Şafak Sayarken etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şafak Sayarken etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2023 Perşembe

Tertipçilik Ve Marifetli Telsiz


16+

Rahatsızlık Verebilecek İfadeler İçerir!



Kim bilir belki bir gün Şafak Sayarken'lerden birinin içinde, mesela telsizin antenini açıp onu kişiye yönelterek ve telsizin ayarıyla oynayarak ona bir dedektör işlevi yüklediğimizi,

hışırdattığımızı,

ve o sesin bir adlandırma için sonuç ürettiğini...

Ve -bazı- herkese, biz dahil komik geldiğini,

ama hayat olgunlaştırınca da bunun aslında hiç komik olmadığını;

olgun yaşımın etiği ile ve tüm çıplaklığı ile yazarım, demiştim;

bir kaç gün önceki film yazımda...

Evet o gün ve hâlâ insanlara karşı ön yargısız,

cinsiyet ayrımcılığı yapmayan,

siyasal düşünceleri ve etnik kimlikleri nedeniyle insanları ayrıştıramayan,

cinsel tercihleri ile hiç ilgilenmeyen karakterlerimize rağmen, bugünden baktığımızda yine de yaptığımız şakanın eşşek şakası olduğunu, farkında olmadığımız birilerini incittiğini ve gülüp eğlendiğimiz olayın yanlış olduğunu kabul ediyorum;

sonrasında hiç kimseye aynı yanlışı yapmamış olduğumuzun, fazlasıyla üzüldüğümüzün, ve benzer şakayı sözlü olarak yapanlara da hadlerini bildirdiğimizin altını çizerek...

Sanılmasın ki filmde* yaşananlar sadece o ülkede. Aksine dünyanın tüm ordularında var olan bir gerçeklik!



*


Yıl 1981

Aksiyonlu ve eğlenceli günün mesai bitiminde araçlarımızı park ediyor, geceye akmak için uygun saati bekliyor ve akıyoruz. Dönüşte de aynı koğuşta kaldığımız ama orduevinin askerleri olan alt  tertiplerle sohbet ediyoruz, üst tertibimiz bir grup da hiç hoşlanmadığım bir tabirle karı-kız muhabettinde...

Dersiniz alemi silip süpürmüşler.

Biz yatma hazırlığındayız. Apo duramadı, Cemal kulakları dikmiş vaziyette daha alt tertip askerlere, hatta acemilere ve tugayda neşeli bir akşamüstünde biraz da gülelim mahiyetinde -geçmişte yaptığımız- bir uygulamayı bu kez kakara kikiricilere karşı orduevinde hayata geçirecek. Tertipcilik yapan ama bize de onların alt tertibi olmamıza rağmen güçleri yetmeyen, gücü yeteceğini sanan rütbedekileri de binbir ihbarla üzerimize salacak potansiyelde olan homofobik gruba da ders verme fırsatı aynı zamanda bu.

Şımarıklık had safhada, çünkü kendilerini  ne kadar saklamaya çalışsalar da artık farkındayız ki asker ocağında da gay arkadaşlar var ve söz konusu grup arasında onlarla ilgili bir geyik çevriliyor.

Bizim ekip yatmaktan vazgeçti, tabancaları zaten bellerinde lakin otomatik tüfeklerini de aldılar ve olay mahallindeler,

geyiğin geyiğini yapacağız.

Cemal telsizini ayarlıyor.

Ve diyor ki "Arkadaşlar şu an bir emir aldım ve kontrol yapacağım."

Telsiz belirli insanlarda var. Bir numaranın aracında mesela... Cemal de 1 numaranın şoförü, bende var, Apo bir numaranın koruması ve Cemal ile aynı telsizi kullanıyorlar.  Şu an yapılacak eyleminse bir amacı var, daha önce özellikle taze askerlere gay'misin kontrolünü şaka mahiyetinde de olsa yapmamalıydık ama yaptık, gülüp eğlendik de...

Ama sonrasında da durup bir düşündük!

Bu kez amaç konu üzerinde kimsenin bundan öte spekülasyon yapma cesareti gösterememesini sağlamanın yanı sıra tertipcilik dayanışmasını orduevinde sonlandırmak ve cinsiyetçi yaklaşımları utanç ve korku baskısının ardına süpürmek.

Bu konuda bir demirperde örme fikrindeyiz.

Kakara kikiricilerin önündeyiz,

Cemal telsizin antenini uzattı,

frekans düzenleme düğmesi iki parmağının arasında, "Sıraya geçin İbne kontrolü yapacağım," derken, ibne vurgusunu argodaki aşağılama/küfür yerine özellikle kullanıyor,

kişilere antenin ucunu değdiriyor ve o sırada düğmeyle hafifçe oynuyor ve bir hışırtı çıkıyor telsizden, cihaz tespit etti, kişi ibne.

Masumiyet grubundan biri olduğunda telsiz ayarı kıvamında çevrildiği için hışırtı yok, kişi rahatladı,

çünkü ibne değil.

Bu test o akşam çok kişi üzerinde tekrarlanıyor ve genellikle baskı yaratan grubun ibne oldukları açığa çıkarken, diğer çocukların (gay olanlar dahil) tamamının ibne olmadığı, aksine insan oldukları anlaşılıyor.

O biraz önce kakara kikiri yapan suratları görmek gerek... Telsizlerin elbette o tespiti yapamayacağını bilen usta askerler var içlerinde,

ama bu dünyadaki en berbat durum nedir diye düşünürsek de şüyuu vukuundan beter bir noktada olmaktır!

Bizden sonra bu korumacılığın, yetiştirip görev teslimi yaptığımız yeni askerler tarafından da uzun bir süre sürdürüldüğünü biliyorum. Cezalandırmalar söz konusu olduğunda da artık cinsel tercihlerin konu edilmediğini de... Sonrasında askerliğini bitirenlerden çok miktarda teşekkür mektubu da aldık ki özellikle aynı karavanayı yiyip aynı nöbetleri tutan, belki de aynı savaşta, aynı vatan için ölecek bazılarının ötekileştirme çabaları ve tavırları ve aşşağılamaları; asıl acı veren tarafıydı olayın.

40 yıl önceki dedektör görevini üstlenen telsizlerimizin bir fotoğraflarını aradım nette, bulamadım, tarih olmuşlar. Sonra askerlik fotoğraflarımızın içinde telsizler ve silahlarımızla bir fotoğrafımızı buldum, kesip biçmeye üşendim.

O hışırtıyı ise amacından ve sonucundan kaynaklı olarak bugün bile kimselerin duymak istemeyeceğinden adım gibi eminim. Bulaşıcı olabilir!

Yazının özüne gelirsek, benzer durumlar yokmuş gibi görülse de inkâr edilemez biçimde var, biliniyor ve aynı filmdeki örnekler gibi, olaylar -sayıca çok olmasalar da- ne yazık ki homofobik erler tarafından diğerlerine yaşatılıyor!


Bu yazıyı tetikleyen söz konusu filmse Teftiş

27 Ağustos 2022 Cumartesi

Cip Spor Oldu

Kademeden sorumlu Gürcan'la Ahmet şehire iniyorlar.

Gün cuma.

12 Eylül darbesinden sonraki ilk 23 Nisan Bayramı'ysa pazar günü.

Kademede hummalı bir çalışma var.

Son bir aydır öncelikle törene gidecek araçlar elden geçirildi ve boyandı. Diğer araçlar da sırayla boyanıyorlar. Çocuk bayramından ziyade bir gövde gösterisi sanki bu. Öncesinde asker kıyafeti giydirilmiş çocuklar ve öğretmenleri komutanı ziyarete geldiler ve çiçek verdiler.

Yer gök militarizm kokuyor.



Dönersek bize ve Gürcan'dan kısaca bahsedersek: Tam anlamıyla bir İstanbul uyanığı, yeme içmeyi bilen, şahane akordiyon çalan, ağzı iyi laf yapan, özellikle gayrimüslim olarak nitelenen vatandaşları çok iyi tanıyan, herkesle kolay ilişki kurabilen bir keyif adamı.

Ve bizi ilk keşfeden şahıs, çünkü bir söğüşleme uzmanı aynı zamanda ve tanıdığım en ilginç karakterlerden biri.

Biz: Yani Cemal, Buraneros, Apo ve erkenden yatmaya giden, masaya katılmayan, içimizdeki tek evli ve de çocuklu Cengiz.

Komutanın yeni adamları, usta birliğinin taze askerleri..


Gürcan bir kaç kez bizi yokluyor, biz safı oynamaktayız. Sonra anlıyor ki bizden ekmek yok kendisine... Bana uyar, sonuçta kafa dengi çocuklar, diye düşünüyor olmalı ki aramızdaki samimiyet, sınırları çizilmiş ve aşılmayacak şekilde hızla gelişiyor.

İçelim o halde bu akşam!

Ahmet'le ki o da yaşça bizden büyük, çarşıdan iki koca torba nevale ile geliyorlar, çünkü gayrimüslim diye nitelenen vatandaşlarımız askerlerini teslim etmek üzere şehrimize gelmişler. Gürcan'ı biliyorlar ve büyük rakı, bir büyük şişe sıkılmış taze limon suyu, kalın dilimlenmiş harika pastırmalar, diğer şarküteri ürünleri, lakerda ve peynir çeşitleri olmak üzere 5 yıldızlı bir masa için yok yok hediyelerini de Gürcan'a vermişler.

Gürcan daha sonra öğreneceğimiz üzere aslında bir efsane. Kısaca anlatırsam bizden epey evvel zaman önce, o zamanki Tugay komutanının postası. Ona hafta sonları havuz başında sofralar kuruyor, rakısını hazır ediyor, o demlenirken de akordiyonla şarkılar çalıyor. Ve elbette aldığı güçle de kimseyi takmıyor. Rütbesi onbaşı. Derken günlerden bir gün komutan izindeyken, kendisi bir kadın arkadaşını tugaya getiriyor, onunla komutanın makam koltuğunda -biraz uygunsuz- bir fotoğraf çektiriyor ve bu fotoğraf da komutanın izinde olduğu bir dönemde ve bir denetim esnasında bölük komutanının eline geçiyor. Sonuçta askeri mahkemeye çıkarılıyor ardından ceza, askerlik uzuyor, üzerine rütbeleri de sökülüyor ve artık kademede görev alıyor.

Vaktinin çoğunu acemi birliklerinde geçiriyor, oradaki gayrimüslim askerlere yardımcı oluyor! Bize de epey zarf atıyor elbette, benim şehirde park ettiğim arabanın yerinin uygunsuz olduğu, başına bir şey gelebileceği gibi şeyler söylüyor, fakat anahtarları benden bir türlü alamıyor. Ve karar veriyor ki biz de en az onun kadar uyanığız, o zaman orta yolu buluyor.

Şimdi yeni gelen ganimetlerle akşam sofra kurulacak. Öncesinde Gürcan yemekhanenin fırınına etleri sıyrılmış göğüs kafeslerini attıracak ve onlar uzun süre orada kalacaklar.

Sohbet şahane, nöbetçi subayı olan, emekliliği yakın, bizim 7 kazık olarak tabir ettiğimiz baş çavuşlukta en üst rütbeye sahip ve o gece nöbeti olan ordonatçı ve gerçekten güzel bir adam da masada. O sorumluluğun gereği olarak erken terk ediyor sofrayı. Bir başka misafir de yine bir İstanbul uyanığı, acemi birliklerinin komutanı olan, tugayın en korkulan, en sert yüzbaşısının postası, kafa dengi, Gürcan vasıtasıyla yeni tanıştığımız bir asker.

Bir büyük bitti.

Muhabbet kıvamında.

O halde devam...

Devam da artık gecenin bir vakti ve rakı almak için tugay dışına çıkılması gerek. Plakasının sonu 10 olan ve o nedenle 10 numara diye andığımız, bölüğün en en hızlı cipi ne güne duruyor. Gürcan'la misafir asker atlıyorlar cipe. Bir kaç nöbet noktası geçecekler ve nizamiye dışına çıkacaklar ki o nöbet noktalarının olduğu birliğin sorumlusu bizim yeni tanıştığımız askerin biraz önce tariflediğim komutanı, dolayısı ile nöbetçiler onu tanıyorlar. Yine de gelsin kırmızı nöbetçi subayı kollukları. Hızlı bir çıkış, gecenin geç vakti ve tugay dışına çıkmakla kalmayacak, oradan dağın tepesindeki köye gidecek ve boğma rakı alacaklar.

Normalde tugay dışına çıkacak her aracın görev kağıdı olmalı!


Aradan makul bir zaman geçiyor. 10'numaranın performansını hepimiz test etmiş durumdayız; eğitim ve askeri ehliyet için sınav parkurunun tozunu dumana katmışlığımız çok ki her seferinde rally manzaraları sunuyoruz. Zaman akıyor ve normalde gelmeleri gerekir diye düşünürken kademenin telefonu çalıyor. Gürcan. Çok rahat, bir cip istiyor alt nizamiyeye. Hayırdır diyoruz, cip spor oldu da, diyor. Kaç takla diye soruyoruz, perende atmış olabiliriz diyor. Anlıyoruz ki demiryolu raylarını bir an hesap dışı bırakarak ve spinle dalarken viraja cip rayların da etkisiyle havalanmış, sonuçlara bakarsak taklayı tamamlayamamış ve askerlerin yardımıyla düzeltilmiş ya da perendeyi başarıyla sonuçlandırırken bazı noktalar önemli hasarlar almış.

Biz yeni cip hazırlarken, 10 numarayı çekmek için; Gürcan kademeye tam gaz giriş yapıyor. Acemi askerler ve nöbetçilerden yardım alarak düzeltmişler cipi, o da iyiyim bir şey yok giderim demiş olmalı ki şimdi garajdalar.

Üst branda parçalanmış. Artık daha havalı, üstü açık, safari tadında spor bir cip 10 numara. Ön cam kırılmış, iki çamurlukta ezik var, bir de motor kaputu bayağı gitmiş.

Kademedeki çocuklar uyandırılıyor. 10 numara boya aşamasındaki Reo'ların önüne çekilip saklanıyor. Ustalar kaputu, ön cam çerçevesini, iki çamurluğu söküyorlar, şimdi yatabilirler. Rakı sağlam ama! İçelim o halde.

Cuma günü büyük avantaj. Sökülen parçalar farklı birliklerin kademelerine gece dağıtılıyor ve cumartesi sabah için hazır olmaları isteniyor.

Cengiz komutanın halkı selamlayacağı tören aracını kullanacak, o halde ön cam çerçevesi komutanın üzerine çıkacağı platformun altına saklanabilir. Tören ve selamlama bitince komutanı normal makam aracına alacağız ve Cengiz doğrudan camcıya gidecek.

Tugaydaki işlerin koordinasyonu Gürcan'da. Diğer parçalar hazır biçimde kademeye geliyor. Çocuklar montajlarını yapıyorlar ve Ahmet jipi komple boyuyor. Pazartesi 10 numara garajda ve her zamanki yerinde. Bütün emeği geçenler tıp. Ufacık bir sızma yok. Test edildi.

Bu olayı terhis olduktan epeyi sonra ziyaretime gelen bölük başçavuşumuzu yemeğe götürdüğümde anlatıyorum. Biliyordum, diyor. Komutanım sen bilsen yakardın bizi diyorum ama biz terhis olduktan sonra sana anlatıldıysa buna bir şey diyemem. Gülüyor. Peki diyorum, ama samimi cevabını istiyorum: Bizim kadar kızdığın ama bir yandan işbitiriciliğimiz dolayısıyla sevdiğin askerlerin oldu mu daha önce diyorum. Yine gülüyor, kadehini kaldırıyor, tokuşan kadehlerin sesi hoş kelimelerle birlikte eşlik ediyorlar, deniz esintisinde yankılanan şarkılara...

15 Nisan 2022 Cuma

Kapıdan İçeri Sadece Yemek İçin Girmiştim Oysa

Bir iki ay önce biri kırtasiyeci olmak üzere yıllardır var olan binanın altındaki üç dükkân boşalıyor. Sonra hummalı bir tadilat başlıyor. Kadim fırına yürüdüğüm her sabah iki kere önünden geçiyorum. Sonra lokanta-kasap olacağına dair işaretler oluşmaya başlıyor. Kasap ve lokanta birlikteliği konumu itibariyle doğru bir seçim olmadığı gibi beni cezbeden bir durum da değil. Pandemi sürecinde pek çok yeni iş yerinin açıldıktan sonra yıldırım hızıyla kapandığını görüyorum. Üstelik bunların içinde çok yakın tanıdığım ama aklı evvel biri var ki tüm uyarılarıma rağmen onbeşbin lira kira ile yer tutup, aslında market ama ona göre şarküteri açtı. Dedim açtın eyvallah, hayırlı olsun, ama bir farkın da olsun ki etrafın anlı şanlı zincir marketlerle dolu.

Ona buradaki bir kaç iyi restorana meze yapan genç kadını önerdim. Kars'tan bir kaç peynirci, Hatay'dan da yine bir kaç üretici söyledim. Dükkânın önceki hali alt katı da olan, dışarı masa atılabilecek bir lokantaydı. Fırın'ı da var ve bu işler için normalde biçilmiş kaftan. Mezeler, peynirler, sandviçler ve diğer şarküteri ürünleri, fırından çıkacaklar satılırken burada da oturulup yenilebilsin, dedim. Şimdi adları ve şanları yok olan eskinin bulvar kafe-marketleri gibi: şu çocukluğumuzdaki adları ile, bir tür bonmarşe yani... Yüksek kar marjları olan bu kısmı kulak arkası etti. Zaten bir şekilde bildikleri ve alışveriş ettikleri yerleri bırakıp koşa koşa ona geleceklerini sandığı insanlara güvenerek, üstelik rekabete açık, kâr marjları düşük ambalajlı ürünlerle yola çıktı ve sonuçta 3 ay sonra kapattı ve bir sürü para çöp olmakla kalmadı; asıl işinde de sıfırı tüketti.

Buraya kadar olanlar çok keyifle yaşadığım iki öğlenle ve yazının ana konusu ile çok alakalı olmasa da; günlere ve döneme dair bir kaç not olarak şöyle bir kenarda bulunsun.


Bundan yıllar yıllar önce, şafak saydığım günlerde bir gün Aziz'le hiç o anki konumuzla alakası yokken ve o güne kadar tek bir kelam edilmemişken üzerine... Bana bir kişiden söz ediyor.


Dün

Öğleye yakın işe ara verip çıkıyorum evden. Bir konu var ve onunla ilgili görüşmek için emlakçımıza yürüyorum. Oradan çıkınca yemek fikrim dürtüyor beni. Buralarda mı yesem falan derken sahilden yürümeye başlıyorum. Nihayetinde önceki gün ilk kez gittiğim lokanta-kasap dediğim yerde karar kılıyorum. Aslında aklımı ona yönelten adı: "Et Lokantası-1933'den beri." Şehrin en hareketli ve popüler caddesinde yıllardır var ve belki de eski lokantalar adabını kolalı peçeteler dahil her şeyi ile yaşatmaya devam eden tek yer. Yemekleri muhteşem. Lokantanın kurucusu ve aşçısı baba, 11 yıl daha yaşarsa lokanta 100.yılını kutlayacak. Bir ilişki sezdirmekle birlikte aklımdan geçen orada çalışan bir grubun ayrılıp burayı açtığı, çünkü asıl yerin Et Lokantası kısmının önünde bir ad var!

Önceki gün ilk gelişimde genel olarak içerisi, masalar ve düzen hoşuma gidiyor. Mutfak ekibi tam tekmil, beyaz kıyafetler şık, aşçı şapkaları kafada. Hoş bir genç kadın alıyor siparişimi ancak tahtada yazılı menü iftar için-miş. Oysa aklımı çelen patlıcan kebap olmuştu. Yayla çorbası ile Ezo Gelin arasındayken Ezo da karar kılıyorum ardından da az döner istiyorum. Çorbaya bayılıyor ancak döner pişme ve etin kalitesi anlamında olmasa da tat olarak gerçek Et Lokantası'nı aratıyor. Şimdilik Ramazan nedeniyle sık kesilemediğine veriyorum bunu.

Dünse patlıcan kebap var. Oysa bu kez yayla çorbasına razı olarak gelmiştim. Patlıcan kebap ve az pilav söylüyorum. Görüntü muhteşem. Kuşbaşı doğranmış etler bol ve biz varız diyor. Muhteşem yani. Ödememi yaptıktan sonra gidip şefi bizzat kutluyorum ve işyeri sahibi olduğunu asıl konuya girerken öğreneceğim kişiye de "Bu coğrafyada bu patlıcan kebabını yapacak bir yer yok," diyorum ve önceki gün gerek duymadığım asıl mevzuya giriyorum.

Sorum üzerine anlıyorum ki rahmetli Ulutan Abi şahsın amcası. Kuzenlerinden ayrılmış ve burayı açmış. Sonra ona yıllar yıllar önce yaşanmış bir kesişmeyi anlatıyorum. Hayat ne kadar ilginç!

Yıl 1981, askerim. Bir gün bir boş zamanda bir şeyler içerken orduevinde, Bodrum'da yaşayan Aziz'le  Bodrum hakkında konuşurken Ulutan diye bir isim geçiriyor cümlesinin içinde. Çok bilinmeyen, en azından benim çok duymadığım bir ad olduğu için "Bodrum nere Samsun, nere"  demeden, ilk aklıma Ulutan Abi geliyor. Mevzuya biraz dikkat kesilince ve ben biraz detay verince aynı Ulutan Abi olduğu anlaşılıyor. Gel benle hafta sonu Samsun'a diyorum Aziz'e. Ulutan Abi'yi arıyorum. Pazar günü öğlen Serkan Restoran'da buluşalım diyor. Basıp geliyoruz. Aziz bizde kalıyor ve öğlene doğru verilen saatte Serkan Restoran'dayız. Mekân şimdiki Piazza AVM'nin olduğu eski garajların içinde; bizim mağazaların da olduğu sanayi sitesinin dibi. Gün pazar. Muhteşem bir masa hazırlanmış. Ben içmiyorum çünkü ev şehrin dışında ve sıkıyönetim sürecinde olduğumuz için çıkıştaki kontrol noktasında durdurulacağımız kesin.

Ulutan Abi'nin bir projesi olduğunu, muhtemelen Aziz'in çalıştığı Kortan Restoran'da tanıştıklarını, onu bir kaç akşam izlediğini, sonrasında beğenip sevdiğini ve bu konuyu Aziz'le Bodrum'da konuştuklarını artık biliyorum. O gün tüm bu projenin üzerinden geçiliyor. Göze kestirilen, incelenen ve projelendirilen yer Bodrum'un eski Belediye Sineması. Şarkıcılı gazino havasına modern dokunuşların da yapılacağı bir mekân hayal edilen. Solist sahneye şarkısını söyleyerek ve sinemanın eski balkon kısmından kıvrılarak ve açılarak zemine ulaşacak merdiveni, onun hareketiyle senkronize biçimde inerek gelecek. Solist olarak kimlerin adı geçmiyor ki. Ulutan Abi aynı zamanda bir otobüs firmasının sahibi. Kabadayı adam, film karakteri gibi. Bir çapulcu asla değil! Yaşamı ve yaşamayı bilen zarif, yakışıklı, arabası şık, o yıllarda birlikte olduğu kadın çok güzel, adını veremeyeceğim kadar ünlü ve off anam of... Kaç şise rakı boşalıp yerine yenisi geldi öğleden geceye kadar bilmiyorum. Elbette adabıyla yenildi içildi. Ama eve gider gitmez Aziz'in sızdığını, ve sabahın köründe oğlum firarımızı verirler dememle anca toparlanabildiğini, evden tam gaz çıkıp, gaz pedalı dibe yapışık bi halde Amasya'ya vardığımı, resmi kıyafetlerimizi giyip o konuta, ben de jipimi alıp tam saatinde binbaşımın evine ekmek teslimatını yapıp, jip'de onu beklediğimi söylüyorum.

Bunları gülümseyerek ve ilgiyle dinleyen genç adam şaşkınlık ve hayranlık içinde. "Ya," diyorum, "hayat bu kadar enteresan. Sen burayı açmasan, ben gelmesem, amcanın yıllar yıllar önceki projeleriyle ilgili bu bilgilerden hiç haberiniz olmayacaktı."

Ramazandan sonra sulu yemeklerin de olacağını, arkadaki depo olan bir yeri de lokantaya katacaklarını söylüyor ki o ara vedalaşmak için onlara doğru döndüğüm tüm personelin, bir masalın şaşkınlığı içinde, bitti mi şimdi diyen yüzlerini görüyorum.



30 Aralık 2021 Perşembe

Postalımın Gonca Gülü

Yorumumda "Ben bağcıklı ve yandan fermuarlı botta kaldım. Uyanık asker işidir o, kim çözüp bağlayacak o postalın ipini di mi ama, lakin yasaktır. İşte o yasağı aşanlar da vardır. Şimdi yazayım mı şuracığa bir askerlik anısı," dedim ve Şaşkın da "Yandan fermuar var ya candır can. İyi ki asker olmamışım desene. Askerlik anısını da merakla beklemekteyim," dedi. O deyince böyle ben de dönem fotoğraflarıma koştum. Koştum da sorun şu oldu: İçlerinden bir kaç tane seçtim, o fotoğrafların fotoğraflarını çektim ki onlar artık flash bellekte de olsun. Sonra o fotoğrafların en uygun olanını bilgisayarda keserek sadece postalları aldım ama ne yazık ki gelişmiş fotoğraf teknolojisinin uzağından oldukları için iç taraftaki fermuarları belirgin gösterecek fotoğraflar elde edemedim.



Sabah koğuştan çıkıyorum; cipe atlayıp binbaşıyı almak için her sabah gibi ekmek ve gazete alıp orduevine çok uzak olmayan evine varıp, zile basıp, günaydınlaşıp onları teslim ediyor ve cipe geçip oturuyorum. Yaklaşık 15 dakika sonra iniyor. Ben normal sabahlardan biri gibi Tugay'a doğru yöneliyorum, "Orduevine gidelim," diyor. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü şafak sayarken etiketli yazıların bundan öncekinde bahsettiğim üzere kendisi artık orduevinin de komutanı.

Ana caddeye çıkınca dönüyorum orduevine. Bir baskındayız anladığım. Normalde bana söylerdi ama asker dayanışması yapacağımı düşündüğü için sanırım, beni bile ekti.

Oysa biz orduevinin askeri değildik, dış görevdeydik, bağlı olduğumuz bölükle de oranın askeri olmak dışında bir ilişkimiz yoktu ve orduevinin koğuşlarında kalıyor, olanaklarının da tadını çıkarıyor, hizmet verdiğimiz insanların mevkilerinden güç alıyor, onlar dışında da kimseyi takmıyorduk. Buranın askerlerinin devrecilik yaparak alt devreleri ezenleriyle de kapışmış, bizim yataklarımızın da olduğu kapıya uzak taraftaki gümbür gümbür sobayı kendi bölümlerine götürüp oradakini alt devrelerin tarafına getirdiklerini anlayınca da yanan sobayı onlara eski yerine taşıtmıştık ve zaten R. ile de hesaplaşma evresindeydik.

Tepeyi çıkıyor ve gazinonun önünde park ediyorum. "R.'yi çağır," diyor bana. Zevkle! "R." diyorum, "lütfen dışarı."

Binbaşıyı ilk kez bu kadar disiplinli, katı ve sert bir asker olarak görüyorum, çünkü karargâhta dört kişilik bir ekibiz; yazıcı, şoför, yardımcısı bir assubay ve levazım şube müdürü olarak kendisi. Şimdi buranın komutanı, varlığını ve yeni disiplin tavrını sergileyecek. Sanırım biraz da askercilik oynayıp eğlenecek.

R. tüm askerleri orduevinin önüne diziyor. An itibariyle karizması ve sosyetenin ve magazin basınının popüler kişilerinden olmasının zarafetiyle zıt bir hal içinde; rahat, hazır ol, esas duruş, dikkat gibi ifadeleri asker disiplini ve gür bir ses ile söylemek, aynı disiplinle de binbaşıya tekmil vermek durumunda. Orduevi ilk kez bu kadar asker! Çıt yok. Binbaşı hazırolda bekleyen askerleri tek tek inceliyor: Sakal traşı olmamış olan var, teskerecilerin bazılarının botlarında ve üst kıyafetlerinde fermuar var, saçlar terhise gidecek asker formunda, dolayısıyla kural dışı. Binbaşım bu durumların düzeltilmesini istiyor ve dili çok eleştirel ve asker sertliğinde. Ben de cipin başından olayı seyrediyorum. O günlerde tugay rutin denetlemede, Genelkurmaydan gelen denetçilerin başında bir albay var; tatlı bir adam. Binbaşım esiyor. Sabah traşı olmamış olanları fırçalıyor ki öyle çok göze batan bir durum da yok; ama asker her sabah traşını olmalı!

Albay ve heyeti bir süre izliyorlar. O ara bana dönüyor ve soruyor, sanırım bir an onları tugaya götürecek olanın ben olduğumu düşünüyor. Diyorum ki "Ben binbaşının şoförüyürüm." Şöyle yukarıdan aşağı bir süzüyor beni. Gülüyor ve sonra ekibine dönüyor ve diyor ki: "Kendi şoförünün sakal ve saçlar maşallah, botlar fermuarlı, hakeza düğmeli olması gereken üniforması da fermuarlı." Gülüşüyoruz ki kendisiyle akşamdan rütbesiz ve sivil tadında bir sohbetimiz de var.

Benim Jean-Paul Belmondo, Louis de Funés kupajı binbaşım da, bizim tayfanın diğerleri de ben gibi fermuarlı bot ve üst giyiyoruz; üstelik gün boyu ana karargâhtayız ve tugay komutanı dahil tüm üst rütbelilerin gözü önündeyiz.

Arabaya dönünce fark ediyorum ki binbaşım bugün tepeden tırnağa tam bir asker.

Ta ki bana "Tugaya gitmeden eve uğrayalım," deyip, arabaya fermuarlı postal ve fermuarlı üniforma ile dönene kadar.

Şaşkın'ın o yazısı.

16 Ekim 2021 Cumartesi

Üzücü Bir The Day After*

 Öncesi


Hareketli gecenin sabahında normal saatimizde uyanıyoruz. Ranzalarımız yan yana. Her yerde beraberiz. Günlük bakımlarımızın ardından arabalarımıza geçip,  komutanlarımızı evlerinden alıp karargâh binasının önüne varıyoruz. Onlar binaya girdikten sonra  arabaları hemen karargâhın karşısındaki, sadece üstü kapalı ve makam araçlarına ait mini garaja park edip araç içinde sohbete başlıyoruz. Miss gibi çaylarımız da geldi. Olay mahallinde olmayan Cengiz ve Cemal'le akşamın geyiğini yapıyoruz.

O arada Yarbay'ın cipi giriş yapıyor ve binanın önünde duruyor.  Oysa nasıl olacaktıysa sabah bizden önce Komutan'la konuşacaktı! Bizim olduğumuz yere hiç bakmadan, hızla inip karargâhın kapısından giriyor. O girdikten sonra da şoförü cipi park edip bizim yanımıza geliyor. Akşamdan beri çok sinirli olduğundan söz ediyor. Muhtemel ki geceyi uykusuz geçiriyor. Aslında biz de üzgünüz. Gözü karayız eyvallah; kimseye, bedeli ne olursa olsun papuç bırakmıyoruz. Serde gençlik de var. Ama ne olursa olsun rütbeyi geçtik karşımızdaki yaşça bizden büyük, en azından saygıyı hak ediyor ve hiçbirimiz de saygısız çocuklar değiliz. Alttan alabilir miydik? Eğer bizden büyük olan bu kadar keskin ve emin bir ön yargı ile yaklaşmasa, kapıyı ufacık da olsa aralık bıraksa buralara varmayabilirdik. Subayların geneli bizi severdi, kimseye rütbesi ne olursa olsun saygısızlık etmezdik. Ama rütbesinin gücünü kullanacağını sananlara da asla papuç bırakmazdık. Elbette bu "pervasızlığı" -kısmen- bağlı olduğumuz insanların gücünden alıyorduk. Ama bu gücü bize dokunulmadığı sürece asla istismar etmiyorduk. Herkesle aramız iyiydi, gücünü üzerimizde test etmek isteyenler hariç.

Yarbayın dışarı nasıl çıkacağını aşağı yukarı biliyorduk. Hatta emindik. Çünkü bizi şikayet edeceği kişi belki de bu Tugay içinde bizi en iyi tanıyandı. Ve herkesten çok biz onlarla vakit geçiriyorduk. Şoförlerdik biz, en tepelerin makam şoförleri ve muhafızları! Bir sürü askeri ve stratejik konuşmaya, alınan karara tanık oluyorduk. Aslında ailelerinin birer ferdi gibiydik. Hepsini bizler taşıyorduk ve onlarla gerektiğinde sohbet ediyorduk. Bu da bizi diğer askerlerden farklı kılıyordu ama ne yazık ki bunu bazıları anlayamıyordu. Ve de keskin, hiyeyarşik ve düz asker mantığıyla bakınca normaldi bu. Bizler belki de oradaki subayların çoğundan daha özel, daha stratejik  bilgilere çok daha önceden, henüz onlara ulaşmadan tanıklık ediyorduk. Çünkü Komutan'la Kurmay Başkanı subaylar hakkındaki tüm meseleleri, kararları bazen arabada, bizim tanıklık anlarımızda konuşuyorlardı. Hakkımızda detaylı araştırmalar yapılmış ve seçilmiş adamlardık biz; üst kademelerde olmayan ve katı kuralları olan, rütbelerinin ve onun gücüne inanan disiplin aşığı bazı subayların anlayamadıkları belki de buydu. Bizden önceki şoförler, muhafızlar ve postalar gibi herkesle yalapşap bir ilişki içinde değildik ve mesafe koymayı çok iyi biliyorduk.

Bir süre sonra Yarbay'ın çıkacağı haberini getirdi bizim Posta. Şoförü koştu arabayı yanaştırdı kapı önüne. Bindi ve gitti. Giderken artık Orduevi'nden sorumlu değildi. Kendi mi istedi yoksa Komutan mı aldı sır. Merak da etmedik. Sadece üzüldük. Hem de çok! Kötü biri değildi ve disiplinli bir asker gibi davrandı aslında! Sıradan olmayan kaliteli bir adamdı ve farkındaydık. Bir özürü fazlasıyla hak ediyordu. Ne yazık ki artık hasım olduğumuz R.'nin bizle hesaplaşmasının tuzağına düştü ve bizim nasıl çocuklar olduğumuz konusunda hiçbir fikri yoktu. Bizim gibi tanıyamadığı ve anladığımız bir kurgunun gereği olarak telefon görüşmesi yaptığı, ardından cipini göndererek kaldığı otelden aldırdığı R.nin sanki olayın dışındaymış, bir dahli yokmuş gibi kurguladığı bizi harcatma oyununda yenik düştü. Tanımadığı bizi de genel disiplinin içindeki askerler gibi değerlendirdi. Oysa bizim ne çalışma saatlerimiz belliydi ne de günlük rutin askeri ritüeller içindeydik. Görev tanımımızı diğer sivil kişi makam şöförlerinden farklı kılan şey sadece üniformalarımız ve yattığımız koğuşlardı. Biz bizden önceki ekipten tümüyle farklı karakterlere sahip cin gibi, belli bir kültüre erişmiş, gözünü budaktan esirgemeyen ve bir o kadar da efendi çocuklardık. Bir benzer grubun askerlik tarihinde ve böylesi bir dönemde bir araya gelmemiş ve biz kadar organize olamamış olduğunu bile iddia edebilirim. Ve bizim komutanlarımız aradan yıllar yıllar dahi geçince, bizi unutmadılar. Yakınlarımızda bulundukları her zaman haber yolladılar ve bizi görmek istediler. Çünkü bu ülkenin nispeten yakın tarihli en özel döneminde silah arkadaşı olmanın yanı sıra sırdaştık da biz. Pratik zekâlarımız, iş bitiriciliğimiz ve ele avuca gelmez gençliğimizle sempati yaratan çocuklardık da aynı zamanda.

Günün sonunda mesai bitip de binbaşımla ev dönüş yolundayken öğrendim ki yeni Orduevi Müdürü benim patronum. Bir koltuk da iki karpuz taşıyacak-tık artık. O çok güzel bir adamdı ve Jean Paul Belmondo, Louis de Funés kupajıydı sanki.




*The Day After (Ertesi Gün) tüm zamanların spor dışı en çok izlenen televizyon filminin adıdır. Ve Vikipedi bilgisine göre 2009 yılına kadar hep zirvede kalmıştır.

14 Ekim 2021 Perşembe

Ya Operasyon Çekme Ya Da Çek Git

1.bölümü

Öncesi


Mesainin tamamlandığı bir akşam. Apo'yla sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Sivilleri çekmeye gerek duymuyoruz çünkü  film sonrası yapacak başka bir şey yok. Ana caddeye indiğimizde ve yoldayken Süleyman'la kaşılaşıyoruz. Aynı bölüğün askerleriyiz ancak Süleyman dış görev olarak Merkez Komutanlığı'nda. İnzibat çavuşu kendisi ve nöbet akşamında: Diğer askerleri nöbet saatleri geldiğinde şehire dağıtacak nöbeti bitenleri de toplayacak, daha sonra da isterse nöbet noktalarını denetleyecek. Az önce gerekli yerleştirmeleri yapmış. Ayaküstü sohbette sinemaya gideceğimizi söylüyoruz. Nöbetçileri iki saatte bir değiştiriyor. Vakti var. O da sinemaya gelmeye karar veriyor.

Saat 20 civarı. Bedava girebiliriz ama bilet alıyoruz. İzliyoruz filmi; Jaws'lardan biri olabilir. Sonra çıkıyoruz. Onunla Orduevi'nin yokuşuna kadar yürüyor, yokuş başındaki taksi durağında şoförlerle çay içip sohbet ediyoruz.

Varınca Orduevi'ne doğrudan bizim sohbet ve içme mekânımız olan elektronik odasına çıkıyoruz. Burası aslında eskiden bir film makinesinin kurulu olduğu ve büyük salondaki perdede film seanslarının düzenlendiği ve sonradan bu işlevini terk eden, elektronik cihazların tamir edildiği ve aynı zamanda bizim takıldığımız bir alan. Küçük bir oda. Dış duvarda demir ayakların duvara sabitlendiği bir merdiveni var. Düz duvarı tırmanarak çıkıyoruz oraya. Bir yolgeçen hanı değil ve biz dışında kimse giremiyor. Elektronikçi de Selçuk. Bizim ekipten.

İçeri girdiğimizde görüyoruz ki bir köle var. Zafer. Bir cin o. Uyanık. Gönül telini titretenlerden. Anlıyoruz ki bir şarap açmış. Şişe ortada yok, muhtemelen bizim ayak seslerimiz saklatmış. Limonata bardağı ile götürmüş ki bardak tezgâhın üzerinde.

İçmeye niyetimiz yok ama şeytan her an dürtebilir. Gecenin bir vakti. Kuşlar bile uykuda.

O ara bir cip sesi duyuyoruz. Bu çok normal olmasa da anormal gelmiyor. Biraz sonra dış merdivenin altından konuşmalar, sonra da demire tırmanan ayak sesleri geliyor ve kapı çalınıyor. Açıyoruz, bizden birileri olduğunu düşünüyoruz ki büyük sürpriz!

Karşımızda Yarbay. Orduevi'nden sorumlu ve aslında Merkez Komutanı.

Anlıyoruz ki bu bir baskın.

Bize özel.

Topluca orada olacağımız düşünülmüş ve defterimizin suçüstü dürüleceği hesaplanmış. Süleyman onun adamı, şaşırıyor görünce ve soruyor. Süleyman nöbetçileri kontrole geldiğini söylüyor ki makul, lojmanlar ve çevresindeki nöbetleri inzibatlar tutuyor.

Baskınsa mükemmel. Aklımızın ucundan bile geçmeyecek bir başarı. Büyük bir organizasyon ve Orduevi'ndeki üst devre askerler dahil tüm düşmanlarımız elele vermiş, kesin. Anlık bir karar asla değil. Had bildirmeye yönelik özel operasyon!

Tezgâhın üzerindeki bardağı görüyor. Dibinde kalmış bir kırmızılık var. Yarbay sert ama Apo dik ve daha sert. Ayar oldu farkındayım. Zafer pozisyonu itibariyle en zayıf halka. O garson ve Orduevi'nin, dolayısı ile Yarbay'ın askeri. Biz rahatız. Hem içmedik hem de bağlı olduğumuz insanlar belli. Süleyman gerekçesi ile bizden ayrıştı ve dışarı çıktı.

Zafer zaten ilgi alanında değil Yarbay'ın, farkındayız. Av biziz; topluca ve bir alemde yakalanmamış olsak da ekibin iki sivri adamı elinde. Sessiz bir sürtüşme anındayız. Apo iyice gerildi ve burnundan soluyor. Yaka düğmesi açık. Uyarıldı.

Gerilim gittikçe artıyor. Öyle artıyor ki Yarbay, "Onbaşı... onbaşı, senin karşında Türk Ordusu'nun yarbayı var," demek zorunda hissediyor. O bize göre zayıf çünkü öfkesi dilinden taşıyor. Kontrolsüz... Apo sözün altında kalmıyor ve alttan almaya hiç niyeti yok. "Sizin de karşınızda Türk Ordusu'nun onbaşısı var," diyor.

Yarbay cevapsız ve hiç alışkın olmadığı bir direniş; dik, ölçülü ve serinkanlı bir karşı koyuşla yüzyüze.

Anlaşıldı ki odasına geçecek, ve bizi oraya istiyor.

İniyoruz. Aziz'e haber uçurulmuş, sonradan anlayacağımız üzere... Konuttaymış. Cemal'le Cengiz, uykuda ve koğuşta. Komutan evde. Yarbay elinde kesin kanıtlar olan güç kasılmasıyla masasına yerleşti.

Bana dönüyor, "Sen arabanla kaçıp kaçıp git," diyor. Daha fazla detay bildiğini ve sağlam satıldığımızı anlamamıza sebep oluyor her cümlesinde. "Arabanı nereye park ettiğini bilmiyorum sanma," diyor. Ben her şeyi biliyorum kül yutmam havasında. Düşmanlarımız biraraya gelip ekip olmuşlar ve bizi fena okumuşlar. Net. Ancak bunu çok aptalca yapmışlar ki şu an kimler olduğunu tek tek, isim isim anlamış durumdayız.

Diyorum ki "Benim saklamak derdim olsa zaten siz göremezdiniz ve araba olayını asla bilemezdiniz. Üstelik ben onu Tugay'ın içindeki otoparka bile bıraktım ve Kurmay Başkanı, araba hakkında benimle konuştu, hatta satar mısın diye takıldı; Komutanın da bundan haberdar olmaması sizce mümkün mü?"

Bu olayın sonrasında da meydan okurcasına, arabayı doğrudan orduevindeki subay lojmanlarının otoparkına bırakmaya başlıyorum.

Olay görünüşte kapsamlı bir operasyon ama arkasında asıl kimin olduğunu ve kimlerle işbirliği yapıldığını kolayca anlayabilmemiz şaşırtıcı değil. O kadar rahatız ki sorguyu çoktan eğlenceye çevirdik. Rahatlığımız ve verdiğimiz yanıtlar ve emin duruşumuz iyice geriyor onu. Biz tam anlamıyla öleceksek ölelim halindeyiz. O ise bükülmeyen tavrımız karşısında öfkeli ve kontrolünü kaybetmiş durumda. İçtiğimizin altını kalın kalın çiziyor sürekli ki içmedik. Bu konuda çok rahatız. Sesleniyor ve bardağı getirmelerini istiyor. Aziz'e haber uçmuş.

Bardak geliyor. Dibi kırmızı. Kokluyor. "Vişne... vişne suyu bu, bardak değiştirilmiş," diyor.  Bingo! Arkamızı her zaman toplayan adam, son silici Aziz, işi halletmiş. Küplere biniyor Yarbay ama yapabileceği hiçbir şey yok.

Şimdi daha hiddetli... ama çaresizlik içinde olduğu seziliyor. Tugaydaki askeri hastaneyi bağlatıyor. Nöbetçi doktorla konuşuyor. "Siz gelip alamazsanız ben bir ciple gönderirim," diyor. Alkol testi yaptıracak. Canımıza minnet, çünkü temiziz. Gerçekten içen olayın içine hiç dahil edilmedi çünkü satılan biziz ve stratejik akıl yerine öfkeye kapılan, baştan beri biz odaklı bir intikamın peşindeydi. Zafer bir hedef değildi.

Tam hatırlayamıyorum ama sanki hastaneyi aramadan önce bizi düz bir çizgide yürütüyor da... Evet evet... onu da yaptı. Sallanmadık. İçsek de sallanmazdık zaten.

Sonra hırsın kontrolsüzlüğündeki bir mantıkla "Şimdi sabah siz ilk iş olarak komutana Yarbay Orduevi'ne kadın getiriyor, dersiniz"  dedi ve ekledi "ama sabah sizden önce karargâhta ve odasında olacağım."

Çok korktuk!

Telefonu tekrar bağlatıyor hastaneye ve gerekirse ararım diyerek alkol testinden vazgeçiyor. Belki de gerçekten içmediğimizi anlıyor. R.'ye gerekli talimatları veriyor ve gidiyor.

Aziz saklandığı yerdeki şarapla geliyor.

Yüksek bar taburelerine oturmuyoruz. Takvimden bir yaprak kopuyor.

Limonata bardağında şarap köle işi.

O halde dolsun kadehler!

Çalsın savaş davulları.

Çınnn...

Ve çınnnnnnnnnnn.
..



Devam yazısı: Üzücü Bir The Day After.

4 Eylül 2021 Cumartesi

Bahşiş

Bizimle aynı dönemin askeri olmasına rağmen yaşça bizden epeyi büyük Muzaffer anlattı bir gün; öğle yemeği sonrası karargâhın çaprazındaki garajın çardağında güneş rehaveti tadında çaylarımızı yudumlarken.

Aslında o gün Samsun'dan Merkez Komutanı, lakabını Gestapo taktığımız Z. Binbaşı gelmişti ve Komutan'a rapor verecekti.

Biraz önce komutanın odasına girmeden ve hazırlık yaparken parkasını çıkarmış, Muzaffer'e asması için uzatmış, emir kipiyle "Şunu as!" demiş.

Muzaffer de alıp asmamış, manalı bakmış. O da "Sen kimsin ki!" demiş. "Ben Komutanın Postasıyım ve ondan başkası bana emir kipiyle konuşamaz ki o da asla konuşmaz," demiş Muzaffer de.

Oysa kibarlık her kilidi açar, rütbe gücü ile küçümseme edaları da bizim ekibi fena bozar.

Muzaffer bunu anlatınca biz güldük. Karakterle bir çatışmamız olmasa da sıklıkla Samsun'da karşılaşıyoruz. Kendisi Samsun Merkez Komutanı olmanın yanı sıra aynı zamanda da Samsun'daki Askeri Kampın Komutanı. Bu bilgi şimdilik kenarda durabilir, an itibariyle üzerinde durulacak bir durum da değil zaten...

O gün Muzaffer'in bize anlattığı bir başka şey çok ilginçti. Gençlik havasıyla kulağımıza küpe yapmıştık.

Bizim Muzaffer askere gelmeden önce İstanbul'da, o dönemin en özel, İstanbul'un  sosyetesi ve havalı kitlesine hizmet veren, üyelerinin kendilerine verilmiş gümüş anahtarla özel localarına girdikleri, dönemin en önemli assolistlerinin sahne aldığı, menüleri dillere destan, gazinolu yıllara farklı bir konseptle dalan gazino-gece kulübü Gümüşkapı'da çalışıyor. En önemli gazetecilerden gazete patronlarına, fabrikatörlerden müteahhitlere,  sanatçılardan bankacılara kadar ülkenin en bilinen, hangi meslekten cebi dolu insanları varsa buraya üyeler.

Bir T.S.M. şarkıcısının rüzgârının kasırga tadında olduğu yıllar.

Magazin sayfaları Gümüşkapı ile dolu, çocuk merakıyla ve ülkece okuyoruz.

Mekân Maslak'ta ve yine gazetelerden bildiğimiz üzere sahibi on parmağında on marifetli insan örneklerinden biri olan Hasan Kazankaya.

Günlerden bir gün bir grup insan geliyor, Gümüşkapı'ya. Muzafferler de diğer ülke insanları gibi grubu bir masaya alıyorlar. Ancak o dönem namı arş-ı âlâda olsa da şahıs mekânla, Muzaffer ve tayfasıyla ve müşteri seviyesi ile uyumlu değil.

"Donatın," diyor.

Masa donatılıyor ama hizmet kalitesi diğer müşterilere olan gibi değil, fark göze çarpıyor.

Gecenin sonu gelirken masa hesap istiyor, hesap geliyor. Ödeniyor ve bir tomar da bahşiş bırakılıyor.

Muzafferlerin gözleri ışıl ışıl. Mehter marşıyla karşılamaya İzmir marşıyla uğurlama...

Ertesi gün aynı grup, yine geliyor. Sahnede dönemin en popüler assolistlerinden biri var. Muzafferler bu kez kapılarda karşılıyorlar ve gece boyunca masaya pervaneler.

Masaya hoşluklar da yapıyorlar...

Gece bitmek üzere, assolist son şarkılarda. Sahne çiçek bahçesi.

Hesap isteniyor ve ödeniyor.

Bahşiş bırakılıyor... ama yüzler bu kez resmen düşüyor.

Diyor ki masadaki en Heybetli kişi: "Dünkü bahşiş bu akşamki ilgi ve hizmet içindi. Bu da dün akşamki için."

Bu yaşanmışlığın kıssadan hissesi: Aynı yere sıklıkla gelmeyi düşünüyor ve iyi hizmet istiyorsanız, siz bilirsiniz.

Yazı yine bir kıssadan hisse ile ama başlıkla alakasızca ve bir tavrın, akla gelmeyecek bir biçimde başa nasıl bela olabileceği ve kısmen de "etme bulma dünyası" ile ilgili olaylar dizisi ile sonlanacak.

Bir gün kargâhta, namluya mermiyi sürüyor Muzaffer, silah patlıyor ve yerine hazırladığı çömez postanın ayağına geliyor kurşun; hafta sonu ve biz orduevindeyiz. Karargâh karışıyor tabii ki. Sonuçta komutan adamlarını ne kadar seviyor ve kolluyor olsa da hem de karagâhta ve herkesin önünde olan bu durum için yapılacak tek şey, ceza.

Nöbetçi subayı doğal olarak rapor tutuyor.

Çömez'in ifadesi alınıyor; kazaydı diyor ve şikayetçi değil.

Ama bu çare de değil.

Hafta içi ve biz tugaydayken olsaydı kapatabilirdik.

Komutana rapor ediliyor durum. Biz de haberdar oluyoruz.

Mesai günü bir ceza veriliyor mecburen, ama suça göre çok hafif: Muzaffer Amasya'dan Samsun'a sürgüne gönderiliyor.

Z.Binbaşı'nın eline düştü Muzaffer.

Şehre geldiğimde ziyaretine gidiyorum; saçlar kesik ve sivil cezaevinde görevlendirilmiş, sürekli nöbet ve yorgun. Karizma yerlerde.

Oysa Komutan eminiz ki subay gazinosunda görevlendirilsin ve ezilmesin niyetiyle Merkez Komutanlığı emrine göndermişti. Ona yapılan muammeleyse rahatsız edici: "Sen ha, bak elime nasıl düştün," intikamı.

Bu olmaz, olamaz!

Arkadaşımızı asla ezdirmeyiz.

Döner dönmez durumu Apo ile Cemal'e anlatıyorum. Hemen o gün Komutanı alıp eve götürürken konuyu açıyorlar, ilk Samsun'a gidişte de Z.Binbaşı'ya soruyor Komutan: "Muzaffer?"

Tabii ki kem küm.

Komutan ince adam, ayarı inceden veriyor.

Diyor ki: "Muzaffer kampta görevlendirilecek ve benim postam olacak!"

Yani...

"O kaddar!"

12 Ağustos 2021 Perşembe

Bize Ha!

Öncesi

Cemal, Apo, Amasyaspor'lu iki futbolcu, onların bir arkadaşı, Vali'nin koruma polisi, yine futbolcuların tanıdıkları ama bizim yeni tanıdığımız biz yaşlarda bir gençle hâlâ Roof Bar'dalar. Roof Bar sanıldığı gibi üst kat bir yer değil, bir küçük şehir pavyonu ve gündüzleri kadınlara hizmet veriyor; gün, altın günü, doğum günü gibi etkinlikler mekânı... Kasaba tadındaki küçük şehirlerin tatlı ilginçliklerine bir örnek. Birgül Oğuz'un İstasyon adlı romanında karşılaşınca benzer bir yerle bayılmıştım. Cengiz o akşam kadroda yok. Ben de bahsettiğim gibi ya görevli olarak ya da haftasonu kaçışımla kendi şehrimdeyim. Geç vakit çıkıyorlar Bar'dan. Ford'un koltuk döşemeleri sırayla sökülüp değişiyor o günlerde, o sırada sadece sürücü koltuğu duruyor. Bu süreçte makam arabası Jeep Wagoner. Ford Orduevi'nin park yerinde, gün içinde döşemeciye gidiyor...  Cemal free.

Futbolcuların, koruma polisinin kalacakları yerler yürüme mesafesinde. Diğer kişinin eve bırakılması gerek. Alıyor bizim ekip, varıyorlar evin sokağına; saat gece yarısını geçmiş. İndiriyorlar arkadaşların arkadaşını. Ayrıldıkları sırada bir araç duruyor, Cemal o ara aynadan durumu fark ediyor. Araçtan bir kişi iniyor ve alıyor çocuğu. O arada ikinci bir arabayı fark ediyorlar. O hareket edip yanlarından geçerken iki kişiyi görüyorlar. Yabancı değiller! Bıraktıklarını alan aracın plakasını anons ediyorlar. O zaman durum açığa düşüyor. Araba Narkotiğin. Yetişip önünü kesiyorlar. Tartışma çıkıyor. "Biz adam vermeyiz, bıraktığımız adamı da kimse alamaz," diyorlar. Apo bu tür durumlarda çok sert. Onlar da kararlı, vermiyorlar. Durum hassas. Bizi tanımamaları olanaksız. Aldıkları kişi belki de sadece içici. Çünkü tanımıyoruz ve bizim arkadaşımız değil. Ekibe de söyleyenecek laf yok o anda; iyi niyetle işlerini  yapıyorlar belki. Belki de şu birilerinin bize kumpasına alet edildiler, diye düşünüyorlar. Durum kısmen aleyhte; ilk anda alamayınca polislerden, işin sarpa sarması kesin. Gece alan dışında makam aracıyla ve alkollü bizimkiler. İlk sertlik karşılık bulamadıysa daha uysal bir akıl gerek.

İşi büyütmeden halletmenin bir yolu var. Suçun gerçekliğini bilmemekle birlikte çocuğu da tanımıyoruz; belki de içici olmanın yanısıra satıcı, meçhul. Ama ihbarcıları iyi biliyoruz. Apo ile Cemal net gördü, Onlar.

Bizimkiler başka bir planla, ortalığı çok velveleye vermeden, daha büyük makamları devreye sokmadan çocuğu alacaklar, almalılar. Tanımadığımız ama bizi tanıyan polislerin niyetinden şüpheleri yok. Bizeyse ne olursa olsun arkada adam bırakmak yakışmaz! Gerektiğinde şiddete başvurup araçtan alamazlar mıydı? Kesinlikle alırlar ama dedikodusu, haberdar olacakların mevkilerinden bakınca zan altında kalınma durumunu temizlemek çok zor. Sessizce ve sabah olmadan kapatılmalı konu.

Yazı serisinin ilk bölümlerinde komplo kurduğumuz ama görev sadakatine ve askerlik tarzına saygı duyduğumuz, aslında O'nun da bizim ele avuca gelmez karakterlerimizin bir yansıması olduğunu düşündüğümüz, iş disiplini ve yaşının olgunluğu içindeyken bile: Bir yanıyla sempati de yaratan uçarılıklarımıza içten içe tebessüm ettiğini de hissettiğimiz Şevket Başçavuş'a ulaşmak gerek. O'nunla ilk yüz yüze temas olacak bu, dezavantajlıyız! Apo mandala basıp anonsluyor. Görüşmek istediğini söylüyor. Görev adamı, şahane asker asayiş ihlalli bir durum olduğunu anlıyor, çünkü ne haltlar yediğimizi biliyor ama sanırım bu O'nun da tasavvurunu aşıyor. Buluşuluyor.

Durum anlatılıyor. Bizim geride adam bırakmayız mottomuzun altı çiziliyor. O gülüyor. Varsa bir suçu çeksin cezasını deniyor ama önce alıp evine bırakalım! Biz satıcı olmadığından eminiz ve kefiliz'in altı da bir güzel çiziliyor. Bu sahiplenme ve özgüven ama daha çok da şu tıfıl gözü karalık gülümsetiyor O'nu. Emniyet hemen yan bina. Gidiliyor, çaylar içiliyor ve zaten üzerinden de bir şey çıkmamış çocuk alınıyor. Bir taşla iki kuş. Artık Şevket Başçavuş'la da kankayız!

Komplocularaysa birşey söylemeye ve bir müdahaleye gerek yok. Küçük adamlardı, şimdi iyice küçüldüler. Demiri tavında dövmek gerek, ne kadar doğru bir söz. İş oluruna bırakılsaydı durumlarımızın nereye varacağını biliyoruz. Önceki yazıda ara paragrafta bahsettiğim Gürcan'ın tek kişi ve hızlı hareket edememiş olmasının sonuçlarının farkındayız. Oysa aynı Gürcan'ın üstelik de Tugay'da ertesi günün 23 Nisan Bayramı olduğu bir akşamda yarattığı akıl almaz felaketin üstünü ekip olarak nasıl da kapatacağız daha sonra!

Bizim komplocular biraz saf ya da biz çok zekiyiz; hızlı kararlarla hızlı hareket edebiliyoruz. Orduevi'ne ve Tugay'a uyuşturucu soktuğumuz bilgisini daima cool duran ve poker suratı ile düşmanı daha yanaşılır kılan yaşça da bizden olgun Aziz'e söylüyorlar. Bunun bir tür ayağınızı denk alın türünde göz korkutma hamlesi olduğunu anlamamamız ve ilk fırsatta bunun ellerinde patlayacağını anlamamaları için bizim hakkaten dışarıdan çok çok aptal gözüküyor olmamız gerekiyor. Oysa biz o işi gerçekten yapıyor olsaydık kesinlikle kimsenin ruhu duymaz ve dile de düşmezdi. Varsayalım gerçekten uyuşturucu ticareti yapıyorduk ve bunu gerçekten birileri anlamış olsaydı, kesinlikle direk somut kanıtları ile Komutan'a iletilirdi. Örneklerde olacağı gibi!

Olay elbette Cengiz ve Apo komutanı aldıktan sonra, "Dikkatli olun çocuklar, sizin kuyunuzu kazmak isteyenler var," diyen Anne'ye münasip bir dille sabah Aziz vasıtasıyla anlatılacak!  Eminiz ki Komutan, Hanımefendi'den dinlerken de "Ahh benim adamlarım," diyerek kahkahalarla gülecek. Bunu nereden mi biliyorum.?

 



Devamı

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Operasyonun Yoluna İlmek İlmek Döşenen Mayınlar

Öncesi


Epeyi önce

Apo ve Cemal, sosyal hayatın sınırlı olduğu bu küçük şehirde bir akşam Amasyaspor'dan  iki futbolcu, onların bir arkadaşı, Vali'nin koruma polisi ve yine futbolcuların tanıdıkları ama bizim yeni tanıdığımız, biz yaşlarda bir gençle bir akşam bir mekânda takılıyorlar. Ben yokum, Samsun'a görevli gönderilmiş de olabilirim, kendime kafa izni verip izinsiz de gitmiş olabilirim... Hatırlamıyorum. Fakat bu geceden epeyi zaman önce, biz daha tazeyken, çevreyi, sınırlarımızı ve yaptığımız işi ve karakterleri öğrenmeye çalışırken; bir yandan da özgürlük alanlarımızı genişletiyor, usul usul da göze batmaya başladığımızı fark ediyoruz. Özellikle ileriki günlerde adı geçecek Yarbay'ın başında olduğu Merkez Komutanlığı'nda iki numara olan, takdir etmeliyim ki işini şahane yapan, kurallara son derece riayet eden, disiplinli bir başçavuşun radarında oluğumuzu da seziyoruz. Kulağımıza bizle ilgili tavrını, düşüncelerini hissettiren duyumlar geliyor. Bu arada Komutan'la ilişkilerimiz de gelişiyor. Sözel temasımız şimdilik az: Sabahları alırken "Günaydın," akşam bırakırken "İyi akşamlar." O bir şey not ettirmemişse sessiz bir süreç. Karşılıklı bir tartma ve sınırlarımızı nereye kadar uzatabilirizi test ettiğimiz bir strateji izliyoruz ama öte yandan pozisyonlarımızın sağlam olduğunu da biliyoruz; çünkü bizden önceki tırsıklardan çok farklı olduğumuzun bilincindeyiz.

İhtiyacen Bir Paragraf

Bizden öncekilerden de önceden kalmış, onbaşı rütbesi sökülmüş, Tugay Komutanı postasıyken ve doğal olarak tanımadığımız eski komutan izindeyken yaptığı akıl almaz bir şeyden kaynaklı olarak fotoğraf yakalatmış, Bölük Komutanı tarafından disipline verilmiş, ceza almış, dolayısıyla askerliği uzamış, yeme içme ve yaşamın tadını çıkarma  adabını bilir ama kısmen güvenilir İstanbullu bir Gürcan var ki başlıbaşına bir hikâye konusu. O Tugay'da ve Bölük kademesinden (tamirhane) ve yedek parça deposundan sorumlu...  Şafak Sayarken etiketli yazıların Tugay'da geçen bölümlerinde sıklıkla yer bulacak. Diğer hayatımızdaysa yeri yok!

Örnek verirsem, hemen evin arkasındaki ormana yürüyüş için gittiğinde Komutan; Apo biraz da tetikteyim havasını atmak için  duyura duyura mermiyi  hazneye sürüyor, tabancayı atışa hazır hale getiriyor. Hakeza şehir içinde dolaşmak istediğinde de... O zaman bir ekstra daha yapıyor. Komutanın arkasından ve geniş açı görebilmek için de gerisinden, yoldan ve solundan yürüyor, mermi yine haznede ve bu kez otomatik tüfek de omuzda asılı, bel hizasında ve el onun tetiğinde... Bununla kalmıyor, kaldırımdan ve karşıdan gelenleri işaret ederek aşağı indiriyor. Hızlı adımlarla arkadan gelenlere de hem fazla yaklaşmak  hem de öne geçmek adına izin vermiyor. Komutan bunu görmüyor ama hissediyor. Kızları henüz okul tatil olmadığı için yoklar. Fakat Anne evde... Bizden öncekiler hep Anne demişler, içimizden bir tek, evde de görevli olan Aziz, ve Cengiz "Anne," diyor, bizim hitap şeklimiz First Lady tadında ama anne sıcaklığında bir "Hanımefendi." Tatlı tatlı gülümsemesinden hoşuna gittiğini anlıyoruz. O bizimle Komutan'dan daha çok konuşuyor.

Bahsettiğim inzibat başçavuşunun artık bizi fark etmemesi mümkün değil çünkü sıklıkla gittiğimiz, bolca lak lak yaptığımız arkadaşımızın olduğu  Sıkıyönetim Halkla İlişkiler'le Askeri inzibat aynı binada... Halk Eğitim de komşu ve orada da biçki dikiş ve benzeri konularda eğitim alan kızlar var. Üniforma sever bir kadın kitlesi olduğu vaka, nüfus yoğunluğuna göre az ama topluluk içinde azımsanmayacak sayıdalar; yaşı daha genç olanlarının rütbe gözettiklerini de düşünmüyorum. Biraz havalı olmak yeterli ki bizde ondan da var!

Yazlık ve kışlık olarak giydiğimiz resmi kıyafetler diğer askerlerinkinden değil, subaylarınkiyle aynı, farkımız sadece kollarımızdaki rütbeler... Rütbe bilgisi olmayanlar kolaylıkla daimi askerlerden sayabilirler ki sıklıkla bizle aynı statüde olan ama bizi tanımayanların selam vermelerine ve komutanım dediklerine tanık oluyoruz.

Bu arada söz ettiğim başçavuşun adı Şevket. Biz aslında askerliğin adabına, disiplinine, gelenek ve şanına uymaz, Komutan dışında kimseyi umursamayan davranışlarımızla bu Askeri Polis'in radarındayız. Punduna getirdiğinde kesinlikle bizi alacak! Disiplin kuralları çerçevesinde  bir gece görev sahamız dışında bir yerde, üstelik alkollü yakalarsa sıyıramayız, diye düşünüyoruz ama bu biz için daha da pervasız olmak anlamında fazlasıyla kışkırtıcı. An itibariyle rahatlığımıza ve yerinde duramaz ruhumuza uzun ölçekli geniş alanlar açmanın önündeki en büyük engel ne yazık ki O. Kaliteli hasmımızın varlığından zevk almıyor da değiliz. Onu çözersek ve bizi tanırsa başkalarının sınırlarını da kalınca çizmiş oluruz, diye düşünüyoruz. Bunu sağlamak için önce ona bir tezgâh kurmalıyız!

Yine bir hafta sonu, Komutan ormanda; orman dediysem koca bir orman tasavvur edilmesin; bir koru, o spor kıyafetleriyle yürüyüşte, Apo da yakın korumada... Bizse korunun sınırlarındayız ve şüpheli gördüklerimiz olursa alacağız. Apo başçavuştan söz açıyor, ama bize karşı tutumundan değil. Hepsi kurmaca olmak üzere, konutun ve koru yönündeki inzibatların çoğu zaman yerlerinde olmadıklarını, gece ara ara çıkıp kontrol ettiğimizi, bazılarının ağaç diplerinde uyuduklarını, korumanın yetersiz, disiplinsiz ve bu nedenle de büyük bir koruma zaafı olduğunu söylüyor. Bu bölgenin şöyle de bir önemi var: Komutanın konutu ile Vali Konağı bizimki askeri alanın içinde olmak koşuluyla caddenin iki yanında, karşı karşıya.

Diğer hafta sonu başçavuşun jipini konutun önünde, onu da konutun süs havuzunun kenarında komutanla konuşurken görüyoruz. Rutin bir haftalık rapor alma, daha neler yapılmalı üzerinde de genel güvenlik sohbeti, diye düşünüyoruz. Ama gerçek bilgiyi Hanımefendi'den alacağımızı o an bilmiyoruz..

Ford'un yanısıra eve tahsisli ve arazide kullandığımız bir de Jeep Wagoner var. Genelde kızlar ve Anne geldiğinde ev halkına hizmet veriyor; onun şoförü de Cengiz. Yolda giderlerken Hanımefendi Cengiz'e hafta sonundaki görüşmenin bir kısmının altını çizerek "Dikkatli olun çocuklar," diyor, "Sizin kuyunuzu kazmak isteyenler var."  Ayrıca, komutanın bizim -planlı- uyarılarımızdan ön alarak eksiklikleri söylediğini, ve başçavuşa "Görev yapıyorum diye de benim adamlarımı bana getirme," uyarısı yaptığını söylüyor.

Daha sonraki zamanlar, Şevket Başçavuş'la birbirlerimizi daha doğru anlamamıza sebep oluyor. O bizim yerinde duramaz, ne olursa olsun duramayacak çocuklar olduğumuzu, işlerimizi iyi yaparken de gençlik ateşlerimizden geri durmadığımızı ve yapıp ettiklerimizin pespayelik değil de yakıştıra yakıştıra olduğunu anlıyor. Seviyoruz birbirimizi.

Ama yine de bundan epey sonra yakın aralıklarla O'nun dahli olmayan iki operasyon çekiliyor bize ki öncesinde Tugay'a ve Orduevi'ne uyuşturucu soktuğumuz ve bunların ticaretini yaptığımız söylentisini yaratıp kulağımıza ulaştırarak hem intikamlarını alacaklarını ve de bu kozla frene basacağımızı düşünüyor, bazıları... ama çok toylar! Çünkü bize gözdağı için -sözde- bilgi sızdırdıkları kişi seçimi fazlasıyla çocukça ve acemi işi!


Bize Ha!

22 Temmuz 2021 Perşembe

Bize Operasyon Çektirenin Karizmasını Çizeriz

R. epeyi ünlü, İstanbul Jet Sosyetesi'nin gözde bekârlarından, tanıdıktan sonra fark ettiğim üzere magazin basınının cemiyet haberleri köşesinde her daim yer bulan, ailesi o zamanlar bir elektronik devinin sahibi olan, ne yazık ki bazı çevrelerce "azınlıklar" diye tanımlanan kesimden bir asteğmen olarak Orduevi'ne transfer olmuştu... Ama nasıl?

R. ile tanışmış olduğumuz dönemde biz de henüz usta askerlikte yeniyiz: Acemi birlikleri Amasya olan daha sonra arkadaş olacağımız yeni şoförler ve muhafız, benden önce olsa da Tugay içi dağıtım olarak yeni atanmışlardı. Ben de Ankara'dan gelince ve bin türlü numara çevirip de bölükte kalmayı başarınca; bizim henüz efsane olmayan efsane ekip tamamlanmıştı. Gün saymakta olan, teskereye gidecek eski ekipten görevleri devralmıştık. Artık yeni konaklama yerlerimiz Tugay'da bağlı olduğumuz birliklerimiz değil de dış görev emriyle Orduevi'nin koğuşlarıydı. Serbest çalışıyor gibi gözüksek de resmiyette kendi birliğimizin, dolayısıyla askerliğin kuralları geçerliydi.

Ama, bizim umurumuzda mıydı?!

Gündüzleri çoğunlukla Tugay'daki garajda hazır bekliyor, şoförü olduğumuz komutan bir yere gitmeyecekse tüm mesai süresini orada geçiriyorduk. Mesai bitiminde de herkes evine... Yani Orduevi'ndeki lojmanlarına. Bizim lojmanımız tabii ki koğuş.

Şu ana kadar yazılan kısmın aslında bir değeri yok ancak geri dönüşle ortaya saçılacak olayların varacağı noktalar için önemli. Çünkü biz hayatın neresi olursa olsun işlerini iyi yaparken, kendi kuralları ile de yaşayan çocuklarız!





Günlerden bir gün

Garajda ve Ford'un içinde müzik dinleyip laflarken biz, santraldeki arkadaşımız Karargâh'tan çıkıp "Telefon var," diye işaret ediyor. Burayı kısaca anlatıp olaya bağlanmak istiyorum. Arayan Komutan'ın eski ekibinden Komutanlık'taki postası; Amasya'ya bir arkadaşının geldiğini, asteğmen olduğunu, Turban'da kaldığını, onunla tanışmamızı ve onu Orduevi'ne aldırmamızı istiyor. Biz Komutan'ı analiz etme sürecini aşmış durumdayız, o da bize güveniyor ve artık biliyoruz ki bizi seviyor. Geldiğimiz noktada bizle ilgili ispiyonlara kulak asmayacağını biliyoruz, hatta somut iki olayda kızları ve eşi tarafından savunulacağımızı da... Bu konunun detaylarından bir başka olayın yazısında mutlaka bahsedilecek... Bu arada yüzümüze gülen ama arkamızı kazan iki başçavuş var Orduevi'nde, istihbaratı aldık.

Karar verdik; onların ayağını kaydırıp R.yi Orduevi'ne getireceğiz.

Sıkıyönetim Halkla İlişkiler'de tanıştığım Samsun'lu bir çavuş var. Bir akşam ona uğradığımda kendi başçavuşları ile bizim Orduevi'nin iki başçavuşunun Turban'a kumar oynamaya gittiklerini söylüyor. Cemal'le Apo da komutanı Emniyet'e getirecekler. Önce Cengiz'i arıyorum ve anlıyorum ki Apo'lar henüz konutun önündeler, Komutan hâlâ evde. Araç koduna anons yapıyorum ve birisinin hemen evin köşesindeki kantine gitmesini, telefonla konuşacağımı söylüyorum. Santraldan kantini bağlatıyorum ve Operasyon Turban'ın anlık bilgilerini veriyorum. Onlar evden alıp yola çıktıklarında konuyu açıyorlar. Emniyete uğramadan doğru Turban'a yöneliyorlar ki Halkla İlişkilerin önünden geçerken Cemal işlem tamamdır, gidiyoruz kornasına basıyor.

Ve suçüstü.

Hemen ertesi sabah eski görev yerlerine geri gönderiliyorlar.

Onların boşalttığı göreve de R.'nin gelmesinin yolu açılıyor ve bizim referansımızla da geliyor. Aradan epey bir zaman geçiyor, R. bir düzen kurmak istiyor ama biz yüzünden istediği -bizce de gereksiz- otoriteyi bir türlü kuramıyor, çünkü biz askerler lehine korumacıyız.

Biletleri haftalar öncesinden tükenmiş bir konser akşamı var Orduevi'nde... Aziz muhteşem bir fix menü hazırlamış. O genel servisi organize edecek ama sadece Komutan'ın, Vali'nin ve eşlerinin olduğu masayla ilgilenecek. Biz de hemen sahne arkasında, sahneye çıkış kapısı da olan çay ocağındayız. Gecenin kadrosu o günden bakınca şahane. Ama detayların bir önemi yok; ana konumuz o günkü tavrımıza neden olan -bize- operasyon.

Geceninse o günden bakınca iki yıldızı var. Biri Bedia Akartürk. Diğeri ise Sibel Egemen. Sibel Egemen önemli çünkü R. ile tanışıyorlar ve yakınlar. R. için kıymetli! Önce alt kadro sanatçıları gelip çay ocağından geçerek sahneye çıkıyorlar. Onların ardından da biz yaşlarda, Orduevi Orkestrası eşliğinde biri solist diğeri yan flüt çalan konservaturda öğrenci iki genç kadın sahne alıyorlar ki biri tıpkı Itır Esen; aklımı alıyor ama bir kız arkadaşım var; hayatımın en zor döneminde bana yoldaş olan.

Birazdan sahneye Sibel Egemen çıkacak... R. çay ocağına geliyor önden, boşaltılmasını istiyor. Diğer çocuklar çıkıyorlar. Biz kımıldamıyoruz. R. gözleriyle yalvarıyor ama burnundan da kıl aldırmıyor sanıyor. Sonra rica ediyor, sonra çekilmezsek Sibel Egemen'in sahneye çıkmayacağını söylüyor ama bizi komutanla tehdit edemiyor, çünkü ondaki kıymetlerimizi ve neler yaptığımızı ve yaptırabildiğimizi artık biliyor. Çaresiz. Askerliğin genel kuralları itibariyle rütbe gücü bizden büyük, emir verebilir ve biz açısından da emre itaatsizlik ceza gerektirir, ama!

Biraz tehditkâr konuşmaya meylediyor. Apo Colt'unu çıkarıyor, mermiyi sürüyor ve silahını R'nin eline tutuşturuyor... Biz de silahlarımızı çıkarıp masanın üzerine koyuyoruz. R. bu kez ricacı gözlerle bana bakıyor. Bu duruma müdahil olacağımı düşünüyor ki haklı, normal koşullarda boşaltırdım... boşaltırdık orayı.

Kımıldamıyorum.

Hiçbir davranışımız sebepsiz değil. Çaresizce dışarı çıkıyor. Yan binaya geçip kuaförde beklemekte olan Sibel Egemen'i alıyor, zaten dar bir koridor gibi olan mekânda milim kımıldamayan dört kişilik ekibin arasından geçiriyor. Sibel Egemen'le göz göze geliyoruz. Biz öyle çocuklar değiliz, sebebi de siz değilsinizcesine gülümsüyorum.

O sahnedeyken biz de Akartürk'ün Samsun doğumlu kızı ve diğer sahnesi bitenlerle birlikte kuaföre geçip Aziz'den gelenlerle donattığımız genç, taptaze masada, silah muhabbetli pek neşeli bir keyif yapıyoruz.

Elbette ki bira şişelerinin kapaklarını tabancalarımızla açma ritüelini eksik bırakmıyoruz.

Korkmayın, ateş falan etmiyoruz, mekanizma üzerinde bir iki hareket yaparak namlu ucunu alt desteğiyle birlikte açacak haline getiriyoruz: Önce şarjörü bir tık aşağı alıyor, sonra namluda bir çekme hareketi ile kundaktaki mermiyi sıçratıp havada kapıyor, tüm emniyet tedbirlerinin ardından da ucu alttan destekli bir açacak şeklini almış kısma kapağı sıkıştırıp açıyoruz. E alkışı da alıyoruz.

Elbette bu genç kadınlarla askerlik hatırası tek tek, toplu fotoğraflar da çektiriyoruz ama hiçbirini bu yazıda kullanmıyoruz...



Devam yazısı Operasyonun yoluna ilmek ilmek döşenen mayınlar

12 Şubat 2021 Cuma

Dün Tertibimle Konuşunca Gaza Geldim

Acemi eğitim dönemi bitmiş, 10 günlük dağıtım izninde işleri yoluna koymuş, usta asker ama usta birliğinde en alt devre olarak yeni birliğime katılmak üzere bir akşam vakti küçük amcam ve Ender Abi tarafından şehrime 1,5 saat mesafedeki, şahane arkadaşlar edinip efsane günler yaşayacağım Tugay'ımın kapısına bırakılmıştım.  Nizamiyede getirenlerle vedalaşmış, nöbetçi subayının yanına varmıştım.


İçeride, izinden dönmüş bir kaç asker daha var. Subay sırayla soruyor. Diyorum ki ben dağıtım izninden dönüyorum ve yeni görev yerim Tugay Karargâh Bölüğüne teslim olmam gerekiyor. Orada bir de çavuş var; bir görev için gittiği çarşıdan dönmekteymiş. Hava karanlık, aylardan kış. Subay beni bölüğüme götürmesi için birine bakınırken, o çavuş "Ben götürürüm," diyor. Birlikte çıkıyoruz, askerliğin adetindendir ve ilk soru hep odur: "Memleket nere?" "Memleket uzak değil, şura," diyorum. O konuşmaya hevesli, usta asker ve bir çaylak bulmuş. Babacan bir tavır takınacak, biz de geçtik bu yollardan tadında tatlı tatlı havalanacak. Alan açıyorum ona. Tadını çıkarsın istiyorum ustalığının. Kibar biri ama! Şafak sayan bir teskereci. İlk sorularından bir diğeri, acemi birliğim nere?  "Ankara Etimesgut," diyorum. Duruyor. Fırsat vermeden soruya, veriyorum yanıtını: "Ben tankçı onbaşı, ünvanım tank şoförü ve aynı zamanda tankımın komutan yardımcısı; tank komutanı şehit düşerse de hem tankın şoförü hem komutanı."  Ne havalı bir ifade ama! "Lakin an itibariyle düz piyade, sınıf değişince de rütbe gitti. Şu an tank ehliyeti olan ama tankçı olmayan vasıfsız bir er." Bir numara var bunda diye düşünüyor, zeki biri. Anlıyorum merak ettiğini, anlatıyorum hikâyeyi. O bağları hemen kuruyor ve bir isim zikrediyor. Anlıyorum ki ben varmadan dosyam varmış, varmasıyla da bir mevzu yaratmış. İsim ilkokul arkadaşım. Bölüğün çavuş rütbeli yazıcısı.

Varıyoruz yeni görev alanıma. Yeşillikler içinde güzel bir birlik. Sıcacık oda, sıcacık bir kucaklaşma. Akşam muhabbetinin ortasına düşüyorum. Bir demli çay geliyor hemen yandaki gazinodan. Güzel sohbet, bir kaç okul anısı ve odadaki herkes tarafından altı çizilen "İyi kurtardın tanktan," cümlesi. Oysa bir yanım üzgün. Ama mecburdum da! O ve arkadaşlarında benim adıma bir ferahlık! Laf lafı açıyor, bir kaç okul anısı daha ekleniyor, tanımadıklarımla hemen kaynaşıyor derken,  geçiyoruz koğuşa. Rahat ve derin bir uyku. Şafakla birlikte yeni bir maceraya, aslında bir varolma savaşına ilk adım!

Elimi yüzümü yıkayıp geçiyorum bölük karagâha. Bölük yazıcısı olan arkadaşım bölük assubayını geldiğime dair bilgilendiriyor. Dosyamı inceleyen -bölüğün her şeyi- assubay, benim tank bölüğüne gitmem gerektiğini söylüyor, dışarıdan duyuyorum. Arkadaşımın yüzünden düşen bin parça.  Akşam boyunca da sürekli eğitim diyerek zorluklarından konuştular. Aslında tankı çok sevmiştim. Kalpten. Bereyi de! Onun kızların gözündeki yeri bir başka! Aslında askerler arasında da... Kıskançlık yaratan ve imrenilen bir ayrıcalık. Ama öte yanda da beni bekleyen zorlu bir hayat var! Diyorum ki ben bir konuşayım, şu assubayla. Bunun münasip bir durum olmadığı ve kişinin özelliklerinden bahsederek kararın değişmeyeceğini söylüyor, arkadaşım. Bense gözümü kararttım ve konuşacağım. Umutsuzca ama arkadaşa kıyamamanın hatırıyla giriyor odasına... Çıkıyor ve girebileceğimi söylüyor. Çok üzgün.  Dedim "Üzülme, duydum." "Ben bensem ve haklıysam, bilirsin beni."  Giriyorum, kapıyı vurup içeri. Dinliyor ama görüyorum ki fikri net:"Sen tankçısın ve bizim işimize yaramazsın."

Artık yeter, diyorum ve  savaş baltamı çıkarıyorum gömüldüğü yerden. "Nerde," diyorum "bu tank bölüğü?" Varıp gidiyorum tariflenen yere. Park yerindeki sıralı tankları görünce eriyor bir yanım. Soruyorum binalarına varınca birliğin: "Tank Keşif Bölüğü nerede?" Diyorlar ki o da burada ama birlik 12 Eylül'den beri Çorum'da görevde, subayları da orada, sadece bir çavuş ve beş asker bölüğe göz kulak olmak ve nöbet için buradalar. Diyorum ki "Bana O çavuş lazım zaten," Diyorlar koğuştadır onlar. Giriyorum koğuşa ki uykudalar. Kalkıyor çavuş; gözlerinde şaşkınlık. Sarılıyoruz. Diyorum böyleyken böyle... O akşam ve bir kaç akşam daha onların koğuşta kalıyorum.  Gündüzleri arazi oluyor akşamları Tank Bölüğü ile ortak kullandıkları gazinoya takılıyorum. Bir de enteresan durum var ki 13 Eylül günü, yani bulunduğum andan yaklaşık beş ay önce efsane tatilden dönerken yol boyu durdurulmuş, sürekli kimlik kontrolünden geçirilmiş, Çorum girişinde de bu kez plakayı seçip de arabaya yanaşıp  kimliklerimizi isteyen  kara bereli asker bu arkadaşım olmuştu. Sessizce konuşmuş, ailesine iyi olduğunu, selam ve sağlık haberlerini iletmemi söylemişti. Terhisi çok yakındı ve o nedenle bölük hâlâ Çorum'dayken o ve diğer askerler an itibariyle kebap yapıyorlardı.

Gazinoda ben gibi sınıfı değiştirilmiş, yine ben gibi siz tankçısınız diye buraya postalanmış torpilli bir kaç askerle sohbet ederken, bölüklerinin zorluğundan falan söz ediyorlar, daha çok da tankların temizlenmesi canlarını sıkıyordu ve nöbetler ve sürekli eğitimler elbette... Yani kardeş buraya gelme diyorlardı. Bense an itibariyle sınırı geçmiş ama iki ülke arasındaki tarafsız bölgede kalmış aidiyetsiz bir kaçak gibiydim. Üstelik içinde bulunduğum koşullar nedeniyle aslında bayılsam da an itibariyle tank bölüğüne katılmak gibi bir niyetim zaten yoktu. Üstelik de dereceyle mezun bir tank şoförü olarak yıldız bir muharebe birliğine dağıtım olmuşken ve Ankara'da kalacakken, neden bu duruma razı olaydım!

Böylece bir kaç gün daha geçiriyorum kaçak olarak, pazartesi öğlene doğru bir haber uçuruluyor bana; iki bölük de beni aramaktaymış. Aslında Tank Bölüğü ile aynı binanın içindeyim, fakat yokum. Çünkü tank keşif bölüğünün koğuşundayım ve piyade şapkalıyım. Bir çözüm üretmeliyim! İçimdeki sana dik yapana sen daha dik ol gücü harekete geçiyor. Ve mümkün olmayacak bir işe soyunuyorum. Dağıtım olduğum bölüğe dönüyor,  benim tankçı olarak işlerine yaramayacağımı söyleyen assubayın karşısına dikiliyorum. Keskin bir netlikle "Ben bu bölüğe gönderildim!" diyorum. O da tam bir asker ve cevaben ve altını çizerek diyor ki "Sen tankçısın ve bölüğün orası." Öfkeleniyorum, ben sana sorarım bakışımı atıyor, başımı dikiyor, selâmı çakıp çıkıyorum. Bölük yazıcısı ilkokul arkadaşım ve birlikte çalıştığı başka bir çavuş merakla beni bekliyorlar. Diyorum ki "Bu tugayın komutanı nerede?" Tırsıyor arkadaşım, olacak şey değil bu! Vasıfsız bir er, nasıl çıkar onca kademeyi atlayarak koca generalin karşısına?

Gidiyorum, gözümü karartmış, söyleyeceklerimi kurmuş, tümüyle hazır durumdayım. Giriyorum karargâhın kapısından, soruyorum nöbetçiye odayı, çıkıyorum merdivenleri... O güne kadar muhatap olduğum en yüksek rütbeli subay, bir iki kere olmak üzere Zırhlı Birliklerdeki bölük komutanım yüzbaşı. Varıyorum kapının önüne, o ara yan kapıdan ben yaşlarda bir onbaşı çıkıyor, o an bilmediğim sonra iyi arkadaş olacağım bir tertibim bu. Soruyorum ona, söylüyorum görüşmek istediğimi ve sanıyorum ki  komutanın postası o. "Komutan şu an yok ama sen bu işlere bakan şubeye git," diyor. "Ben oranın yazıcısıyım," diye ekliyor ve gösteriyor kapıyı. Tıklatıyor ve giriyorum içeri. Bir kader anı!

Bir binbaşı ve asteğmen var masanın arka tarafında ve bir işle meşguller. Burada bir zaman sıçraması gerekli, ve bir parantez açmalıyım diye düşünüyorum. O halde aç parantez (İleriki zamanlarda  asıl binbaşım izinde olduğu için onun yerine de bakacak bu binbaşı. Ve o kısa süreli günlerde onu jipimle evine bırakıp sabahları alacağım. Sohbet edilebilir olduğumu fark edecek,  İngilizce öğreten bir dergisini abone olduğu bayiden alıp  ona verirken her akşam, bir vesile ile dil öğrenme konusu açılacak, hatırlamadığım bir sebeple ingilizceyi kullanmam gerekecek ve bir kaç günlük birlikteliğimizin sonucunda fark ettiği "kalitem" onda bir ışık yakacak ve benle ilgili biriktirdiklerinin ışığında hatırlayacak bu anı ve soracak: "Yoksa tankçı, o tankçı sen miydin?" Sonra gülüşeceğiz.

Şimdi  kader anına tekrar geri dönüyorum. Diyorum ki -yazıyı uzattığım kadar uzatmayarak-  kısaca, altını çizerek ve güvendiğim -aslında hiç tanımadığım- dağlar olduğunu hissettirerek: "Komutanım benim bölüğüm karagah bölüğü, ben de oraya gittim. Fakat onlar işlerine yaramayacağımı söyleyerek beni tank bölüğüne yolluyorlar."  O ara gözüm binbaşıda. Yüz ifadesi derdimi anlatamadığımı fısıldıyor bana. Alanı genişletiyor ve devam ediyorum: "Tamam tankçı olarak eğitildim, asıl dağıtımım seçkin bir mekanize tugaya ki sen seç deseler orayı seçerdim." (Ankara'yı çok istiyordum. Enn Amcam, yengem ve minik kuzenlerim Ankara'da yaşıyordu, hafta sonları evci çıkarım, hatta gecelere akar, sivil arkadaşlar edinir, gencim güzelim eğlenirim, diye düşünüyordum.)  O sanırım beni hafife alıyor ve benden öncekiler gibi pısacağımı düşünüyor ve son kararını açıklıyor: "Sen tankçısın, tank bölüğüne gideceksin." İçimden diyorum ki artık ölsem gitmem ve hiç bir güç beni oraya yollayamaz. O esnada şaşkınca beni izleyen asteğmene gözüm kayıyor. Binbaşı net. Ve anlıyorum ki tek kurşunum var  ve tek atışlık bir şansım. Bünyem level atlıyor. Başım göğe eriyor. Pençelerim sivriliyor. Gözlerimde bir kesinlik! Bir es veriyorum. Muhteşem bir sessizlik. Tertibimi görüyorum, pür dikkat ve şaşkın. Sürüyorum o son mermiyi namluya. Hedefi gördüm... ve diyorum ki "Komutanım, -tamamı yalan olmak üzere devam ediyorum; net, buyurgan, müthiş bir güvenle; sanki yetişkin bir ben daha içimden çıkmış ve dışarıdan bana bakıyor. Çocuk benle gururlanmış ve yürü be koçum diyor-  "Komutanım ben dün akşam bu durum üzerine K.K. Kurmay Başkanıyla telefonla görüştüm, durumu anlattım ve o bana dedi ki, senin bölüğün Tugay Karargâh"  Derin bir sessizlik ve şaşkınlık çöküyor ortama. Ordu kademesinin en altında bir asker, o kademenin iki numarası ile telefonla konuşacak kadar yakın! Binbaşı gülümsedi, işlem tamam! Ve biraz da şaşkınlıkla sanırım, soruyor: "Sen torpilli misin?"

Sonra  telefonu kaldırıyor, bölük assubayının bağlanmasını istiyor santralden. "Bu sizin askeriniz," diyor. Bölük assubayı aslında saygı duyacağım, hatta duyduğum -ve ileriki günlerde kanka olacağımız ama bir gerginlik de yaşayacağımız ki o başlı başına bir macera- tam bir asker, direniyor ve diyor ki anladığım: "O tankçı." Binbaşı da diyor ki "Bu sizin, çünkü anladığım bölüğü net çizilmiş, adrese teslim bir dağıtım olmuş bu. Yazılı -sınıf değişikliği- emri mutlaka gelir yakın zamanda ve başımıza iş alırız."

*Kara Kuvvetleri Kurmay başkanını tanımıyordum, tanımıyorduk, amcamın bir tanıdığı vasıtasıyla ulaşılıp durumum anlatılmıştı, daha önceki bir yazıda söz ettiğim gibi... Tankçılığı aşk derecesinde seviyordum. Hayatım normal sürseydi koşa koşa gideceğim ve çok istediğim bir birliğe çıkmıştı dağıtımım, üstelik  askerliğimi orada yapamamış olmanın, o tadı alamamış olmanın eksikliğini de hissettim ama öyle bir arkadaş grubu oluştu ki burada. Gelecek günlerde yaşayacaklarımızın her biri bir efsaneydi.. Özel durumum nedeniyle buraya gönderilmiştim. İnternet çağında değildik, bürokrasi yavaş işliyordu ve asıl emrin Ankara'dan gelmesi uzamıştı sadece. Ama geldiğim yerde az önce her biri bir efsane diye söz ettiğim yaşadıklarıma ve arkadaşlıklarıma bakınca.... ?



 




 

11 Aralık 2020 Cuma

Ya 3000 Uçakla Gelirlerse!

Küçüğüm. Ya ilkokula yeni başladım ya da başlamaya yakınım. Üç odasından ikisi iki kanatlı bir kapıyla bölünmüş, bir koltuk takımı, gece yatak olan bir divan ki o Halamın, yere serilen bir yatak ki o da benim olan aslı misafir, çakması Halamla ikimizin yatak odasındayız. İki kanatlı kapının öte yanı da Babıda ile Dedemin odası. Akşamın hoş saatlerindeyiz, birazdan babam gelecek. Misafir odasının yeni gaz sobası kalorifer tadında.

Boğaziçi Köprüsünde alın teri olan Dayım bizde... Enn Amcam da bizde ama Onlar bankanın lojmanında kalacak. Sohbet güzel. Bana getirilmiş oyuncaklarımla orta yerde oynuyorum. Bir yolcu uçağı, tenekeden, pilli... Ön tekerleğiyle yön verip istediğim genişlikte daireler çizdiriyorum. O yerde dönerken sanki yolcu alacakmışçasına arada bir duruyor, bekliyor, sonra duman salarak egzozundan, hareket ediyor. Babam mağazayı kapatıp gelince de holdeki yeni ve açılır formika masada yemek yenecek. Holdeki döşemenin kenar tahtalarının arasında mantar yetişiyor. Seviyorum onları.

Yemek bitti. Çay faslı. En sevdiğim zaman. Çünkü neredeyse kağıt inceliğinde, üzeri çiçek desenli, filmlerden özendiğim porselen, misafirlere sütlü kahve ikramında kullanılan fincanla kakaolu süt içeceğim. O esnada kulaklarım dikilmiş olacak ve büyüklerin konuştuklarından cümleler kapacağım. Kaptım!

Dayım bir ara dedi ki: "Neyle dayanacağız ki adamlar 3000 uçakla gelip kapkara yaparlar gökyüzünü." Mevzu uzun ve genişti elbette ama onlara da açık antenlerim bu cümleyi kaptı ve uzun yıllar terk etmedi hafızama kaydolan görüntü beni.

Bir film izliyorum sinemada, muhtemeldir ki Halamla. Tankların Hücumu. Seviyorum bu tür filmleri, oyuncak tankım bir de şerit takılabilen, üç ayaklı ağır makineli tüfeğim var. Savaş filmleri favorim: Ben için bir efsane 633 Fedailer Filosu, sonra Kartal Yuvası, Neratva Köprüsü, Genaral Patton vesaire.. Sıkı filmler ama. Sorun şu ki gündüz seansında, iki filmli zamanlarda ve mevsim de kışa doğru yürüyorsa sinemadan çıkışta hava kararmış oluyor. Gerçi gündüz olsa da sinemanın karanlığından çıkınca o garip duygu değişmiyor. Ben ve enteresan bir ürküntü! Salondan işgal altında bir şehre çıkmışım gibi. Yabancılıyorum. Bir ohh çekiyorum sonra. Çok şükür, 3000 uçakla gelmemişler, sokaklarda da SSCB askerleri yok!

                                                                                    ****

Askerlik yaşım geliyor. Ama ondan önce ortaokul sonlarındayken eve televizyon alınıyor ve ancak baharla birlikte havalar düzelince SSCB televizyonlarını izleyebiliyoruz. Ekim Devrimi'nin yıldönümleri bizim Cumhuriyet Bayramları gibi! Kızıl Meydan'dan ne silahlar, ne tanklar geçiyor. Saatler boyu! Gökyüzündeyse iğne atsan yere düşmüyor. Ürküntüm katlanıyor. Daha ilkokuldayken bir karartma gecesi yaşamışım üstelik. Mavi defter kaplama kağıtları ile camları, arabanın farlarını kapatmışız ki dışarı vuran ışık yerleşim olduğunu savaş uçaklarına belli etmesin. Yoklama sonrasında gideceğim yer belli oluyor: Zırhlı Birlikler Okulu-Etimesgut. Tank şoförü olacağım. 12 Eylül'ün ertesi günler... Darbede aldıkları rol nedeniyle de Tankçılar efsane. Yıkıp geçmişler! Duvar yazıları Karabaşlar aleyhine. İyi ki yoktum diyor, iki ay sonrasında asker oluşuma seviniyorum! Emir demiri kesiyor. Ben... ben üzerinden tank geçen taraftanım!

Kara bereye bayılıyorum. Pek havalı. Sıkı eğitiliyoruz. Oyuncaktan gerçeğine, çocukluktan ilk gençliğe geçmek olağanüstü. Filmlerde gördüğüm, elimle halı üzerinde sürdüğüm tanklardan sonra günler süren derslerle tüm detaylarına kadar teorik olarak bilgilendiğim, pratikte de gördüğüm, bağırsaklarına kadar tanıdığım gerçeğinin, bu kez sürüş için içindeyim. Hava buz, çamurlar taş gibi. Çalıştırması bile havalı. Uçak gibi. Tak tak düğmeler, mikrofonlu bir kulaklık. Hem araç içi ile hem de diğer tanklarla iletişim için. Çevrimiçi bir test. Herşey yolunda... Havada uçak neyse karada tank o. Bir de belalısı var tanksavar silahların içinde ki zırhı delip içinde patlıyor. Geriye yanmış kemikleri bırakıyor ama...

Önce yardımcı motoru çalıştırıyorum, sonra ana motoru. O esnada motordaki ısı cehennem gibi, ama o görkemli ses muhteşem. Tankın üstünde, kule arkasında elinde yangın tüpü ile bekleyen bir mürettabat var. İlk çalışmada ana motorun ısısıyla alev alma ihtimali var ki sıklıkla oluyor. Pufff ve söndü. Sıkı, çok sıkı bir eğitimin ardından yazılı sınavı da verip dereceyle ehliyetimi alıyorum. Dağıtımım seçkin birliklerden birine oluyor. İstediğim de Ankara'da kalmak zaten. Sadece Etimesgut'tan Mamak'daki mekanize tugaya geçeceğim. İlk eğitimi M47'lerle yapıyoruz, başarılı olanlar M48 A2C'lere geçiyor. Ahh ne havalı bir durum, telafuzları bile güzel. Ama en güzel yanı seçkin muharebe birliklerine Leoparlar gelecek ve şanslılardan bazıları onların ilk sürücüleri olacak! "Heyy! 28. Mekanize Tugay, Leopar şoförünüz geliyor" havalarındayım. 64 model üstü, süspansiyonu beşik gibi Şevrole taksi kullanıyorum sanki, muhteşem, uçaklarda kullanılan teleskopik amortisörleri var. Nokta dönüşünde fır döndürüyorum tankı. Adeta spin atıyoruz. Gün ısınmaya başlayıp da dönüş yolunda çözülmüş çamurlarda ilerlemek ayrı keyif ama tankı temizlemek de başa bela!

 

                                                                                    ****

Baba ölüyor. Hayaller çöpe. Enn Amcam Genelkurmaya gidiyor. Bir tanıdığı var, durumu anlatıyor. Mağazalarla bağımın kopmaması lazım!  Anlayışla karşılıyorlar. Bir başkası ilk Leopar sürücülerinden olma şansına erişiyor. Ama bere gidiyor, ona çok üzülüyorum. Rahat hareket edebilmem, işe güce de bakabilmem için Tank sınıfım piyadeye çevriliyor, ve dağıtımım yakın bir şehirdeki Tugay Komutanlığı emrine oluyor. Buradaki başlangıcım ise ayrı bir hikâye konusu. Artık piyadeyim ama subaylar bile adım yerine Tankçı demeyi tercih ediyorlar. Bunun anlatması heyecanlı bir nedeni var! Bir uyanıklık durumu.... Yazarım bir gün belki!


Günlerden bir gün geyik yaparken biz, karagahta görevli ve şoförlüğünü yaptığım binbaşım, şeker adam çağırıyor ve diyor ki "Şu sokaktaki şu eve git ve falanca kişiye şunu ver." Mahalle arasında normal bir apartman. Giriyor, söylenen kata çıkıyor, zili çalıyor, normal olarak öğle vakti evin hanımı açacak sanırken siyah takım elbiseli, kravatlı adamlar açıyor kapıyı. Anlıyorum nerede olduğumu. Ünlü gizli servisimiz. İlgili kişiye götürüyorlar, elimdekileri veriyorum. O beni süzüyor, tatlı tatlı ve sohbet tadında soruyor. Anlıyorum ki hakkımdaki tüm ama tüm bilgiler ellerinde olmasına rağmen beni test ediyor. Binbaşıma selam yoluyor, selam çakıp çıkıyorum. O an için bir anlamı yok tüm bunların. Sonra bir gün bölük assubayı beni çağırtıyor. Sağlam bir teşviki mesaimiz var. Gidiyorum. Jipimi başka bir şoföre vermemi söylüyor: "Sen Kurmaylarla gideceksin." Onların şoförü var ama, diyorum. "Sen gideceksin," diyor, "hem eve uğrarsın. Hareket yarın sabah." İyi, diyorum. 3000 uçak korkumun nereye varacağını henüz bilmiyor, öğreneceklerimin havasını yıllarca atacağımı da öngöremiyorum.

 

                                                                                        ****

Bir Kurmay Binbaşı ve Kurmay Yüzbaşı. Alıyorum lojmanlardan, çıkıyoruz yola. Üniformalarımız ve rütbe farklarımız olsa da, sivilleşmiş bir sohbet, güzel adamlar. Özel bir görevlendirme olması şahsım için avantaj ki bunun farkındayım, dolayısı ile çok rahatım. Normal karayolundan ayrılıp şehrin doğu tarafına ulaşacak dağlara vuruyoruz Jipi, şaşırıyorum! Varıyoruz şehre, onları eskiden Amerikan Radarı'nın ana karargâhı ve sosyal bölgesi olan, sonra Sahra Sıhhıye Komutanlığı'na dönen, küçük bir Amerikan kasabası şeklindeki birliğe bırakıyorum; geceyi orada geçirecekler. Şahane bir şehir manzarası, görüş alanında uzun upuzun deniz ve yamacın en üstünde şahane bir Subay Gazinosu var. Şehir merkezine iniyor, Jipi inzibat merkezine park edip eve gidiyorum. Sabah 5'te işbaşı.

                                                                                          ......

Beşte kapının önündeyim. Günaydınlaşıyor, Kurmaylar uğurlayanlarla vedalaşıyor ve yola çıkıyoruz. Henüz nereye ve ne için gideceğimizi bilmiyorum. Yönümüz şehrin sayfiye bölgesine doğru ki bizim evin önünden de geçeceğiz. Yaklaşık 25 kilometre sonra "Buradan sola dön," diyor Kurmay Binbaşı. Bura... ama bura benim enn enn sevdiğim lokantanın* olduğu nokta. Defalarca ama defalarca gelmişim ve sonraki yıllarda da defalarca ama defalarca geleceğim ve hatta bir gün bir blog yazarı olup da hakkında yazacağımı henüz bilmediğim şirin lokanta. Babamın arkadaşları.

Durmuyoruz, diğer Kurmayın açtığı askeri haritadaki yol olmayan yollardan birini onun yönlendirmesi ile buluyoruz. Sonra yol olmayan ama yol gibi kullanılabilecek işaretlenmiş noktalardan gidiyoruz. İşte o zaman kullandığım jipin gücünü iyice anlıyorum. Dağını taşını bildiğim bölgenin bilmediğim, girmediğim noktalarından ilerliyoruz. Sürülmüş, yağmur yemiş topraklardan, bazen dere yataklarından gidiyor, sıklıkla arazi vitesini kullanıyor, tırmanıyor, bir yerde mecburen koca koca tarlaların içinden geçmek zorunda kalıyoruz. Yumuşak toprak balçık...  Sanki zeminsiz bir köpüğün üzerinde kayıyormuş gibiyiz. Geçerim ben burayı derken, tarlaların çoğunu yara yara geçmişken arazi vitesi kesmez oluyor. Ve kaldık. Cep telefonu henüz icat olmamıştı. Zirveye yakınız, etrafımız açık, telsizle her yere iletişimiz var, çok şükür. Ahh işte köyden bir abi ağaçların arkasından çıkıyor, yüzündeki ifade şaşkınlık ama. Bu jip buraya nasıl geldi? Bir traktörle çekiyor bizi. 

İşte o zaman tüm parçalar kafamda birleşiyor ve işin sırrı, ünlü gizli servisin başkanına neden yollandığım anlaşılıyor!

Bir plan tatbikat var. Olası bir SSCB saldırısı karşısında uçsuz bucaksız bölgenin savunmasının nasıl olacağı için dağ başındayız. Bizim Tugayın, bize yakın Hava Üssünün, yine o iç bölgedeki hava savunma birlikleri ile Tugaydaki Tank, Tank Keşif ve değişik ölçülerdeki tanksavar, uçaksavar topçularının savunma pozisyonu alacakları ön saflarda ve bunların konumlandırma planlarının hazırlanacağı coğrafyadayız! Yol olmayan yollardan geldik ki düşman savaş araçlarının geçebileceği kulvarları tespit edelim ve ona göre konuşlanalım. O gün, şu 3000 uçakla gökyüzünü simsiyah yaparlar korkum pufff diye patlıyor. Bulunduğum alanın görüş genişliğini ve hakimiyet gücünü görünce, hem Kıbrıs Barış harekatının literatürlük başarısını anlıyor, hem de denizi olan bir ülkeyi ele geçirmenin zorluğunu kavrıyorum. Çünkü o güne kadar bir ülkenin kalbine girmeye hava kuvvetlerinin ve anayollarının yeterli olduğunu sanıyordum. O gün anladım ki  özellikle coğrafyası geniş bir ülkede anayollar bir harekat için ileri bir hattı ele geçirene kadar hiç bir şey değil, Mozambik bile olsanız. Çünkü bulunduğumuz noktadan düşmanın geleceği tüm hava deniz sahasını, çıkarma yapabilecekleri sahilin ufuk çizgisine kadar görebiliyorduk.

Bu günün sonra çok da geyiğini yaptım elbette... Bu sırları o zaman satsaydım, ne param olurdu, diyerek. Savunmanın bütün detaylarını öğrenmekle kalmamış, hangi birliğin nerede konuşlanacağını,  şehrin öte kanadındaki yerleşme bölgeleri dahil biliyordum. Burası bir ana savunma hattıydı. Mesele düşmanı Başkent'e ulaştırmamaktı! Hava saldırılarıyla gökten yerle bir etmenin bir manası vardı elbet ama kara birliklerini sokamadıktan sonra, hele hele bir başkenti ele geçirmek imkansız denecek derecede zor, ama çok zordu. İsterse SSCB'nin gökyüzünü simsiyah yapacak görkemli hava gücü olsun, isterse koca ölçekli, sayıca bizden çok çok fazla kara gücü... Ülkede işbirlikçiler bulamadıktan sonra bunun imkanı yoktu.

Dönüş daha keyifli. Akşam yemeğini bir başka dağın başındaki saklı, SSCB'yi gözleyen, geçenlerde bir yazımda müze olmalıydı dediğim Amerika'nın radar tesislerinde yiyeceğiz. Amerikalıların uzay hamlelerinden biri de uydular, yerel radarların terk edilmesi, bize devredilmesi, sonra da bazılarının işlevini yitirmesi yakın. Burada küçük bir Türk Birliği de var ki onun komutanı Bizim Kurmay Yüzbaşı'nın arkadaşı. Tesise giriyorum, nizamiyeye kim olduğumuzu bildiriyor, onlar içeriyi arıyor ve Üssün Amerikalı Komutanı ile Türk Subay karşılıyor bizi. Amerikalı Kurmaylarla tokalaşıyor ama bana sarılıyor! Ayrıca Türk Subayı da "Naber! kıvamında halimi hatırımı soruyor. Elbet bir şaşkınlık oluşuyor, bu samimiyet nereden geliyor?** Ben bizim askerlerin olduğu konteynıra geçiyorum. Aman allahım ne mutfak! Dersiniz Amerika'dayım... Ah o kızarmış patatesler... ve de hamburgerler ve de teneke kutudaki Coke'ler... 





**Şuradan geliyor: Amerikalı'nın eşi İngilizdi, arada bir geliyordu ve bizim evin dibindeki evin giriş katını kiralamışlardı. Sıklıkla izin ya da görevlendirilerek eve gelebiliyor, geldiğimde karşılaşıyor ve sohbet ediyorduk. Aramız iyiydi yani... Türk komutanın eşi de şehre geldiğinde o evde kalıyordu, tatlı ve komik bir kız çocukları vardı. Çok tatlı ve hoşsohbet insanlardı ve ben o yıllarda İngilizce espri bile yapabiliyordum....

*Lokanta.

23 Mart 2010 Salı

Aksiyonlu Günler... Umur

Güneşli ama soğuk bir öğle üzeriydi. Mevsim bahardı. Güneş henüz karargâh binasının sol çaprazındaki açık garajımızın olduğu yere gelmemişti. Kendimizi, bir numaralı makam aracı olan Ford'un içine atmış, teypten gelen müziğin eşliğinde sohbet ediyorduk. Benzer döneme ait yazılarda sıklıkla bahsettiğim gibi, çok kaliteli ve çok kafa dengi beş arkadaştık. Günün diğer günlerden hiçbir ayrıcalığı yoktu.

Ya da bugünden dönüp baktığımda farkettiğim gibi; o genç heyecanların içinde, yaşadığımız aksiyonları çok olağan karşılıyorduk. Bize sıradan oyunlar gibi geliyordu. Risk almayı, korku ve heyecanı seviyorduk. Militan bir geçmişten gelmiştik ve şimdi askerdik. Bu yaman çelişkiye hem gülüyor hem de yeni pozisyonumuzun avantajlı halinin keyfini çıkarıyorduk. Geçmiş... Yüzüme kocaman bir tebessüm konduruyor. Kavramın, o günkü yaşın biri iki yıl öncesine tekamül eden haline bakıp, insan algısındaki zaman kavramının göreceliğine, farklı yaşlardaki ve farklı ortamlardaki mesafelerin uzak-yakın ilişkisine gülüyorum. Yirmi yaşındaki bir çocukla, kırkların sonunda bir adam için bir haftanın, bir ayın, bir yılın ifade ettiği uzaklıkların, saçlarını okşuyorum.

O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu.

Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında biraraya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını.

En çok da terhis olduktan bir yıl sonraki buluşma günümüzden bir kaç gün önce, Bodruma birlikte gitmek için yanına gittiğim sevgili Apo'nun yakın arkadaşı Ali'nin, bir güzel eylül akşamında, güzel kokulu bir mekânda bira içerken kurduğu "Bu bize hep anlatırdı da biz abarttığını düşünerek dalga geçerdik" cümlesinde ve bu cümleyi kurarkenki hayranlık ifadesinde buluyorum.

Gün olağandı(!) demiştim, değil mi?

Olağan günün akşamüstünde, mesainin bitimine yakın dakikalarda bir numaralı makam aracını, karargâhın çıkış kapısına çekip hazır ettik. Komutan çıktığında arka sağ kapıyı açıp, selama durup, onu arabaya yerleştirdikten hemen sonra ben arka koltuğun sol tarafına, Apo'da her zamanki yerine sağ ön koltuğa oturdu. Alemin 'en komutan şoförü' Cemal, kurmay başkanı ve diğer subayların her akşam ve sabah tekrarlanan selamlamalarına kısa bir olanak tanıdıktan sonra, rutin ve yakışıklı çıkışını yaptı, önce karargâhtan sonra da tugaydan...

Küçük bir kent olduğu için, tugaydan komutanın evinin de olduğu orduevine giderken kullanabileceğimiz iki yol seçeneğimiz vardı. Bazı sabahlar, özellikle evden alıp tugaya giderken, arka koltuktan keyifli bir ses gelirdi: "Bugün sahilden gidelim çocuklar!" Her biri deniz kentlerinden gelmiş askerler olarak tebessüm ederdik, şehri ikiye bölen ırmağın kenarındaki yola verilen bu ada.

Uğrayacağımız herhangi bir yer olmadığı için direk orduevine yönelmiştik. Biz, herhangi bir protokol yemeği ya da güvenlik toplantısı olmayan o akşam için, kişisel planlarımızı yapmıştık. Bu tür durumlarda, içimizde tek evli ve çocuklu olan Cengiz'i nöbetçi şoför olarak bırakır, gerektiğinde onun telsizle bizi haberdar etmesi üzerine görev yerimize dönmek kaydıyla gecelere akardık.

Akşamın hayali aklımızda, şehrin ana caddesine bağlanan ve şehri boydan boya geçen yolda ilerlerken, arabanın havalandırmasından giren bahar esintisi, anne şefkati gibi okşamaktaydı yüzlerimizi. Ülke, büyük bir darbenin ardındaki sakinmiş gibi görünen günleri yaşıyordu. Ama hayatın hiç de sakin olmayan bir tarafı vardı: Cezaevleri, karakollar ve birtakım illegal yerlerdeki işkenceler... Anlamsızca tutuklamalar... O insanların evlerine düşen ateşler... Meçhul bir gecede evlerinden alınmış ve nerede oldukları bilinmeyen, hiç bilinemeyecek olan binlerce kayıp.

Ülkenin en büyük ve en uzun sürecek siyasi davasının sanıkları da, anlatmakta olduğum olay dahil bir çok aksiyonlu gün yaşadığımız bu küçük şehrin kocaman tugayının içindeki iki askeri cezaevinde yatmaktaydı. Tugayın dışındaki büyük "Sivil Cezaevi"nin başında da bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı aynı zamanda bizim bağlı olduğumuz bölüğün komutanıydı. Dolayısıyla cezaevinin dış güvenliğini sağlayan askerler de bizim arkadaşlarımızdı.

Yaşadığımız ve anlatmaya çalıştığım bu "olağan" günden bir kaç ay sonra, ülkenin henüz sonuçlanmamış en büyük davasının iddianamesini hazırlayacak savcılara mihmandarlık yapmam için görevlendirilecektim. Ama orduevine doğru seyir halinde olduğumuz bu "olağan" günde, henüz bu tarihsel sürecin tüm evrelerine tanıklık edeceğimin hayalinde bile değildim.

Şehir, şehzadeler kenti olarak da anılan, tarihsel dokusundan fazlaca bir şey kaybetmemiş şirin bir yerdi. Hâlâ, hayatımın en sevdiğim kentlerinin en başta gelenlerindendir.

Standart güvenliğin standart hızında, 'bir bahar akşamı'nın alıp götürdüğü hayallerimizle seyir halindeyken, şehrin girişindeki görevli asker ve polisleri, komutanın geliyor olduğundan haberdar etmek, toparlanmalarına olanak tanımak için oluşturduğumuz sinyal kornasına bastığında Cemal; biz, her zamanki telaşlı toparlanmalarına ve selam duruşlarına tebessüm ediyorduk. Bir kaç dakika sonra başlayacak süreçte yaşayacaklarımızın farkında bile değildik. Yaklaşık beş dakika sonra komutanı eve bırakmanın ardından sivil kıyafetlerimizi çekip gideceğimiz mekânlarda yaşayacağımız keyfin tadındaydık .

Sol tarafımızda kalan tarihi camiye yaklaşırken, onun çok sevdiğim bahçesine, eski bir medrese olan yan binasına, kütüphanesine bakıyor, isten elde edilen mürekkeplerin bulunduğu kısımdaki kokuyu duyumsuyordum. Bir yandan da, araçtaki dört kişiden üçümüz, aynı zamanda etraftaki olağan dışılıkları da gözleyerek, ikimizin elleri silahlarımızın tetiklerinde, Cemal de olağan dışı hallerdeki güvenlik prosedürlerinin gereği manevralar için eli direksiyonda dikkatlice ilerliyorduk. Sessizliği arka sağ taraftan gelen ve arabanın içini buz kestiren ses bozdu: "Bana suikast yapacaklar!"

Gözlerimiz bir anda, aslında fark ettiğimiz ama bir olağan dışılık hissetmediğimiz ve pozisyonlarını kendimizce doğru adlandırdığımızı sandığımız komutanın işaretlediği iki kişiye takıldı. Cemal etrafı kolaçan edip hızını daha da artırırken, Apo'yla ben, kendi kontrol edeceğimiz alanları paylaşmıştık bile... Hepimiz, ellerinde fotoğraf makineleri olan ve o an itibariyle caminin fotoğraflarını çeken bu iki kişinin gözcü olacağı algısına çoktan erişmiştik. Bulunduğumuz noktanın sol tarafında bir meydan vardı; o alana ve caminin siper görevi yapabilecek duvarlarının arkasına bir bölük sayısına ulaşacak suikastçıyı hiç sezdirmeden konuşlandırmak mümkündü. Allahtan, kendi senaryolarımızda yeri vardı bölgenin ve olası durumda yapabileceklerimizi kurmuştuk hayallerimizde... Ama an, hayallerin rahatlığına hiç benzemeyen bir gerçeklik olarak karşımızdaydı.

Eylül ayında çıkmaz bir leke gibi kalan, o meşhur darbenin hemen arkası günlerdeydik. Her karakol, her perili köşkten dışarıya sessiz, çaresiz ve duyulamayan frekanslarda işkence çığlıkları yankılanıyordu. Size bakan iki gözün, solcu olduğunuzu söylemesi bile yeterken... Tüm bölgenin sıkıyönetim komutanın aracından gelen suikast ihbarı, nelere kadir olabilirdi. O günün ortamından bakınca, bu anonsun gücü ve sonuçları çok net anlaşılabilirdi. Bu bir emirdi!

2.bölüm...

Görsel: Sanatçı Jeff Carr'ın 'looking back' adlı fotoğrafıdır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP