31 Mayıs 2010 Pazartesi

Kırık Bir Öykü

bin öykünün yolculuğunda: -vııı-

Sözcükler karınca yuvasına döndürdü kafamın içini, sekerek geziniyorum üzerlerinde. Her sözcük güzel bir düş gibi süsleyip kendini, işte ben bir öyküyüm, diyor. Tam peşine düşmüşken bir başkası, ben daha güzel bir öyküyüm, diyor, ona geçiyorum. Arkadan başkaları kandırıyor beni ve dağılıp gidiyorum. Akla gelebilecek her şeyin; herhangi bir nesnenin, bir çiçeğin, bir kuşun, bir semtin ya da bir arkadaşın adı olan sözcük, ardında sayfalarca anıyı sürükleyerek çağrıştırıp durdukça çıkmaz bir sokakta şaşkın kalakalıyorum.

Sözcüğün gizemi yazmak eyleminin amacında saklı. Bir yontucunun önünde, ne şekil alacağı belirsiz bir taşmış gibi, aklımda devinip duran sözcüğü -yazmak adına- evirip çevirip bir konuya yönlendirebilmek, emeklenmiş birkaç adım oluyor ve böylece biçimleniyor öykü.

Elim telefona gidiyor:

Banttan bir ses, aradığım numaranın geçici olarak görüşmelere kapatıldığını söylüyor. Neden sonra bir kez daha deniyorum. Üçüncü ya da dördüncü numarayı çevirirken aklıma onun geçen gün ölmüş olduğu geliyor. Her gün değilse bile günaşırı telefonlaşır, hal hatır sorardık. Günde birkaç kez aradığımız da olurdu birbirimizi. Tuhaflaşmaz mıyım? Cep telefonum elimde titriyorum. Şairin, “Adını silemiyoruz telefon defterinden” dediği gibi, çoğumuzun da eli gitmiyordur sevdiklerimizin numaralarını silmeye. Gün gelecek, bizimkileri de bir zaman silemeyenler olacaktır sanırım.

Öleli bir hafta bile olmamıştı, acısı tazeydi, soğumamıştı daha.

Yanıt almayı beklemeksizin numaranın sonuna kadar devam ediyorum ve düdük sesinden sonra da bir garip bekliyorum.

İşte, tadı kekremsi bir gün böyle başlıyor, alıp başımı, neresi olursa oraya gidiyorum. Beyoğlu’na, Aksaray’a, Samatya’ya… Geçmiş yıllar bir semt adı olup çıkıyor.. geçmiş yıllara gidiyorum. Birilerinin “Bir tel kopar bütün ahenk bozulur”, “Bir adam ölür, bütün dünya boşalır” diyerek ancak dile getirebildikleri bir duygunun solunması bu…

Tütüne uzanıyorum. Paketin üzerinde “Sigara insanı öldürür” yazıyor ve sözcük, öyküyü sonuna kadar taşıyamayacak kırık bir öykü olarak kalıyor.

Ekmel Denizer

Ataköy, 25 Eylül 2007

30 Mayıs 2010 Pazar

Dün Anıtkabir

"Çanakkale ruhuyla Ata'nın huzurunda"

Dün Tırtıl'ın okul gezisi nedeniyle Ankara'daydık. Yurdun bir çok yerinden gelmiş okullar nedeniyle oldukça kalabalık bir veli ve öğrenci topluluğu vardı. Turlar dışında oraya gelen insanları da düşündüğünüzde kalabalığın boyutlarını göz önüne getirmek mümkündür sanırım.

09:13 de giriş yaptığımız ve rehber eşliğinde dolaşmaya başladığımız mekanda, Misak-ı Milli müzesine girebilmek için en az 45 dakika kuyruk beklemek gerektiğini, bizim turun planlamasına göre alınan randevu 10.30 da olmasına rağmen TBMM'ye ancak 13 de gidebildiğimizi hesaba katarsanız, kalabalık hakkında daha net bir fikrin sahibi olabilirsiniz sanırım. Oradaki insan kalabalıklarının içindeki kimlik dağılımının çeşitliliğine bakıldığında, durumu anlatan en net ifade yukarıdakiydi. Çanakkale gezisinden sonra Ankara'ya ulaşan Eruh İMKB Anadolu Lisesi öğrencilerinin üzerlerinde yazılıydı cümle...

Bu ülkede yaşayanlarla ilgili olarak pek de endişeli olmayan ve bu ülkeyi oluşturan insanların niyetlerini doğru okuduğunu düşünen, bunu sonuna kadar savunan; insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyen, insan oldukları için seven ve bu insan çeşitliliğinin içindeki bazı kimlikleri parmakla işaret edenlere rağmen işaretlemeyen biri olarak dün beni en etkileyen şey: Kızlı erkekli ve neşeli bu öğrenci grubunun cıvıl cıvıl tişörtlerinin üzerinde yazılı olan bu cümleydi.

Ve birilerinin inatla gözümüze sokma, ayrıştırma çabalarına rağmen, inançları gereği başlarını bağlayan kadın ve öğrencilerle birlikte renkli bir çeşitlilik sergileyen kocaman kalabalığın Atatürk'üydü o kabirde yaşayan! Orada dua okuyan ya da elindeki çiçekleri mozaleye bırakan her yaştan insanlar, kimsenin etkisiyle ya da mecburiyetlerle orada değillerdi. Samimiyetleri ve duyguları gözlerindeydi; akıp giden zamana bir not düşmeden geçmek istemediğim kadar çoklukla hem de!

27 Mayıs 2010 Perşembe

Aksiyonlu Günler... Umur 3

1.bölüm... 2.bölüm

Gözümün önünden ben yaşlarda, ya da bir iki yaş büyük, aşağı yukarı fiziksel özelliklerini tahmin edebildiğim insan tipleri geçiyordu. Onlarla bir kahvede oturup sohbet ediyor olsak, aynı şeyleri konuşuyor olurduk diye geçirdim aklımdan. Ülkenin mevcut şartlarına aynı eleştirileri yapar, sol terminolojinin klasik cümlelerine kendi dünya görüşlerimizi katar, literatürün pek çok kitabı ve düşünürü üzerinden kendi özgün cümlelerimizle beslenmiş sohbetler ederdik.

Sinema konuşurduk mesela... müzik konuşurduk... basketbol ya da futbol oynadığımızdan söz eder, belki de birçok şampiyonada karşılaşmış olma ihtimalimizden bahsederdik. Ortak arkadaşlarımız çıkabilirdi mesela, ya da sevdiğimiz kızlardan söz ederken geleceğe dönük hayallerimizi de koyardık çaylarımızın yanına... Kendi yörelerimizdeki siyasal örgütlenmeleri anlatırken, aynı ahkâmları keserdik sağ siyasetler üzerine... Aynı kitapları okumuş insanlar olarak farklı fraksiyonlara bölünmüş olmanın nedenlerini ortaya döker, büyük ihtimalle aynı bakış açılarıyla aynı eleştirileri yapardık. Şiddetin şiddet doğuracağı gerçeğinin altını çizer, bunun üzerinden, belki de birçok tavrı eleştirebilirdik.

Daha birkaç ay önce ben de, elimde silahım, üzerimde en sevdiğim kotum ve kolları dirsek üstüne kadar kıvrılmış gömleğimle, devrimin ertesi günü evin önünden geçen ana yolu kesmiş, yol kontrolu yapan, "Komutan Sıfır"* modunda biri olarak düşlüyordum kendimi... Belki biraz daha cesur olsam, o yaşlarda, yaşın verdiği gazla ve hayal gücümün sınırsızlığı ile eline silah verilmiş bir genç olarak, şu an bize ateş edenlerin yerinde olabilirdim; onlardan biri de benim yerimde... Onlar belki de çok samimi arkadaşları olabilecek, aslında ideolojik anlamda çok örtüşebilecekleri birinin ateş ettikleri arabada olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı, eminim. Ön yargı, herşeyi aynı kefeye koyma, yeteri kadar hayatla beslenememiş sorgusuz bir aidiyet duygusu, ilk gençliğe özgüydü. Ve birileri bunun çokça farkındaydı...

Aslında çok daha enteresan bir durum vardı arabanın içindeki kişiliklerde... Ben, tıfıl çağlarda ne ölçüde olunabilirse o ölçüde bir militan solcuydum. Cemal sola sempati duyan ama militanlaşmamış bir sempatizan, komutan da faşist niyetler taşımayan muhtemelen oyunu CHP'ye atan, iyi niyetli ve düzgün bir adamdı. Arabanın sağ önündeki Apo da, iyi ve militan bir ülkücü...

5 ya da 6 yıl sonra, geleneksel buluşma günümüzün bir kaç gün öncesinde onun şehrindeyken; o ve eşiyle, onların misafiri olarak katıldığımız bir düğünde bizimle aynı masada oturan şehrin üst düzey kamu görevlileri ve popüler insanlarıyla yaptığımız sohbet süresince, masadakiler benden fazlasıyla hoşlanmışlar, o akşam, ülke üzerine yaptığım tüm siyasi değerlendirmelerime katılmışlardı. Hatta içlerinden biri; aslında kendilerinin fikirlerinin temelde solculardan farklı olmadığını, solcuların meselelere dinden, devletten, Türk devletinin değerlerinden ve milliyetçilikten uzak bir düşünce sistemi çerçevesinden baktıklarını ve aradaki en önemli ayrışma nedeninin de bu olduğunu söylemişti. O masada oturanın bir "can düşmanları" olduğunu anlamadan...

Bu olay, aslında ön yargılar bir kenara bırakılıp ideolojik düşmanlıklarla bakılmadığında, karşıdakinin önce insan olduğunun ayırdına varınca, klişe yargılarla insanları damgalamayınca, kişilerin birbirleriyle pekala anlaşabiliyor olduklarının önemli bir göstergesiydi. Apo'nun arkadaşı olarak o masada olmamın yarattığı bizden biri sanma hali, aynı masada kadeh kaldırıp pek de güzel sohbet edebilmemize olanak sağlamıştı. Oysa aynı insanlar aynı fikirlere sahip beni bir başka alanda tanımış olsalardı, bir temiz dayak yemem işten bile değildi. Apo, hem askerlik sürecinde hem de sonraki yıllarda onlara konuk olduğumda; sabahları kahvaltı masasına gelirken sıcak poğaçaların yanında gazeteler de getirirdi; Cumhuriyet'i önüme koyar ve eklerdi: "Al kominist gazeteni getirdim."

An itibariyle bizi yoğun bir ateş altında tutanların gözünde, ne yaşanmışlıklarımızın ne karakterlerimizin, ne de iyiliğe ve güzelliğe atan kalplerimizin, ne de; en azından benim, siyasal anlamda onlarla aynı safta olmamın bir değeri yoktu. Oysa zamanı geri alabilsek, mesela onlarla bu küçük şehirin bir mekânında karşılaşmış olsak, böyle bir eylem için birileri tarafından örgütlenmemiş olsalar; çok büyük ihtimalle şehirdeki yabancılıklarını, belki de içimizden biriyle aynı şehrin insanı olduğunu fark eder ve onları orduevinde ağırlardık. Bir çok insana yaptığımız gibi. Oysa, onların gözünde biz insan değildik, büyük bir zaferin, sistemle olan meselelerin, eylemsel başarıların malzemesi, potansiyel düşmanın simgesiydik.

*Sandinistaların efsane komutanı

4.bölüm

 

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Zeytindağı*

İki, üç kitap okumuştuk ya, her şeyin iyisini biz bilirdik.

Yaşımız o yaştı.

Bir gün, Falih Rıfkı için ağzımdan “amerikanofil” lafını kaçırınca, öfkeye kapılan babam, “Kalbini kırarım. Kalk git, Zeytindağı’nı oku da gel”, diye marş marş çekmiş, arkamdan “Siz hicret mi gördünüz” diye söylenmeye devam etmişti. Sarf ettiğim sözün utancını ömrüm oldukça taşıyacak olmama rağmen, iyi ki babamla aramızda böyle bir olay geçmişti de, Zeytindağı’nı okumakla, Cumhuriyet’in büyük kuramcı ve yazarlarından Falih Rıfkı’yı tanımıştım.

Babamların kuşağı Rus işgalini yaşamış, evlerini barklarını terk edip, kendi deyimiyle hicret yani göç etmiş, daha sonraları, Mütareke’de ve Kurtuluş Savaşı’nda topraklarında yabancı bayrak ve çizme görmüş kuşaktı.

Kurtuluş Savaşı’nı okumaya başlamadan önce, Zeytindağı okunmalı, hatta hepimizin evinde bu kitaptan bir tane bulunmalı, zaman zaman okuyarak, bize tertemiz bırakılan bu ülke topraklarına ödenen bedelin anısı belleğimizde taze tutulmalı, derim.

Bugüne kadar kaç tane hediye ettiğimi bilmiyorum. Kitaplığımda kalmamış. İlk fırsatta bir Zeytindağı edinmeliyim.

Bana kalırsa Zeytindağı ders kitabı olarak da okutulmalı.

Suriye, Filistin, Cephesi’nden dönen bozgun treninin peşinden “Ahmedimi gördünüz mü, Ahmedimi gördünüz mü?” diye koşuşturan kadının “Allahaısmarladık” bölümünü okumak: Süveyş’te, Çanakkale’de, Galiçya’da, Hicaz’da, Sarıkamış’ta bıraktıklarımızın önünde saygı duruşunda bulunmak, ne aziz ruhlarına Fatiha okumak, ne “bu taşındır” diyerek Kabe’yi başlarına dikmek yetmez, dahası… demektir.


Ekmel Denizer

*"İkinoktaüstüste"
kitabından...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Salakça Bir Mutluluk

Daha hayat yolunun çok başındayım, fazla birşey görüp geçirmiş sayılmam...

Ülkenin içinden geçtiği birçok kırılma noktasına, ne bileyim darbelere falan naklen şahitlik etmedim. En basitinden, daha ilk oyumu bile geçen yıl belediye seçimlerinde kullandım.

Politikaya şöyle bir baktığımda, okuduğum bölümün, o bölümün derslerinde her gün gördüğüm konuların ve o konularda sıkça yer alan, genelgeçer bir kuralın kafama çaktığı bir söz var. En kötüsü de siyaset denen mekanizma, neredeyse her şartta, göz göre göre, arsız bir meşruluk içinde bu söze göre işliyor! Yunan filozof Thucydides'e ait:

Güçlüler yapacaklarını yaparlar, zayıflar buna katlanmak zorundadırlar..

Hayatın gözüme hala flu gözüktüğü yıllarda, 2002 seçimlerinde, içgüdüsel bir çocuklukla gidip şu anki iktidar partisinin bayraklarını, posterlerini sokaktaki duvarlardan sökmüştüm. Neyin ne olduğunu, onların iktidara gelmesinin iyi bir şey olup olmadığını, hatta iktidarın bile ne demek olduğunu bilmediğim halde... Ailemin siyaset konusunda hiçbir şekilde partizan bir tutumu olmadığı; politika akşamları yemek masamızda, az bulunan pahalı bir yiyecek gibi çok az konuşlandığı halde..

O günden bu güne çok şey değişti biliyorum. Bayraklarını, posterlerini indirdiğim adamlar iyi işler de yaptılar, kötü işlerde... Bu süre zarfında yavaş yavaş netleşmeye başlayan hayat görüşüm ve yaşam tarzım, onların fikirleriyle genellikle çelişti. Yine de alternatif olmadığından, mevcut düzene tahammül ettim. İstediklerimi tam olarak alamasam da, kendi yaşam alanımın sınırlarını mümkün olduğunca politikadan uzak tutarak, kendimi hayatın başka taraflarına vererek mevcut durumu kafaya takmamaya çalıştım.

Ancak yine de ne olursa olsun, o adamların yaptıkları iyi işlerin de kötü işlerin de hakkını layıkıyla verecek; gerekirse destekleyecek, gerekirse yol gösterici biçimde eleştirecek bir muhalefet hiç görmedim ben. Sürekli kavga-gürültü, bel altı vurmalar, bu sırada bir köşede çözüm bekleyen onca sorun...

Doğal olarak o adamlar güçlendiler. Katlanan zayıfların yanında olmaya gerek duymadılar, yapacaklarını yapan güçlülerden oldular.

Bugün ilk kez, ezilen zayıfların yanında olabilecek bir adam görüyorum. Anlam veremediğim bir şekilde her söylediğine koşulsuzca destek veriyorum, yüzümü kontrolüm dışında salakça bir mutluluk kaplıyor.

Çünkü bu adam, hayatımda bir siyasetçiden ilk defa duyduğum bazı sözler söylüyor. Rahatlıkla: "Ailem benim politikayla uğraşmamı istemiyordu, evden çıkarken eşime aday olacağım dedim, yüzünü astı" diyebiliyor! Bunu yaparken de sizi samimi ve dürüst olduğuna, onun hakkında ne kadar fesat düşünmeye çalışırsanız çalışın yine de inandırıyor. Hatta o kadar inandırıcı ki, "aman, n'olacak; varsın söylediklerini yapmasın" diyecek kadar içinizde ironik bir güven oluşturuyor!

Kılıçdaroğlu babamın oğlu değil... Peki neden televizyonda onun her konuşmasını merakla ve istekle dinliyorum?

Neden son bir haftadır siyaset gündemini bu kadar hevesle takip eder oldum?

Ve neden, bu adam benim bakkalım olsa gidip alışverişimi hep ondan yaparmışım gibi hissediyorum?

Bazı şeyler için yolun daha çok başında olunduğunun, tüm ters tepme ve hevesin kursakta kalma ihtimallerinin, bu konulardaki tecrübesizliğimin farkındayım.

Ancak hem kendi yaşamımın, hem de ülkemin önemli bir eşikte olduğunun da...

Ve birilerinin paçasının tutuştuğunun da!...

Sanırım ilk defa, bir şeylere naklen tanıklık ediyorum...



.

21 Mayıs 2010 Cuma

Kriminal Bilirkişi!

Bir kaç yıl önce, Anıtkabir ve Kocatepe cami aynı fotoğrafta üst üste resmedilmişti. Birileri bunu, özellikle böyle montajlandığını söyleyerek ve mevcut iktidara çakarak haberleştirmişti. Anlı şanlı kanallarda biraz da toplumu kaşımak maksatlı haberleri yapılmış ve özellikle de kasıta parmak basılmıştı. Pek de laik bir abimiz, bunu öne çıkararak o günkü iktidarı ve elbette Türkiye'nin getirilmek istendiği noktayı gözümüze gözümüze sokarak; Kocatepe Camisi ile Anıtkabir arasındaki mesafeyi de bir veri olarak tartışma alanına sürüp, fotoğrafın gerçekten -kasıtlı olarak- montajlandığına olan inancıyla fazlaca iddialaşmıştı. Ben de zoom denen bir şeyin var olduğunu dolayısıyla böyle bir fotoğraf çekmenin mümkün olduğunu söylemiş, o fotoğrafın da Gaziosmanpaşa taraflarında yüksek bir binanın üzerinden çekilmiş olabileceğine vurgu yapmış, fotoğrafın gerçek olduğunun altını çizmiştim. Sonuçta o tartışmaların üzerinden iki gün geçmeden anlaşıldı ki fotoğraf doğru, montaj olduğu iddiasını ortaya atanlar yanlışmış! Üstelik de bir fotoğraf sanatçısının son derece masumane bir çalışmasıymış. Ama haber yaratmayı seven habercilerimiz fotoğrafın üzerine atlayıp, toplumdaki hassasiyetleri de göz önüne alarak en çakmasından, satacak haberi yapmışlar.

Şimdi... Şu malum kasetin montaj olduğu konusuna gelirsek... Bu kasetin montaj olduğunu, az buçuk kamera kullanmış, kayıtlarını amatörce montajlamış biri olarak ben de söyledim.

Amma! Bu şöyle bir montaj: Görüntüleri elde eden her kimse oturmuş bir senaryo yazmış; onu burada anlatmayayım şimdi... Ve iki ya da üç farklı yerdeki çekimleri alıp senaryosuna göre kurgulayarak montajlamış. Evet, birileri çıkıp da "bu kaset montaj" dediklerinde doğru söylüyorlar. Ama " görüntüdekilerden biri 'o' şahıs değil" dediklerinde gündemi saptırıyorlar. Yani yaşanmış olayın doğruluğunun kabulü ayan beyan ortadayken, inkar edilmemişken, ilişki üzerine tek bir kelam edilmeden sürekli komploya vurgu yapılmışken, şu alengirli ve havalı isime sahip uluslararası kuruluşun raporunu kurultayın hemen önünde ortaya atmanın maksadı da, malum kişiye bakınca gayet iyi anlaşılıyor. Keşke kendi sesinden tv lerde yayınlanan "Adam Olmak" şiirinin yalanla ilgili dizelerinin altını çizdiği kadar, içselleştirmiş de olsaymış... Çünkü bir yalanın peşine takılıp gitmek hergün biraz daha ölmek demek... O da yavaş yavaş ölüyor.

Ve en büyük muhaliflerinden biri olarak, saptığı yollara ve sığındığı noktalara bakarak olacakları görüyor ve üzülüyorum. Oysa daha önceki yazımdaki gibi; hiç oraya buraya sapma gereği duymadan, yaşadıklarını kabul edip savunarak konuşsaydı da, üzülene kadar saygı duysaydık kendisine...

Ve bir rüzgar yakalanmışken gölge etmekten vazgeçse de onu güzel ansak, hiç değilse bundan sonrasında... Keşke!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

ANADOL Otomobilden Daha Öte Bir Şeydir!

Anadol, dünya otomobil tarihinin en özel markalarından biridir. Onu özel yapan şey; tasarımı ve kaportasında kullanılan malzemesi, yani "eşşek Anadol'u görünce yemeye başlamış" efsaneleri, dolayısıyla samandan imal edildiği iddiaları değildir.
Onu özel yapan; sınıf bilincine dayanmayan bir sosyal yapısı olan ve Amerikan otomobillerinin işgalindeki Türkiye'de üretilen, tasarımı ve markası özgün ilk ve tek araç olmasıdır.

Büyük tüccarlar, toprak ağaları, yeni yeni fabrikatörlerin oluşturduğu üst tabakadan bir zenginliğin simgesi olan görkemli Amerikan arabalarının karşısında; yeni yeni zenginleşmeye başlayan kitlelerin, yüksek kademeden memurların, yeteri kadar zenginleşememiş doktorların, subayların, avukatların, küçük tüccarların tercihi olarak, aynı zamanda bir ideolojik ve "sınıfsal" simgedir de Anadol.

Her Anadol'un bir hikayesi olduğu gibi; her Anadol sahibi olmuş ailenin de Anadol hikayeleri vardır.
Benim için en önemli anı; bir memleket ziyaretine giderken, özellikle ülke çocuklarının ve ülkenin bir bölgesinin geri bırakılmışlığının simgesi bir olaydır. Yıllar önce, daha ilkokulun üç ya da dördüncü sınıfındayken bir yaz tatili yolculuğunda geçmiştir başımdan ve o an, fena şekilde kazınmıştır aklıma...
O yaşlarımda çok da ayrımına varamadığım ve bir komik an olarak niteleyip sıklıkla anlattığım bu küçük olay aslında, ülkenin sosyal ve ekonomik gelişiminin evrelerini anlamak adına önemli de bir nüansdır.
Yine o yıllarda Anadol'lu yolculuklarımızda tanık olduğum bir başka olay daha vardır ki; özellikle bu ülkenin nereden nereye geldiğinin anlaşılmasına olanak tanıyabilecek bir nüansdır o da...
Bizim dedeler memleketi: Önceleri Elazığ'a, sonraları Tunceli'ye bağlanmış olan Pertek kazasının Mercimek köyüdür. Dolayısıyla her yaz yapılan seyahatler, memleketin başka yörelerine de yönlenecek olsa, hep oradan başlar.
Yolculuk heyecanıyla uyur uyumaz geçen gecelerin en erkeninde, o keyifli üşümenin tadıyla başlar yol alma... Samsun'dan başlayan yolculuğun varış noktası Pertek'tir.
Sıcak ve kuraktır güzergah... Tokat çıkışından Gürün'e inişe kadar topraktır yollar. Kelebek camlarından giren rüzgardır serinlemenin tek çaresi... Ön kapı camları dibe kadar inmiştir. Sıcakla birlikte, kurak toprağın tozları da girer camdan içeri... Tokat'ın tam çıkışındaki Cim Cim Lokantasında, Tokat Kebapları beklenip paket ettirilir. Mermerden yapılmış ve ateşi dış yüzeyinde olan özel ocakta, ateşe hiç değmeden taşların ısısıyla pişer; patlıcan, domates, biber, sarımsak, soğan, küçük doğranmış etler ve pirzolalarla bütünlenmiş şişler... Özel ocağın altındaki tepsidedir lavaşlar ve tüm şişlerin suları o lavaşların üzerine akar.... Pişince şişler; tüm malzeme çıkarılır lavaşların üzerine...

Hedef Çamlıbel'dir artık. Karayolları çeşmesinin üst başındaki bir kaç ağacın altında yenilecektir bu lezzetli kebap; ve illa eşlik etmelidir ona, Çamlıbel'in soğuk suyundan yapılacak ayran... Hem Köroğlu hikayeleri anlatılır hem de ta vakti zamanında, bizler henüz yokken ortalıkta, karayollarının Çamlıbel yol yapım şantiyesindeki araçların bakımını yapan babanın o çalışma yıllarında kolundan düşüp de kaybolan saatinin hikayesi... Ha bir de, yola çıkarken arabada çalmak için alınan 45'liklerin arka camının önündeki erimiş haline çözümler aranır, sıcak suda yumuşatıp üzerine koyulacak bir havlu ile ütülemek gibi... Sonra, varınca Malatya'ya; oradaki bir plakçıdan tamamlanır eksikler.
Zaman zaman; onca yokuşu, onca sıcakta tırmanan araba dindirsin diye hararetini; boşa alınıp, salınır rampaların başından aşağıya; rüzgara yüzünü yaslasın ve özgürce serinlesin diye...
Farkındayım ki; geçince Tokat'ı, daldım gittim onca anıya ve unuttum iki olayı anlatmayı...İlk olayım şuydu: Bu yolculuklardan birinde, Malatya'daki akrabalarının ziyaretine gidecek komşumuz bir teyzeyi de almıştık yanımıza... Varınca Malatya'ya, onu bırakmak için şehrin merkezine yakın bir mahalleye girdik. O yaz, hem yolculuğu Akdenize doğru uzatacağımızdan, hem de o teyzenin bavullarını göz önüne alarak... Takmıştık arabanın üzerine bir port bagaj. İşte o mahallede arabanın peşine takılan ve "turist, turist!" diye bağırarak koşturan çocuklardı akılda kalan... Port bagajlı Anadol'du bu imajı yaratan.
Yıllar sonra, büyüdükçe, ülke sorunlarına dalıp merak ettiklerimi öğrenme çabasına girince, biraz biraz da ideolojik bir kimliği üzerime geçirmeye başlayınca farkettim ki; aslında bu ülkenin bir bölgesi nasıl da ihmal edilmiş. Ama her anlamda!

O gün için bize yol eğlencesi olan bir durum, aslında acı bir gerçeğin ve ihmalin çok önemli bir göstergesiymiş: O seyahatlerde üç kardeş arka koltukta oturur, karşıdan gelen arabaların plaka ve marka istatiklerini tutardık. Bazen de tahminler yapar, kimin tahmin ettiği marka çıkarsa ona bir puan verir, belli bir noktaya vardığımızda en çok puanı alanı da ödüllendirirdik. Tüm bu süreçlerde, yol kenarlarında durup "sigara" ya da "kibrit" diye bağıranlar dikkatimizi çekerdi. Bir de "gazete" diye bağırılırdı en çok; yol kenarlarında duran işçiler ve çocuklar tarafından... Ve tüm bu süreç daha Tokat'tan öteye geçtiğimiz an da başlardı. Biz de, o gün arabada bulunan gazeteleri atardık insanlara... Sonraki yıllarda kış boyu biriktirdiğimiz gazeteleri ve dergileri de yüklemeye başladık bagaja. Ve tüm yolculuk boyu, o gazeteleri ve dergileri atmaya başladık insanlara... Başlangıçta ve o yaşlarda eğlenceli bir oyun olan bu durum zaman içinde; tüm yaşamımdaki siyasal tartışmalarda, özellikle belli bir coğrayadaki başkaldırıların nedeni anlamında mihenk taşı bir sosyolojik veri olacakmış da haberim yokmuş.
İşin özü Anadol sadece bir otomobil değildir. Anadol bir süreç ve tarihtir. Adından da anlaşılacağı üzere ve simgesi ile, geçmişten bugüne bir Türkiye panaromasıdır. Bugün, Türkiye'nin pek çok şehrindeki farklı yaşlardan ve meslek gruplarından insanı birbirleriyle ilişkilendiren, bir araya getiren, şenlikler düzenleten, onları bir kulüp etrafında örgütleyen sosyal bir olgudur Anadol
Gelirsek ilk hali bu olan Anadol'un hikayesine: Araç emekli bir deniz albaydan satın alındı. Yani ilk sahibinden... 1974 model, Akdeniz A1 bir tipi bir Anadol bu...

İlk modellerinde ön farları yuvarlak, arka stop ve sinyal lambaları da daha küçük olan marka; o yıllara göre önemli bir değişiklikle farlarını kare yapıp, arka stop lambalarını da uzatarak yeni bir heyecan yarattı ve artık Anadol'un, bir de Akdeniz tipi oldu.
74 model ve yatmakta olan araç; erkeklerin balkondan görüp de göstermek için içeriden eşlerini çağırdığı, bazı otomobil dergilerinin resimlerini yayınladığı, son model araçlardan daha çok ilgi çeken, evdeki diğer otomobillerin pabucunu dama atan yeni haline büyük bir heves ve çabayla getirildi. Herşeyi tek tek elden geçirilen ve yenilenen bu aracın tüm parçaları orijinaldir.


Önce bir atölyede parçalara ayrılan aracın kaportası elden geçirilirken motor, ön takım ve diğer aksamlarındaki yenileştirme çalışmaları da tümüyle orijinal yedekler kullanılarak tamamlandı.

Boyaya hazır hale getirilen araç, Türkiye'nin en önemli oto boyacılarından Hamdi Şenkal'ın atölyesine getirildi. Bu araba; otomobili ona boyatabilmenin prestij olduğu Hamdi Şenkal tarihinde yapıma kabul edilen ilk Anadol'dur. Onun denetiminde yapılan kaporta çalışmalarının ardından yine onun atölyesinde orijinal rengi Ürgüp beyazına sadık kalınarak boyandı. Tek üzüntümüz, çok emekle, merakla, hevesle ve titizlikle ortaya çıkmasına sebep olduğu bu aracın boyanıp atölyeden çıkışına, kısa bir süre önce kaybettiğimiz Hamdi Abinin tanık olamamasıdır. Onun yaptığı her işin sonunda duyduğu sanatçı keyfini, o keyfin gülümsemesini resmedememiş olmamız, en büyük üzüntümüzdür.

Emeklerine sağlık büyük usta... Ve çok teşekkürler.


13 Mayıs 2010 Perşembe

Selvi Boylum Al Yazmalım*

Oyuncular vardır: Ne menem bir şeyse star ışığı denen şey, onlarda ondan yoktur!

İşlerine bakar, büyük oynarlar. Ne gazete köşelerinde, ne televizyonların ışıklı magazinlerinde vardırlar.

Eser büyüktür, öykü sağlamdır. Her cümle, her iç ses yüreğinize saplanır, tıkanırsınız...

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi'' dediğinde Asya...

Filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edersiniz. Taraf olursunuz yalın sevgiden yana, emeğin tarafında... İstemezsiniz iyinin kaybetmesini, sızlasa da içiniz; ''Seninim işte! Alıp beni götürsene'' dediğinde Asya...

Sevmenin vazgeçişine saygı duyarsınız. Acısı sizi de yakar, İlyas' ın bitmemiş türküsünün...

Ahmet Mekin, bu filmin büyük oyuncusudur.

Yok saymanın, üstünü örtmenin her türlü teskin ediciliğini ilaç niyetine alsa da aşk; hiç bir doz kesmez midir ki, aldırma gönül yazar kırmızı BMC'nin üstünde...

Yeşilçamın yüz akıdır Selvi Boylum Al Yazmalım. Dokunmadığı yürek var mıdır?...

Neden aşktan öteki için gidenler hep erkektir? Hani kadınlar daha duyguluydu? Yoksa erkekler vazgeçmeyi seçebilecek kadar çok mu severler? Yoksa çocuklar en değerlisi midir bütün vazgeçişlerin? Yoksa hiçbiri mi?

Çarşı karışır mı bu yorum üzerine ?

Niye Türkan Şoray'ı çok seviyorum ?

Yoksa soğuğun beni sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden ama yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda yürüyen miyim hala; elimde yüreği ile...

İşten başkaldırmış bir arada dolaşırken, afişini gördüm de! Hepsi bu.

Yüzüncü sinema yazımın çok özel ve anlamlı bir film olmasını istemiştim hep... Yüze yaklaştıkça, "ne olsa ne olsa!" diye düşünmekteydim sürekli... yarın(14.mayıs) yeniden vizyona gireceğini duyunca filmin, benim için çok özel anları da kapsadığından; çoook dünden ve bugünden. *İlk kez bir sinema sitesine yazdığım, 2008 de bloga taşıdığım yorumu; güncelliği itibariyle ve 100. yazıya en yakışır film gördüğüm için, yeniden...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Kurultay


Bilge bir prens, insanları devlete ve kendine muhtaç olarak tasarlamalıdır.

Machiavelli, PRENS 9.bölüm "Sivil Prenslikler Üzerine", sayfa 66

Görsel: Sven Prim

11 Mayıs 2010 Salı

Görülen Lüzum Üzerine!

Çerçeve içindeki metni 2005 yılında uzunca bir mektubun içinde yazmıştım. Sonra ondan bir blog yazısı yapmıştım, geçen yıl... Yazıda kastettiğim, bütün görevlerinin dışındaki yalın bir insandı. Sadece yaşamındakilere karşı sorumlulukları olan bir insan... Yani yığınların gücünü arkasına alarak, onların umudu olarak bir takım makamlara gelmiş insan değil; kendi mahreminden sadece kendisi sorumlu, yanlışlarının verdiği zararlar sadece çevresi, ailesi ve kendisiyle sınırlı bir insan.

Kopan gürültüye baktığımda gördüğüm iki yüzlülüğe, kıvırtmaya, ahlaka dönük olarak; çok sert cümleler içeren bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Sonra, " Aynı olay rakibiniz biri tarafından yaşanmış olsaydı, tutumunuz ve dillerinizden dökülenler ne olurdu? diye sormak geldi içimden, herkese... Yaşananın gerçek olduğunun altını çizerek.

Kendimizle ilgili yaşadıklarımıza, üzüntülerimize, yıkıntılarımıza ya da aldığımız kararlara yarattığımız gerekçeler: Kendi haklılıklarımızdan baktığımızda çoğu zaman bize doğru gelse de, bu kararları almamıza neden olan bilgiler, sonuçta kendi benliğimizin oluşturduğu duygularla yorumlanacağı için, onları çoğu zaman işimize geldiği gibi, ya da kendi haklılığımızı görmek istediğimiz pencerelerden bakarak, kendimize uygun elbiseleri yaratıp giye(bilir)iz. Bunların arkasındaki (doğru!) gerçek, bizim zannettiğimizden ve aslında bilip de görmek istemediğimizden çok farklı olabilir. Her zaman ve de çoğunlukla, yarattığımız gerçekliklerimizi onaylatacağımız, ruhumuzu sevip-okşayıp rahatlatacak bir insan kitlesini bulabiliriz. Aslında, çoğu zaman konuşmak için onları biz seçeriz. Bu hâl; bireysel olarak bizi tatmin edebilir ve bir rahatlama, lehimize bir kazanım sağla(yabili)r. Çünkü onaylanma duygusu bazen, (doğru) gerçeklerden daha değerli olabilir ve bu sonuca ulaşabilirlik kolaydır. Zor olan; doğruyla kendi yarattığımız gerçekliklerimiz arasında çelişkiler yaşarken (doğru) gerçekle yüzleşebilmektir. Yaşananları bir durum kabul edip, kendimizin de hatalı ve yanlış olabileceği tarafından bakabilmektir. Bütün olasılıkları didik didik edebilmektir. Konuşmaktır. Görüş ayrılıklarını, farklılıkları, bakış açılarının yaşanmışlıklarla doğru orantılı olarak değişiklikler gösterebileceğinin doğallığını kabul etmek, onlara saygı duymak, sessiz kalabilmeyi becerip, uygarca bir çözüm üretilemiyorsa kırıp dökmeden yolları ayırabilmek ya da çözümlere ulaşabilmektir. Karşıdakilerin de kendince doğruları, duyguları, sevgileri olan; en azından kanlı canlı insanlar olduğu gerçeğine saygı duyarak.


İlk günden itibaren, "en azından bu kez" diye beklemiştim. Bu kez gerçekten ötesinin hesabını yapmadan, çıkar ve adam gibi, onurlu bir insan gibi konuşur diye ummuştum. Bu güne kadar belagatine güvenip eğip büktüğü kelimelerle yıllarca oyaladığı, kandırdığı; sığınacak bir yer arayan, rejimin değişeceği algısı sürekli kafalarına çakılan, bu temel korkularla sürekli diken üstünde tutulan, yıllarca tüm saflıklarıyla ona inanmış insan kitlesinden özür diler; olayın iki yanındaki iki kadını savunur, onlara ve yaşadıklarına sahip çıkar, yayın ahlaksızlığını kullananların, mahremiyet üzerinden vuranların çirkinliğinin arkasına hiç saklanmadan, akıldışı suikast iddialarını hiç malzeme yapmadan, hayatının en delikanlı konuşmasını yaparak tarihte hiç değilse son hareketiyle olumlu bir yer tutma akılcılığını gösterir sanmıştım. Ama o, üzerinde oluşturduğum yargıların gereğini yaptı.

Kendi kariyer planlaması; ağzından dökülen her sözcükten buram buram anlaşılıyordu. Zaten tüm siyasi hayatı boyunca; ne yoksullar, ne gençler, ne işçiler, ne kadınlar, ne çocuklar, ne kimsesi onun derdi olmamıştı ki... Varsa yoksa kendisiydi. O bir yavuz hırsızdı. İki yüzlüydü. Yok ettiği rakiplerine uyguladığı metodlar, son kongrede rakibi olan kişiye eşinin ve çocuklarının yanında yaptığı kongre konuşması, yeteri kadar pornografik çirkinlikler taşımıyor muydu? Kendi burnunun ucundan ötesini görmeyen, umursamayan bir ahlakın temcilcisi olarak; o partiden umut bekleyen, varları yokları o parti olan insanların duygularını sürekli iğfal etmemiş miydi? Bari adam gibi, yiğitçe, inandırıcı, apaçık ve son kez bir konuşma yapsa da hayatımda ilk kez opsiyonsuzca, şerh koymaksızın alkışlasaydım kendini... Zaten yoktu, yok hali de ufalıp yok oldu. Onurmuş... Hıh!

Pensilvanyalıyla ona F tipi mutluluklar dilerim, çarşaf açılımından sonraki pratik çözümü başarıya ulaşır ve onların desteğiyle ve okey arkadaşlarıyla saltanatını devam ettirir umarım. Ben partinin adı ve tüzel kişiliği için üzülüyorum, o adam benim eğlencemdi ve hiç yanıltmadı beni.

İstifayı gerektiren bir şey yaşandıysa, "olayın açığa çıkmasına gerek var mıdır, ahlaklı ve 'dürüst' bir insan için?" diye, hala savunanlara ve onu parlatmaya çalışanlara sorası geliyor insanın!

Ben, bu kadarını beklememiş ve tahmin edememiş olsam da, genel tavrına hiç şaşırmadım. Üstelik çok da güzel bir esprim var -onu kastetmediğim halde- bir yanlış yoruma sebep olup da kadını incitmemek adına es geçiyorum.


Görsel: La Loba

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Öykü Çığırtkanı -ı-

Çok çok azı deha, çok azı usta, birazı yetenekli ve daha azı da yatkın doğar… ben sonuncu sınıf bir öykücüyüm. Alçakgönüllülük filan değil; okuduğum ve hala okumakta olduğum bunca kitap bunun böyle olduğunu söylüyor bana.

Yoksa masamın başında yaklaşan seçimler adına bir öykü yazmak için böylesine kafa yorup durur muydum?

İstediğim de; bana özgün düşünceler olsun yazdıklarım…

Gel gelelim, inadım inat; beni yaz beni yaz, diye kafamın etini yiyen “Kötü yöneticiler oy kullanmayan iyi yurttaşlarca seçilir” diyen o Fransız atasözünü yazmayacağım… Ama boşuna direnişim, kendime sık sık yinelediğimi söyledim yine: öykücü geçiniyorsun ama… ama da kalıp morarmaya başladım. Evet ben olsam olsam sonuncu sınıf bir öykücü olabilirim. O bile değil: öykü çığırtkanı… İşte bu, gerçek mi gerçek yakıştırma hoşuma gitti. Yakıştı, dedim. Bir eski çağ filozofunun “Oylar sayılmalı değil, tartılmalı” ve Platon’un “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır” sözlerini sıralayarak rahatça bağırabilirim:

“Duyduk duymadık demeyin… Ey, seçimlerden sorumlu kurullar, seçmenler, sandık başı görevlileri, seçimden önce “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”*“Duyduk duymadık demeyin… Ey, seçimlerden sorumlu kurullar, seçmenler, sandık başı görevlileri, seçimden önce “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”* birkaç kez okunacak!.. Okuyanlar okumayanlara okuyacaklar!..”

Şimdilik, (Öykü Çığırtkanlığı adına) o kitaptan sadece bir paragraflık alıntı yapacağım:

“Gerçekten de, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen sürede oy vermenin zorunlu olmasından sonra hastaneler ve yoksul yurtları Hıristiyan Demokrat Parti’nin oy depoları görevini yapmaktaydı; özellikle Cottolengo’daki seçim sırasında, doğuştan geri zekalılara, ölüm döşeğindeki yaşlı kadınlara, damar sertliğinden her tarafı tutulmuş felçli adamlara veya herhangi bir nedenle aklını kullanamayacak durumda olanlara oy verdirildiğine çok rastlanırdı. Bu olaylar yüzünden, gülünçten acıklıya kadar çeşitli fıkralar uydurulmuştu: Oy pusulasını yiyen seçmenler, elinde bir kağıt parçasıyla kabine girince kendini helada sanıp işini görenler ya da ‘Bir iki üç, Quadrello! Bir iki üç, Quadrello!’ diye liste numarasıyla adayın adını koro halinde yüksek sesle söyleyerek içeri giren azıcık daha kafası işleyenler…"


Ekmel DENİZER


*CALVİNO, İtalo, “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”, YKY, Çeviren: SAYIT, Semin, s. 11,12

9 Mayıs 2010 Pazar

Ejderhanı Nasıl Eğitirsin

Sonda söyleyeceğimi başa almalıyım ki, filmin sonunda içimden gelen ve engel olunamaz alkışlama arzusunun önüne koyduğum fren, daha iyi anlaşılsın. Reklamın çok da hoşuma giden sloganını bu film için tekrarlarsam -ki bundan daha iyi bir ifade ediş bulmam olası değil- animasyon dünyasında "daha iyisi yapılana kadar en iyisi bu!"

Tüm animasyonlar içinde Ratatouille'un yeri gönlümde her zaman farklıdır, Yukarı Bak yani Up da, Oscar almadan önce gönlümüzde taht kurmuş, bizden hakettiği ödülü peşin peşin almış, çok başarılı bir filmdir. Her ikisinin de hikayesi sağlamdır ve gönül telini titretirler. Bir yandan yüzünüze tatlı tebessümler yerleştirip kahkahalar attırırken, bir yandan da anılarınızda dolaştırıp duygulandırırlar.

Bir sürü övgüyü ard arda sıralayıp gönlümüzün baş köşesine oturttuğumuz onca filmin önüne geçerek, ittifakla animasyon listemizde nasıl bir numara oldu bu film dersek: Öncelikle çok sağlam bir metin üzerine kondurulduğunu, filmin birinci sahnesinde anlıyorsunuz derim; daha önce yazılmış bir kitabı olduğunu ve filmin bir kitaptan uyarlandığını bilmiyordum açıkcası, dolayısıyla "sağlam bir metin üzerine oturtulmuş" gözlemim, tümüyle saf bir izleyici algısıdır. Öte yandan filmin son derece dinamik bir sinema dili, Avatardan daha muhteşem bir görselliği, ekstradan şahane bir hikayesi, diyaloglarında da olağanüstü bir ritm ve dolgunluk var.

TRT ekranlarından Vikingleri hatırlayanlar bilirler ki, akıl ve kaba güç arasındaki farkı ortaya koyan hikayeler üzerinedir dizi... Viki; sorgulayıcı olmanın, analitik düşünmenin, uzlaşarak ve akıl yoluyla çözüm üretmenin temsilcisidir. Baba da, hızlı kararlar alan, sorgulamayan, öfkeye teslim bir kaba gücü simgeler. Bu filmde de, yine Vikinglerin reisi bir baba ve geleneğin dayatmalarıyla kendi düşünce ve ruh yapısının seçimleri arasında sıkışmış, Viki benzeri, adı Hıçkıdık olan bir oğul var; ve bu yapı ister istemez -bilenlere- o benzetmeyi yaşatıyor.

Çizgi dizi Vikingleri çağrıştıran bu eksen yüzünden başlangıçta beni kışkırtan, aklımı çelmeye çalışan "Vikinglerin taklidi bu film" yargısını, bir noktadan sonra elimin tersiyle ittim ve illa da bir kusur arayan entellektüel ukalalığı aklımdan kovdum. Aslında bunu ben yapmadım, film yaptı. Çünkü, film başlayıp da akıl arşivim Vikingler örneğini seçerek önüme koyduğunda, burnumu dikleyip, üst perdeden ukalaca laflar geçirmedim değil içimden... Ama öyle bir tempo, öylesine dolgun diyaloglar ve öylesini enfes esprilerle bezenmişti ki film; bir ara eğilip bana bakan Tırtıl'a sordum, ""nooldu?" "Uyuyorsun sandım" dedi.

Bu güzel ve güneşli gününüzde, yazıyı uzatıp da daha fazla vakit çalmayayım, baharın size sunduğu güzelliklerden... İnsanı günlük hayatın keşmekeşliklerinden çekip alarak, başka şeyler düşünmesine hiç fırsat tanımayan bir ritm zenginliği ve aksiyonuyla çok güzel bir sinema keyfi yaşatıyor film.

Ejderhanı Nasıl Eğitirsin: Gitmemek için Tırtıl'a her numarayı çeken ve yemek konusunda şahane alternatifler sunan, tüm çabalarına rağmen onun Mc Donald's diretmesine yenik düşen bana; "iyi ki gelmişiz" dedirterek onca lafımı yediren, karın tokluğu yüzünden girişte almadığımız mısırları koştura koştura aldıran... Bir an, sanki filmlerin sonunda da alkışlamak gerekiyormuş gibi hamle yaptıran, bu güzelliği kim yaratmış diye son isime kadar koltuğumdan kaldırmayan şahane bir film. Çocukları ve kendinizi mahrum bırakmayın!


Not: Çok küçük çocukların(5 yaş altı), dinazorlardan ve gürültü patırtıdan ürkmesine neden olabilecek bir kaç yer var, bilginiz olsun!

6 Mayıs 2010 Perşembe

Güzel Şeyler de Oluyor!

Ulusal medyanın; olayların önü arkası ve bütününe bakmaksızın, olayın tüm aşamalarını haberleştirmeksizin, sadece toplumda infiale sebep olacak noktaları öne çıkararak; zaten sorgulamak gibi bir niyeti olmayan, işin aslını merak etmeyen, kendi düz ve ideolojik saplantılarıyla bu türden haberlerin üzerine atlayan, sapla samanı birbirine karıştıran insanlara zemin hazırlama haline oldum olası isyankarımdır.

Haberi de; tıpkı tüketim ekonomisinin herhangi bir ürünün pazarlamasında öne çıkardığı ve genel insan algısını hesap ederek reklamladığı türden bir meta haline getirmelerinin, toplumsal hassasiyetlerin tahribatına ne ölçüde katkı verdiğini ve yanlış bilinçlenmelere yol açarak yangınları körüklediğini gözlemlerim hep.

Bu tavır yüzünden toplumda gerilim artar, insanlar bir takım kamplara ayrılır. Zaten düşünce tembelli olduğumuzdan; belgeye ya da somut verilere dayalı kanaatlerden ziyade, söylentilere dayalı kanaatler oluşturan bir yapımız da olduğu için; her olay aynı kefeye koyulur ve söylenti edebiyatının çok bilmiş dillerinden hareketle olaylar çoğaltılır, algılar kirletilir. Her seferinde de olaya sebep olan kimlik üzerinden, aynı kimliği ya da aidiyetleri taşıyan insanlara topyekün bir tavır takınılır. Bir grup kendini bilmez yüreksiz de ortaya çıkar, hiç bir suçu olmayan savunmasız insanlara saldırır, onları hedefe koyar, bu çirkin ve serseri eylemselliğini de yiğitlik sanır.

Şu beş altı gün içinde iki şehit cenazesine tanık oldu bu şehir... Onbinlerce insan uğurladı cenazeleri... Şehirin değişik yerlerinde yolum bu insan kalabalıklarıyla kesiştiğinde farkettiğim şey şuydu: Samimiyet. Öğrenciler, işçiler, yaşlılar, gençler, kadınlar, erkekler hiç bir ideolojik tavrın tutsağı olmaksızın sloganlar atıyor ve gerçekten insani duygularla kortej kalabalığında yürüyorlardı. Elbette bu kalabalığın içinde yer tutan; alabildiğine önyargılı, "sallandıracaksın bir iki kişiyi mantığıyla" çözümler üretebilen akla sahip, bu örgütsüz tavrı kendine mal eden, bunun kaymağından yararlanmaya çalışan bir siyasi grup ve insanlar da vardı.

Akşam haberleri izlerken ve internette dolaşırken farkettim ki; Diyarbakır adı taşıyan işletmelere saldırılmaya çalışılmış. Emniyet de, kısa dönem önce bir siyasi partinin eski genel başkanına yapılan saldırıdaki zafiyetin farkındalığıyla ve bundan ders çıkardığı için, işletmelerin olduğu bölgelerde bu tür saldırıların olabileceğini öngörerek önlemini almış. Dolayısıyla fiziksel bir tahribat yaşanmamış. Gece boyunca, konvoy oluşturup, ellerinde bayraklarla maç kalabalıkları benzeri bir fanatizm örneği sergileyen bir grup; iki ana caddenin bu sokaklarla kesiştiği noktalara geldiğinde durarak, bu işletmelere ve sahiplerine dönük, küfürlerle beslenmiş sloganlar atmış.

Dün, küçük bir ameliyat geçirecek kızkardeş için gittiğim hastanede onu ve eşini beklerken, masanın üzerinde duran yerel gazetelere göz atıyordum. Her biri farklı siyasi fikirlere sahip, farklı çıkarsal amaçlarla kurulmuş o gazetelerde öne çıkan haberlerde; şehir insanlarının farkındalık yüklü, samimi, duyarlı demeçleri vardı. Bundan daha ötesi her gazetede, her biri tam sayfa olmak üzere Ticaret Odası, Borsa, esnaf dernekleri, Musiad, Kasiad gibi meslek örgütlerinin ve diğer sivil toplum kuruluşlarının, "Güneydoğu kökenli" insanlarına sahip çıkan ve eylemcileri kınayan ilanları vardı.

O ilanlarda yer alan ve özenle kaleme alınmış cümlelerde görülüyordu ki; bu şehrin sorumlu kişileri, "bu eylemleri yapanlar bir avuç insan, olan biten bir şehire mal edilemez" klişesine hiç sarılmaksızın, sorumluluk alarak, olan biteni halının altına süpürmeyerek, gerçek ve siyasallaşmamış insan duyarlılığı ile sahip çıkmışlardı vatandaşlarına. Fiziksel tahribatlardan çok daha zor olan manevi yıkımların onarılmasına çok önemli bir katkı yapmışlardı. Büyükşehir ve tüm alt belediyelerin farklı partilerden başkanları ortak bir karar alarak, hedef gösterilen lokantalardan birinde topluca yemek yemeye karar vermişlerdi.

Ulusal medya gerçek gazeteciliğin farkında olsa... Bir kentin insanlarının hedef gösterici bir azınlığın önüne ördüğü bu şık duvarı; olayın duyarlı ve sorumlu yanını öne çıkararak duyursa... Güzel bir örnek üzerinden toplumsal bilinçlenme, barış ve kardeşlik adına çok doğru bir iş yapmış olmaz mıydı?

Görsel: Widelec.org

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Üzeyir’in Emekliliği*

Lütfen biraz sessiz olalım beyler, dedim. Kimin umurunda. Bu kez lütfensiz, beylersiz ve biraz sertçe ve yineledim; sessiz olalım! Bunun üzerine bir duraklama oldu. Kimi; günün koşullarından söz etmemi istiyordu, kimi bana ne günün koşullarından, Süheyla’yı yazmalıyız, diyordu. Bazıları ciddi, bazıları da yeter ciddiyet biraz gülümser olmalı, şu olmalı, bu olmalı derken, Üzeyir’in emekliliğinde karar kıldık. Çünkü bu hepsinden çok önceliği olan bir konuydu.

Masamda, kalemim, kağıdım, kadehim ve “Yeni Rakı” amblemli kar gibi porselen bir tuzluk vardı. İkinci dubleden sonra Üzeyir’in emekliliği üzerine bir öyküye başlayacaktım. Öyle de yaptım. Ve ayrıntılarıyla geçen salı gününü gözümün önüne getirdim.

Birahanenin önüne geldiğimizde, -Üzeyirce kafayı çekmek anlamına- hadi süslenelim, dediler. Bu birahaneyi ilk kez görüyordum. Yanıbaşımdaki bir birahanenin bunca zaman kendini benden nasıl sakladığına şaşırdım. Sesimi yükseltip “jömör de suaf o pre dü la fonten”* dedim. Arkadaş arkadaşın ne bildiğini, ayni zamanda ne bilmediğini de bilir. Üçünün de İngilizceleri iyi fakat Fransızca bilmediklerini bilmez miydim? Çeşmenin yanında susuzluktan öldüğümü söyleyince, bir bravo’dur gitti. Meğer bu dize, böylesi özel bir günde, bu birahanenin önünde söylenmek üzere içmeye kıyılmayan, kıymetli bir şarap gibi kırk yıldır gizlenir, gizlendikçe güzelleşir dururmuş belleğimde. Böylece, içeri bir dublenin alkolü kanımıza karışmışçasına girdik. Daha yerlerimize yerleşmeden, ayakta bir süre kol saatine bakadurdu ve “Tamam” deyip kravatını çözdüğü gibi özenle katlayıp cebine koyduktan sonra, “İşte bitiii…şimdi tamamen emekliyim” dedi. Üçümüz de kadehlerimizi Üzeyir’in biz emeklilerin arasına “hoşgelişi”ne; yaşlanmış, kahverengi lekeler bürümüş ellerimiz ve neşeli ama titreyen parmaklarımızla kaldırdık. Süslendikçe hüznün üstünü bir güzel örtüp neşelendik.

Günün birinde yazdığım öykünün bir yerine yine Üzeyir’i getirip sıkıştırmıştım. O gün öyküde sıkışıp kalan Üzeyir’in isyanı üzerine hiçbir öyküme sokmayacağım diye söz vermiştim kendime. Üzeyir de Üzeyir değildi aslen. Aslen Zonguldaklıydı sanırım ve ona bu adı Şişman, Şişman’a da Şişman adını Üzeyir takmıştı. Birbirlerinin isim babalarıydılar yani. Şişman öldükten sonra bir tek ben Üzeyir diyordum. O da sadece öykülerimin zora düştüğüm yerlerinde. Bugün belki son kez yazacağım ve Üzeyir yazılarımdan da emekli olacak.

Bu arada Şişmanı da anmamak olmazdı. Yaşamı boyunca emekli olarak yaşamış ve yaşamdan da ilk o emekli olmuştu. Yaşasın arkadaşlık, dedik ve onu da andık.

Birahanenin sahibi gence, üzeri “Yeni rakı” amblemli tuzluğu gösterip, şundan bir tane verebilir misiniz, dedim. Biraz sonra bir peçeteye sarmış getirdi. Senin yaşındayken istemez, aşırırdım, dedim. Güldü…

Şimdi tuzluğa bakıp gülümsüyorum. Tuzluğa da gülümsenir, hatta konuşulur; günün anısı olarak gerçekten yakışıyorsun bu akşamki soframa, dedim…
Ataköy, 25 Nisan 2010, 23.00. (akşamı kafayı çekerken.)

Ben bunu hep yaparım; yazımın sonuna tarih atar, saatime bakar -şimdi yaptığım gibi- 23.30’sa, 23.30, parantez içine de ortamı yazdıktan sonra noktayı koyar ya gerinir ya da bir duble daha atarım.

Ekmel Denizer

*“Je meurs de soif au pres de la fontaine”. Eyuboğlu, Sabahattin, “Şiirle Fransızca” Çan Yayınları, 1964.

*Gerçek bir öyküdür.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP