aynı kesim, aynı desenli elbisenin çok hoş, laciverte yakın bir mavisi... Hoş kırmızı, tonu mavinin tonuyla uyumlu kontras küpeler ve ayakkabılar.

 Durum, bir an ikiz olabileceklerini bile düşündürtüyor. Ya da çok iyi arkadaş.

Biz de iki iyi arkadaşız!.

Sohbet çok hoş, konuşmaya bayılıyorum. Elbette bütün hünerlerimi döküyorum ama bir yandan da biliyorum ki onlar kaçın kurası. Arkadaşıma bakıyorum arada ki o yaşayacaklarının mutluluğunu şimdiden hissediyor. Gülümsüyorum ona, bu, bir işler yolunda mesajı. Çok tatlı sohbet devam ediyor; bu hayatta en bayıldığım anlardan biri, çekingenlikten bir sıçramayla oluşmuş  özgüvene yükselme süreci; tadını çıkarıyorum. Bir süre sonra arkadaşıma işaret ediyorum. Gülerek geliyor. O gelirken onların fotoğraflarını çekmek istiyorum çünkü bu ânın bir benzerini, bu niteliklere sahip ve bu işi yapan, son derece seçici kadınlarla insan çok nadir rastlaşabilir ve yaşayabilirse eğer bir kez yaşayabilir bu hoşluğu;  bunu bilecek kadar -çok genç ve henüz taze yirmi olsam da- tecrübem var. Ancak arkadaşım henüz yirmiye varmadı, bir kaç ayı var ve o küçük!

İşaret ediyorum ve yanaşıyor. Tanıştırıyorum.

Sevinçli!

Birlikte dondurma yemeye gidiyoruz, çok hoş iki kadınla flörtöz ama ölçülü bir sohbet ve yaşadığımız süreç, arkadaşımı hayal kırıklığına uğratsam da hayatımızın en güzel ânları hanesine kaydoluyor. Elbette onlara bu hoş arkadaşlıkları için çok şık ama minik iki hediye almak için olduğunu söylemeden, bir kaç dakikalığına ayrılacağımızı ve hemen döneceğimizi, burada beklemelerini söylüyoruz. Hediyelerimiz varlıklarından çok inceliğimiz açısından önem kazanıyorlar. Yaklaşımımızı ve yaşadığımız anı kıymetlendiriyor bu tavır. Sonra bu kısa ama hoş arkadaşlık için teşekkür ediyor, arkadaşça vedalaşıyor, sarılıyor, arkadaşça öpüşüyor, el sallaşıyor ve yola revan oluyoruz.



Anlatıcının notu: Romantik bir yanım olduğu kesin, bazı anları kıvamında bırakmayı erken yaşta öğrendiğim için kendimi hep sevdim. O an ve süreç bir insanın başına tüm hayatında çok nadir gelebilecek türdendi. Onu yatağa taşıdığımızda, işin içine para girecekti, elbette onu bir zarfla yatağın ucuna bırakacaktık ama o zaman tüm hikâyenin sıradanlaşacağını bilecek kadar duygusal birikimim vardı ki sonra yola devam ederken arkadaşıma "Hevesini kursağında bıraktım ama..." diye başlayan açıklamalarıma devam ederken onun da bana hak verdiğini gördüm. Yatağa götürmediğimiz sürecin tadıyla yol alırken, dondurma teklifimi kabul ettirmem ve o şahane sohbetin ardından, bir saygı eksilmesi yaşamadan, ânı ve iki tatlı kadını sıradanlaştırmadan geçirdiğimiz dakikaların tadını çak yaparak ve kutlayarak başarımı, yola devam ettik.



Devam edecek...

*Yukarıdaki alıntı blogdaki bir yazı dizisindendir!

8 Aralık 2022 Perşembe

Çünkü Eylül O

Öncesi

Hep birine aşık olmak, bu ne menem bir şeydiri tatmak, doya doya yaşamak istediğim bir süreçteyim bir kaç yıldır; ancak o kızla bir türlü rastlaşamıyorum. Ve dolayısıyla hayalimdeki aşkı bir türlü tadamıyorum. Zorlayarak bünyeyi oraya birini yerleştirmek, yanıp erimek, onunla sırılsıklam olmak istiyorum ama elimdeki senaryoya uygun, o hissi körükleyecek ilişkinin ötekini bulamıyorum.

Tüm yaşadıklarım, bugünün deyimiyle aşk diye yaşadıklarım aslında sanal ve daha çok da bedensel, biliyorum.

Babamın bir acelesi var, belki de kuvvetli bir his onu tetikliyor, bunu seziyorum. Benim bir kızla çıkıyor olmam onu hep sevindiriyor, her seferinde olaya bu kız o kız hissiyle yaklaşıyor ama bunu bana asla çaktırmıyor ve bu konular üzerine tek kelime bile etmesek de, ben durumun farkındayım.

Ve aslında zaman zaman üçüncü şahıslar tarafından kulağıma da fısıldanıyor ve bu seyahatim baba için bir umut: Torunlarının annesi olacak kızla dönebilirim; oysa ben daha çok taze yirmiyim.

Bulunduğumuz sitenin yaş ortalaması epey yüksek, gecesi ıssız. Bizse akmak istiyoruz geceye; o halde başka sitelere gidebiliriz. Rastgele deyip çıkıyoruz. Fırtına dinmiş yaz geri gelmiş bir akşam. Biraz ilerledikten sonra adını yanlış hatırlamıyorsam Doğan 1,2,3... diye giden sitelerden birine varıyoruz. O yıla göre son derece modern, bir kaç havuzlu, aydınlatmaları şahane, canlı ve yaşayan bir noktadayız; dedenin sitesi ile kıyaslanamayacak kadar da cıvıl cıvıl bir ortam. Bize uyar!

Biraz takılıyoruz, havuz başında bir şeyler içiyor, bize burada ekmek yok deyip arabaya yönelirken tam; bizim sitede gündüz gördüğümüz kızların burada olduklarını fark ediyoruz. Gündüz yakın masalarda oturduğumuz ilk karşılaşmada kolalarımızı bitirene kadarki süreçte sinyali almıştım ve sağlamdı. Şimdi geceydi ve biz tam da siteye dönmek üzereydik ve saat geçti.

Kızlar ve yanlarındaki küçük oğlan da dönecekler, aldığım his bu. Yaklaşıyorum, selam veriyorum; aldığım tepki hoş ve sizi tanıyoruz tadında. Birlikte dönebiliriz, diyorum, hoş bir gülümseme ve birlikte dönüyoruz ancak ufaklığı ekmemiz gerek.

Hayatta bazı anlar vardır, birini ekmek istersiniz, bin türlü numara yaparsınız ama o tutkal bir türlü çözülmez ve o kişi de kalkıp gitmez; işte tam anlamı ile bunu yaşıyoruz yol boyunca. Oysa kızlar çok tatlı, biz de çok tatlıyız ki tek kelam etmemişken bir sözümle güvenip arabaya bindiler. Yol boyu ne mekânlar geçiyor gözümüzden, ve ne hoş bir şifre ile miniğe çaktırmadan planlar yapıyoruz ve akılan ve biraz alkollü gecenin sonrasında kumsalda sadece öpüşerek, sarılarak, belki uyuyarak ama birlikte sabahı ettiğimizin, ten sıcaklıklarımızı birbirimize bıraktığımız bir vedanın hayallerini kuruyoruz.

Sonuç itibari ile gün ışıdığında, kahvaltı sonrası ayrılacağımız bu limanda çok tatlı anıları cebe atıp, kimbilir belki de tek gecelik ama sırılsıklam bir aşkı geride bırakıp, kanatlanmış ruhlarımızla yeni noktalara hareket edeceğimiz enfes bir sabah fırsatını -ufaklık yüzünden- kaçırıyoruz.

Henüz yolun başındaydık, yaşadığımız kısa an çok tatlıydı, önümüzde çok canlı, çılgın coğrafyalar vardı. Bizi ne türden tanışmaların beklediğini, kumbaralarımıza ne anılar atacağımızı bilmiyorduk.

Büyüklerimize çok teşekkür ederek arabaya doğru yürüyoruz. Kızlar aklımızda, kısa süreli pek keyifli flörtöz anlarımızın ortakları iki çok güzel ve tatlı kız, bir selam çakmak isterdik elbette ancak yolcu da yolunda gerek. Marşa basıyorum, siteden çıkıyor, Eylül'ün sıcaklığı ve anısı bedenimde, yeni hikâyelere doğru sabahın enfes serinini hissederek ve bir kaç saniye içinde 4.vitese ulaşarak devam ediyoruz.



Fuarın Lozan Kapısında Bir An

7 Aralık 2022 Çarşamba

Eylül'de Gel

1.Bölüm


2.ve 3.Gün

Ortaya Karışık


Abant çıkışında, enfes çam ormanlarını yol kenarında durup uzun uzun seyrediyor, bol bol da fotoğraf çekiyoruz. Sonra otelde yapılmış enfes kahvaltının keyfiyle yola devam ediyor, teypten gelen bu yolculuk için özel kaydedilmiş müzikler eşliğinde Düzce'den itibaren düzlüklerin tadını çıkararak, neredeyse yolun tamamında emniyet şeridini sıklıkla kullanarak ilerliyoruz.

Elbette bu çocukça bir tavır, ama gençlik de böyle bir şey işte.

Kilometreler hızla eksiliyor ve İzmit'e varınca İstanbul'a selam çakıyor ama biz sola kıvrılarak ve rotayı bugünkü hedefimize çevirerek varış noktamıza doğru gaz kesmeden devam ediyoruz. Sıklıkla İstanbul yönüne devam ederken hayranlıkla izlediğimiz Gölcük bu kez enfes ve yakın plan görüntülerini sunuyor bize. Termal'de kaplıcalar coğrafyasında park ediyoruz. Atamızın izlerinde dolaşıyor, fotoğraflar çekiyor, ona hayranlığımızı katmerliyor, sevgi ve saygılarımızı sunarak coğrafya ile vedalaşıp rotayı Uludağ'a doğru çeviriyoruz. Co pilotum çok mahir, önden haritayı açıyor ve her seferinde yeni güzergâhı belirliyor. Sonra da yolu bana kusursuz tarifliyor ve her noktaya elimizle koymuş gibi ulaşabiliyoruz ve şimdi Uludağ'ın zirvesindeyiz.


Hava keskin lakin bizim montlar ince, sonbaharlık. Biraz turluyoruz ki pek çok mekân kapalı. Ama İbo açık. O halde İbo! Pirzola söylüyor bir de salata ekliyoruz. Son yazda kış yaşamak keyifli. Şömineden gelen odun kokusu, dışarıdaki az sonra kar yağacak hissi veren puslu hava hoş. Biz bir günde iki mevsim diye düşünürken o an, günün sürprizlerinden tabii ki habersiziz, çünkü serpiştirme başlıyor. Ânın keyfini elbette sıyırana kadar çıkarıyoruz; küçük şişe şarap söylüyoruz ama ben sürücü hassasiyetini gösteriyorum bu kez. Karnımızı doyurmanın ardından da yola revan oluyoruz. Usuldan ve az sonra yok olacak bir kar altında ilerlemek pek hoş. Güzel müzik seçkimiz doğayla pek uyumlu, kaloriferden gelen ısı anne şefkati gibi. Oysa an itibari ile hayat bize gelecek günler için başka başka şefkatler hazırlıyormuş da henüz bizim haberimiz yokmuş.

Tabii ki hayallerimiz var!


Dağdan Bursa'nın varoşlarından birine iniyoruz. Sokaklar sakin fakat Cengiz sazı eline alıyor, çünkü duvarlarda yazılı sloganlar bizden değil. Beni bildiği halde korkutma parodileri yapıyor. Diyorum ki "Oğlum plaka beni kurtarır," sonra referans adlar var aklımda derken ve şakalaşırken bu kez bizden sloganların duvarları süslediği sokakları geçmeye başlıyoruz. Kaset hemen değiştiriliyor ve gün gelir zorbalar kalmaz gider, sözlerini de içeren marş başlıyor ve biz pek çok yer geçtikten sonra Erdek tabelasını görünce de direksiyon ona doğru kıvrılıyor. Erdek benim için önemli, hiç görmediğim bir yer ama çok duyduğum. Çünkü orada Ziraat Bankası kampı var ve her yaz enn amcam halamı ve babannemi o kampa götürüyor, dolayısı ile evde çok lafı geçiyor ve bir tasavvurum var; şimdi o merakı giderme zamanı. Hava sert, rüzgarlı, denizse dalgalı, araba neredeyse yerden kesilecek. Hiç inmeden bir tur atıyor ve dönüyoruz. Sevdim, romanı burada bir evde oturup ve tam da bu mevsimde yazabilirim.

Mudanya'dan geçerken uzun yıllar sonra orada enfes bir akşam yaşayacağımı, kayaların üzerinden denizi dinleyeceğimi, şahane bir kadını tavlada fena yeneceğimi hayal bile edemiyorum.

Sonuçta pek çok yere uğraya uğraya Çınarcık'a varıyor, siteyi elimizle koymuş gibi buluyoruz. Eski bir site, belki de Çınarcık'ın en eskisi, nedense Atatürk'lü yılları çağrıştırıyor bana. Ve ilk anda siyah beyaz filmlerde denize giren Atatürk geliyor aklıma. Kalacağımız mini daire Cengiz'in dedesinin. Dede önemli bir şahsiyet, Atatürk'ün koruma polislerinden biri. Sonrasında antikacı. Cengiz'in tam adında Han da var ve üstelik soyadı bir şehrimiz. Dede'nin bağışladığı kılıçlardan biri ki Cengiz Han'a ait, Topkapı Sarayı'nda. Cengiz'lerin evinde olan bir tanesini ise benim de sallamışlığım var. Fakat babaanne bir tane, bizi doyurmadan salası yok. Arabayı park ediyor ve çıkıyoruz onların katına. Atatürk'ü ve geçmişi buram buram yaşadığım bir zaman dilimindeyim sanki. Eller öpülüyor, biraz sohbet ediliyor, sonra sitenin sosyal alanlarına doğru hareketleniyoruz. Hava kapalı ve deniz coşkulu. Giriyoruz site lokalinin kapısından içeri. Bir masaya çöküyor iki kola söylüyoruz. Masalardan birinde kadınlar kağıt oynuyorlar. Bize yakın bir masada ise biz yaşlarda iki genç kız ve bir küçük erkek çocuğu var. Bu masayı özellikle seçmiş olabiliriz! Çünkü kızlar ilk kez gördükleri ve buraya ait olmayan uzun boylu bu iki genç adamı fark ettiler.

Deniz coşkulu, hava kapalı.

Bir anda dalgalar duvarları aşıyor.


Ve o kaçınılmaz göz teması kuruluyor.


Çünkü Eylül O...

24 Ağustos 2021 Salı

Bas Gaza Kaptan Bas Gaza

1.Gün

Dün akşamı çadırın üst koruyucusunu aramakla geçiriyoruz. Bulamayınca acaba verdiğimiz birinde mi kaldı? diye düşünüyor, buluruz umuduyla şehire inmeyi bile göze alıyor ama orada da olmadığını görüyoruz. Olsun, nasılsa yağmur yağmaz deyip diğer malzemeleri atıyoruz bagaja. Hayatta en bayıldığım şeydir yol heyecanı ve yolda olmak. Nelerin beklediğini düşünmek, hayalini kurmak masal gibi geliyor olmalı ki uyuyabiliyorum. Yola erken çıkacağız; ilk hedefimize varmamız için bu gerekli. Eylül 1980'nin 1'i. Uyanıyorum. Ev halkı ayakta. Bagajı son kez gözden geçiriyoruz. Cengiz'in bagajları için yer ayrılıyor. Vedalaşıyoruz. O gün değil ama bugün yazarken gözlerim doluyor. Babam. Şahane adam. Biliyorum ki yüreği atıyor, endişe duyuyor ama bu kapsamda bir yolculuğun bu yaşta  bir kere yapılabileceğini biliyor. Bağrına kimbilir ne taşlar basıyor. Bana, sürücülüğüme güvendiğini biliyorum, aksi durumda sadece bu seyahat için bir araba almaz, benim de farklı ulaşım araçlarıyla gitmem için gerekeni yapardı. Bizim üç harfli 5.25'in içi gidiyor, göz göze geliyoruz. O da bir genç, benimle vakit geçirmeyi seviyor, yaşadığımız maceralara bayılıyor ki aramız fazlasıyla kanka, sırdaşım. Israrcı olsam onla da gidebilirdik ama O bizim! Turuncu ise benim için. Seviyoruz birbirimizi, ilk anda. Eski ve çok sevilen, daha sonra oto aksesuarları dükkanı açan tatlı bir Abi'den aldık Turuncu'yu. Dönüşte satılacak ve edilen kârla benim masraflarım çıkacak. İş adamlığı budur! İşte o taksici abiyle arabayı aldığımızda birlikte gelmiştik mağazaya. Evladından ayrılacakmış gibi endişeliydi. Kime teslim ediyordu? Park yerinden çıktıktan, dar sokaktan ana caddeye döndükten sonra ve biraz ilerleyince bana döndü. "İçim çok rahatladı," dedi, "senin elinde bu arabaya bir şey olmaz."

Ev halkıyla vedalaştıktan sonra evin önünden ayrıldım. Annem arkamdan su döktü. Babannem tespih çekip dualar okudu. Kardeşlerim ben bahçe kapısına gidene kadar ardımdan el salladı. Kapıyı açmak için indim. Çıktım. Bu kez kapatmak için indim. Ev halkı evin önünden bana bakıyorlardı. El sallaştık. Yola çıkıp sağa döndüm. Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Bu şömineli yazlık bir konuşsa var ya!  Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar. Çıkıyoruz yola. Bir büyük hayal gerçekleşmişcesine çığlıklar atıyor. Kaç kere çak yapıyoruz. Şahane kasetlerimiz var. Ankara yoluna kıvrılıyorum. Sonra bas gaza şoför bas gaza.

Giriyoruz Ankara'ya, Cengiz İş Bankası mavi çek alacak. Onu hallediyoruz. Set'in terasında yemek yiyoruz. Kuzeniyle kaldıkları eve gidip biraz dinleniyoruz, sonra da ilk konaklama noktamıza doğru yola çıkıyoruz. Kızılcahamam'dan geçerken durup fotoğraflar çekiyor. Sonra devam ediyoruz. Sollamaya yol müsait olmadığında sağdaki emniyet şeritlerinden geçiyorum arabaları ki bundan çok zevk alıyoruz. Ahhh çocuk-gençlik işte! Bazen üst model güçlü arabalarla kapıştığımızda radyo antenini indiriyor tüm camları kapatıyoruz ki hız kesen unsurlar sıfırlansın. İstanbul yolunun Ankara sonrasını zaten çok sever, çok da keyifli bulurum. Hava kararmaya başlıyor. İşte tabela göründü. İniş hamlelerine başlıyorum ve sola dönüyorum. Adını çok duyuyor, takvim sayfalarındaki fotoğraflarına bayılıyoruz. O'na yolun, çam ormanlarının tadını çıkara çıkara varıyoruz ki hava iyice karardı. Turban'ın önünde park ediyorum. Müthiş bir serinlik; hani Eylül'den utanmasam kış diyeceğim. Giriyoruz kapıdan içeri, otel sakin. Resepsiyonun önündeyiz. "Oda lütfen," diyoruz. "Oda malesef," diyor papyonlu smokinli resepsiyon görevlisi. O ara hafifçe bankoya eğiliyor Cengiz, tişörtünün küçük cepinden mavi çekin kimlik kartı görevlinin önüne düşüyor. Kimin arkadaşı! Ve onun büyüsü ile bir anda şıp, otelde oda boşalıyor!

Gece ve Göl manzaralı odamıza geçiyoruz. Biraz uzanıyor, balkondan Abant'a bakıyor, şefkatli soğuk anne özlemi gibi yüzlerimizi okşuyor. Doğa elbirliği içinde. "Ne tatlı gençlersiniz siz bakim!" diyor. Duş yapıp üstlerimizi değiştiriyor ve göl manzaralı, miss gibi çam kokulu salona yemek için geçiyoruz. Havalı çocuklarız; iyiyiz ve karizmamızın içi boş değil; saatlerce konuşabiliriz. Gözler üstümüzde farkındayız. Salon çok hoş, sakin ve kalabalık değil ve sanki birbirine aşinaymış insanlar gibi bir sıcaklık var ortamda.

İki kuzu şis istiyoruz. "Bir de kırmızı şarap lütfen." Şahane bir tabak geliyor, enfes şişlerin eşlikçisi kuskus. Etlerin bu coğrafyadan olduğunu da düşününce nasıl bir keyif olduğunu hayal etmek gerek.

Zamana yayıyoruz keyfi, buluyoruz şişenin dibini. Sonra bu enfes doğada biraz balkonda oturup gölün sesini dinleyerek, şarabın rehavetiyle sızıyoruz.


Sabaha erken uyanıyoruz. Verandada, şu fotoğrafın açısından bakarak göle, enfes bir kahvaltı yapıyoruz. Ahh bu güzel, henüz kalabalıklaşmamış doğanın senfonik kokusu! Verdiği tazelik duygusu. Nefeslerimize nasıl bir tat katıyor. Sonra Turuncu ile uzun, ıssız ve yavaş bir tur atıyoruz gölün etrafında ve Otele dönüyoruz. Akşam bağlattığımız telefonun -o yılların normali olarak- hâlâ bağlanamadığını görüyor, eğer bağlanırsa burada ve sağlıklı olduğumuzu ve yola çıktığımızı söyleyin lütfen, diyoruz.


Taptaze bir hevesle, önümüzde bizi nelerin beklediğini bilmeden ama yaşama daha aşık bir coşkuyla yeni hedefimize doğru yola çıkıyoruz. Ana yola bağlanmadan önce iniyoruz Turuncu'dan, bu doğa harikasına bize yaşattığı unutulmaz bugün ve kattıkları için teşekkür ediyoruz.



Bakalım gelecek bölümde kısmette ne var?

Not: Turuncu çok yakın zamana kadar aynı plaka ile bizim sattığımız kişideydi ve sıklıkla görüyordum. Sonra aynı sahiple rengi Bordo oldu. Taze bir bilgim yok çünkü pandemi bizi hayattan alıkoyuyor.

2.Bölüm için buradan lütfen!


23 Ağustos 2021 Pazartesi

Rastlaşmaca

5.Gün

Dün öğle üzeri İzmir'e giriyoruz; 1980 yılının 4 Eylül'ünde. Mustafa Amca İzmir Bayraklı jandarma Komutanı. Önce oraya varıyoruz. Kendisi yok. Evin tarifini istiyoruz, öylesine bir tarif veriliyor. Karşıyaka'yı sokak sokak, cadde cadde geziyoruz. Yok, bulamıyoruz. Yeniden dönüyoruz karargâha, "Adam gibi bir tarif verin, kabak başınızda patlamasın," diyoruz. Harita bile çiziliyor.

Yeniden Karşıyaka. Şimdi tadını çıkarabiliriz. Gözümüz çoğunlukla kızlarda olsa da, tadına vara vara, elimizle koymuşcasına buluyoruz bu kez siteyi. Kapıdaki asker de önce arıyor sonra gösteriyor evi; kendilerinin henüz eve yerleşmediklerini, eşyaların geldiğini onların da Orduevi'nde kaldıklarını söylüyor. Evde oğulları varmış. Bu piyango. Çalıyoruz kapıyı. Açılıyor. Sarılıyoruz. Cengiz'le tanıştırıyorum. Eşyalar denk halinde olduğu için de seriliyoruz halıların üzerine. Uğur Orduevi'ni arıyor, odayı bağlatıyor.

Mustafa Amca ve Türkan Teyze ev yerleşene kadar Orduevi'nde. E güzel! Biziyse akşam yemeği için Orduevi'ne davet ediyorlar. E bu da güzel!

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, püfür püfür Körfez esintisinde, Karşıyaka kızlarını kese kese varıyoruz Alsancak- Kordon'daki Orduevi'ne. Eller öpülüyor, kucaklaşılıyor, sarılınıyor, enn iyi iki arkadaşımdan Cengiz onlarla tanıştırılıyor, anne baba selamları iletiliyor.

Oturuyoruz masaya. O yılların Orduevi! Muhteşem. Orkestra içinde olduğumuz filmin  Big Band'i. Repertuvarsa bu güzel akşamı bir rüyanın farklı farklı katlarına taşıyor sanki. Kadehler teklif ediliyor, ama tokuşturulamıyor; büyüklerimizin yanında içemeyiz. Hem daha yaşımız ne ki! Mustafa Amca ile Türkan Teyze, rakılarını usul usul, hakkını vere vere içiyor. Laf lafı açıyor, şahane yemekler eşliğinde şahane bir akşam yaşanıyor. Gençlik yerinde duramıyor elbette. Eli öpülesi büyüklerimiz çok anlayışlı. Vedalaşıyoruz. Sonra İzmir kazan biz kepçe. Fuar'ı ihmal etmiyoruz. Medrano Sirki tüm ekibiyle orada. Temmuz'da bizim fuardaydılar. Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı orada izliyoruz. Erol Evgin'in Söyle Canım şarkısıyla hüzünleniyoruz. Çok keyifli bu romantizmden duygu yüklerimiz ile çıkıyoruz. Kesinlikle teselliye ihtiyacımız var. "Haydi Buraneros görev başına," diyor enn arkadaşım. Akıyoruz geceye ve epey epey geç vakit dönüyoruz eve.. Veda anlarının sızısıyla seriliyoruz yere açılmış yataklarımıza...

Sabah istikamet Çeşme; önce Çeşmealtı'nda -ben hariç- denize giriliyor. Sonra Çeşme Kalesi dahil ilçe talan ediliyor. O yılların enn popüler tatil köyü Altınyunus'a giriliyor, bir tur atılıyor ama  hava bayağı esintili, bir kaç fotoğraf çekiliyor, teknelere bakılıyor sonra vedalaşılıyor.

Şimdi ver elini Foça. Kordonda bir tur atıp gözümüze kestirdiğimiz yol kenarı, deniz manzaralı bir kafeteryanın önünde park ediyorum. Kenar bir masaya oturuyoruz. Bir şeyler içmeye niyetlenmişken ve sipariş verirken karşıdan gelmekte olan ve gözleri bizde üç bahriyeli yanımıza varıyorlar. Bir arkadaşlarının plakayı görünce dikkat kesildiğini ve beni tanıdığını söylüyorlar. E popüler adamım. Cengiz usulca klasik cümlesini kuruyor. "Olum seni burada da buldular!"


Gemiye davetliyiz. Hem beni tanıyan aşçı! Hazırlıkta olduğu için çıkamamış ve o nedenle arkadaşlarını göndermiş. Gidiyoruz gemiye, kıç güvertede masa kurulmuş. Çocukla kucaklaşıyoruz. Samimi olduğum biri değil, bir iki konuşmuşluğumuz var ama arkadaş değiliz. Tatlı çocuk ama. Bir de üst çavuş var orada, çocuklarla kanka. Rütbeler sıfırlanmış, muhabbet gırıla. Gemi komutanı üsteğmen, anlayışlı. "Hoş geldiniz," diyor, sonra çekiliyor. Yemekler yeniyor. Karpuz kesiliyor. Şahane sohbete, fıkır fıkır esprilere, komik anılara çaylar eşlik ediyor. Sonra poz poz, grup grup hatıra fotoğrafları çekiliyor. Fotoğraf çekilme anlarında görev değişiklikleri ile bizden hep bir kişi eksiliyor.

Yolumuz uzun bizim, akşam üstü İzmir'e veda. Önce Uğur'u bırakacağız, kopilotum haritayı açacak ve yeni hikâyeler için yola revan olacağız.



Hayatımın enn kıymetli, Che Guevera'nın Motosiklet Günlükleri'ne benzettiğim, unutulmazım bu seyahati yazmaya soyundum ama sanırım düzenli ve sıralı yazamayacağım, kervan yolda dizilecek bir bakıma.



Sevgili Şule'ye özel teşekkür; O Bergama demese, ben söz vermesem, sadece finali yazılıp yayınlanmış bu uzun hikâye, asla yazılmayacaktı.


3.Bölüm Eylül'de Gel için buradan lütfen.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP