Tarihi Bafra Pidecisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarihi Bafra Pidecisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2020 Cuma

Uçakta Bir Yolcum Var

Gün Pazar, sıkı bir uyku ve her zamanki gibi erken uyanma... Önce, uyuyamayacağımı düşünerek okumaya niyetleniyor, yan yastığımın üzerindeki kitabı alıp kaldığım yerden devam ediyor, bir kaç sayfa sonra da bundan vazgeçiyorum, çünkü: gün heyecan dolu, gün için bir hevesim var, o heves anına kadar da çok zevk aldığım ve böyle günlerde hep yaptığım bir eylemi yaşayacağım. Şu an, o saatlere kadar olan boşlukta zihnimi oyalamam gerek...


Salona geçip çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masadaki bilgisayarı açıyorum. Bebeliğini bildiğim ve şu hayatta tanıdığım en geveze Karga, hâlâ geveze. Birkaç yazı okuyup birkaç el de Laptop'la tavla oynuyorken ve yine ben kazanıyorken göz kapaklarım sinyale başlıyor. Sinyali alan uyku da her zamanki yetişkin tavrıyla "Hadi yatağa," deyiveriyor. Teklifi reddetmiyorum elbette... Üstelik; uzun yoldan gelinmiş ve henüz gün ışımasının elinin kulağında olduğu saatlerdeki, gözler yatağı özler tadında uykulara bayılıyorum.

 



Ve rüyalar alemindeyim...


                                                                                  .............



Bir uyanıyorum ki saat 11.30. Bu bir rekor!  

Yoksa bunlar cumartesi sabahı mıydı?  

Durumu netleştiremiyorum; günler bir an iç içe geçiyor.

Keyifli bir kahvaltı yaptığımı, özellikle kahve içmediğimi hatırlıyorum ama!

 Hımmmm?

Cumartesi akşamı bir kadehte keyfe keder ölçü şarap, minik parçalar halinde doğranmış üç peynirli ve yanında tırtıklı, yoğurt ve yeşillik çeşnili cipsler olan bir tabakla, sevdiğim, hatta bayım bayım bayıldığım Maigret'yi izlemiş, mutlu akşamın tadıyla sızmış, şahane de uyumuş olabilirim... mi acaba?



Yoksa o akşam Cuma mıydı?

Anlaşılıyor ki mutluluk doz aşımı yapınca benim aklımın eli ayağına dolaşıyor ve şu parlak zekâm da bir türlü işin içinden çıkamıyor.

Çok eğleniyorum ama! 

 

 

 



Normalimin dışında uyanmış olmak telaşlandırıyor beni, öncelikle benden beklenmeyecek bir disiplin örneği olarak her sabah sekiz buçuktaki randevuya sadık kaldığımız, neredeyse çocukluktan kankam hay tansiyon* ilacımı içmeliyim ki  ilişkimiz uzun yıllar süren kavuşamamanın ardından sanırım beş, altı yıl önce başladı. Normal bir insan olsam bu sürece gelene kadar, öngörülere göre ölmüş olacak ve aramızdaki bu sadakatli ilişki de gerçekleşmeyecekti. Bir avantajım vardı belki; sigara içmiyordum, fazlaca yürüyordum, aşırı tuzdan uzaktım, kilom normal, boyum uzun, özellikle takım sporları ile aram iyiydi. Laf aramızda uzun ve eğlenceli bir ilişkiydi bu. İlaç aramıza girdiğinden beri öylesine sessiz ki bazen sinüzit bu canım, yok yok migren sanırım, dediğim ama sonunda onun yüzünden olduğu anlaşılan, uzun yıllar birlikte yaşadığımız baş ağrılarımı özlüyorum. Hâlâ kankayız ama, ve seviyoruz birbirimizi...

Hızlı bir kahvaltı hazırlamalı, bir de kahve elbette, sonra da uçak kalkmadan alanda olmalıyım! Kahveyi bu kez kahvaltıyı aşacak miktarda yapıyorum, çünkü yolun keyfini çıkaracağım!

 


Biz hazırız sinyalinin ötmesiyle birlikte fırındaki ekmekleri alıyor, filitre kahvemi fincana süzüyor ve  bilgisayarda Flightradar'ın sayfasını açıyorum.


Telefon!

Tek tuş ve O.

 



Uçuş öncesi klasik cümlelerimi kuruyorum. Güleryüzlerle iyi yolculuklar sohbeti yapıyoruz. Akşamdan ayarlanan Taksicinin randevu saatinden sekiz dakika önce arayıp bilgilendirdiğinin altını çiziyor. İyi yolculuklar dileyip, sevgi sözcüklerini de şımarıkça ve gülümseyen bir lezzetle sıraladıktan sonra, uçak bende klasik vurgumu yapıyor, kahvaltıma devam ederken de arada bir ekrana bakıyor, Kaptanın sinyali açmasını ve uçağın ekranda görünür hâle gelmesini bekliyorum.



Ve sinyal açılıyor; Türk Hava Yolları'nın TK 2260 sefer sayılı Boeing 737'si görünür hâle geliyor. Bir kaç dakika sonra da taksiye başlıyor uçak. Şimdi pist başında... Son konuşmalar, yüksek gaz, yerinde duramaz ve ipini koparmış bir afacanlık, gem vurulamaz bir göğe kavuşma arzusu ile sanki zembereği boşalmışcasına ve gittikçe artan bir hız... Kafa bir hamle ile kalkıyor, az sonra da son tekerlekler pistle vedalaşıyor... Sonra sakince ve usul usul baş öne eğiliyor, kemerler çözülüyor, Marmara Denizi üzerinde sakin bir seyir başlıyor. Her şey kontrol altında!

Fakat uçuş numarası 2261 olmalıydı; o zaman, belki  çocuk sevinçlerim yetişkin halimin mizah konusu olacak ve dile gelecekti. Lisedeki okul numaramdı çünkü, buradan hareketle lafı uzatacak ne kelamlar edecektim kim bilir?!

                                                                                     ................

O ara bu yazıya başlıyorum ama sıkıntılı, çünkü eski arayüz gün itibari ile kaldırılmış. İlk izlenimlerime göre bir haftada bu yazıyı bitirebileceğim şüpheli! Paragraf mantığı ile satır arası yapılamıyor, dolayısıyla oluştur modundan HTML'ye geçiyor ve o boşluğu yaratacak kodları kendim ekliyorum!

Kahve, uçak takibi, bir şeyler yazma şeklinde devam ederken hayat okuduğum bir yazıdan Flight radara döndüğümde sayfayı yenilemem gerekiyor, bu yenileme de takip ettiğim uçağın izini kaybetmek demek. Tecrübeli bir kullanıcı olarak buluyorum uçağı ki inmek üzere... ve indi!

Uçağın boşalma süresini yeni havaalanındaki mesafeleri göz önüne alarak şöyle bir hesap ediyor, yeterli süre geçince de telefonu elime alıyorum.

Tek tuş ve O.

"Denizin üzerinden uçtunuz," hava atmasıyla başlayan, Kaptan hızlıydı ile devam eden, başka komiklik ilaveleri ile renklenen, şımarıklık parodileri ile efektlenmiş, bol gülüşlü, iki uçak arası planımdan söz ettiğim, sevgi sözcükleri ile pek çapkınca ve çok tatlı, içinde bira geçen bir sohbet! Aktarma uçağına 3 saat civarı var. O kahvesini içecek ki bulunduğu alanı kısaca tasvir ediyor; sohbet,  sevdiğimiz havaalanlarının sevdiğimiz mekanlarına doğru uzuyor. Laf aralarına da şu lanet ve gezme planlarımızı engelleyen süreçle ilgili serzenişlerimizi sıkıştırıyoruz.

                                                                                  .............

Canım, mekanlardan birine oturup bir şeyler atıştırıp bira içerken -ki hayalim kızarmış parmak patates, yanına biraz kızrmış sosis, belki de bir atıştırmalık tabağı eşliğinde- kitap okumak istiyor: Gün ışığında, yüksek volümlü müzik ve insan gürültüsünün henüz mekanlara çökmediği saatlerde, günün ve denizin sakinliğinde yaşansın diyor bu mizansen. Vakit an itibariyle uygun ve yolcumu İstanbul Havaalanı'ndan uğurlamaya yetişebileceğimi düşündüğüm kadar boşluk var!

Mini sırt çantama severek okumakta olduğum, aslında sıra onda değilken Sevgili Radyo Z'nin blog yazısında** rast geldiğim, ona yazdığım yorumda da bahsettiğim üzere öne aldığım, yazarını bilmediğim ama konuşma esnasında bahsedince, Enn Sevdiğim Kadının iki kitabını okumuş olduğunu öğrendiğim Wilhelm Genazio'nun Elden Düşme Dünya'sını, her olasılığa karşı yağmurluğumu, iki yedek maskeyi atıyor, serin ve kapalı havayı da gözeterek yanıma ince bir hırka alıyor, maskemi takarak çıkıyorum hayata.


Gün Pazar, saat öğle sonrası, hava güneşten yoksun fakat aydınlık, ısı hırkaya ihtiyaç duyuracak gibi!.. Basketbol sahasında kızlı erkekli bir kaç grup genç iki farklı potada maç yapıyorlar. Ağaçların altında piknik yapan bir kaç aile, sohbet halinde mi desem yoksa ayartma mı desem eylemselliği içinde sevimli bir kaç köpek, onların yakınlaşmasına diğerinin façasını kendi evlatlarının düzeyine yakıştıramadıkları için müdahale halinde sahipler, hareket halinde ve denizin kıyısına attıkları şemsiyelerinin altında pandemiye inat hayatın nefesini soluyan insanlar, karşı kıyıya uzayan deniz, çam ağaçları, salıncaklarda sallanan ve uzak hayalleri yüzlerinden okunan bir kaç kadın: güne sıcaklık ve nefes katıyorlar.

Yaşadığım coğrafyayı bir kez daha seviyorum. Bir an, önünden geçmekte olduğum arkadaş mekânına takılsam mı? diye düşünüyor, sonra kitabı okumak için bunun iyi bir seçenek olmadığına karar veriyor, o ara önüne geldiğim, uğrasam bir gün diye düşünmekte olduğum mekândaki insan sayısını istediğim sakinliğe uygun bulmadığım için  eliyor ve sonuç itibari ile bu eylem ilk aklıma düştüğünde orada olmaya karar verdiğim Big Yellow Taksi'nin önüne varıyorum: Dış masalar kalabalık, müzik tür olarak kitapla eşleşemiyor, üstelik ses bir tık yüksek.... bir yanım "Geç işte!" diye dürterken ağırlıklı tarafım bir kararsızlık halinde! Mekana geçtiğimde müziğe daha yakın olacağım, şu an en az otuz metre uzağımda çünkü, değerlendirmesini yapıyorum ve kesin kararımı verip geri dönüyorum?
  

 


Yürürken kafamda alternatif mekânlar oluşuyor, karnım aç mı? emin değilim, bir an bir kahve mekânına gitsem diyorum ama fikrimin kenarında bile yok. Daha önceden bildiğim, yürüme mesafesinde, pidesini çok beğendiğim, daha önce de söz ettiğim yerde, geçen gün Yemek Sepetinde öylesine bakınırken menülerinde fark ettiğim pideden yesem mi? şeklindeki bir düşünce usuldan usuldan tırmalıyor beni. 

 



O esnada okuma bankıma, Babamın ağaçlarının altına varıyorum.***

Oturup öylece denize bakınca, kafamdaki alternatifleri beynimin derin alanlarına doğru şöylece bir iteliyor, kitabımı ve okuma gözlüğümü çıkarıyor, bir çok anıyı yaşadığımız ve paylaştığımız banka iyice yerleşiyorum. Kitabı çok seviyorum, bir erkek karakter var, o anlatıyor, ben okuyorum. Elbette erkek anlatınca içinde kadınlar da oluyor: ve ilişkiler de elbette. Öyle geniş bir yelpazede kadın erkek ilişkileri değil tabii ki; buradakiler Abinin yaşama bakışını yansıtan, onun gözünden ve fikrinden yaşananlar! Bir ara üzerine yazarım sanırım! Sonra toparlanıp kalkıyorum, çünkü uçağını bekleyen ve uğurlamam gereken bir yolcum var!

Vakitse daralmış durumda!

Pide fikri güçlenip güçlenip neredeyse Birayla aynı düzleme geliyor. Hayal Kahvesi'ne göz atıyorum; öndeki masalar bana uymaz durumda, yan sokak boyunca uzayan masalar cazip fakat boş yer yok, gibi... Devam ediyor, Mavi Pub bana uymaz diyor, Bomonti'yi geçiyor, Pasagge olur mu? fikrime egemen oluyor ve ona yönleniyorum ama vardığımda tahmin ettiğim ve gördüğüm gibi iğne atsam yere düşmüyor.

O halde istikamet Tarihi Bafra Pidecisi!****



Denizi geride bırakıp mahallemizin iç kesimlerine doğru yol alırken farklı noktalar aklımı çelmeye çalışsa, kafe türü bir yerde mi otursam gibi düşünceler geçse de kafamdan, sonuçta dışarıdaki, bulvara yakın masalarından birine oturuyor, kitabımı, çıkarıyorum. O ara menü geliyor ve göz atıyorum, içeride oturduğum sıcak olmayan mevsimlerde masama bakan genç kızı arıyor gözlerim ki yok, bir an el mi değiştirdi burası diye de düşünüyorum. Kararım net, menüyü getiren bey geliyor masama.

"Bir kavurmalı Görele pidesi lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen."

Görüntüsü, lezzeti noktasında bir fikir veriyor, hamur incecik ki klasik pidelerde  bundan bir tık kalın olması gereken hamur, çıtır çıtır bir lezzet sunuyor. Aslında bu pidenin adı her ne kadar Görele olsa da aslında kendisini Çınarlık Pidesi olarak tanıyorum ben. Özellikle Atlı Spor Tesislerinin enfes ortamında, daha önce bir yazıda bahsettiğim üzere her zaman özel bir seçenek olarak var. İkisi arasındaki tek fark, şeklen: Orjinal Çınarlık Pidesi yuvarlak, bu ise görüldüğü üzere klasik pideye yakın bir formda. Güzel ayran eşliğinde tatlı bir mizahı da olan kitabın tadını çıkararak götürürken pideyi, bunun iç malzemesini Çınarlık adıyla nam pideye göre az buluyorum. Bir sonraki gelişimde farkını ödeyip içindeki kavurma ve peynir miktarını çoğaltarak denemeye karar veriyorum.

                                                                              ................

Keyifle geçen bir zamanın sonrasında Kitabı çantama atıyor, maskemi takıyor, ödememi yapıp biraz da hızlanarak eve doğru yürümeye başlıyorum. Bir çöp bidonun yanında duruyor, maskemi çöpe atıp yenisini takıyorum.

Bira hayalli gün pideye evrilse de mutluyum!

Biraz acele etmeliyim: Karasızlıklarım yüzünden enn sevdiğim yolcumu aktarmada uğurlayamadığım gibi iyi yolculuklar da dileyemedim. Elbette telefon aklıma geldi; ancak, çok telefon kullanmayan, uzun konuşmalardansa sonuç alıcı -net- bir üslupla kısa konuşmayı seven, yüz yüze konuşmalara alışkın ve bunu tercih eden, telefonda bir tek kişi dışında  çok az konuşan bir özürlü olarak özellikle mekandaki insanlar; dünyadan kopmuş, şu alemde sadece karşısındaki kadın varmış gibi coşkulu ve her zaman heyecanlı, ona geveze şu insanın konuşmasının tanıkları olsun istemedim.

                                                                                  .................



Yol üstündeki Migros'a uğrayıp eve varıyorum. Karantina odası olarak da kullandığım çalışma odasına üzerimdekileri bırakıp yeni kıyafetleri giyiyor, gerekli dezenfekte işlemlerinin ardından laptopta Flightradar'ı açıyor ve uçağı henüz deniz üzerindeyken yakalıyorum: Türk Hava Yolları'nın TK 2810 sefer sayılı Boeing 737'si an itibari ile 3500 feet'de 469 kts hız ile sorunsuz bir şekilde yola devam ediyor ki planlanandan 10 dakika önce inecek. Engiz hava sahasına girince iyice alçalmaya başlıyor TK 2810. Fotoğraf makinemi hazır ediyor, biraz sonra da pencereye yanaşıyorum. Solumdan yanıp sönen ışığı ile görüş alanıma giriyor 2810. Tam karşıma gelince de flaşı kapatıyor ve basıyorum dekalanşöre, bir kaç poz çekiyor, içlerinden sadece birini beğeniyorum.

Ve ekrana dönüyorum. O alçalmaya devam ediyor. Deniz bitmek üzere ve az sonra teker koyacak. Frenlere asılıyor Kaptan, hız hızla düşüyor ve 737 pist sonuna gelmeden taksi hızına erişiyor; sonra kıvrılıp geliş yönüne dönüyor ve usulca salonun önüne park ediyor.

Bir süre bekliyorum.

Telefon.

Tek tuş ve O.

Biz uzun ve gülümseyen kelimelerin arasında dolaşırken banttan gelmekte olan bagajını yakalıyor. Birazdan onu çok özleyen Çekik Gözlü Mavi Kuş'u ile kucaklaşacak.  Eve vardığında, henüz kapıya ulaşmamış ve onu açmamışken Benedict boynuna atlayacak. Diğer kardeşleri de etrafını saracak. 112'ciler yemek verdiklerini söyleyecekler. Sonra, telefonda uzun uzun sarılacağız...



Ve elbette...

 



Covid-19'u anacağız!





Devam yazısı Bira Takıntısı Hâlâ Sürüyor için buradan lütfen.

 

 



*Hay: Yüksek anlamındaki High.

 



**Radyo Z'deki yazı. için buradan lütfen!


***Babamın Ağaçları burada.

 

 

 

 



****Pideciden bahseden bir başka bölüm linkteki  yazının Dün Pazar ara başlığından sonra 

31 Ocak 2020 Cuma

Benim içim sıkılamaz mı?

Pazartesi


"Bin türlü kararsızlıkla dolu bir sabaha ulaştım hamdolsun, ki geçen hafta sonundan beri bir kayıp hafta ben için diyebilirim; bir keyifsizlik, bir buçuk hastalık, bir isteksizlik sorma gitsin.

Dün bile, öyle böyle işte!.. Bu sabah da bir şehre ineyim, bir inmeyeyim hali, bir tembele bağlayıp sığıntı sığıntı yaşama isteksizliği ki sorma.:)

Çektim kılıcımı sonunda, dedim bana bi daha geçen hafta sonundan başlayıp bugüne değin süren günler bahşetme Rabbim, bozuşuruz.:)

Bir satır yazma isteği yok yahu, coşkulu bir yaşanmışlık yok, sanat faaliyeti yok... Kuşandım kılıcımı ve çıkıyorum cenge; önce sırf iş olsun diye Atasam'a gideceğim aktarmalı, çıktımı alacağım, oralarda ya da adı batasıca AVM'de bişiler atıştırırım; belki de oradan eczaneye bağlar, Oğuz'a uğrar, oradan Çiftlik, Hakan, Meydan falan yapar, yeni AVM için Türk-iş'te iner, sonra da bu cenaha doğru yürürüm. İş paydos! Yüreğim ne derse o! Yeter laaaannn gelmeyin üstüme, naramı da atarım!:)

Kolay, afiyetli, neşeli bir hafta olsun, kumbaralarımız neşe ile dolsun, taşsın inşallah...:)

Öyle işte!

Yolcu, ellerinizden öper az sonra yola çıktı."

Diye yazdım, göndere bastım ve koyuldum yola.

Bir kahvaltı kararsızlığı yaşasam da istasyona doğru yürürken netleşti kafam, bir grip başlangıcında gibiyim geçen cumartesiden beri, ayarlarım bir türlü yerli yerine oturmuyor. Bir tavuk suyu çorba ile başlayalım o halde. Mahallemizin kadim esnaf lokantasına uğruyorum, çorbama bol limon, az karabiber, çok az da pul biber atıyor ve güne şifalı bir başlangıç yapıyorum. Trendeyim, yanımda güzel de bir kitap var, elim gidip gidip geri geliyor. Cumhuriyet Meydanı'nda iniyorum. İlk adım iskelesine doğru yürüyor, çok uzun zaman sonra manevra yapan bir trenle karşılaşıyor, onun geçişini bekliyor, buna da seviniyorum. Fuarlı yıllara bir özlem selamı çakıyorum ki tam da üst geçidin olduğu noktadayım; ahşap merdivenli köprünün üzerine çıkıp, altımızdan geçecek trenin tadını çıkardığımız çocuk zamanda... Rus Pazarı'nda tur atıyorum, cıvıltısızlığı memleketin hali ile ilgili ip uçları veriyor. Çıkıyorum pazardan aydınlık ve güneşli güne yeniden, bu kez minibüse biniyor, Atasam istikametine doğru gidiyor, ırmak boyundaki ağaçlara seviniyor, coşkuyla bir oraya bir buraya savrulan serçelerin bu afacan haline bayılıyor, sekreterden kontrol sonuçlarımın çıktısını alıyorum. Durumun normal olduğunu biliyorum, telefonla almıştım bir hafta önce zaten. İş olsun diye geldim!

Sonra bayıldığım coğrafya boyunca yürüyor, kendimi başka bir şehirde gibi sanıyor, enn sevdiğim kadına buraları gezdirmeyi bir kez daha düşünüyorum. Irmak boyundaki banklarda ve ağaçların altında kitap okuyup bir şeyler atıştırmayı seveceğini, Derebahçe'nin köy ve mahalle izleri bırakan evlerine, sebze ekili bahçelerine, sokaklarına, internet üzerinden ürün satan saklı yedek parça dükkanına ve doğal halle çelişseler de modern kafelerine bayılacağını biliyorum. Küçük koruyu şimdilik saklı tutuyorum. O ara bir teyze ki manav teyze, kamyonetin üzerindeki muz kolisini yere indirmemi rica ediyor; kucaklıyorum koliyi, o ara teyzenin manavını görüyorum, oraya kadar götürebileceğimi söylüyorum ve götürüyorum. Allah razı olsun, diyor, teşekkür ediyor. Hayırlı işlerin olsun, diyorum teyzeye.

Yürüdüğüm yol üzerinde O'na ayrıca ve özellikle göstermek istediğim bir kahvehane var ki bir an fotoğrafını çekip, mekanın altını çizmeyi düşünüyorum ama bundan hemen vazgeçiyorum. Fakat durup, bu özel mekana doğru bakarak bir ön izleme yapmaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Ağaç altı köşe masalardan birinde, İngiliz tuğlalı bu şirin mekanın duvar dibinde, yolu seyrederek çay içerken görüyorum kendimizi ki tam o an bayılarak okuduğum Ben û Sen'den izler ve onun müdavimleri geliyor aklıma... Alın işte bir GYM Center ve de sauna daha! Şu kadim balıkçının şık restoranında, arka camın önündekilerinden, mahalle ve demir yolu manzarasına mazhar bir masada, uzun ufuklara, görkemli dağlara bakar gözlerle taze balık yemek nasıl olur? Hımmmm güzel olabilir, alkolsüz olsa da mekan.. Bir kaç dakika önce önünden geçtiğim ve her daim bayıldığım sürpriz bir noktadaki küçük kahveci dükkanına, O'na kahve almak için uğrasam mı diye düşünüyor, bundan vazgeçiyorum. Kırmızı ışık yeşil olduğunda bir elindeki bastondan destek alarak çok ufak adımlarla karşıya geçmeye çalışan amcaya yardım edebileceğimi söylüyor, o onaylayınca boştaki koluna girip kırmızıya evrilmeden ışık, onu karşıya geçiriyorum. Ne de güzel gülümsüyor! 56'lara doğru sapmayı düşünüyorum varınca kavşağa, buradaki canlılığa bir nebze seviniyorum. O tarafa yürümekten vaz geçiyor, eski Tekel binalarından adliyeye evrilen yeşillikli alanı bir kez daha beğeniyor, bölgeye kattığı canlılığı onaylıyor, yayalara öncelik tanıyan taksi şoförüne elimle selam verip teşekkür ediyor, ev şirinliğindeki küçük kafenin su börekleri ve de karalahana çorbası bir kez daha aklımı alıyor ama ben gülümseyerek eczaneye giriyorum. "Çocuklar gribim desem değilim, yandım bittim desem o da değilim ama yine de bir şey var, bir enerji yoksunluğu içindeyim. Bana bir şey önerir misiniz?"

"Herkes aynı."

Güzel cevap. Aile doktorumuz Oğuz'a danışmaktan vazgeçiyorum. Eski ve kadim pastane Efes'te salep içme fikrim var. Vedat'a uğruyorum, sigorta acentası, elimizde büyüyenlerden, eylem maceralarımı dinlemeye bayılan miniklerden ki şu ana yolda saman eylemi gecesinin tanıklarından biri kendisi. Henüz işe gelmemiş, çocukluk, ilk gençlik arkadaşlarımın, bizi ağzı açık dinleyen en küçük kardeşi; sarışına yakın kumral, renkli gözlü ve üç çocuk babası bir genç adam şimdi. Benimle özellikle tanıştırdığı bir voleybolcu kızla çıkardı ve onunla da erken bir yaşta evlendi. Mesutlar.

Önceki ve takdir ettiğim başkan döneminde hoş bir açık hava AVM'si şeklinde düzenlenen, bu durumu da zaman içinde işsizliğin nedeni sayan bir avuç esnaf ve 400 kişi toplamlı bir anket sonucunda yeni belediye başkanı sayesinde tekrar trafiğe açılmasına karar verilen ve biz kuşağı için çok ama çok özel bir anlamı olan İstiklal Caddesi'nde (Çiftlik) yürüyorum. Efes Pastanesi'nin önüne vardığımda bir iki yıl önceki halinin aksi soluk, ışıksız ve silik şu anki durumu üzse de beni yine de içeri giriyorum. Yanılmıyorum; maalesef ki Efes'te salep yok, hayat da! Üzücü bir durum, canı gitmiş gibi sessiz bir pastane. Memleketin durumu benden beter yani! Mado'nun önünden geçerken geleneksel salep afişi dikkatimi çekiyor, ama inancım sıfır. Önce dış masalardan birine oturuyorum, ısıtıcıya bir tık uzağa... sonra içeri geçmeye karar veriyorum.

"Bir salep lütfen."

Bir küçük kap dövülmüş ceviz ve yine aynı ebatta bir miktar kuru üzüm, bir küçük zencefilli kurabiye ve bolca doldurulmuş mini tarçın kabı ile hoş bir sunum. Ama şeklen geleneksel, yoksa mikrodalgadan geçip de geliyor. Olsun, ben gelenekselin tadını çıkarıyorum; bir kaç kaşık öğütülmüş cevizi içine atıyor, biraz üzüm ilave ediyor ve usul usul karıştırıyorum, sonra da üzerine bolca tarçın serpiyorum. Sonrası eğlenceli bir oyun; kah kaşığı daldırıp üzüm, ceviz, tarçın ve salep birlikteliğinin tadını çıkarıyor, bazen de doğrudan fincanı alıp yudumluyorum. Mekan hoşuma gidiyor ve bana da gelişimim konusunda iyi geliyor.

Varıyorum Hakan'a. Epey kalıyorum orada. Hakan fotokopi işi ve toner dolumu yapıyor, elimin değdiği çocuklarından sanayinin. Aynı hatayı sürekli yapıyor, dertsiz başına kesin bir ortak buluyor, sonra kesinlikle sorunlarla ayrılıyor ama yine de bir şekilde yükseltebiliyor kendini. Her zamanki gibi demiştin abileri dinliyorum. Çıkıyorum oradan ve bu kez caddeyi geri doğru yürüyorum, Et Lokantası'na uğrayacağım, kesin. Deva İşkembecisi aklımı çelmeye çalışsa da Et Lokantası'ndayım. İki kişilik masalardan birine oturuyorum. Bir kadın grubunun yemeği var sanırım, lokanta canlı. Şehrin kadim yıllardan bu yana en iyi öğlen menüsü çıkaran üç üst segment lokantasından son kalanı. Ötekiler Cumhuriyetle yaşıt Cumhuriyet Lokantası ve Oskar ki artık yoklar. Bir sürü yemek içinde kararsızken dolmalar gözüme çarpıyor. Patates püresi de hemen yanındaki Rostoyu işaret ediyor ama?!.. 

"Karışık lahana sarma, yanına da bir miktar yoğurt lütfen!"

Tadını çıkara çıkara yiyorum dolmaları; bir eski zaman filminin lokanta sahnesindeki adama özenmiş genç çocuk gibi ki lokanta zaten hoş bir şıklığa sahip, beyaz tabakların üzerine hoş bir dizaynla yerleştirilmiş kolalı peçeteleri olan nadir yerlerden biri. Eski usul soylu bir Lokanta yani. Cumhuriyet'i örnek alarak bu mekanı yaratan ama asla Cumhuriyet yapamayan Ulutan Abi'yi de saygıyla anıyorum. Tadım gittikçe yükseliyor. Usul usul fabrika ayarlarıma dönüyor gibiyim.

Minibüsten tam da Armada 1 Özel Kız Öğrenci Yurdu'nun önünde iniyorum. İçeri süzülüyor ve güzel müdiresi, çok da sevdiğim komşum Saadet Hanımın karşısına çöküyorum. Kulak çınlamamın ve doğrudan ayaklarımın beni içeri taşımasının sebebi de anlaşılıyor. Çalışanlarından tatlı bir genç kız hafta sonu Sinop'a gidecekmiş ve benim yazımdan notlar çıkarmış kendine. Çaylar geliyor, konu konuyu açıyor ve gün akşama varıyor. Şimdi daha da iyiyim. Eve geçiyor, hiç alakadar olmadığım işimin son haline bakıyorum.


Dün Pazar

Aslında arızanın başladığı cumartesinin haftasındaki pazar günü başlamıştım kendimi iyileştirme programıma. Şu geçtiğimiz pazar yani. Önce yeni keşif noktalarımdan birine pazar pidesi keyfi için gitmiştim.

"Bir açık kıymalı ve yumurtalı pide lütfen."



Mekanın kış bahçesindeyim, bu ikinci gelişim ve ilk geldiğimde hem pidesini hem mekanı, hem de çalışanlarını sevmiştim. Türkçeyi tatlı dille konuşan güleryüzlü, sempatik ve bunda da samimi genç kız istersem üst kata çıkabileceğimi söylüyor; bu bölümü sevdiğimi ve burada kalmak istediğimi belirtiyorum. Sanırım garson problemi var ve bu nedenle de müşterileri bir arada tutmak istiyorlar. Sakıncası varsa yerimi değiştirebileceğimi söylüyorum ki bir genç çiftin özellikle kadın olanı istemesine rağmen üst kata çıkardılar ki olaya müdahil oldum. Ben, dedim, buradayım işte! Erkek garson fırsat vermedi, onlar da diretmediler. Sonuçta benimle ilgilenen genç kız, bir sakıncası olmadığını ve kalabileceğimi söylüyor. Onun incitilmesini istemiyorum.

Önce keşkeğimi ve salatamı getiriyor, turşuyu istemiyor ve geri yolluyorum. Tüm bu süreç içinde de kitabıma göz atıyor, bir yandan da enfes keşkeğimin tadını çıkarıyorum. Pidem çıtır çıtır ve ince bir hamur, son derece iyi kavrulmuş, soğanı kıvamında lezzetli bir kıyma ve tam da olması gereken kıvamda bırakılmış yumurta ile gelen şahane bir pide. Bir fincan çayla birlikte onun da tadını usul usul çıkarıyorum. Ana caddenin ardında tam köşebaşındaki, ağaçlar içinde apartman olmayı bekleyen son evlerden biri manzaram. Köydü burası yahu, hem de ne güzel bir köy! Naz bir kaç yıl önce, ben inşaatları bitirmek üzereyken tam, sormuştu, kaplumbağaları... alıp eve getirdiğimiz kaplumbağaları; nereden almıştık dayı, diye. Burnumuzun ucundan, demiştim.


Bir çay daha içip, ödememi yapıp, ustaya teşekkür ediyorum. Geçen geldiğimde bir kadın elinden çıktığını düşünüp de kim yaptı diye sorunca keşkeği; pide ustasının elinden olduğunu öğrenmiş ve çok başarılı bulduğumun altını çizmiştim, dolayısı ile teşekkür doğrudan ustaya bu kez. Tatlı ve Türki Cumhuriyetlerden olduğunu düşündüğüm garsonum diğer arkadaşları ile yemekte, uğrayıp bizzat ve bir kez daha teşekkür edip ona, çıkıyorum caddeye. Bir Forrest Gump efekti var bende, o ataletten kurtulmak için elimden geleni ardıma koymuyorum ve uzun bir tura çıkıyorum, Cağaloğlu'nda. Bir kaç yüz metre sonra, geçen yıl çocuklarla gittiğimiz, çok sevdiğim, dış masalarında oturduğumuz ve geçen günlerden birinde oraya gitsem dediğim kebapçı dükkanının kapandığını görünce üzülüyorum. Oysa ne kadar çok kapanan yer görüyorum! Sonra ara caddelerden dönüyorum, fitness salonlarının çokluğuna bir kulp takıyorum; yeni sosyalleşme alanları! Hiç değilse sanal değil! Sonra bölgedeki değişim hızını düşünüyorum; dünyanın gelişmiş tüm ülkelerinde yüz yılda oluşmayacak yapılaşma ve hızlı değişimin on yıllarla ifade buluşuna şaşırmıyor ama insana uzun yaşıyormuş hissi verdiğini düşünüyorum. On yıl öncesini biliyorum ama sanki gerçekten yüzyıl önceymiş gibi uzak hissediyorum. Usul adımlarla ara sokaklardan eve doğru yürüyorum. Sahilde bir tur atıyor, eve ve kendi banklarıma varmadan ama mıntıkamdaki bir banka oturuyorum. Güneş güzel, martılar pür neşe. Açıyorum kitabımı.


Tam başlıyorum okumaya ki bir kadın sesi, "Buraneros." Kafamı kaldırıyorum ki burnumun dibinde bir genç kız ve bir köpek. Gülümsüyor. Bir de adımı seslenen kadın. "Figen!"  Boşananlar kulübünden, çocuklarımın annesinin arkadaşı, büyük oğullarımız aynı sınıftaydı ayrıca, hatta bebeklik arkadaşıydılar. Bir kaç gün önce daire bakıyorlardı ve sevdiğim, kendi işlerimizi de verdiğim emlakçıya yönlendirmiştim onları. Köpeği tutan genç kız gelini, ufak tefek tatlı bir kız. Yeni aldığı deniz manzaralı bize de yakın daireyi konuşuyoruz, iyi yaptığını söylüyorum; mutfağın duvarını da yıktırmış. Salona açık ve deniz gören mutfak! Ucuza aldığının altını da ayrıca çiziyorum. Biraz daha sohbetten sonra vedalaşıyoruz. Kitabı, duraklama döneminde olduğum için gıdım gıdım okuyorum, normalde bitmiş olması gerekirdi ama bu yavaşlık da hoşuma gidiyor çünkü kendimi uzun süredir Cezayir'de yaşıyormuş gibi hissediyorum. Genç bir kadın yazar Kaouther Adımı, Fransa'da yaşıyor. Kitabın baş kahramanı bir kitabevi, Vraies Richesse. Üstelik zamanlar arası yolculuklar tadından yenmiyor. Üstelik bildiğimiz tanıdığımız pek çok yazar var öykünün içinde... Bir de günlük var; arada bir önümüze çıkan ve güzel izler bırakan. Fakat bu zaman yolculukları çok güzel ve de çok zevkli; bir bakıyoruz yıl 2017, bir bakıyoruz yıl 1938. Satır satır yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim kitabı. Öyle uzun bişi de değil, 186 sayfa ki şu yazıyı yazarken hala bitirmemiş durumdayım. Son yüzyıldır O'nu, kitabı ve Cezayir'i yaşıyorum sanıyorum. Eğri zamanıma doğru denk gelmiş bir kitap diyebilirim. Beni mutlu ediyor. Bir fikir veriyor, bir hayal kurduruyor. Gözüme kestirdiğim bir yer de var!


Birazdan toparlanıyorum, eve doğru yönelirken güneş aklımı çeliyor, martılar ve sahil, güneş, babamın ağaçları, açıktaki gemiler ve iskele kışkırtıyor ve yürümeye karar veriyorum. Yeni ve kocaman kahve mekanı açılmış, bir tane açılmak üzere ve devasa bir tane için de cooming soon levhası asılmış ama biraz daha dekorasyon işi var. Ellerinde kahve bardakları ile şu güzel mahallenin, havanın, denizin, sohbetin tadını çıkaran insanlar... Ne güzel! Dönüyorum ve bir süre sonra yürüyüşe çıkmış erkek kardeşimle karşılaşıyorum; yeni açılan AVM'ye gidiyor. Pazartesi günü gitmeyi düşüneceğim ama sonra bundan vazgeçeceğim AVM'ye, City Mall. Bir an tereddüt yaşasam da yol gözümde büyüyor. Biraz daha banklar, biraz daha kitap...

Şimdi evdeyim, salona açık mutfağımdan denize bakıyorum. Elimde bol limonlu sıcacık ve de şekersiz bir kant. Altındaki tabağa boşaltılıp soğutularak içirildiğim kant yıllarımın uzağında bir yaştayım. Gülümsüyorum.

Bir de Seni özlüyorum.



*Devam yazısı: Hayaller Gerçekleşmelerin Önizlemesidir!


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP