29 Kasım 2008 Cumartesi

Yemekteydik! Yazının Promosyonu Kievski ve Eggs Florentine Tarifleri

Yani bu ara kısmetim açık mı desem ne desem, bilmiyorum. Dünün öğleden sonrasının akşama dönmeye başladığı saatlerinde, son günlerde susmak bilmeyen telefonum ''Gözün aydın misafirin var.'' tonunda çalmaya başladı. Sesin sahibiyle telefon üstü hoş beşten sonra akşam buluşup biraz kaynatalım tonuna bürünen konuşma hiçbir yere kımıldamaya gönlü olmayan ben tarafından ''Akşama gelin.'' şekline bürününce, zaten hazır kıta bekleyen karşının ''Tamam falancayla geliyoruz.'' yanıtıyla son buldu.

Başka bir şehirde mesleğini icra etmekte olan bu arkadaşla, mesleğinin gereği yaz tatillerini burada geçirdiğinden sıklıkla görüşürüz aslında. Bu sefer bayramı raporla birleştirip uzattığı için süreyi, mevsim normallerinin dışına çıkıp da gelivermiş.

Tek başına muhabbeti pek çekilmeyeceğinden, böyle anların can kurtaranı bir başka arkadaşımı ''Durum bu, hemen geliyorsun.'' diyerek aradım. Kısa bir ayak sürümeden sonra ''Lan keşke o gün öldürselerdi de ömür boyu sana hayır diyemeyecek adam halinde kalmasaydım.'' lafını da sokarak, ''Kulüp toplantım da vardı.'' serzenişini araya sıkıştırırken, aslında, gitmemek için bahaneye baktığı toplantıya gerekçeyi bulmuş olmanın keyfiyle ''Tamam gelirim bir şey lazım mı?'' diyerek telefonu kapattı.

Sonra düşünmeye başladım; ''Ne yemek yapsam?'' diye. Cephanelikteki mühimmata göz atarken menü de şekillenmeye başladı kafamda. Her ne kadar şikayetçi gibi gözüksem de aslında hoşuma gitmişti bu ziyaret. Mutfakta uğraşırken düşünmeyi seven bir yapım olduğu için oyuncağıyla buluşmuş çocuk kıvamına geliverdim hemen.

Hava soğuk olduğundan ofis olarak kullanılan bölümdeki klimayı açıp, odayı dört kişilik bir restoran kıvamına getirdim öncelikle. Sonra, akşam yemeğinin mühimmatını cephanelikten usul usul çıkarmaya başladım. Bir koşu gidip manavdan eksik listemde olan ıspanağı aldım.

Mutfak tezgahının üzerine kullanacağım tüm malzemeleri ayrı ayrı tabaklara koyup dizdim.

Düşündüğüm menüdeki yemekler bana göre yapımları kolay ve bir akşam yemeği, özelikle sohbetlerle uzayacak davetler için çok uygun.

Sohbetin derin olacağı belli akşam için içecek olarak kimsenin fazla da itiraz etmeyeceği votka ve birayı tercih ettim. Votkayı deep freeze atıp, yeterli miktarda bira olmadığını fark edince, zor anların kurtarıcısını arayıp ''Gelirken bira al, ama sakın abartıp da adamın dükkanını alıp gelme.'' diye ekledim.

Kısa bir süre sonra gelen biraları da dolaba atıp mutfağa daldım. Ön hazırlıkları zaten yaptığım mutfağa girmemle birlikte, beşli çetenin erken uyarı sistemi çalışmaya başladı. Genelde diğerleri olur olmaz her şeye havladıkları için bizim Bitsy havlayana kadar ben popomu kaldırmam. O havladı mı kesin yabancı bir madde sınır ihlali yapmıştır derim. Kapının önünde stop eden motor sesine çıkan kurtarıcım konukları içeri alırken, ben de mutfaktan seslenip karşılama törenine ön girişi yaptıktan sonra, mutfak kapısında da sarılıp öpüştüm.

Bu ana gelene kadarki süre içinde, genelde göğüs eti kullanılmasına rağmen daha yağlı ve yumuşak olduğu için tercih ettiğim tavuk butlarının kemiklerinden sıyrılmış ve hiç dağıtılmamış etlerini iyice döverek incelttim. İçe gelecek yüzeylerine kendi tercihim olarak toz karabiber yerine tane karabiberleri ve tuzu döktüm. Çekilmemiş karabiberleri içki tercihim votka ve bira olduğu için kullandım. Eğer roze şarap olsaydı daha az miktarda ve toz karabiber kullanırdım. Sonra, içlerine tereyağı parçacıkları ve dilim kaşar koyup uçları kapalı bohça şeklinde beklemeye bıraktım.

Eggs Florentine için önceden hafifçe haşlayıp sularını sıktığım ıspanakları, tereyağında ölümün eşiğine getirdiğim soğanlar ve yağı daha ısıtmaya başlamadan içine attığım bir iki dış sarımsakla buluşturdum. Karabiber, tuz ekleyip kavurmaya başladım. Bu esnada, bir kızartma kabında ısınmakta olan sıvı yağ kıvama geldiği için, iki uçlarını kapatarak bohça yaptığım etleri önce una, sonra yumurta sarısına, sonra etimekleri döverek elde ettiğim ''galeta'' ununa bulayıp kızgın yağın içinde sıklıkla çevirerek, klasik cümleyi hemen kurayım "altın sarısı bir renk" alana kadar kızartım.

Dışarıda, erik ağacının dibindeki masanın kenarında, soğuğa meydan okuyan bir başkaldırının fuşya çiçeği gecenin yakışıklı laciverdine uyurken usul usul; '' bir ışık vardı/ ben ona bakıyordum./ O ışık sallanıyor sanıyordum./ Oysa hemen anladım, Ki ben kımıldanıyordum./'' halindeyken, kavrulmakta olan ıspanaklar son aşamaya yaklaştığı için hindistan cevizi ilave ettim. Az miktarda!

Onun henüz altını kapatma aşamasına gelmeden Hollandez sosun yapımına başladım. Sıcak su dolu olan bir kabın içine bir başka kase oturtup -ocağı en kısık haline alıp- suya oturttuğum kabın içine yumurta sarılarını kırdım. Yumuşamış tereyağını usul usul ve sürekli çarparak ilave etmeye başladım. Tuzunu karabiberini atıp, yumurtalar iyice ısındıktan sonra -ki dikkat edilecek nokta pişmemesi gerekiyor- çırpmaya devam ederek limonun suyunu ilave ettim. Tüm bunları yaparken de, içine çılbırdaki gibi yumurtalar elde etmek için sirke damlatılmış kaynayan bir başka kaptaki suya yumurtaları dağıtmadan kırdım. Ve ayrıca, dört beş santim boyunda küçük parmak kalınlığında kesilmiş, tabak başına iki tane düşecek şekilde havuç haşladım.

Tüm bu işlemleri hiç biri diğerinden geri kalmayacak bir ritimle yaparken, aklım da sokak arası meyhanelerden birinde halka küpeliyi hayal ederken; dilimde ''Uzun bir gün varsa, ve de kısa bir gece../ Başladıktan sonra, bitme'den öncedir./ Kısa bir gün varsa, ve de uzun bir gece../ Bittikten sonra, başlama'dan öncedir./'' dizeleri, büyükçe tabaklara ikişer adet kievski koyup, yanlarına kavurduğum ıspanaklardan yerleştirdim. Ispanağın üzerine, suda içi rafadan kalacak şekilde pişmiş yumurtalardan birer tane, kenarına tavşan kulağı gibi duracak ikişer de havuç koyup üzerine bir iki kaşık hollandez sos döktükten sonra, zaman sorunu yüzünden kızartamadığım parmak patatesler yerine, mikrodalgada ısıtılmış tırtıklı cipsleri ayrı bir tabakta olmak üzere servis ettim.

Müzikçalara Vladamir Vysotsky'nin CD'sini koyup, shot kadehlerle donmak üzere kıvamda votkaları tek yudumda içip, ufacık lokmalar halinde ağıza atılan kievskileri çiğnerken, patlayan karabiberlerin acılığını birayla dindirip, bir sürü güzel şey konuştuğumuz, lise yıllarında gezdiğimiz sohbetin de dibine vurduk. Bet seslerimizin artık hayallerimizde kalmış marşlarını üzerine dondurma koyulmuş çıtır kadayıflarla tükettikten sonra, o küçük hallerimizden çıkıp koca adamlar olarak vedalaşıp; her birimiz, bugünümüze döndük damağımızdaki lezzetlerle.

Masayı olduğu gibi bırakıp bir şişe birayı kaparak odama çıktım. Karşı dağların uykuda ışıklarına bakarak; ''Önce büyük düşündüm./ Sonra büyük büyük yaşadım/ dizeleri dilimin ucunda, Sana söyleyince söyledim sanıyorum./ Söyleyince sana sanıyorum söyledim./ Söyledim sanıyorum söyleyince sana./ Sanıyorum söyledim sana söyleyince/'' şiiriyle uykuya daldım.

Dizeler, Özdemir Asaf'ın Kımıltı,Aşka Gerekli Üç Anlatım,Bir Şeyin Adı ve Dum adlı şiirlerindendir.

28 Kasım 2008 Cuma

Son 24 Saatten Notlar...



Kahvemin yanına kremalı pasta tadında bir övünç koydum kendi hesabımdan. Oysa, önceki gece bir muhasebe yapmıştım; ufak çapta daralmıştı içim. Bir göğsün sıcağına kafamı gömüp konuşmak istemiştim. ''Sen mi gelmiştin ki uykumun bir yerinde, sabahıma hiç bir iz kalmamış geceden...'' diyerek başlayan dünümde; cismi uzakta kendi yakında olanla iş arası mesajlaşırken net üzerinden, çalan telefonda en bi abilerden birinin Sinop'a gidiyorum gelir misinine, gelirim nerdesin deyip sizin bahçenin önündeki cepteyim yanıtını alınca; hızlı hareket et ey adam emrini verip kendime, önceki gün uzakta olanı bulutlarının üzerinde getirecekken, unutmuşluğunun özürünü sunan yağmurun olası zararlarından korunmak için gerekli önlemleri alıp; kırk yılda bir de olsa, şiddetli yağmurlarda su girmesinin olası olduğu kapı altlarına acil durum havlularını tıkıştırıp bir yandan üzerimi değiştirirken, bir yandan da terk edilecek alandaki son gözden geçirmelerimi yaptım.

Gideceğimi kardeşe telefonla haber edip yol kenarında bekleyen en abinin arabasına konuşlandım. Her zamanki gibi futboldan başlayıp siyasetten devam eden sohbetlerle yol alırken; balığın her türünün bollaşıp, yağlanmaya başladığı şu evredeki uğrak yerlerimizden biri olan; incecik kıyılmış soğan, yine incecik kıyılmış maydanoz, pul biber ve kekikle harmanlanmış hamsileri ızgarada pişirip rakının yanına sunan; masalarını denize doğru uzanmış sundurmanın altına kurmuş Gümenez balıkçı barınağındaki salaş lokantalara bu kez uzaktan el sallayarak, her o yöne gidişte en azından selamlaşmak için molaladığımız benzinlikte ikram edilen sucuklu kaşarlı tostlarımıza üçer tane çayı ekliyerek yaptığımız dinlenmenin ardından; istasyonun ve Gerzenin sahibi abiyle vedalaşıp yeniden koyulduk yola.

Yapılmakta olan yenisi yüzünden yok olacak en manzaralı yollardan birinde son gidiş gelişlerimizi yapıyor olmanın keyfini çıkara çıkara, artık yeni yolun manzaralarına bakarız tesellilerine sığındık geçmişin izleri üzerinden.

Sinop'taki işler halledilip, abinin eski dostlarından birinin ziyaretinde, onun akşama kalın rakı balık yapalım teklifini de iterek elimizle, kararmakta olan günün ışıklarına eşlik eden yağmurun sileceklerdeki izlerine bakarak, eski filmlerin kadın karakterlerinden yola çıkıp kadınlardan, müzikten, sokaktan bir sürü güzel anıyı Mark Knopfler'in sesiyle pay ederek, derin gezinmeler yaptık ayak izlerimizde...

Yağmur, fırtına, soğuk ve mükemmel bir bugün... Kendimi balıkçı kasabalarında yaşıyan yalnız adam keyfinde hissediyorum kalktığım saatten beri... Ve çok enterasan; içeriler sıcacıkken dışarısı soğuk, müthiş evcimen bir hâl ve sığınılacak yuva duygusu yaratıyor bu bende...

Köpeği beslemiş, onunla yürümüş, yağmurdan korunmak için kapşonumu çekmiş, rüzgarın darmadağın ettiği sebzelerden bir iki kabak kopartmış, kargoya gidecek koliyi arabaya yüklemiş kardeşi yollamış, tüm sabah işlerini hallettikten sonra ekmek dilimlerini tabağa yerleştirip, üzerlerinde hafifçe zeytinyağı gezdirip incecik dilimlenmiş sucukları dizip, üzerine koyulmuş kaşar dilimlerini biraz kekik biraz kırmızı biberle tatlandırdıktan sonra mikrodalgada bir dakika 20 saniye tutup hımmm tadında yemiş, elinde kahve kokusu enfes bir yeşile bakarken; güzel havalara fışkırmış çiçeklerle güllerin renklerini kafamın renkleriyle katmerliyorum.

Yağan karın arkasından sulanmış soğuk tadındaki hava: -Müziğini dinlerken usul usul, elinde kahve kokusu, bazı işleri yarının erkeninden itibaren halletmeye erteleyip keyif arası iş yap diyor bana.

Dinlesem mi acaba?

26 Kasım 2008 Çarşamba

Kafam Bir Hoş Karışık; Dolayısıyla Ortaya Karışık ...



Dün sabah arayıp akşam üstü bana geleceğini söyleyen arkadaşım; güneşin dağların arkasına çekilmeye başladığı, günün ruhları dürtükleyen en güzel saatine, elinde ev yapımı bir şarapla geldi. Güzel havanın rüzgarı okşarken yanaklarımızı, sonbahara usul usul teslim erik ağacının altındaki yalnız masada, geçmişten bugüne bir sürü güzel anı katık ettik yanına...

Siyasetin kenarından geçerken, ismini bile zikretmeyi zül saydığımız kendini solcu sanan zatın son popülist tavrı üzerinden; minicik çocuklarken başladığımız siyasal mücadelelerin tüm aşamalarını, partinin dününden başlayıp bugünlere gelişindeki süreci, dağınıklığı, ihmalleri... Halktan kopuk seçkinci ve klişelere yaslanmış, hiç bir yeni önerme taşımayan, çabasız, emeksiz, kavgasız, coşkusuz, katılımcılıktan uzak sığ yönetim anlayışını falan konuştuk.

İnsanların dillerine, dinlerine, etnik kimliklerine, inançları doğrultusunda giyimlerine, düşünsel anlamda özgürlüklerine saygı duyan insanlar olarak, zaten bu partinin geçmişinde ve kimliğinde var olan halkçı ve ötekileştirmeyen tavrı dangalakça bir sürü tutum ve söylemle yok etmiş birinin, paçalardan dökülecek kadar seviyesiz ve zeka yoksunu bir kurnazlıkla, samimiyetsizce ortaya koyduğu son çıkışına da gülerken; aslında, bir sol ya da sosyal demokrat partinin önceliğinin sistemden daha az pay alan, hem siyasal hem de sosyal anlamda yaşamın kenarına sürüklenen, ötekileştirilmiş kesimlerin ellerinden tutmak olduğunu görmeyip, seçim zamanlarının şark kurnazlığında hatırlayan efendiye her ne kadar değinmemeye çalışsak da; hiç üslubumuz ve tarzımız olmadığı halde içinde kırmızı noktalı sözcüklerde bulunan selamlar göndermekten alıkoyamadık kendimizi.

Sonra bunları bir kenara bırakarak, şarap üzerinden konuşmayı sürdürdük. Eski zamanlarda hiç tadına bakmadığı, bakma gereği bile duymadığı şarap konusunda sevmeme ve içmeme hükmünü vermişti bu arkadaşım. Bir gün; ergen yılların sonunda yaşta üç iyi arkadaş, şehrimizde yeni açılan bir otelin (Yafeya) önünden geçiyorken lokantasının cazibesine kapılıp, biraz da merak ettiğimizden yeni mekanı; ufak tefek bir şeyler atıştırıp bir şeyler de içmek için bir masaya konuşlanmıştık. Ben ve diğer arkadaşın ısrarlarıyla da şarap içmeye karar vermiştik. O akşam, onun hayatının en önemli devrimlerinden biri gerçekleşmiş oldu bu sayede, tanışınca sevmişti şarabı.

O yaz Londra'ya dil kursuna gittiğinde takdiri ilahi işte, içki ithalatı yapıp marketlere pazarlayan bir şirkette yönetici olan bir kadının evinde kalmıştı. Dönüşünde; Yeni Zelenda'dan, Arjantin'den, Avusturya'dan, İtalya'dan, Fransa'dan başta olmak üzere, farklı ülkelerden bir sürü şarap getirmişti bana. Ve çok kısa bir sürede onların tümünü tüketerek bu konudaki eğitimimize önemli bir katkı yapmıştık hep birlikte.

Dün yaşamımızın içinde dolaşırken, aşkın en güzel içkisinin şarap olduğunda hem fikir olup, onun aynı zamanda derinlere dalınan anların, gözden geçirmelerin, hesaplaşmaların, afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinin yoldaşı olduğuna karar verdik; rakıyı ve birayı daha farklı konseptlere yerleştirip haklarını teslim ederek tabii ki!

O gittikten sonra, kadehimi doldurup ortalığı toparlarken ve bu esnada ufak yudumlarla da içerken son kalanları, bir an o kadehin içinde neler görülebileceğini düşünmeye başladım. Üzüm bağlarının çok olduğu dede köyünde küçükken katıldığım ve zevkle izlediğim pestil için yapılan bağ bozumlarından yola çıkarak şöyle bir tablo resmettim:

Şarabı oluşturan üzümlerin yetiştiği bağları, o bağlarda üzüm toplayan mutlu insanları, bağ bozumlarının her zaman genç ortamında birbirine sevdalı ama söyleyemeyen, yine de farkında genç kızlar ve genç erkeklerin üzümleri çiğnerken aslında birbirlerine sesi duyulmayan ama tene değen sevdalarını haykırışlarını duydum. Sonra sevilenle ateş gibi bir sevişmeye doğru yol alırken, hani insanın içini sınırda bir arzu kaplar ya ürperir; mahrem şeylerin sessiz ve titrek tonunda bir fısıltı kaplar ortalığı, ateş basar tenleri, elini uzatır eline dokunulur, sımsıcak güven dolu bir teslimiyet içindedir.

Güzeldir...

Düşünülmesi gereken ve düşünülmekte olunan başka bir durumdan çıkmak için...

24 Kasım 2008 Pazartesi

Nefes... (Breath)


Az izleyicili bir seansda, ışıkların bir kısmının sönüp filmin jeneriğinin akmaya başlamısıyla film üzerine düşünmeye başlamam bir olmuştu. Rus ekolünden bir ritmle akan filmde karşılaşacağımın, düşük bir tempo ve o ekole öykünen bir yönetim tarzıyla sanatsal kaygıların ağır bastığı bir sinema diline sahip, yoğun dikkat harcamam gereken bir seyir olacağıydı...

Bir an, soyut bir tablonun önünde imgelerden somut sonuçlar çıkaran, daha doğrusu bu kurgu ve mantık üzerine kadının iç dünyası merkezli ilişkiler, toplumsal ahlakın ve gelenekselin bakışı ve baskısını sorgulayan, daha önce izlediğim Duvara Karşı, Tutku Oyunları, Sadakatsiz, Madison Köprüsü gibi filmlerin ufak ayrıcalıklar gösteren ''nüanslarla'' işlediğinin Korecesiyle karşı karşıya olduğumu fark ettim. Benzer nitelikteki duyguların, uzakdoğu tiyatro sanatının mimiklere ve jestlere dayalı üç gün üç gece süren oyunlarına gönderme yapan bir anlatımla sunumu olduğunu hissettim.

Dışa vuramadığı duygularının baskısında, evlilik ve ahlakın hapsinde bir kadın... Kendine mübah, ötekine kıskanç, yasakçı ve ahlak dışı bakan geleneksel bir koca... Temiz, saf bir mahkumdan türetilmiş bir aşık... Hapishanede, ilişkiyi gözetleyen, bazen röntgenci bazen ahlakçı bir çevreyi simgeleyen gardiyan ve hapishane müdürü(sanırım)... Gerçek aşk ile bastırılmışlıktan kurtuluş için yaratılmış kısasa kısas bir ilişki hayali arasındaki simgeselliği anlatan, kadının heykeltraş olarak resmedilmesi; filmin dayanağını oluşturan ve anafikrine katkı yapan temel taşlardı.

Finaldeki dönüş ve gerçek aşkın gözü dönmüş kıskançlığını ortaya koyan son sahneyle birlikte, bahsettiğim, kendimce öyle algıladığım ilişki biçimlerinin toplamında filmi koyduğum nokta şu olmuştu: Evet, daha önce izlemediğim bir yönetmenden; tutku, aşk, aile, çevre, bastırılmışlık, dışarı baskısı ve ahlaka teslim edilmiş bir özgürlük üzerine kendi usulüyle sözler söyleyen bir film. En çok neresini sevdim? Finaldeki ''Her Yerde Kar Var''ın Korecesini. Çünkü o şarkının, küçük bir çocuk romantizmiyle dinlediğim ve resmettiğim, Adamo'nun sesinden çıkan sözleri ve melodileri, hayatım boyunca, her kar yağdığında kulaklarımda çınlayıp içimde kıpırtılar hissettirdiği için.

Filmi bir kez daha izler miyim?

Belki bir kış günü dışarıda kar ve soğuk varken veya bugünkü gibi soğuk, rüzgarlı, yağmurlu bir kalabalıkta, ıssızlık sunan çıtırtılı odunların sıcağında perdeleri sonuna kadar açıp o özgür ve beyaz dünyaya bakarken, içeride onu daha da parlak yapacak ağır hüzünlü bişeyler dönsün ve iki kişilik sıcak şaraba duyguları meze yapsın diye...

Kadın mahkuma aşık mı? Belki de bu filmden akılda kalacak ve yanıtı aranacak sorulardan biri bu. Bence aşık değil, acıma duygusu üzerinden bir kader paylaşımı olabilir.

Bana göre yönetmenin vurgulamak istediği de, evlilik sorunlarının bir kadında yarattığı içsel öfkelerin, içinde çocuk olan konformist bir düzenden vazgeçemeyişin, dışa vurumu... Aşkın tanımını da yönetmenimiz; bence, öyküyü anlatmakta kullandığı sıradışı yolun bir sonucu olarak, bunun cinsiyetlere bağlı bir şey olmadığını vurgulamak adına olağanın dışı bir kimlikte simgeliyor . Aşk, yürek ve savaşmak ister, ve cesaret diyor, belki de film... Ve kocaman vazgeçişler...

Sinemanın renklerini, uslup farklılıklarını ve ilişkiler üzerine filmleri seviyorsanız; bu filmi kesin izleyin derim. Yoksa sıkıntılı gelebilir.

23 Kasım 2008 Pazar

Tazelik Kokusu Alıyorum...

Hangi yolculuğa çıktıysan, bırakıp sıcaklığını yatağa; hüznün örttü uykuda kalanı...

Dün akşam müzik setinin karşısına kurulmuş, bir kadeh rakıyı almış, kanapede hafifçe kaykılıp hoparlörleri kulak hizama getirip dışarıyla bütün bağımı kesmiş, Latin cazla başlayıp, Türkçe rock özellikle Özge Fışkın'la devam edip kadın sesli latin şarkılarla final yaparken, tabağa çevrilmiş kahvemin içinde şunlar vardı ...

Camın önüne kurulmuş masa, masada mum, pencere önünde uçuşan kar tanecikleri, sarı ve turkuaz tabaklar, karın beyazında aydınlanmış sessiz bir bahçe, bahçedeki beyazın üzerine konan sığırcıklar, yanan odunların çıtırtısı, şarap, müzik, odada uçuşan sessiz kelimeler, ele dokunmuş el, yanağa kondurulmuş şefkat, yanan mangal, kucağa anlatan bir kafa, dışardan gelen lezzetli koku,

O,

Çıplak omuzlar, mutfağa gitmiş bedenler, odaya dönmüş bedenler, çatal bıçak sesleri, parlayan kadehler, ufacık öpüşler, karşı sandalyeye uzatılmış bacak, dışarı dönmüş bir yüz, uzatılmış bacağın üzerinde uzanmış bacaklar, göğüse yaslanmış sırt, kulağa fısıldanan konuşmalar, şarabın insanı çözen dozu, uçuşan duygular, saçlara dokunan bir el, lapa lapa yağan kar, taşkın ruhlar, kocaman öpüşler, sıcacık kapiçino, bol çikolatalı pasta, müzik, gece, ben, fotoğrafları çeken zaman. Tazelik kokusu...

Kendi fincanımda çıkanlara kendim bir anlam yükleyemeyeceğim için; hayırdır inşallah deyip, sabah ola hayrolanın çözümleyici tazeliğine bırakarak sorularımı; sıcak ve rüzgarlı gecenin yatağına attım kendimi...

Rüzgarın oraya buraya savurdukları yüzünden kapısı aralık kalan uykunun dünün bugüne döndüğü saatlerinde, farketmediğimi sanan ve usulca yatağıma giren düş

Uzun ve zorlu bir yoldu ama geldim ben. Sen uyuyordun, dudağının kenarında ufak bir tebessüm vardı; muhtemelen içinde bulunduğun düşlerden. Uyandırmak istemedim, usulca sokulup yanına uzanıverdim. Biraz uyudum biraz seni seyrettim, ve sonra sen uyanmadan dudağının kenarındaki o tebessüme bir öpücük kondurup geldiğim gibi usulca gidiverdim. İyi bir gün geçirmen dileğiyle kocaman bir günaydın sana,

notunu bırakıp gittiğini sansa da, kocaman kollarımla onu sarmalıyıp yol yorgunu saçlarının kokusuna masallar anlatıp, uyuttuğumu fark edemedi...

Dışarıda enfes bir yağmur var, düşü güzel uykusuna ve yatağın sıcağına bırakıp poğaçalar almaya gidiyorum.

Ve sanki yeşertiliyorum;)



Başlangıçta kalın harflerle yazılı cümle: Cevat Onursal'ın ''Yolcu''adlı şiirindendir.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Dün...


Gripal bir durumda vücudu susuz kaldığı için klinikte serum takılan tırtıl'ın ''üç'' kişilik odasında duvarlara bakarken aklıma düşen, zamanın dört evvel zaman öncesinde yazılan ''zamanı eskimiş mektubun'' satır aralarından:

....Aslında yazmamın bir anlamı var mı diye tereddütler de geçirsem, en azından hayata dair sahici şeyler barındırdığı için; sormalıydın dediğim benle ilgili soruları hazır bu kadar gaza gelmişken, belki bir gün yazacaklarıma zemin olur diye tek tek yanıtlayacağım.

Öncelikle hayatıma kattıklarımdan başlayacağım ki; seni koyduğum yeri anlayasın...

Hatırlarmısın? İlk tanıştığımız günlerdeydi. Arabayla gezerken ben kızlarla ilgili genel şeylerden bahsediyordum. Sen, onlardan bahsederken gülümsemiş, benim sana olan duygularımı,senle ilgili düşüncelerimi, çok sevdiğim ve sıklıkla kullandığım Türkçeyi bükerek konuşma biçimimin içinden çıkartmış, anlamış, kendi uslubundan yanıtlamıştın.O gün zekânı,yüzünün pırıltısını ne kadar sevmiştim.

Bir şey isteme bahanesiyle sana torpido gözünü açtırmış ve senin için aldığım ve oraya koyduğum bir tane pembe güle yüklediğin gülüşün, değerin, coşkunun öpücüğünü yanaklarımda saklamıştım.

Bu gün yine aynı şeyi yapacağım.Eskilerden bahsederken, aslında senden bahsediyor olacağım.

Bir an! Sanki bütün bu mektuba yazacaklarımı:Çıplak ayak kumlara uzanmış, yüzümüzü rüzgâra vermiş, denizi ''The Sound Of Silence'' yapıp yıldızlara bakarken, şarap içerek konuşuyormuşuz hissine kapıldım.

Aslında...

Galiba...

Bunları sana anlatırken, bir yaz akşamı esintisiyle ürperen ruhuma şefkatin değsin istedim.

Sahi !.. Gün batımında, denize ayaklarımızı değdirerek sarmaş dolaş yürürken iki adım önüme geçer, bin bir espriyle arada bir küçük kızlar gibi hoplayıp zıplayıp dönerek; bana okuduğun kitabı anlatırdın. Ve ışıkları yanan balkonlara nazire yaparcasına karanlığa saklanıp, nasıl da öpüşürdük.

Senin fotoğraflarını çekerdim, her bir karesini kalbime de kazıyarak...

Aslında ne güzel şeyler de yaşadık; kimselerin yaşamadığı kadar...

Çok ve hızlımı sevdik biz;zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyecek kadar...

Öfkeler onun için mi bu kadar yakıcıydı; sevgiyi kimselerle paylaşmayacak kadar...

Ve (bazen)sevgimizin kanıtı olsun diye mi diğerinden, dağları delmesini istedik... Ne dersin?

19 Kasım 2008 Çarşamba

Bir Çocuğun Yaşamına Dokunmak İsterseniz Ona Bu Kitabı Alın: PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI

Çoğu zaman okuduğum karakterlerin hangisinin kim olduğunu anlamakta, isimleri aklımda tutmakta zorluk çekerim. Bazen geri döner, çoğu zaman da kitabın oldukça ilerlemiş yerlerinde ancak kim kimdiri anlayabilir hale gelirim. Bütün okuma serüvenimde kitaplardan aklımda kalanlar genel olarak olaylar, davranış biçimleri ve o davranış biçimlerinin ruh halleridir. Yani bir durum okuyucusu olduğumu söyleyebilirim.

Ve okuduğum onca kitaptan, an'lar ve olaylar dışında aklımda kalan bir iki karakter adından ötesi değildir .

Belki oturup düşünsem ve bunları bir kenara yazsam, yine de toplamda onu geçmeyecek adlık bir listem olur. Ama aklıma ve yüreğime kazınmış bir karakter vardır ki; yaşamım boyunca hiç unutmadığım ve unutmayacağım Erno Nemeçek'tir o...

Belki de, kendi statüsüne bir artısı olmayacağı için herkeslerin uzak durduğu, sosyal anlamda ilişki ya da iletişim kurmadığı, bakmadığı, yaklaşmadığı ırak tutulanlara yakın durmayı seven anarşist ruhumun oluşumunda, bu kitabın fazlasıyla etkisi vardır.

Macar yazar Ferenc Molnar tarafından yazılan kitap: İki farklı çocuk grubundan Pal Sokağı'nda yaşayan ''yoksul'' çocuklar ile statü anlamında daha üst, seçkin, ''daha iyi ailelerin'' çocukları arasındaki çatışmaları anlatır. Her birimizin çocukken yaşamış olduğu, özellikle erkek çocukların klasik mahalle savaşlarından bir örnek gibi gözükse de oldukça derindir roman...

Bir oyun alanına sahip çıkmak üzerine verilen mücadelenin içinde; iyilik, dostluk, güzellik, ihanet, liderlik, ekip olma temalarını çok gerçekçi ve sürükleyici bir biçimde işleyen kitap, son derece yalın ve samimi bir dille çocuk dünyasını da anlatır. Tüm kusursuz anlatımın yanı sıra kenetlenmek, paylaşmak, bütünleşmekle parçalanmanın farklı sonuçlarını ortaya koyarken, bir amaç uğruna gerektiğinde kendini feda etmenin erdemini de serer göz önüne ...

Bir çocuğa, söz konusu hallerin tüm duygularının okunması ve fark edilmesini sağlamanın yanı sıra okuma alışkanlığı kazandıracak, kelimenin tam anlamıyla gaz verecek, ruhunu ve duygularını şekillendirebilecek, seçkin ve çok iyi bir başlangıç kitabıdır Pal Sokağı Çocukları...

Çevremde ya da hayatın başka alanlarında gördüğüm çocuklara kendimi bildiğim günden beri zevkle satın aldığım; bir çoğunu elinden tutup bir kitapçıdan ilk kez içeri sokmama neden olan bu kitabın, onlarda nasıl bir alışkanlık yarattığını uzun yıllardır gözleyen biri olarak, bu kitabın bir çocuğa verilebilecek en iyi hediyelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Aklınızın not defterinde bulunsun!

18 Kasım 2008 Salı

Das Boat... (Denizaltı)...


''Onlarla olmak insana yaşlı hissetirir kendini; sanki çocukların savaşı!''...


Kırmızlı kadının dokunaklı sesi eşliğinde, ikinci dünya savaşının sonlarında bir yığın kayıp vermiş Alman ordusunun bir ''u-botunda'' yolculuğa başlıyorsunuz. Belki ilk kez bir film de, öfkesiz bir anlatım ve farklı bir bakış açısıyla yukardakilerin anlamsız hayalleri sonucu savaşa sürüklenmiş, görev ve ülke aşkının ötesinde idealleri olmayan ''insanlar'' görüyorsunuz...

Yorumsuzca, hiç taraf olmadan, yalın insan manzaraları sunuyor film size. İzlediğiniz bir sürü soykırım filminde hep kızdığınız Almanların; kör milliyetçiliğin konforlu salonlarında yaşayanlarının kendi insanlarına yaşattıklarını görüyorsunuz bu kez.

Savaşın herkese acı veren ve ne kadar anlamsız bir şey olduğunu politik kaygılar taşımadan, sadece insan odağından bakarak başka bir boyuttan anlatan; güzel oyunculukları, birbirinden farklı ruh hallerindeki farklı karakterleri, ve her bir karakterin farklı farklı ruh hallerindeki duygularını olağanüstü güzel yansıtan diyalogları ile çok iyi ve çok nitelikli bir film Das Boat...

Yaklaşık üç saat boyunca denizaltının içinde her anın heyecanını hissederek; bazen o klostrofobik ortamın boğucu, can sıkıntılı hallerinde nefessiz kalarak; bazen de, üzerinizdeki koca bir ağırlığın kalkmasının hafifliğiyle seyrediyorsunuz(!) filmi...

Asker olmanın disipliniyle avcıyken av, avken avcı olmanın bütün alt duygularını gözünüzün önüne seriyor film; ve insan olmanın... Belki biraz erkek bir film! Ama sinemaya film değilde ''sinema '' odaklı bakan herkesin izlemesi gereken de bir film... Muhteşemdir!

Ülkemizde pek bilinip hatırlanmayan, gözlerden ırak kalmış, Kusursuz Fırtına ile hatırlanacak Wolfgang Petersen'in bir anı roman uyarlaması olan bu destansı filminde: Bazen pikaba koyulmuş bir plağın kuytusuna sığınıp uzarken ötelere, bir anda bir sarsıntıyla uyanıverirsiniz, nefesinizi tutmuş bir halde...

Su yüzeyinde seyrederken koca denizde, nasıl bir yalnızlık olduğunu görürsünüz aslında o kalabalığın... Ve derinlikli insan manzaralarını... Ve aslında başkalarının savaşlarında ölenlerin, hep masum ''çocuklar'' olduğunu...

Sevdiğiniz eğer''sinemaysa'' mutlaka izleyin, izlemelisiniz! Muhteşem oyunculuklar görmek; enfes bir anlatımla müthiş bir sahicilik duygusu yaşamak için ...


Not:1981 yapımı bu film, satıcılar ya da kiralayanlar tarafından U-571 ile karıştırılabilir!..

16 Kasım 2008 Pazar

Sokaklar(ım)dayım ...


Bugün bi uyandım baktım saat 5 civarı...

Dün akşam üzeri ''Sen zamanı olmayan, zamansız bir yerindensin ömrümün; neyleyim ben'' le iki biralı, iki sigaralı sohbetten sonra bir sürü güzel düşüncenin yoldaşlığında eve dönerken; çok aşklı, çok genç, çok olgun, çok fırlama, çok anarşist ama en çok iyi kalpli, en çok da delikanlı yaşanmışlıklarımın güzergaha bıraktığı izlere baktım.

Ve hayatımda hep en güzel dediklerimin hakikaten en güzel olduklarını düşündüm. Benim için bu bundan güzel ayrımı yok diye kendime hava atarken; aslında, bazı en güzellerin bazı en güzellerden daha en güzel olduğunu gördüm .

Bazen aklımın beni dürtme hallerine rağmen ''şu anki'' sürecin güzelliğini sevdiğimi de delikanlı halim, en deli kanlı haliyle aklımın döşüne soktu.

Sohbetten kalanları ve yol boyu düşündüklerimi içeren bir yazı fikrindeyken sabahın erkeninde, erken deyip yatağın sıcağına gömüldüm.

Gece yağan yağmuru hissetmiştim. Yarı aralık uykumdan içeri girmiş, gördüğüm rüyalara fon olmuştu.

Yatağa döndüğümde, sıcaklığın yanına bir de hayal koydum. Hayallere masal tadında dalarak uykuya gidişin, sınırı geçiş anındaki lezzetini severim.

Bu kez oraya gelemedim, uyuyamadım ve yazmak için kalktım. Önce mektuplarıma bakayım dedim. Sonra camın önüne geçip, ellerim ceplerimde, doğanın tüm renklerini parlatmış ıslaklığa, taa uzaklardaki sabah ışıklarına bakmaya başladım; yazacak bir halim kalmadı, kalamadı. Çünkü postamda, rüzgara katılarak gönderilmiş bir öpücüğün haberi vardı.

Beni günün erkenine uyandıran: Öpücüğün, sevindirik bir koşuşturmayla elini aceleye tutturup vakitsizce yanağıma konmasıymış, onu anladım. Buna güldüm; soyut bir resmi somut yapan kalbimden.

Ellerimi cebime koyup uzaklara baktırırken, sokaklarımda dolaştıran tek bir kelimeydi aslında: ''Özledim''.

Benim için özle(n)mek: Tek tek de çok anlamlı olan ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde... Bunun tadını da severim.

Bugün, başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayacağım sanırım; yüzümde gülümseme, aklım dolu, yüreğim sıcak.

Elimde kahve kokusu, oralarda bir yerde bir kafede oturmuş seyrediyorum; soyut resimlere bakanın somut halini... Hatta; bir şeyler atıştırılan bir masada, gözlerim onun gözlerinden görüyor, kulaklarından duyuyorum belki her şeyi... Ellerim ellerinde ısınmış, kalbi bende atıyor.

Gün güzel...Vakit bol.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Cumartesi Mırıltıları...



Pastırma yazı denen mevsimin, insanda bir sürü şey yapma isteği uyandıran cumartesi erkeninde, sessiz, yaprakların usulca dallarını terkedip ayak izlerine hışırtılı müzikler çaldırdığı sokaklardan yürüyürek ekmek almaya gidip dönüşü, bu kez deniz kıyısından değil de ana yol üzerinden yaparken, genel yapımızda var olan durumların bir filmde ya da kitapta açığa çıkarılıyor olmasına gocunan, kompleksli ve güvensiz yapımızla, tarihsel geçmişimizden algılarımıza yüklenmiş, asla öğrenmek ve sorgulamak adına eleştirel bakmaya yeltenmediğimiz bir tembellik sonucunda oluşmuş kulaktan dolma şişinmişliklerin avuntusuyla eksikliklerimizi ya da arızalarımızı göze sokanlara ve bizden farklı bir düşünceye sahip diye, doğru şeyler de yapıyor olsa tümüyle sildiğimiz insanlara karşı ortaya çıkan refleks tepkilerimiz, hatta linç girişimlerimiz üzerine düşündüm.

Dün tv'de haberleri izlerken; ismi kendinden menkul şahsiyetlerin, yazdıkları popüler kültür ürünü her biri diğerinin benzeri kitaplarla nasıl uzman karakterler olarak lanse edilip tu kaka olanı yerle bir etmek adına en iyi bilen olarak, o anki popüler karşı duruşun kalabalıklarına yandaş bir referansla parlatılışları geldi aklıma... Güldüm. Can Dündar'ı daha da sahiplenmek istedim.

İlkokul bir ya da ikinci sınıfta izlediğimiz siyah beyaz filmde tarlada karga kovalayan Mustafa ve korkuluklar gözümün önünde; kenarda mahallelerin utangaç, sessiz ve güvensiz çocuklarını başa kakmayan bir samiyetle yaşamın bilmedikleri alanlarında usul usul dolaştıran, onların duygu dünyalarına yeni farkındalıkları anne sıcağı bir okşayışla yükleyen ilkokul öğretmenime tebessüm ettim. Yanaklarından öptüm.

Sonra, Çocuk Esirgeme Kurumu ya da benzeri yerlere kendimi bildiğim günden beri yakın durduğum için farkında olduğum, çabalarını gördüğüm, oralara yakınlığımın tam tersi kadar uzak olduğum bir ideolojiye sahip iktidardaki partinin en çalışkan bakanlarından Nimet Çubukçu'ya yapılan haksız eleştirilere üzüldüm.

Belki de ilk kez bir bakan sistemin tıkanıklarını, şefkatten uzak halini değiştirmek, aşmak için bu kadar çaba ortaya koydu, koyuyor. Onca iyi şey yapmışken takdir edilmeyen, kimselerin aklına gelmeyen birinin; son iki olayla yerden yere vurulmaya çalışılıyor olmasına, spesifik olayları odak alıp aslını sorgulamadan herşey haline getiren bakış açılarına öfkelendim.

O kurumların kapısından bir kez girmemiş, 'ay şekerim yüreğim elvermiyor'cu ama statücü, ötekine sevgisiz, sosyal sorumluğu belirli derneklere üye olarak sayılara dayalı kalabalıklar oluşturup bas bas bağırmak sanan tu kakacı, egosantirik, kartvizitçi insan kitlelerine : "Narin popoloranızı hiç değilse yılda bir kez sokak aralarındaki hayatlara bakmak, okula gönderilmeyen, erken yaşlarda kocaman adamlara satılan kız çocuklarını hırpalayan ailelerin elinden alıp hiç beğenmediğiniz bakanın kurumlarından içeri sokmak için kaldırsanız; beğenmediğiniz o kurumlardaki çocukları aralıklı da olsa ziyaret ederek ruhlarına dokunurken, sürekli varlığınızla da görevini yapmayan personel üzerinde sahiplenmenizin yaratacağı 'mahalle baskısıyla' oralara çekidüzen verilmesine katkı yapabileceğinizi düşünseniz!" demek istedim.

Bütün bunları kendi kendimle konuşa konuşa eve geldim. Alt kat kapısını açmamla bizim Bitsy'nin yemek vaktinin geldiğini anlayıp, bir sürü yalakalık yaparak kulübesine koşusuna bakarken; sekiz yavru doğurup, oraya buraya verilen yavrularından sonra iki taneyle kalan komşu fadik in yuvasına bakıp ona da bir şeyler yedirdikten sonra, o an aklıma gelen bir yazı fikrine ben bile güldüm...

Hava hala enfes... Bahçede güneşe yüzümü, zeytin ağacına sırtımı dayamış gökyüzüne bakıp, elimde kahve kokusu, kulağımda keyifli bir müzik, dudaklarımda mırıltı bir şeyler atıştırıyorken; keşke şu çarşaf denizin kıyısına ''onla'' iki sandalye bi masa atıp, birlikte yürüyüp aldığımız poğaçaları martılarla pay ederken, bol dumanlı, bol kahve kokulu, bi suskunluk, bi bazı duyguların rafa kalkmışlığının biriktirdiği gevezelikler etseydikin hayalini kurdum.

Güneş bugüne çok anlam yüklüyor, günlerden cumartesi ve daha akşama vakit var.

14 Kasım 2008 Cuma

Evde Sinema Keyfi İçin Bir Öneri;)... CLOSER (Daha Yaklaş)



Oynadığı dönemde farklı düşüncelere yol açan, çok tartışılan, daha sonra da değişik sinema sitelerinde farklı algılamalarla üzerine yapılmış bir çok yorumla karşılaştığım bu filmle ilgili yazmak istediklerime, düşüncelerine çok değer verdiğim bir arkadaşımın kitap uyarlamaları üzerine bir konuşmasından alıntılarla başlamak geldi içimden: ''Kitaplar insanların hayal gücü ya da imgelem dünyasının zenginliği ile örülür. Doğal olarak görsellik hayal gücünü hapsedecektir. Bir kitabın, öznel hayal gücüne dayalı olarak farklı algılara açıldığı düşünüldüğünde'' diye devam eden yorumunun benim kullanmak istediğim en vurucu cümlesi ''Sonuçta düşünebildiğimiz ölçülerde algılarız'' dır.

Buradan bakarak, filmi bazılarının iddia ettikleri gibi toplumların değer yargılarıyla oynadığı görüşü yerine şu yönden okumayı denesek; filmi aynı oranda ahlakçı bir bakışla kötüler miydik acaba?

Bu filmin tüm derdinin aslında insanın iç dünyasının duygusal derinlik ve dalgalanmalarıyla o dünyanın karmaşık karar mekanizmalarını ortaya koyup, modern yaşamlardan cinsel dışavurumları tüm alt duygularından bakarak göz önüne sererken; aşk, sevgi, tutku, terkediliş, yalnızlık gibi bir ilişkinin tüm süreçlerini ve bireyin içine düştüğü anaforları taraf olmadan anlatmak olduğunu görüp, bütün bu kaotik durumlardan yola çıkarak insanlara: Post Modern yaşamın aşk, sevgi kavramlarını yeniden gözden geçirmesi noktasında ufuklar açan; sanki, bir ahlaksızlık önermesi gibi değil de, modern dünyanın göze soktuğu pırıltılı yaşamların günü birlik ilişkilerinin bütün açmazlarını ortaya koyan bir ahlak sorgulaması olarak bakıp, hakettiği değeri veremez miyiz?

Sadece Jude Law' ın Natalie Portman'a, Julia Roberts'la birlikte olduğunu ve kendisini terk etmek istediğini söylediği sahnede aşık olduğunu gerekçe göstererek, çaresizliğine ve dolayısıyla kendini haklılar savunusuna Natalie Portman'ın: ''Her zaman bir an vardır. Bunu yapabilirim. Buna teslim olabilirim. Ya da direnebilirim. O anı yaşadığını biliyorum; başka şansın vardı'' dediği sahne bile başlı başına ilişkiye karşı sorumluluğun gereğini işaret etmez mi?

Closer: İnsan üzerine derin analizler yapan, üstelik bunu çok iyi yapan, düşündürten, okunan bir kitap tadında, müzikleri çok güzel, tüm ortaya koyduğu davranışları ince bir mizahla da eleştiren, ilişkiler üzerine çok güzel bir filmdir. Lütfen filmin marjinal yaşamlar önerdiği önyargısından uzakta, aksine o tercihlerin sonuçlarını ve ruhlarda yarattığı tahribatları ortaya sererek doğru olanı öneren bir film olduğu algısıyla izleyin ve keyfini çıkarın...

Çünkü: Herhangi bir akşamda kanepeye çekilmiş dizlerin sarmaş dolaş hallerinde, yanında keyfe keder içecekler ve çerezlerle izlenip, filmden yola çıkarak ilişkiler, aşk, tutku, insan üzerine çokca da sohbet edilebilecek, çok iyi bir filmdir. Bence...

İyi eğlenceler;)

12 Kasım 2008 Çarşamba

''Mustafa''yı Mahkemeye Vermişler!..

Çok uzun uyuduğum bir gecenin en erkeninde uyanıp, ufak çaplı bir atıştırmanın sonunda kahvemi alıp güzel ülkemde ne var ne yok diye sörfe çıkıp keyif yapmak niyetindeyken, gördüğüm ilk habere tepkim tam anlamıyla şuydu:Çüşşş!..

Sonra kulağıma küpe şu söz geldi aklıma: Söz manasını dinleyenden alır!..

Elbette bu ilk tepkimin ardından daha anlayışlı halime geri dönüp, düşünmeye başladım. Öncelikle insanların kendilerini rahatsız eden bir konuda mahkemeye başvurmaları kullanılması gereken en demokratik haklarıdır, buna saygım sonsuz...

Koca iki profösörden birinin başkanı diğerinin onursal başkanı olduğu bir derneğin, basın toplantısıyla ya da diğer bir çok etkinlikle anlatabilecekleri bir konuda, üstelik gerçekleri anlatarak insanları aydınlatmak varken bir gerçeğin üstünü örtmeye yönelik sansürcü bir zihniyetle mahkemeye şöyle bir başvuru yapmalarını açıkcası yadırgadım.
"Film içeriği, ayrıca konulara yorumu ile Cumhuriyet ile Atatürk’ün saygınlığını aşındırmaktadır. Bunlar yetmezmiş gibi ’Mustafa’' filminde Türklerin simgesel atasına pofur pofur sigara, ayrıca düşkün bir biçimde içki içirterek, Mustafa Kemal Atatürk’ün saygınlığı düşürülürken, Türk gençliğinin örnek aldığı kişi de manevi olarak öldürülmekte, buna ek olarak Türkiye tarihinin en büyük sigara reklamı, Atatürk kullanılarak yapılmaktadır"
Bu o şahıslardan herhangi birinin bireysel başvurusu olsa bu kadar üzerinde durmazdım. Ama kendilerine koltuk paye etmek adına dernekler kurup, o derneklerin yönetiminde tıpkı eleştirdikleri partilerin, kurumların başındaki insanlar gibi çakılıp kalan ve kendi doğrularını kimseyle tartışma gereği duymadan tüm o kuruluşta bulunan insanların doğruları gibi lanse eden; gücü sırtlarını dayadıkları dernek kurum her neyse ondan alan insanlara uyuzumdur.

Bütün okulların sokak aralarında her saniye görülebileceği gibi fosur fosur sigara içen çocuklara; gidip o sokaklarda gerekirse bire bir konuşarak sigaranın zararlarını anlatmak varken; her ildeki şubelerini en azından ayda bir kez okullara gönderip, oralarda çocuklara sevgiyle yaklaşıp yasakçı bir zihniyet gütmeden bu zararlar konusunda aydınlatmak varken; tüm bunları yapmayıp kendilerini ekranlarda gösterecek çıkışlara başvurmalarını yadırgıyor ama çok da iyi anlıyorum. Bu öyle bir zihniyet ki, hem toplumu bilmez, görmez, anlamaz bir kitle gibi gören şeçkinci bir bakış açısı oluşturuyor hem de bu ülkede söz söylemek isteyen insanı başına gelmesi muhtemel olaylarla uğraşmamak için susturuyor.

Sonra hiç kimseyi telef etmemek için kendi yaşamımı gözden geçirmeye başladım. Doğduğumuz günden itibaren dedenin, babanın, amcaların tiryakilik düzeyinde sigara içtiği bir ailede büyüdük tüm kardeşler. Ve bize telkin edilen şuydu: İçkiyi dozunda olmak şartıyla için ama sigara içmeyin. Dedem inançları gereği alkole karşı olmasına rağmen bunun sağlıklarına zararlı olduğunu söyler ama müdahale etmezdi. Ben bir çok insan gibi kulüp rakısının üstündeki resmi Atatürk zannederdim.

Ve o şişenin üzerindeki resim beni yaşadığım dünyanın dışında çok daha modern bir hayale götürürdü; tıpkı o yaşlarda okunan kitapların sürüklediği gibi...

Babamın saçlarını Atatürk gibi geriye tarıyan taksici bir arkadaşı vardı; hakikaten adam denen cinsten. Onlara gittiğimizde ya da onlar bize geldiklerinde, biz kendi alanlarımızda oynarken benim gözüm o masada olurdu. Çünkü o masalar gündelik yaşamımızın dışındakiler gibiydi. Pikapta o günün sevilen şarkıları çalar onlar keyfile rakılarını içerlerdi. Ve o masaya bakarken ben, kulüp rakısının üstündeki resmin aynısını görürdüm.

16 yaşıma geldiğim yıl ilk kez fuarda bir bira parkı açıldı. Oraya bakar bira içen insanlara öykünürdüm. Bir akşam arkadaşlarla fuara gidecekken babama - bira içebilirmiyim- diye sordum. İçme demedi!.. Ama şunu dedi:-Birayla başlayıp alkolikliğe kadar gidebilecek bir yoldur bu, bugün birayla başlarsın sonunda alkolik olup çıkabilirsin, dikkat et çıkarsın demiyorum çıkabilirsin diyorum, bana sorarsan daha erken derim,ama karar senin-... Ben o gün içmedim. Bu konuşmadan yaklaşık bir yıl sonra ki günlerden birinde babamın hafta sonlarındaki sofrasında bira da olmaya başladı ve ben o masada (ki biz rahat olalım diye o yemeğini yer sofradan kalkar bize bırakırdı masayı)istersem dozunda olmak şartıyla içebildim.

Şu an ailede sigara içen insan nerdeyse yok, ben çok canım isterse bir tane tellendiririm ve bunların toplamı senede iki paketi bulmaz. İçkiyi de çok keyfile içmeyi biliriz,yani alkolik olanımız yok:) Ama içmeye 30 lu yaşlarda başlayıp alkolik olan çok tanıdığım var; ve nasıl yasakçı ve baskıcı ailelerden çıktıklarını biliyorum.

Birde bu yasakçı,varolan gerçeği örtme yok sayma tavırlarına karşı Yaşar Kemal'in bir sözünü hiç unutmam. Kitapların sıklıkla toplandığı yasaklandığı, yazarların içerden çıkıp gün ışığını görmeye fırsat bulamadığı, bizim evde(amcamın)yakılan kitaplarına tanıklık eden küçükler olduğumuz yıllarda şöyle demişti yazar: Eğer kitaplar insanları ideolojik anlamda zehirliyor olsaydı, sansürcülerin çoktan kominist olmaları gerekirdi.

Mesele şudur: Atatürk hiç bir insan gibi kategorilendirilemeyecek kadar büyüktür, dahidir; ama insandır. Atatürk içki de içmiştir, sigara da içmiştir. Bunları yapmış olması zaten bilinen bu gerçeğin gün ışığında olması onu küçültmez, kötü örnekte yapmaz. Mesele onu doğru kavrayıp babamın bize davrandığı gibi davranmayı bilen kurumlar yaratmaktır. Sevgiyle doğruyu gösteren, sevilmenin güveniyle sevene güvenerek doğruyu görmesi için karar kendine bırakılan; ve sonunda o doğruyu gören nesiller için... Yani işin özü bu ülke gibi Atatürk'te hepimizindir. Keşke birileri de bunu görebilse...

Not:Şu kitabı çıkmış aman kaçirmim ya da şu programı yapmış iki elim kanda da olsa izlim demediğim biri olmasına rağmen iyi niyetinden, samimiyetinden, Atatürk ve yurt sevgisiniden ufacık bir şüphem bile olmayan Can Dündar'a teşekkür ediyorum. Çünkü, öyle bir tartışmanın yolunu açtı ki Atatürk'ü tabu yapıp kendi malzemeleri olarak kullanıp popolarının üzerinde yatanların rahatlarını dürttü. Her kes konuşsun ve Atatürk birilerinin tekelinden çıkıp herkesin Atatürk'ü olsun artık.

11 Kasım 2008 Salı

Eğlenerek İzlediğim Bir Filmden Kağıda Dökülenler...MATRIX


O ölüyor diye son filmi izlemedim!


Aslında Matrix' i değerlendirirken, çok gündelik bir işleyişin anlatıldığını görmek mümkün. Filmde görselleştirilenler zaten günlük hayatımızın işleyişinde var olanların farklı bir üslupla, bilim kurgunun heyecan verici ve çarpıcı özelliklerinden yararlanılarak ''büyüklere masallar'' tadında anlatılması(bence)...

Zaten verilen eğitimlerle... Dış ya da iç odakların sürekli algılarımıza yükledikleriyle... Reklamlarla hafızalarımıza giren insanların her alandaki tüketim eğilimlerimize yön vermeleriyle... Çalıştığımız işlerde verilen eğitimlerle görev tanımlarımız ve sınırlarımızın çizilmesiyle... Basamaklara yerleştirilen yemler yüzünden etrafımızdaki insanlara karşı verdiğimiz (dayanışmadan uzak) kariyer savaşlarıyla her birimiz: Yönetim erkini ellerinde tutanların - patronlar, diğer yönetenler, anneler babalar aklınıza kim gelirse- istekleri doğrultusunda; işte, okulda, hayatın tüm alanlarında tanımlanmış sınırlar içinde hareket etmesi istenen, o yönde biçimlendirilen insanlar olarak yaşamıyor muyuz?

Birileri kendi çıkarları için insanlara iyilikler yapmak propagandasıyla toplumların algılarıyla oynayıp bir takım ülkeleri, dolayısıyla dünyayı, kendi doğrularından biçimlendirmiyorlar mı?

Canlı bombalar, bir ideal uğruna büyük kıyımlara yönlendirilebilen insanlar, beyinlerine biçim verilmiş ve robotlaştırılmış kimlikler değil mi? Ve biz, kendi kimlik savaşlarımızı vererek, yaratılan bu Matrix'in duvarlarını aşma çabalarıyla gelenekselin ve önerilenin dışında bir hayata tutunmanın gayretinde değil miyiz?

Matrix film olarak tam da bu gerçeklikleri ortaya koyan, dünyanın işleyişi üzerine felsefi sorgulamalar yaptıran, güç odaklarına karşı mücadele veren Neo'ların, Trinity'lerin, Morpheus'ların bu dünyadaki varlıklarını hatırlatan güzel bir film.

Aslında filme en anlamlı yorumu; filmi izleyenlerden birinin - Yoksa bende mi Matrixteyim?- sorusuna bir başkasının -Evet sen de Matrixtesin- yanıtı yapmıştı.

Sanıyorum ve düşünüyorum ki her birimiz ''Matrix'' de yaşıyoruz. Belki bazılarımız bunu fark edip o düzenin bir parçası olmaya direnerek kendi özgür kimliğini yaratıyor ya da buna çabalıyor; bazılarımız da kader deyip susuyor. Belki de bütün bu çelişkiler doğruya ulaşma yolunda sorgulamalara, yeniden tanımlamalara yol açan heyecanlı ve olması gereken bir işleyiş.

Hayat denen şey de bu belki!

10 Kasım 2008 Pazartesi

Düş...


....hoş ışıklı, dalgalı denizli, dışarıdaki soğuk yüzünden daha lezzetli, camlarında yalnızlığın yağmurları olan sıcak mekânda, kaf dağının tepelerini gezdik. Ardını merakımıza bırakarak... Mumların titrek ama sıcak, ama derin, hem de çok derin ruhlar gibi anlattıklarına gözlerimizi takarak...

O...


Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar 'üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde
yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi
kayarak Kocatepe'den
Afyon Ovası'na atlayacaktı.


Nazım Hikmet'in Kuvayı Milli'ye destanından...

8 Kasım 2008 Cumartesi

Kill Bill...


Müthiş bir görsellik ve hınç aldıran kavga sahneleriyle, kendi duygularından ve duruşundan emin, kandırılmış ve canı yakılmış kadın öfkesinin hesap soran dışavurumunu derin bir şiddetle anlatan... Kadının romantizme ve inanmışlığa dayalı güven duygusunun tahribatının, öfkeye dayalı bir dirilişi nasıl ayağa kaldırdığını ortaya koyarken; Uma Thurman'ın şahsında, o intikam sürecine saygı duymamızı, taraf olmamızı ve onun her kılıç sallayışı ile birlikte içimizdeki öfkeyi dindirmemizi sağlayan... Kendi adıma, kadına çok yakıştığını düşündüğüm; kendi haklılılığına inanmışlığın intikamcı öfkesinin tüm alt duygularını, ve ''sabırlı'' kavgasını son derece güzel bir estetikle görselleştiren, müthiş şarkılarla bezenmiş, güzel ve özgün bir filmdir. Ben çok sevmiştim.

Soru...


Dünkü soğuğun ve yağmurun inadına pırıl pırıl bir güneş varken, hazır kuş korosu günün bu haline coşmuşken; iki farklı torbaya toplanacak narlardan ağaçtayken yarılmış olanlar, gün batımının masasında içilecek votkaya eşlik için ayıklanıp sıkılmayı beklerken...

Ağacın altındaki masa: Deniz boyu yürünerek gidilen, ta köy zamanı fırından alınmış sıcacık pidelerle poğaçalarla, tereyağıyla, böğürtlen reçeliyle, köy peyniri ve zeytinlerle, sabah koparılmış kabaktan yapılacak girit usulü omlet ve büyük bardakta içilecek çayla ''seni'' beklese mi daha iyi,

Yoksa biskrem yesem mi?:)

7 Kasım 2008 Cuma

Madrugada

''Madrugada'' adlı albümleri bu yıl çıkan, ''The Deep End'' adlı 2005 çıkışlı albümleri ile ilk kez dinlediğimde tam anlamıyla çarpıldığım; dili ne olursa olsun bir şarkıyı yüreklerinizde hissettirmeyi başaran; dinlediğiniz her şarkıda yakaladığınız bir sözcükle kendi hikayenizi yazmanıza neden olan... Müthiş bir yorumla her şarkıyı sahne sahne yaşatıp, derin ve etkileyen sesiyle dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden olduğunu kulaklara sokan Sivert Høyem'e sahip... Dinlerken zaman zaman geçmişin iz bırakmış gruplarını hatırlatan, beni ''Stories From The Street''le vuran, ''Running Out Of Time'' ile bluesun kralını da biz yaparız diyen, sanki geçmişin raflarından alınmış, tozu üzerinde nadide bir parçaymış duygusu yaratan bu albümün: ''Subterranean Sunlight'' la derinlere yollayıp ücraların kilitlerini açtırdığını, ''Ramano''da saksafonların insanı daha kafadan kopartıp eskinin konserlerinden birinin göbeğine attığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bana her dinlediğimde büyük keyifler yaşatan; radyolarda sıklıkla çalınmış ''Hold On To You'' adlı parçasıyla hatırlanabilecek, ülkemizde pek tanınmayan bu Norveçli grubun çok ama çok özgün ve etkili gitar soloları, kuzeyli grupların kendine özgü vuruculuğunu yansıtan davullarıyla bas gitarın sizi rüyalarınıza götürüp tam içine sokacağını... Sonrasında soğuk bir kış gecesinin ıslak sokaklarında sıcağına sarıldığınız bir sevgilinin kucağına bırakıp, çıtırdayan odunların uçuşan kıvılcımlarına eşlik eden şarabın tadını yudum yudum hissettireceğini söylersem de abartmamış olurum... Sanıyorum.

6 Kasım 2008 Perşembe

Motosiklet Günlüğü...

Captaiin için;)



Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin;
savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa,
ve silahlarımız elden ele geçecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle,
ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa;
ölüm hoş geldi, safa geldi!...



Filmi izlerken sürekli kendi algımdaki Che üzerine de düşünmüştüm!.. Bütün bir militan serüveni anlamlı kılan adamdı Che... İdeolojinin ağır, o tıfıllıktaki bir çocuk için zor litaratürünü kolaylaştıran adamdı... Hayata katmerlenmiş bir duruşun, ruha dokunmayı öğrenmiş bir kalbin, hayatı koklamayı bilen bir bedenin mihengiydi...

Eğer ideolojinin katı, ortodoks ve klişe tavrına başkaldırabildiyse anarşist aklım; bunun önderi Che'nin romantizmidir, ateşi sönmek bilmez latin ruhudur.

Kuramsal gerçekliklerin coğrafyalar aradığının, her coğrafyanın kendi özgün pratiği olması gerektiğinin öğretmenidir Che. Neden Che hâl var, neden Fidel bir başka adam, neden ötekiler yokun cevabıdır da... Neden Deniz hâlâ varken bir televizyon dizisinde, ve yeniden, ve onu hiç görmemiş nesiller bağrına basarken gözyaşı olup, ötekiler yok?!..

Che romantiktir, Che doğruyu söylemekten çekinmez bir dosttur, Che bizim Ernesto'dur. Che durmaz! Süreklidir. Hala her mücadelenin sloganında bin selam gönderilendir o... Savaş anıları dünyanın en güzel kitaplarından biridir; devrimi kitapların sert, totaliter, soğuk havasından çıkarıp romantizmin, hümanizmin harmanında büyütür...

Filmi bir kez daha oğlumla onun olduğu yaşta izlerken, dağlarındaydım(!) hayatımın; ve o günden bakarak dedim ki: Keşke her devrimin bir Che'si olsaydı, çünkü Che (şimdiki zamanın pazarlama mantığından bakarsak!) halkla ilişkiler ''ikonudur'' aynı zamanda... Eğer Ernesto'ların sayısı çok olsaydı ya da iktidar arzuları onların yolunun engelleri olmasaydı, bugün dünya bir başka olurdu. Gülen, birbirlerinin şarkılarını söyleyip coşan insanların dünyası...

Film benim Ernesto' mu anlatmaya yeterli miydi?

Her ne kadar tıpkı tişörtlertdeki Che gibi, sırtını onun adına dayamış ticari kaygıları ön planda bir özgürlük ve serüven pazarlaması olsa da; en azından tişört üzerinde bir resim olmaktan çıkarıp merakları tetikleyip öğrenmek için bir şeyler karıştırmanın yolunu açabilir... açar. Ve gelecek olan Benicio Del Toro'lu filme iyi bir giriş olabilir; az bilenler ya da hiç bilmeyenler için...

Filmi tekrar izlerken farkettim ki bir kez daha: Romantizm ve hümanizm olmadan, özlem(in) bile tadı yok... Güzel günlerdi... Her ne kadar benim Ernesto'mu anlatmakta biraz geri de dursa film. Güzel...izlenesi yani.

5 Kasım 2008 Çarşamba

İsteyen Buyursun Gelsin!

Elde yapılacak iş kalmayınca oluşan çok şey yapmak isteyip de yapamama halinde nötr bir vaziyetteyken her şeye (bu halin tatlılığını da sevmedim değil ama içimde de beni kıpırdatacak bir aksiyon ihtiyacı var hani)... Şu an okulu asmış çocuk tadında yapmak istediklerimden biri, atlayıp trene eski kente kaçmak, bir diğeri sinemaya tüymek... Trenin saati günün çok erkeninde olduğu için şu an yerine getirilemez bir eylem bu.

Aslında, asıl yapmak istediğim öğlenin bu saatinde; ama harbiden underground, şöyle bilinmez grupların kendi tarzlarını sahneye koydukları bir mekanda, muhtemelen bu saatlere denk gelecek provalarını izlemek. Bu mekanda şu da olmalı; göz önü olmayan ama gözün mutlaka takıldığı noktalara yerleştirilmiş resimlerden oluşan bir mini sergi. Bir yandan o sergiye göz atarken yeraltına sığınmışlığın yumuşak ışıklarında, ardı işe dönüş olduğundan (gönül başka şeyler istese de) sadece kahve içmek.

Hayallerin sınırı olmadığına inanan ben karar verdim ve kendi mekanımı buraya kurdum. Şimdi arkama yaslanıp müziği dinlerken, resimlere bakma zamanı. İsteyen buyursun, hesaplar benden.



''Resimler Amerikalı sanatçı Madeliene Abling' e aittir.''
Daha fazlası için buradan lütfen!









4 Kasım 2008 Salı

Kırış Kırış Kurşun Kalemin Soluklaşmış Kağıdı


Geleneksel bahar temizliklerinin olduğu zaman; kız kardeşim, komutasındaki iki kişilik timle baskın yapıp evi baştan aşağı elden geçirdiği için, bana olağan görüntüler arz eden kitaplığın raflarında üst üste koyulmuş kitaplar, orada burada duran CD'ler, özellikle iki kişilik time göre ortadan kaldırılması gereken ceset anlamı taşıdıklarından, göz önünden uygun morglara yerleştirilirler ev içinde.

Bugün, liseli zamanlarda yazılmış mektupların, resimlerin, kartların saklandığı, uzun süredir arayıp da bulamadığım torbamla, kime gitti de gelmedi diye bir sürü insanın günahını aldığım, ağzıma geleni saydığım kitaplar başka bir şey ararken ilgisiz yerlerde, elime geldiler.

Kitapları, bahar harekatı öncesi yerlerine tıkıştırıp özgürleştirdikten sonra torbamı alıp beni çok eskilere yolculayacak mektuplara el attım. Tesadüfen bulduğum torbanın içinden çıkan kırış kırış kurşun kalemin soluklaşmış kağıdına çok evvel zaman önce yazılmış bir lafımla karşılaşınca; cümlelerimin küçük notlara dönüştüğü günler film şeridi olup akmaya başladı gözümün içinden... Ben bununla yetinmeyip, henüz keşfedilmemiş zaman makinesinde film şeridi olmaktan çıkarıp her şeyi, tam ortasına kuruluverdim geçmişin.

Henüz ilk gençliğin öykünen tavrında, "Seni seviyorum" demeyi racona yakıştıramayan, o seslenişe yüklediği anlamın çok büyük olduğunu ve onu sadece bir kişiye söyleyeceğini felsefe yapıp kızlara satan, allahı var etrafı kalabalık, tüm raconlara rağmen her zaman göbek atarak beklediği tatili gelsin istetmeyen, zamanı belli olmayan bir günde üzerine yazılacak kıza usul usul aşık, ama bunu ne kendine ne etrafına itiraf edemeyen, başka arkadaş gruplarında başka başka kızlarla ilişkiler yaşarken aklı, gönlü, ruhu hep onda olan çocuk; o gün de her zamanki halinde, ders anlatan hocadan, dersten uzakta, önündeki kağıda sözcükleri kendi anlamlarından alıp başka anlamlar yükleyerek yazdığı uyduruktan şiirler gibi - etrafında gördüğü romantizme gömülmüş tavırları yazıyla resmetmek anlamında- şöyle bir cümle kurmuştu, öylesine çıkıvermişti aklından önündeki kağıda:

''Saptamak olanaksızken doğruyu nasıl bilebilirim ki sevginin yanlışlığını''

Sonra aynı çeteden bir arkadaşı bu cümleyi okuduğu bir edebiyat hocasından yorumlamasını istediğinde, bunu yazan melankolik biri teşhisinin paradoksuna gülmüştü(ler). O gün öylesine bir gözleme yazılmış cümleye bugün baktığımda; düşündüm, anlamlandırdım.

Zaman ve tanıklıklar içini doldurmuş çünkü ...

3 Kasım 2008 Pazartesi

Dönüş(Volver)...Geri dönüşün ve yüzleşmenin filmi !




Not:Eski bir yazım; ama sorun sürekli güncel,(izletmenin) belki bir yararı olur. Özellikle nasıl davranılması gerektiğini , yakın çevrenin gözüne sokmak için!.. Belki?

Dönüş bir kadın filmi belki; genel olarak öyle nitelendi en azından!.. Oysa dönüş; İspanya örneğinden yola çıkarak feodal geçmişe sahip erkek egemen tüm ülkelerde yaşanan, saklı, üzeri örtülen, yok sayılan, anlatılamayan çok önemli ve evrensel bir kadın sorununu: Trajedi yaratmadan, duygu sömürüsüne başvurmadan, yumuşak ve çok renkli bir dille anlatmayı başaran; özellikle, erkeklerin kadını ve dünyasını anlamalarına katkı yapabilecek çok güzel ve özel bir film.

Belki her akşam bir ücrada benzer bir olayın yaşandığı; abilerin, amcaların, dayıların, babaların, komşuların, eniştelerin, koca koca adamların usulca yeğenlerinin, çocuklarının, çocukların koyunlarına girdiği, onları türlü türlü yalanlarla ya da tehditle korkutarak kendi çirkin emellerine , arzularına yenik düşürdüğü taciz ettiği bir ülkede, bu filme özellikle kadınların bu kadar uzak ve sessiz kalmış olması, toplumsal duyarlılığımızın ve bilincimizin nerelerde gezdiğinin de bir göstergesi...

Dönüş bu ülkede yaşayan hepimiz için, ülkemizin bir çok yerinde yaşanan kadın intiharlarının, töre cinayetlerinin niyelerinden birinin, belki de en önemlisinin bir örneği.

Almodovar önemli bir yarayı ortaya koymanın yanısıra, geri dönüşlere dayalı yüzleşmelerin egemen olduğu bir öyküyü anlatırken; üstlenmeler, meraklar, dedikodular, yaşam koşuşturmaları, batıl inançlar, dayanışmalar ve dostluklarla boyuyor filmini... Ve bu filmde tüm bu yıkımların sebebi olup üzerlerine leke bulaşmayan (yaptıkları elinin kirinden öte gitmeyen, kuyruk sallanmasaydıya referanslanan) erkekler, cenaze evinin kapısında tertemiz takım elbiseleriyle lekesiz ve şık resmediliyorlar!..

Filmi izleyin! Eğer daha önce izleyip de bir şey bulamadıysanız, bu göstergeler çerçevesinde bir kez daha izleyin. Televizyonlarda gün boyu kadınlara sunulanların perde arkasındaki samimiyetsizliğe yapılmış şık bir eleştiriye ve bir kadının dik duruşuna vurguya dikkat edin! En önemlisi: Bu filmdeki kadınların iki kuşaktır dile getirmeye çekindikleri ''tabularının (!)'' yarattığı hüzünden nasıl sıyrılıp yaşadıkları travmanın üstesinden nasıl (sevgiyle ve dayanışarak) geldiklerini görün...

Sağlam öyküsünün yanısıra sinemasal nitelikleri açısından son derece renkli; sizi yavaş yavaş içine çekip bir yandan tebessüm ettirirken, sürekli meraklarınızı yükseltip düşündürten, eski Türk filmleri tadındaki ''Almodovar kırmızısı'' Dönüş: İnce mizahı, küçük insan öyküleri, hoş şarkılarıyla sıcacık, duygu yüklü çok güzel bir sinema örneği de aynı zamanda...

Bir ''film'' ve iyi oyuncular izledim demek için... İzleyin!..



Yönetmen :Pedro Almodóvar

Senaryo :Pedro Almodóvar

Oyuncular :Penélope Cruz, Carmen Maura, Lola Duenas, Blanca Portillo, Yohana Cobo,

Tür :Dram / Komedi

2 Kasım 2008 Pazar

Pazar Erkeninden Laf Ola Beri Geleler...


Bugün gecenin güne kavuşma vaktine uyandığımda, çarşaf denizin üzerine doğmaya başlayan güneşin denize vuran renklerine baktım. Henüz saklıda duran güneş, denizin üzerine ''geliyorum'' diyen ipuçlarını atıyordu.

Bu anlara hiç tanıklık etmemiş biri için sadece denizin üzerinde yakamozların oynaştığı bu an, birileri için güneşin varlığını farketmek(mi)dir? O birileri, o anın güzelliğine bakarken ve bunun tadını hissederken; daha büyük, daha sıcak, daha dokunan an'ın arkada olduğunu bilirler(mi)?

Bütün bunların ışığında kendimi, pencereden gördüğüm bu güzel resmin dışında tutmak istemedim. Sabahın sıcacık soğuna çıkıp, denizin tam kıyısından, botlarıma dalgaların kırıldıktan sonra kumları aşan uzantılarının değmesine izin vererek, yan yanıma güneşi alıp, bu farkedişimle birlikte yürümeye başladım.

Bir süre sonra, sanki karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskelenin yanındaki bankta sırtımı güneşe dayayıp, kendi uzaklarıma bakarak, bir hayale tebessümler ettim.

Sonra, klavyenin başında dudağımın kenarında geceden kalan ve sürekli derinleşen bir lezzetle düşündüm.

Şu anda da çok sevdiğim o güzel şarkıyı dinlerken, bacaklarımı camdan dışarı uzatmış, evin arka tarafından gelerek yandaki ağaca çarpıp denizin kokusunu odaya taşıyan esintinin ve ruhumdaki kanat çırpınışlarının eşliğinde, sonbaharın yapraklarına meç yaptığı, bütün bir yazı üzerindeki mor eriklerle geçirmiş ağaçların niye her zamankinden daha güzel gözüktüğü üzerine kafa yorarken; elimde kahve kokusu, büyük bir keyifle de sigara içiyorum.

Ve fark ediyorum ki, bütün bu ağaçlar ve doğada kışa gidişin izleri varken, benim içim tomurcuk... Ve ben, tıpkı çok önceden yazılmış bir mektubun şu cümlelerindeki gibi: Başka duygularımın, başka gerçekleri taşıyan mantığın bir çöl fırtınası şiddetinde esip beynimin şu anki düşünüşünü ve ruhumu taşıdığı kumlarla örtmesine izin vermek istemiyorum.

Ve bana çok da uzak olmayan; ama rafa kalkmış bi duygunun kafa kaldırdığını hissediyorum. Ben bu duyguyu seviyorum.

Ve şu an, hiçte ötelere bakmadan, hiç bir olumsuz olabilirliği düşünmeden, bu anın keyfini çıkarıyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP