30 Aralık 2017 Cumartesi

Çınaraltında Künefe, İskenderun ve Salah Usta

 11 Kasım 2017

Her şey buradan başladı.

Güzel bir uyku çekiyoruz yeni otelimizde, dünya tarihinde önemli yeri olan bir caddenin üzerindeyiz sonuçta. Affan Kahvesi komşumuz. Daha büyük odaları olmasına rağmen diğer oteldeki kadar modern değil eşyaları. Gerçi bina ile uyum söz konusu ise, güzel sayılabilirler, ama öteki otelden gelince biraz yadırgatıcı geliyor önce. Özellikle beyaz mobilyaları. Sonra alışınca, onun hikâyesindeki rolümüzü oynuyoruz zevkle.


Kahvaltısı kesinlikle ötekine oranla daha yerel ve lezzetli, ayrıca İlham Abla var burada, mutfak ekibinin şefi. Tatlı kadın. İlgili. Kahvaltı salonu güzel. Müzik harika. Zahter salatası, cevizli biber, tuzlu yoğurt, zeytin salatası, biberli ekmek, çökelek salatası, humus muhteşem. Kırsalda katıklı ekmek olan yerel lezzet, şehir merkezinde biberli ekmeğe dönüşüyor hemen. Otellerdekinin hamuru Hıdırbey'dekine oranla daha ince. Katık, ekmek uyumu ve oranı daha lezzetli geliyor insana. Zeytinleri muhteşem. Kaynağını öğrenmemiz gerek. Oteli daha da seviyoruz zaman içinde. Şehirle uyumlu. Biz çıkarken, bir tatlı teyzeler grubu giriş yapıyor otele.

Yarın sabahın erkeninde uçuş var. Havaş'ın durağını bugünden netleştirmemiz lazım. Tedbirli olmak gerek. Doğru gidip Orduevinden sonraki ikinci sokaktan aşağı ineceğiz ve doğru yürüdüğümüzde durağa varacağız. Tarif bu. Şu dükkâna soralım mı tekrar? Küçük ama çekici bir dükkân. Zeytinleri ve peynirleri göz alıcı. Kokularsa bas bas çağırıyor. Leb demeden zeytinciyi bulmuşuz meğer. Tümüyle tesadüf. Sohbet güzel. Hepsi kendi ürünleri. Zeytinler dalından. Kargo ile her yere yolluyorlar.

Her yer yeni bina olayından Hatay da nasiplenmiş, ama benzerlerine çok şehirde rastladığımız eski ve büyük pencereli, geniş balkonlu ve 3-5'i geçmeyen katlı apartmanlar daha çekici. Nesilleri mirasçı sayıları, imar kanunları ve teşviklerle tükeniyor ne yazık ki. Müteahhitlerse çok mutlu.


Partinin adı dikkat çekici. Daha önce duymamışız gibi. Yerel olduğunu bile düşündüm vallahi. Hatta geçmişe gidip benzer binalardaki ateşli tartışmalarımız üzerinden, kaşar abiler ve hayran genç kızlar üzerine geyik bile çevirdim açıkçası. Kendilerini tenzih ederim tabi ki. Ama an itibari ile, yani bu yazıyı yazarken aradım Google'da ve buldum sitelerini. Sevdim de.

Bugün sahilden yürüyoruz. Ey gidi Ali Paşam. Irmağı güzel o şehirde "Bugün sahilden gidelim çocuklar," cümlesiyle her biri deniz kentlerinden gelmiş bizi gülümseten güzel adam.


Meclis binası ise eski Hatay resimlerinden kalmış en belirgin hatıra. Bir Hatay klasiği. Arkadaki yüksek binanın önünden geçerken geçen akşam. "Burası kesin Turbanmış," dedim, terk edilmiş halini görünce. Yanılmamışım. Bir yazı yazmalıyım Turban Otelleri üzerine. Ne çok şey öğrendik onlardan.


Yetişiyoruz, çok şükür. Günün ilk tepsisi hazırlanıyor. O ara altı kişilik bir grup geliyor. Kadınlardan biri, biraz dolaşıp gelelim fikrinde, künefenin biraz daha pişmesi gerek çünkü. Garson ki oğullardan diğeri olduğunu düşünüyorum, uyarıyor, "Dediğiniz kadar kısa sürede dönemezsiniz çarşının içinden. Sonra sizi şu karşı banklarda bekletmek zorunda kalırım."


İlk tepsinin altı kızardı ve çevrilmesi gerek. Ustanın oğlu kapının eşiğinde hazırlanıyor, eylem için. Bu an kaçmaz.  O ara rabbimin hikmeti işte, Yusuf Usta geliyor. "Sen mi çevirirsin ben mi çevireyim?" diye soruyor, oğul. Kamera hazır. Yusuf Usta vakur.


Budur işte ustalık. Günün ilk tepsisi... Bereketi bol olsun. İlk dilimler bizim. İlk lokma hakkı çekim sahibinin. Bu mudur künefe?  Budur. Peynire kıymak gerek ve iyisini seçmek. Yanında süt adettenmiş lakin biz istemiyoruz. Hazır sütlerden, doğal olsa tamamdı. Kesinlikle özel ve buraya özgü muhteşem bir tat.  Közün hakkını yememek lazım. Azmimizin zaferi. Damağımızda muhteşem bir lezzetle ve teşekkür edip vedalaşarak vuruyoruz kendimizi yola.


Hatay'ın simitleri de kendine özgü. Daha doğrusu bu coğrafyaya. Neredeyse çevrilecek bir çember çapında. Hâlâ sahilden ve bir balkon gibi ırmağın üzerine çıkıntı yapmış tahta bölümden yürüyoruz. Arkamızda kendinden emin ama acelesi olan kararlı topuk sesleri. Heybeti olan bir abla kesin. Boyanmış, sarısı yoğun kumral saçları, şık giyimi ve onları güzelce tamamlayan kısa botları ile geçiyor bizi. Palladium Migros'a da bir uğrayalım ama!


"36 beden" -adamımız- mankenle günaydınlaşmadan asla... Seviyoruz kendisini, ilişkimiz güçlü. Her gün hal hatır soruyoruz birbirimize. Bir tane de dişisi var  şehirde... güzel kadın, balık etli, ama o kapının önünde değil, gizemli, biraz mahcup, edepli, kaşı gözü yerinde, hamarata da benziyor. Biz yakıştırdık valla. Kısmet tabii bu işler... İş Eros'ta.


Durağa yaklaştığımız anda hareket halindeki PAC ile karşılaşmak güzel. Biri bizim için her şeyi organize ediyor sanki. Bir şehir içi yolcusu aldı hareketten biraz sonra abi ki hanımefendi şikayetçi, önceki minibüsün almamış olmasından. Sahip çıkıyor soruna şoförümüz. "Almak zorundalar şehir içi yolcusunu," diyor. Dernek başkanıymış kendisi. Benzer durum yaşadığınızda arayın beni deyip kartını veriyor.


Güzergâh çok keyifli, sıklıkla görülen rüzgâr tribünleri kaçınılmaz olarak bir Don Kişot esprisi yaptırıyor. Verilmiş sadakası varmış. Özellikle Sancho Pança'nın. Belen'den geçerken ki kendisi bayağı dik bir rampanın iki kenarına uzunlamasına yerleşmiş bir kasaba, uzun rampanın alt tarafında, sürekli servis yapmak zorunda olan bir dükkânda çırak olana kolay gelsin demekten alamıyorum kendimi.. O an, yani Belen'den geçerken yolun solunda, küçük vadiye bakan restoran dikkatimi çekiyor. Sonrasına bir hayıflanma bir hayıflanma...

İskenderun göründü. Tepeden inerek kente yaklaşmak güzel. Panoramik bir sunum. Etkileyici. Hayal ettiğim gibi. Kavşak düzenlemeleri ve dolayısı ile yol çalışmalarının olduğu bir yerde PAC'tan iniyoruz. Bir yol tarifi alıp, canlı caddelerden birinden sahile doğru yürüyoruz. İnşaatla kalkınmaya ve bu yolla göz boyamaya  ve piyasaları canlı tutmaya çalışan bir ekonomik anlayış. Yurdum benim.


Burası tam anlamıyla yaz. İnce kazağı çıkaralım. Bir tişört yeter; Fenerbahçe armalı, polo yaka, beyaz.. severek almıştım kendisini. İskenderun dönercileri can çekici. Henüz açlık hissimiz yok. Sıkı ve keyifli bir kahvaltı, üzerine âlâ bir künefe... daha ne olsun di mi ama?


Sessiz kilisenin önünden geçiş. İskelede mola. Banklardan birinde soluklanma. Kıyıdan balık ekmek kokuları geliyor. Davetkâr. Deniz trafiği yoğun. Tur tekneleri birbirinden süslü. Çağırıyorlar. İskenderun çocuklukta yer etmiş bir yer. Yazları büyük yengemin yeğenleri gelirdi oradan. Bir tasavvurum var, merakım da. Askeri üs, donanma, radar falan. Kısmet bugüne imiş.


Bir tekne turu yapalım o halde. Kalkmaya hazırlardan birine atlayıveriyoruz. Güvenilir bir kaptanla birlikteyim. Ehliyetini almasına az kaldı. Gerekirse dümeni alır. Bu yüzden bir endişem yok. Şu bodoslama üstümüze gelen şaka yapıyor bizim tekneye de.. ya şeytan doldurursa! Bu güne kadar olmaması olmayacağı anlamına gelmez. Bir de yolda dümeni küçük çocuğa vermek de ne? Lakin kaptanımız janti, havalı, esmer, gözlüğünü sevsinler. Dersin cruise kullanıyor. Çocuğa verdikten sonra dümeni, küpeştede dikilip de uzaklara bir bakışı var ki yakıp bitiriyor kızları. Banderas'ım benim.


Güzel bir tur, hava bizden yana, körfezden çıkmadan dönüyor tekneler. Endişeye gerek yok. Bir de denizden bakmalı İskenderun'a. Merkezden sürekli bir bilgi akışı var en sevdiğim kadına. Tam da buralı, zevk sahibi, gurme bir arkadaştan. Petek Pastanesi mutlak zaten. Notumuz. Eski pastaneler bizim işimiz. Daha içinde Baylan geçen İstanbul yazısını yazmamış olsam da... 


Şiddetle tavsiye edilen bir humusçu var, aynı kaynaktan. Milor'un önerdiği Halepli İbrahim Usta ilk otelimizin neredeyse dibi. Hep sonraya bırakmışız. Nasip? Parkın içinden geçip palmiye ağaçlı bulvardan karşıya geçiyoruz. Önerilen humusçuyu bulacağız.


Her iki yanı yeme içme mekanları ile dolu sokak sevimli. Dönerci sayısı güzel. Lezzetli döner nerede bir fikrimiz yok. Merak da etmiyoruz açıkçası. Antakya'da bakmışız tadına. Bir telefon bağlantısı daha gerek, burada yok aranan. Bir üstte, barlar sokağının devamındaymış. Buluyoruz... ve o an bayılıyoruz.


Humusçuya, yandaki butik otele ve tabi ki Nevizade'ye. Manolya Humus Evi, namı diğer Humusçu Behzat. Hanımefendi zarif. Sunum kesinlikle şahane. Zeytinyağı zaten âlâ. Humusa ise söylenecek söz yok. İlk lokmada, hatta seyrederken daha, anlatıyor zaten hikâyesini. Menü zengin. Nelisi yok ki humusun. Yumurtalısını görünce ödeme yaparken, aklım kalmadı değil. Üzerine konulmuş omlet formunda ama daha kızarmış yumurta, kışkırtıcı kesinlikle.


İstihbarat Petek Pastanesinin belediye karşısındaki yerine gitmemizin altını ısrarla çiziyor. Biz de orada kararlıyız. Bir başka şubesi olduğu konusunda bir bilgimiz de yoktu açıkçası. Öneri kaymaklı künefe ve kabak tatlısı.


Dışı çekiyor zaten. Tarih de cabası. Bayağı yoğun. Kalabalık bir garson kadrosu var; temiz ve şıklar. Masalar, bankolar ve vitrinler eski zaman gibi. Kadim çalışanlar var, gençler zenginlik katıyorlar. Künefe söylüyoruz önce, sonra da kabak tatlısı. Üzerinde kaymakla geliyor künefe. Daha kızarmış, belli ki ısıtılıp getiriliyor bir de. Kadayıf muamelesi bile yapabilirim kendisine. Sevene güzel.


Eğer tatmasaydık Çınaraltı'nda, farklı kelimeler dökülebilirdi klavyeden. Kabak tatlısı çıtır çıtır, muhtemel ki buzdolabından geldi, yanında tahinle. Yine sevene... Biz o gariban mahalledeki gariban pastaneden aldığımızı daha yakın buluyoruz kendimize. Bu da klas eyvallah. Alışmış damak meselesi. Efsane bir kabak tatlısını yaklaşık 15 gün sonra efsane bir mekânda, diğer efsane yiyeceklerle birlikte tadacağımızı ise henüz bilmiyoruz.

Vuruyoruz kafamıza uyan bir caddeden yukarı. PAC'a gidiyoruz, dönme zamanı. Denizi olan şehirlerde yön bulmak kolay.


Fantastik bir bina, kendi kendine yıkılsın uyanıklığına terk edilememiştir inşallah. Savaş coğrafyalarını çağrıştırıyor nedense. Daha çok da Beyrut'u. Alttaki bina sahile doğru geldiğimiz işlek caddede, kurtarılmış, restore ediliyor. Ne güzel.


İkiz kuleleri denizden de görmüştük. Buradan daha güzel. Bir AVM var birinin altında. İçindeki binaların yıkıldığı bir arsanın önündeyiz. Fotoğraf oradan. Palmiyeler korunmuş. Ne kadarı ama? Bir okul varmış aslında burada, sanırım lise. Kim bilir mezunları nasıl üzülmüştür bu hale. Korunsa iyi olmaz mıydı? Sadece binalar yıkılmıyor ki; anılar, sesler, şehrin izleri, hikâyeler ve tarih de yıkılıyor, hafıza siliniyor. Üstelik estetikten yoksun, ruhsuz, geçmişi olmayan, hikâyesiz, size bir şey anlatmayan, ruh yoksunu yeni binalar için.


Ahhhh şu köpek ne tatlı, belli ki yeni doğmuş, neredeyse avuç içlik. Bir küçük, tatlı mı tatlı kız çocuğu ile oynaşta. Fotoğraf yok. Var ama yok! Çünkü o şirin köpek, bir pet-shop'un önünde ve bir kafesin içinde. Özgür çocukla oynaşıyor.

Ve duraktayız. PAC çok geçmeden geliyor. Güneş henüz batmadı. Belen'den geçiyoruz. Vakit yetermiş aslında. Önce Belen'e gelip, o küçük vadiye bakan restoranda "Belen tava Belen'de yenir," diyerek, bir öğle keyfi yapılabilirmiş. Sonra da, muhtemeldir ki Belen İskenderun arası çalışan minibüslere binip İskenderun'a gidilebilirmiş. PAC'lar da altı dakikada bir sonuçta.

Akşam yemeği için Konak var niyetimizde, sadece merak. Rezervasyon yapmadık ama! Üstelik cumartesi akşamı. Gittik. An itibari ile içerisi boş. Akşam rakısı niyetimiz. Yol yorgunluğunu alsın diye. Tüm masalar rezerve imiş. O hengameyi de sevmeyiz zaten. İyi akşamlar.

O zaman Hatay'da en sevdiğimiz mekâna, Salah Usta'ya. Gelsin klasiklerle hazırlanmış Hatay meze tabağı. Bi 35'lik rakı ve peynir.  

"Ezine mi Antakya peyniri mi?"

Tabii ki Antakya. Onun bir süre suda beklemesi gerekiyormuş. Bekleriz. Buz standart zaten. Kovasında. Pideler sıcacık. O halde yarasın.


Peynirin fotoğrafını çekmeyi unutuyoruz. Neredeyse bitiyordu. Öyle bir keyif ki, "Rakı akşamı ben buna derim," tadında. Lezzetli, rakıya da pek yakışıyor. En çok burayı özleyeceğiz. Hani sırf burada bir akşamı parlatmak için binip uçağa gelebiliriz. Ama dışarıda oturulacak bir mevsim olmalı. İçerisi de güzel aslında, kadim bir meyhane tadı var. Dört kişilik bir kadro ile hizmet veriyor mekân. Onu sıcak ve içe sokulası kılan ögelerden biri de bu belki. Dört güzel insan. Ablaya sinirli hal bile yakışıyor. Sevdik kendisini. 


Salah Usta kebap ehli. Söyleyelim o zaman veda gecesi ana yemeğini.  Kıyma kebabı ve Şiş. Hımmmmmm âlâ. Her şey yerli yerinde; közde kızarmış biber, közde kızarmış domates ve lezzetlendirilmiş soğanlar...  Etin yağı ile buluşmuş incecik lavaşlar... Küçük küçük, lokmalık dürümler yaparak tadını çıkarıyoruz bir kez daha.


"Ellerine sağlık Salah Usta."

"Neredeyse tüm anlı şanlı mekânlarını gördük Hatay'ın, ama en çok burayı sevdik. Finali de burada yapalım istedik."  

"Teşekkür ederiz."

"Hep böyle kalın."

"Görüşmek üzere..."

Otele doğru yürüyoruz.  Eski otelimiz The Liwan Hotel'in önünden geçerken Sangria Tapas Barına göz atıp, tatlı yokuştan direk Kurtuluş Caddesine çıkıyoruz. Az kaldı duşa atmaya kendimizi. Tam da caddeye iki bina kalmışken; bir odadan çıkıp, bir koridoru boydan boya geçip, açık kapıdan sokağa yayılan sihirli müziğin kokusu ele geçiriyor bizi. Kitlendik.  Bütün karar ve komuta mekanizmalarımız müziğin elinde. İçerdeyiz şimdi.

"Müzik çağırdı geldik."  .

Tebessüm.

"Hoş geldiniz." 

İlk şaşkınlık.

Biz genç bir ses sanmıştık. Çok eğlenceli ama. Karşı masada bir arkadaş grubu.  Güzel çocuklar. Arkadaşlarının doğum günü. Abiyle laf alışverişleri çok tatlı. Hani müzik kulağı ile bakınca her şey yerli yerinde mi? Açık söylemek gerekirse değil. Ama bu abi orada olmalı ya!. Özel bir karakter, çok tatlı ve nahif. Hele kendine özgü esprileri yok mu? Köpüğü bol, sütlü ve şekerli kahve tadında kesinlikle



Menü güzel. Mekân da... Ama bizde bişi yiyecek hal yok. An tam anlamıyla plansız bir ara sıcak.
 
"İki orta şekerli kahve, iki hindistan cevizli gazoz lütfen."

"Fincanda mı istersiniz süvari bardakta mı?"

"Süvari bardakta lütfen."




Burası aynı zamanda bir sanat merkezi. En acar muhabirimiz iş başında. Bense az önce yanıma gelen çocuklardan birinin babası ile sohbet halindeyim. Bu arada abi beni çok sevdi. Bunu herkese de beyan etti.

 "Kalsaydınız bir gün daha,"  

"Harbiye Kebabı yedirmek isterdim size."


Umutsuzlukları var abinin. "45 bin lira," diyor kira. Bana göre normal, bizim şehirden bakınca. Otomatik algı işte. O an bazı yerlerde kiraların yıllık konuşulduğu geliyor aklıma. Soruyorum.  Öyleymiş.

"O zaman bu rakam bişi değil, bizim orada bu konum ve bu hacim yerin neredeyse aylık kirası bu."

Sonra onu rahatlatacak pek çok şey daha konuşuyoruz ticaret üzerine. Çocuklarla da.

Duvardaki Kaplumbağa Terbiyecisi çok güzel. Dersiniz Osman Hamdi'nin elinden. Oysa son derece başarılı bir reprodüksiyon. İstediğiniz resmi ücreti karşılığı yapıyorlar.

Kozmik Sanat Cafe ile Hatay'a  veda.  Home made gazozlar şahaneydi.

Artık yatma zamanı. Sabah erken kalkılacak. Uçuş 6.20'de. 4.30'da durakta olmamız gerek.

Uyandırma notu verildi.


Dönerken Antake

22 Aralık 2017 Cuma

Unutulmaz Bir Muhabbet, Vakıflı ve Pöç Kasabı

Hâlâ 10 Kasım 2017

Öncesi...


Başka denizlere benzemeyen deniz çekiyor. Oltaya gelmemek mümkün değil. Güneş, cam altlarındaki fotoğraflar gibi parlatıyor onu. Sırtımız Musa Dağında. Alabildiğine Akdeniz. Ellerimiz mandalina kokulu. Tüm politik yaklaşımların uzağında, tüm tarihsel süreçlerin dışında, bir masal yaşamak istiyoruz. O da buna çağırıyor zira.


Şu karşıdaki ev ne sevimli. Pamuk Prensesle Yedi Cücelerin mi? Çıktığımız yokuş umurumuzda değil. Neden bu kadar çiçekli ve bakımlı olmuyor diğer köyler? Kendi içinde kenetlenmek ve biraz da öksüz hissetmek olabilir mi sebebi? Oyun parkı derin bir yalnızlık. Tüm çocukları eskideymişçesine bir özlem. Huzurlu bir sessizlik. Usul bir rüzgar.


"Biz varız amaa!" 

Şeniz üstelik.

Birimiz kaydırağın tepesindeyken ve diğerimiz  Akdeniz'e doğru uçarken, göğe doğru uzattığımız dümdüz ve bitişik bacaklarımızla yararak havayı, gittikçe artırıyoruz hızımızı.  Yeşilin, huzurun ve sessizliğin her tonunun tadını çıkarıyoruz bir zaman. İki yaşlı insan çıkıyor o ara yokuşu. Kim bilir kaçıncı kez? Oyun parkıyla masal evin arasındaki yola kıvrılıyorlar.

Selam veriyorlar.

Selam veriyoruz.

Sonra, merakla, onların gittiği yolu yol edip yürüyoruz. Bi güzellik bi güzellik ki sormayın.


Hıdırbey'e geçerken -aklımız kalarak- süzdüğümüz bu küçük köyü tavaf etme zamanı. Önce likörlerin ve şarapların tadına bir bakalım mı? Yirmi sekiz kadının oluşturduğu kooperatifin ürünleri bunlar. Tabii ki reçeller ve zeytinyağları da... Tezgahtaki kadınlardan daha genç olan İskenderun'dan gelin gelmiş köye. Diğeri eltisi. Tadım yapıyoruz likörlere. Kendi yaptıklarımızdan çok farklı gelmiyor önce. Sonra meyvelerin dalından oluşu çıkıyor öne. Şaraplara dokunuyoruz... Taşıma sorunu... Taş yerinde ağır bir de! Her yere kargo ile gönderiyorlarmış. Alıyoruz kartlarını... Yandaki bina dikkat çekici.  Pansiyonmuş meğerse...  Ah bilseydik keşke! Köyde uyanmak! Hımmmm... Vakıflı'da. Vadiden gelen portakal mandalina kokuları eşliğinde solumak sabahın serinini ve verandasından bakmak Akdeniz'in ötelerine... Misafir olurduk bir akşam yemeğine; Ermeni mutfağı ve yerel şaraplar eşliğinde, koyulturduk bir geceyi mesela. Yapacağız ama. Kesinlikle. Belki bir bağ bozumunda, belki de sadece lezzetleri için yeni bir Hatay turunda.


Kilisenin adını soruyoruz, tadarken likörleri. Sonra manasını. Kilise ile ilgilenen ve sorumlusu hanımefendiye yönlendiriyor bizi, bilmediğini ekleyerek gelin. Bir üstte zaten kilise. Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi. Bir kaç kadın kapısının biraz yanındaki bir masada, tam da evin kapısında, sohbetteler. Hanımefendi gülen gözlerle kalkıyor ayağa ve giriyoruz birlikte kiliseye. Pırıl pırıl. Sorularımızı tek tek yanıtlıyor. Sonra yalnız bırakıyor. Gönlümüzce para atıp  kumbaraya, alıyoruz mumları. Yakıyor ve gömüyoruz kuma, dileklerimizle birlikte. Bu toprakların genelinde yaşanmış ve yaşanmakta olan acılara dualarımız. Olmasalardıya yok bir faydası elbet, ama geleceğimiz olsun kardeşçe diye.


Kimler geldi kimler geçti köyden merakımız. Giriyoruz mezarlığa. Bazıları taze. Üzerlerinde kırmızı fenerler, ışıyorlar kırmızı camların içinden. Bazılarında aynı aileden 3-5 kişi. Dualarımız hepsine. Olağanüstü huzur veren bir coğrafyada sessiz bir köy Vakıflı; küçük, sakin, ama cansız değil. Peri kızları dolaşıyor içinde. Gözlerimle gördüm desem inanır mısınız?  Yoksa bir masal mı benimkisi?


Mezarlığın hemen yan tarafında, yoldan yüksek bir set üzerinde, bir çeşmenin dibinde bir banka oturuyoruz. Karşımız pansiyon. Tepemizde mandalinalar. Sağ tarafta, uzak tepelerde, peri kızın başının biraz  üstünde rüzgar santralleri. Ne kadar daha rastlayacağız bu coğrafyada. Ne güzel.

İçimizde bir hayıflanma... ve bir derin ukde. Bir gün mutlaka.. Hatta,  Hıdırbey'e giderken minibüsün köye doğru döndüğü virajın solunda kalan, ve aklımızı alan, seyir teraslı restoranda içeceğiz bir akşamüstü rakısı. Bu ucundan, Cebelitarık'ı görecekmişçesine bakacağız Akdeniz'e.


Akşam Pöç Kasabı ve Çınaraltı'na yetişmemiz gerek. Malum 7.10'da fırın paydos ediyor. Kahvenin karşısındaki ağaçlar ve çiçeklerle dolu yamacın üstündeki durakta, banklardan birine oturup beklemek fikrimiz. Derin derin Akdeniz çekeceğiz. Dönsün başımız.

O esnada çocuk parkında selamlaştığımız iki kadim dostu görüyoruz, birlikte büyümüşler. Soruyoruz otobüsün saatini. Bırakmıyorlar durakta. Alıyorlar. Konuşlanıyoruz bir masaya, kahve içtiğimiz taş kahvede. Çaylar söyleniyor hemen. Bir deste kart çıkıyor, önce ceketin cebinden, sonra da kutusundan. Sanıyorum oyun oynayacağız. "Nereden çıktı şimdi bu," isteksizliği bir "ufff ya!" çektiriyor içimden. Bir an önce gitsek derdindeyim. Meğerse bir oyun yapacakmış kartlarla Mehmet Abi. "İyi izle," diyor ennnnnnnnnnn bayıldığım kadına. Tekrarı yok çünkü.

Sonuç şaşırtıcı... ve ötesi çabaya kalmış artık. Özenle kutusuna koyuyor desteyi. Kıymetinden sual olunamaz bir hediye bu. Sonra, bir rakam ve harf oyunu yapıyor; bizim çantadan mı ya da ceketinin cebinden mi çıktığını hatırlamadığım kağıda. Önce rakamlar yazıyor kağıdın en üstüne, sonra da altına harf yazılmasını istiyor. Topluyor, çıkarıyor derken, dört rakam kalıyor sonuçta. "Yaz bakalım sayılara denk gelen harfleri," diyor enn sevdiğim kadına. Yazıyor. Mutlu. Çocuk sevinçli. Anın sıcaklığında, şahane dostluğun ve unutulmaz muhabbetin resmolduğu bir gülümseme çıkıyor sonucu.


Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikayemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle:

"Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."

Otobüs geliyor aşağıdan. Samandağ Belediyesinin. Mavi. O manevrasını yaparken ve güneş dağların arkasına çekilmeye hazırlanırken biz Mehmet Abiyle birlikte geçiyoruz durağa. Unutulamayacak dosta, dostluğa, Musa Abiye veda.

Şehrimizde çok Ermeni ve Rum olduğunu biliyordum çocukluğumdan, ama sanayi sitesinin arkasında bir yerde, cezaevine yakın bir buzdolabı tamircisi olduğunu asla. Üzüldüm elbette tanımadığıma. Gelmiş Musa Abi onun yanına.  Oğlu askerlik yapmış meğer Amasya'da. Bu ülkenin gayrimüslimleri özellikle Amasya'da yaparlar acemiliklerini. Neden acaba? Tanır mıyım diye çok çabaladım. Kesin tanırdım çünkü. Ama ben bitirdikten çok sonra gelmişmiş meğerse bizim tugaya.


Mehmet Abi'nin ailesi Suriye' den gelmiş o daha küçük bir çocukken. Vakıflı'da yaşamıyor ama her gün geliyor Vakıflı'ya. Tek erkek çocukları askere almazlarmış o zamanlar. Bunu içi buruk söylüyor nedense, bir özür gibi. Tüm ücreti verme çabalarımıza duvar otobüsün şoförü. Türkçesi zar zor. Aynı dilde konuşuyorlar o, Mehmet Abi ve bir kadın...

"Teşekkürler Mehmet Abi."

Oğlunun bir büfesi varmış Mehmet Abinin. Yüzünde huzur. Elindeki poşetlere yardım etmek istiyorum, otobüsten inince. Asla taşıtmıyor bana. Samandağ güzel yer. Gözüm bir yandan etrafta. Yaklaştığımızı anlıyorum büfeye. Gözleri parlıyor çünkü Mehmet Abinin. Gözleri gülümseyen ve gülümsemesi büfeye sığmayan genç bir kadın ve onun tıpatıp aynısı bir kız çocuğu. Yüzler aydınlanıyor daha biz yaklaşmamışken... Gurur gözlerinde ve adımlarında Mehmet Abinin. O an yokuz biz. Onlarsa sarmaş dolaş.

Minibüse tam zamanında yetişiyoruz şükür ki. Kaderimiz düzgün yazılmış bugüne. Çok özel ve kadim bir arkadaşlığa tanıklık ettik Vakıflı Köyünde. Onların ağzından gördük bu ülkeyi kimin daha çok sevdiğini.Ve de ne kadar barışçıl olduğunu.

Gün kararmış ama henüz koyulaşmamışken bu karaltı, varıyoruz son durağa. Hızlı adımlarla geçiyoruz "36 beden" cansız -adamımız- mankenin önünden. Kapanma hazırlığında dükkanları Uzun Çarşının. Kerebiçi tadıyorum bu akşam nihayet. Sevimli dükkan. Sahibi de güzel insan. Üzerine dökülen kremanın tadına bakmıştım dün gece. Merak etmiştim açıkçası. Almak istiyorum ama o miktarı tüketebilmemiz zor. Taşımak da sorun öte yandan. 


Dün akşam fırının kapanmış olmasına bizden çok üzülen  garson çocuk karşılıyor yine. Bu kez son anda da olsa yetiştik.

"400 gram mı 500 gram mı olsun?"

500'e meylim var, kurtlar gibi hissediyorum kendimi. E künefe de yiyeceğiz daha. 400'de anlaşıyoruz sonuçta. Yanına da ayran tabii ki. Mekan güzel. Belli ki Milor'dan sonra epey büyümüş. Tıpkı Kastamonu'daki dönerci gibi. Ama burunları büyümemiş. Kibar insanlar, sıcak da... İnsan kıymeti biliyorlar. Biz de yaparız "tepsi kebabını"ara sıra; güveç bir tepside ama, elektrikli fırında. Kıyaslayalım bakalım.


Seyri muhteşem. Kokusu derya. Lezzeti âlâ. Biz yapıyoruz diye demiyorum, bu kadar olmasa da yapıyormuşuz valla. Odun ateşi başka elbette. Hani devamı olsa diye de düşünmüyor değil insan. İki kişi için tam karar 400gram öte yandan. Künefe zorlama gibi olacak üstüne ama bu akşam halletmemiz gerek onu da. Yarına İskenderun var.


Artık çarşı ezberimizde, kolayca geçiyoruz Çınaraltı'nın olduğu bölgeye. İçeri girmeye hazırlandığımız esnada içerden çıkan bir genç dün akşamdan hatırladı bizi, sabah açılış ve servise başlama saatlerini veriyor. Akşam kapalı yani.

Çarşıyı sallana salana yürüyüp dalıyoruz Hatay sokaklarına. Artık mahallemizdeyiz. Zenginler Mahallesi. Üstelik zenginliğimize zenginlik katmışız bugün. Bir kutlama gerek. İlk gün dikkatimizi çekmişti tabela. Sonuçta canımız dedektifimiz kendisi. Bir Hatay Hatırası olarak çekmeden olmaz. Ayaklarımızın götürdüğü yere gidiyoruz şimdi.


Göğe Bakma Durağı. Önceki gelişte oturduğumuz bölümün karşısındaki balkon aklımıza yazılmıştı. Oradaki masalardan biri boş. Diğerinde genç bir çift.

 "Nasılsınız."

"Teşekkürler..."

 "İki bira lütfen"

Yanında standart ve sevimli çerez tabaklarıyla geliyor biralar. Canım patates ve sosis çekti yahu! O da kalamar ve nugget eklenmiş olarak geliyor birazdan. Müessesenin ikramı. Avluyu bu kez daha geniş görebiliyoruz. Bir masada hazırlıklar var. Bir arkadaş gurubu. Bir evlilik teklifi olacağını düşünüyoruz, arkadaşlar mumları kalp halinde dizmeye başlayınca. Tipler, kıyafetler, saçlara baksan dersin bunlar "mafya". Şu yeni giyim tarzları ve saç modelleri işte. Bu akşam müzik çok daha güzel. Solist mikrofona bi tık uzak. Baslarda patlama yok. Bunun altını çizeceğiz.

"Bu akşam daha güzel sanki. Baslarda sıkıntı yok. Sanki bir tık önünde mikrofonun." 

Solist başkaymış. "Çok iyidir," diyor, "eğlendirir." Gerçekten çok iyi ve çok da eğlenceli bir genç. Ben bile eşlik ediyorum şarkılara, o derece yani. Özellikle ara vereceği sıra kullandığı ritim ve sözler çok eğlenceli. Yaratıcı çocuk. O da flamenko çalıyor gitarı. Yakışıyor bizim şarkılara.


Kalbin mumları yakılıyor. İhbar geldi kesin. Bir güzel saçlı ve sade ama şık genç kız ile bir yakışıklı ve şık oğlan girdiler az önce. Yakışıyorlar. Masada alkış kıyamet. Doğum günüymüş meğerse. Oğlanın. Kızın parmağı var bu işte. Şahane sürpriz kesinlikle. Kadim dostluk bu işte. Birlikte söylüyor, birlikte eğleniyorlar. Diğer masalar da katılıyor elbette. Neşeli gençler. Güzel mekan, Göğe Bakma Durağı. Sahibinin yüzü, aynası. O  masada neler varmış oysa; Türk Sanat Müziğinin âlâsı. Hatta bir tür aşık atışması yaptılar ki Türk Sanat Müziği şarkılarıyla, tadından yenmedi. Şahaneydi. Yüzümüzde bir tebessüm. Hiç bitmesin ve hep burada olalım duygusu.

Gelsin ikinci biralar.

Çınaraltında Künefe, İskenderun ve Salah Usta


8 Aralık 2017 Cuma

Vakıflı'ya Niyet Hıdırbey'e Kısmet

 Öncesi

10 Kasım 2017

Otelden ayrılma günü, rezervasyonlarda son ana kadar boşalma olmayınca kahvaltının ardından ödemeyi yapıp çantalarımızı asıyoruz sırtlarımıza; yeni yerimiz Çankaya Konakları'na bırakıp, Vakıflı'ya gideceğiz. Bir gün önce otelin panosunda görüp de sorduğumuz üzere, bilinen -popüler- tüm noktalara turun, kişi başı fiyatının 75 TL olduğunu öğrenmiştik. İki kişi daha bulurlarsa o yolu seçecektik. Ama gönlümüzün istediği, minibüslerle gitmek. Oralı gibi. İki kişiyi bulamadıkları için gerçekleşmedi tur. İyi de oldu.

Minibüslerin Palladium AVM'nin arkasından kalktığını öğreniyoruz, yeni otelimizin tatlı resepsiyonistinden. Palladium'dan bir şeyler aldıktan sonra güvenlik görevlisinin, "Çatıları köy evi gibi olan binaların olduğu yer," tarifine bayılıp, ulaşıyoruz durağa. Minibüs hareket halinde. Tam yerinde yakaladık. Sadece Vakıflı'ya gitmek fikrindeyiz. Diğer popüler noktalar ilginç gelmemişti bize; Titus Tüneli, Hıdırbey, Harbiye v.s.


Dün gece Zenginler Mahallesi esnafı ve sakinleri, muhtemelen her gece olduğu gibi muhteşem bir ziyafet vermişlerdi kedilere. Bu küçük kedi, biraz dışında kalmıştı olayın. Hasta gibi idi. Pek yanaşmamıştı. Bu sabah yine durgun ama tanışıklık veriyor. Biraz sohbet ettik, günaydınlaştık, "Kendine iyi bak," dedik ve yolumuza vurduk kendimizi. Sabah otelin sokağındaki tüm insanların saygı duruşu ise tek kelime ile muhteşemdi. Özellikle o genç, tıpkı Anıtkabir nöbetçileri gibi kıpırtısız duruşuyla tüylerimizi diken diken etti. Görmeyip de dinleyen ben dahil.


Dolmuş, hattındaki duraklardan sürekli yolcu alıyor, şehir içi yolcusunu da. Zaten sık aralıklarla kalkıyorlar ve birbirleri ile iletişim halindeler. Ulaşımla ilgili bir sıkıntı yok. Küçük bir şehir turundan sonra çıkıyoruz şehir merkezinden. Şoförle sohbet keyifli. Tahsil edemediği bir alacağından söz ediyor, söz verildiği halde getirilmeyen. O ara otelden bir son dakika iptalini haber veren telefon alıyorum. Atı alan Üsküdarı geçti oysa. Teşekkür ediyorum. Etraf güzel ve yönümüz denize doğru. Kokuyu alıyoruz. Bir yerden sola sapıyoruz.  Şoförümüz ayrıldığımız yolun devamını işaretleyerek diyor ki; "Şu yol gidiyor Vakıflı'ya." Bizi Vakıflı'ya giden minibüslerin durağına bırakacağını ekliyor ve dönüşte gerekeceği üzere kendi duraklarını da tarif ediyor. Köy olamayacak kadar büyük bir yer. Samandağ'dayız. Aktarmalı bir yolculuk. Şark Sinemasını görmek muhteşem. Şarkta olmak, hımmm! Üstelik oynamakta olan filmin oyuncularından biri en bayıldığım yol arkadaşımın bir tanıdığı. Minibüs dolunca kalkacakmış. Fazla uzun sürmezmiş dolması.


Öyle de oluyor. Önümüzdeki koltukta bir anne oğul var. Afacan bir oğlan, tatlımı tatlı bir köy gürbüzü. Üstelik komik de. Bakıp bakıp saklanıyor. Sağdan soldan dokunuyorum. Bir iletişim var aramızda. Fotoğrafını çekmek istiyorum ama o benle oynuyor. İstemem yan cebime koycu. Samandağ pek espritüel. Güzellik Kahvesi var mesela. Bir de yolun neredeyse yarısındayken önünden geçtiğimiz Askeri Kuzenler Market ve Manavı.

Ön koltuktan iki sakız geliyor. Bizden de uçakta dağıtılan ıslak mendiller. Biraz daha kendini gösterir oluyor kanka. Ama yine de oyunbaz.


Yeni şoförümüz Vakıflı'ya gitmemize pek taraftar değil. "Orda bişey yok ki," diyor, "Hıdırlıya gidin."  Sonra da bir sır veriyor. Öyle güzel bir şey ki bu, tavlıyor bizi, üstelik mandalinalar var. Vakıflı'dan geçerek Hıdırlı, ya da Hıdırbey'e varıyoruz. Tam Musa Ağacının önünde bırakıyor ve dönüş saatini veriyor. Bir de yolu işaretle göstererek tarif ediyor. 

"Mandalinalar helaldir."


Fırın kışkırtıcı. Bizse kısa bir tur yapmak istiyoruz köyde. Seviyoruz kendisini. Fırının hemen arkasındaki boş taş ev dikkat çekici. Ama daha güzelini daha güzel bir yerde göreceğiz daha sonra. Köyün taş, küçük amfi tiyatrosunun önünde törenden dönen liseli çocuklarla karşılaşıyoruz.  

"Bir şey yapıyor musunuz burada?" 

 Kastımız konser, tiyatro, halk oyunları benzeri etkinlikler.

Soruyu oğlan, biraz daha uzaktaki duyamayan kıza tekrar ediyor. Kız sessizce cevap veriyor.  

"Göbek atıyoruz."

Tatlı çocuklar... Gülümsettiler.


Dönerken "köyün büyücüsüne" rastlıyoruz. İlginç bir karakter. Aslında yüzünü görmüyorum. Tırstığım için arkadan ve uzaktan çekiyorum fotoğrafını. Meğerse çaktırmadan cepheden çeken biri varmış. Yemek veriyorlar evden ki ne de güzel kokuyor. İtiraz edilecek gibi değil. Avluyu ve avludaki masayı sevmiştik giderken. Yemeği ile yolun karşısına geçtiği  esnada görünce bizi, hiddetleniyor "köyün büyücüsü". Veriyor ayarı.


Şu masa boş olsa, kesinlikle ondaydık. Suyun kenarına ve onun alçağında konuşlanıyoruz. Dağın başında buz gibi, pırıl pırıl akan bir su. Suda balık/lar oynuyor, benim canımsa ona kaynıyor.  Çekiyoruz elbette Musa Ağacının fotoğraflarını. Hikayesini de bir güzel okuyoruz. Çaylar geliyor. Sıklıkla gittiğimiz bir kahvaltı noktamızda çayın lezzetinin altını çizmiştik bi gün. Gururla söylenmişti Nebiyan'dan geldiği. O günden beri, biliyoruz ki çayda su önemli.

İki Katıklı Ekmek lütfen.

Onlarla birlikte iki de çay.


Hımmmmmm pek lezzetli.  Odunun lezzeti kesinlikle değmiş.

Üzerine birer çay daha içip, bir film çeksem onu oynatacağım kesin abiye, hesabı soruyorum. O sadece çay paralarını alıp "Ekmeklerin parasını kadına vereceksiniz", diyor. İşaret ediyor kadını. Şu yukarıdaki fırının ortak kullanım alanı olduğunu düşünmüştük; çayları getiren, siparişi verdiğimiz, beyazlaşmış pos bıyıklarını sevdiğimiz abi "Kadına söylüyorum şimdi," dediğinde. Orası değilmiş meğerse, suyun öte yanındaki mekanda pişirilmiş. O da tatlı bir kadın. Evleri de iş yerlerinin hemen üst tarafında. Özenilecek bir hayat. Fırınsa aklımıza yapışıp kalıyor.

Köyün bakkalının önünde zeytin kırıyorlar. Zeytine dayanamayan biri var. Teyze çok tatlı. Oğul da...  Ve de küçük sevimli kız/torun. Sohbet koyulaştı. Kanlar kaynaştı. Zeytinler birlikte kırılıyor. Bi gün buralardan kırılmış zeytin alırsanız, ve "Hımmmmm ne de güzelmiş," derseniz, bilin ki yüreği kocaman, tatlı mı tatlı bir kadının eli değdi.


Oğul'un bakkalın hemen çaprazında ve köprünün köy tarafındaki tezgahından baharatlar alıp vedalaşarak, minibüsçü abinin dediği -sır- yola dalıyoruz. Önce hediyelik eşya dükkanlarına bir bakalım ama.


Önümüze koyduğu peynirli kapan üzerine atılınmayacak gibi değildi, Minibüsçü abinin.  Üstelik Hıdırbey'i de sevdik. Bu da bir kazanç. Kaç dostluk kurduk bir öğle üzeri. Yolumuzsa çok gizemli. Sesiz. Issız. Arada bir havlayan köpeklerle selamlaşma ve neredeyse yeni doğmuş timsah yavrusu boyutundaki kertenkeleler dışında nefes alıp veren canlı sadece biziz. Hava enfes. Etraftan gelen portakal ve mandalina kokuları muhteşem. Şırıl şırıl su sesleri şarkı... Sol tarafımızda, her iki yamacı alabildiğine mandalina ağaçları ile dolu derin bir vadi. Uzaklardan gelen insan sesleri serap gibi.


Hımmmmm mandalinalar da pek güzelmiş. Dalından koparmanın tazeliği. Helaldir denmişti. Eğer suların iz yaparak formunu bozduğu, kaygan ve yokuş yerlerden ben geçerim denirse araba ile de gidilebilir. Arazi arabası ile kesin ama. Peki bu yolu yürüyerek gitmeyince bir anlamı olur mu? Bizce olmaz. Ya yarıdan dönmek zorunda kalınırsa! Neden Vakıflı'ya yaklaşana kadar bir araçla karşılaşmadık acaba? Bir de köpeklerle iletişim noktasında bir sorununuz varsa hiç denemeyin.


"Şu karşı yamaçtaki ev ne de güzel", dedikten az sonra... muhteşem taş evle karşılaşıyoruz. Yolun sunduğu ennnnnnnnnn güzel masal bu. Mandalinalar odadan uzanıp da alınası. Ya zeytin ağaçları... Verandasında, Vakıflı'dan alınmış ev yapımı şarap eşliğinde bir akşam yemeği nasıl olur acaba;  şöminede çıtır çıtır bir şarkı, gecenin sessiz aydınlığında, birbirinizin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek ya da?

 Uyku tulumlarımız nerdeee?


Nihayet bir araba sesi. Köylere leğen, mandal, kova benzeri şeyler satan bir araba market. Selamlaştık ki birazdan devam edemeyip geri dönecek. Anlaşılıyor ki Vakıflı'ya yaklaşıyoruz. Yolun kenarlarına serilmiş yeşil zeytinlerin önünde kala kala, duvarlarından renk ahenk çiçekler sarkan evlerin önünden geçerek bir "ilkokul"la karşılaşıyoruz. Şu hayatta en sevdiğim şeylerden biri bu. Nesli tükenmekte olan köy okulları. Üstelik lojmanının balkonunda elinde bir kitapla genç bir kadın oturuyor. Öğretmen olmalı bu. Selam veriyoruz. Biz okulun fotoğraflarını çekerken gözü üzerimizdeydi zaten.


Vakıflı'nın Taş Kahvesindeyiz. Yan masamızda genç bir grup var. Hatay'daki daire fiyatlarını konuşuyorlar, muhtemel bir Hatay'lı arsa sahibi ile. Sanırım başka şehirden gelmişler ve Hatay'da inşaat yapmayı düşünüyorlar. Deniz tepeden görünüyor. Başka denizlere benzemez bir güzellik. Verenda'da kalabalık bir aile. Öteki taraf geldiğimiz yol ve vadi. Sanki bir günü devirdik de ertesi güne başlayacakmış gibi hissimiz. Gülüşüyoruz.

İki Türk kahvesi lütfen. Orta şekerli.

Süvari bardakta mı, fincanla mı istersiniz?

Fincanla lütfen.

Bir sigara da ben alabilir miyim?


Unutulmaz Bir Muhabbet, Vakıflı ve Pöç Kasabı

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP