Hâlâ 10 Kasım 2017
Öncesi...
Başka denizlere benzemeyen deniz çekiyor. Oltaya gelmemek mümkün değil. Güneş, cam altlarındaki fotoğraflar gibi parlatıyor onu. Sırtımız Musa Dağında. Alabildiğine Akdeniz. Ellerimiz mandalina kokulu. Tüm politik yaklaşımların uzağında, tüm tarihsel süreçlerin dışında, bir masal yaşamak istiyoruz. O da buna çağırıyor zira.
Şu karşıdaki ev ne sevimli. Pamuk Prensesle Yedi Cücelerin mi? Çıktığımız yokuş umurumuzda değil. Neden bu kadar çiçekli ve bakımlı olmuyor diğer köyler? Kendi içinde kenetlenmek ve biraz da öksüz hissetmek olabilir mi sebebi? Oyun parkı derin bir yalnızlık. Tüm çocukları eskideymişçesine bir özlem. Huzurlu bir sessizlik. Usul bir rüzgar.
"Biz varız amaa!"
Şeniz üstelik.
Birimiz kaydırağın tepesindeyken ve diğerimiz Akdeniz'e doğru uçarken, göğe doğru uzattığımız dümdüz ve bitişik bacaklarımızla yararak havayı, gittikçe artırıyoruz hızımızı. Yeşilin, huzurun ve sessizliğin her tonunun tadını çıkarıyoruz bir zaman. İki yaşlı insan çıkıyor o ara yokuşu. Kim bilir kaçıncı kez? Oyun parkıyla masal evin arasındaki yola
kıvrılıyorlar.
Selam veriyorlar.
Selam veriyoruz.
Sonra, merakla, onların gittiği yolu yol edip yürüyoruz. Bi güzellik bi güzellik ki sormayın.
Hıdırbey'e geçerken -aklımız kalarak- süzdüğümüz bu küçük köyü tavaf etme zamanı.
Önce likörlerin ve şarapların tadına bir bakalım mı? Yirmi sekiz kadının oluşturduğu kooperatifin ürünleri bunlar. Tabii ki reçeller ve zeytinyağları da... Tezgahtaki kadınlardan daha genç olan İskenderun'dan gelin gelmiş köye. Diğeri eltisi. Tadım yapıyoruz likörlere. Kendi yaptıklarımızdan çok farklı gelmiyor önce. Sonra meyvelerin dalından oluşu çıkıyor öne. Şaraplara dokunuyoruz... Taşıma sorunu... Taş yerinde ağır bir de! Her yere kargo ile gönderiyorlarmış. Alıyoruz kartlarını... Yandaki bina dikkat çekici. Pansiyonmuş meğerse... Ah bilseydik keşke! Köyde uyanmak! Hımmmm... Vakıflı'da. Vadiden gelen portakal mandalina kokuları eşliğinde solumak sabahın serinini ve verandasından bakmak Akdeniz'in ötelerine... Misafir olurduk bir akşam yemeğine; Ermeni mutfağı ve yerel şaraplar eşliğinde, koyulturduk bir geceyi mesela.
Yapacağız ama. Kesinlikle. Belki bir bağ bozumunda, belki de sadece lezzetleri için yeni bir Hatay turunda.
Kilisenin adını soruyoruz, tadarken likörleri. Sonra manasını. Kilise ile ilgilenen ve sorumlusu hanımefendiye yönlendiriyor bizi, bilmediğini ekleyerek gelin. Bir üstte zaten kilise. Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi. Bir kaç kadın kapısının biraz yanındaki bir masada, tam da evin kapısında, sohbetteler. Hanımefendi gülen gözlerle kalkıyor ayağa ve giriyoruz birlikte kiliseye. Pırıl pırıl. Sorularımızı tek tek yanıtlıyor. Sonra yalnız bırakıyor. Gönlümüzce para atıp kumbaraya, alıyoruz mumları. Yakıyor ve gömüyoruz kuma, dileklerimizle birlikte. Bu toprakların genelinde yaşanmış ve yaşanmakta olan acılara dualarımız. Olmasalardıya yok bir faydası elbet, ama geleceğimiz olsun kardeşçe diye.
Kimler geldi kimler geçti köyden merakımız. Giriyoruz mezarlığa. Bazıları taze. Üzerlerinde kırmızı fenerler, ışıyorlar kırmızı camların içinden. Bazılarında aynı aileden 3-5 kişi. Dualarımız hepsine. Olağanüstü huzur veren bir coğrafyada sessiz bir köy Vakıflı; küçük, sakin, ama cansız değil. Peri kızları dolaşıyor içinde. Gözlerimle gördüm desem inanır mısınız? Yoksa bir masal mı benimkisi?
Mezarlığın hemen yan tarafında, yoldan yüksek bir set üzerinde, bir çeşmenin dibinde bir banka oturuyoruz. Karşımız pansiyon. Tepemizde mandalinalar. Sağ tarafta, uzak tepelerde, peri kızın başının biraz üstünde rüzgar santralleri. Ne kadar daha rastlayacağız bu coğrafyada. Ne güzel.
İçimizde bir hayıflanma... ve bir derin ukde. Bir gün mutlaka.. Hatta, Hıdırbey'e giderken minibüsün köye doğru döndüğü virajın solunda kalan, ve aklımızı alan, seyir teraslı restoranda içeceğiz bir akşamüstü rakısı. Bu ucundan, Cebelitarık'ı görecekmişçesine bakacağız Akdeniz'e.
Akşam Pöç Kasabı ve Çınaraltı'na yetişmemiz gerek. Malum 7.10'da fırın paydos ediyor. Kahvenin karşısındaki ağaçlar ve çiçeklerle dolu yamacın üstündeki durakta, banklardan birine oturup beklemek fikrimiz. Derin derin Akdeniz çekeceğiz. Dönsün başımız.
O esnada çocuk parkında selamlaştığımız iki kadim dostu görüyoruz, birlikte büyümüşler. Soruyoruz otobüsün saatini. Bırakmıyorlar durakta. Alıyorlar. Konuşlanıyoruz bir masaya, kahve içtiğimiz taş kahvede. Çaylar söyleniyor hemen. Bir deste kart çıkıyor, önce ceketin cebinden, sonra da kutusundan. Sanıyorum oyun oynayacağız. "Nereden çıktı şimdi bu," isteksizliği bir "ufff ya!" çektiriyor içimden. Bir an önce gitsek derdindeyim. Meğerse bir oyun yapacakmış kartlarla Mehmet Abi. "İyi izle," diyor ennnnnnnnnnn bayıldığım kadına. Tekrarı yok çünkü.
Sonuç şaşırtıcı... ve ötesi çabaya kalmış artık. Özenle kutusuna koyuyor desteyi. Kıymetinden sual olunamaz bir hediye bu. Sonra, bir rakam ve harf oyunu yapıyor; bizim çantadan mı ya da ceketinin cebinden mi çıktığını hatırlamadığım kağıda. Önce rakamlar yazıyor kağıdın en üstüne, sonra da altına harf yazılmasını istiyor. Topluyor, çıkarıyor derken, dört rakam kalıyor sonuçta. "Yaz bakalım sayılara denk gelen harfleri," diyor enn sevdiğim kadına. Yazıyor. Mutlu. Çocuk sevinçli. Anın sıcaklığında, şahane dostluğun ve unutulmaz muhabbetin resmolduğu bir gülümseme çıkıyor sonucu.
Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikayemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle:
"Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."
Otobüs geliyor aşağıdan. Samandağ Belediyesinin. Mavi. O manevrasını yaparken ve güneş dağların arkasına çekilmeye hazırlanırken biz Mehmet Abiyle birlikte geçiyoruz durağa. Unutulamayacak dosta, dostluğa, Musa Abiye veda.
Şehrimizde çok Ermeni ve Rum olduğunu biliyordum çocukluğumdan, ama sanayi sitesinin arkasında bir yerde, cezaevine yakın bir buzdolabı tamircisi olduğunu asla. Üzüldüm elbette tanımadığıma. Gelmiş Musa Abi onun yanına. Oğlu askerlik yapmış meğer Amasya'da. Bu ülkenin gayrimüslimleri özellikle Amasya'da yaparlar acemiliklerini. Neden acaba? Tanır mıyım diye çok çabaladım. Kesin tanırdım çünkü. Ama ben bitirdikten çok sonra gelmişmiş meğerse bizim tugaya.
Mehmet Abi'nin ailesi Suriye' den gelmiş o daha küçük bir çocukken. Vakıflı'da yaşamıyor ama her gün geliyor Vakıflı'ya. Tek erkek çocukları askere almazlarmış o zamanlar. Bunu içi buruk söylüyor nedense, bir özür gibi. Tüm ücreti verme çabalarımıza duvar otobüsün şoförü. Türkçesi zar zor. Aynı dilde konuşuyorlar o, Mehmet Abi ve bir kadın...
"Teşekkürler Mehmet Abi."
Oğlunun bir büfesi varmış Mehmet Abinin. Yüzünde huzur. Elindeki poşetlere yardım etmek istiyorum, otobüsten inince. Asla taşıtmıyor bana. Samandağ güzel yer. Gözüm bir yandan etrafta. Yaklaştığımızı anlıyorum büfeye. Gözleri parlıyor çünkü Mehmet Abinin. Gözleri gülümseyen ve gülümsemesi büfeye sığmayan genç bir kadın ve onun tıpatıp aynısı bir kız çocuğu. Yüzler aydınlanıyor daha biz yaklaşmamışken... Gurur gözlerinde ve adımlarında Mehmet Abinin. O an yokuz biz. Onlarsa sarmaş dolaş.
Minibüse tam zamanında yetişiyoruz şükür ki. Kaderimiz düzgün yazılmış bugüne. Çok özel ve kadim bir arkadaşlığa tanıklık ettik Vakıflı Köyünde. Onların ağzından gördük bu ülkeyi kimin daha çok sevdiğini.Ve de ne kadar barışçıl olduğunu.
Gün kararmış ama henüz koyulaşmamışken bu karaltı, varıyoruz son durağa. Hızlı adımlarla geçiyoruz "36 beden" cansız -adamımız- mankenin önünden. Kapanma hazırlığında dükkanları Uzun Çarşının. Kerebiçi tadıyorum bu akşam nihayet. Sevimli dükkan. Sahibi de güzel insan. Üzerine dökülen kremanın tadına bakmıştım dün gece. Merak etmiştim açıkçası. Almak istiyorum ama o miktarı tüketebilmemiz zor. Taşımak da sorun öte yandan.
Dün akşam fırının kapanmış olmasına bizden çok üzülen garson çocuk karşılıyor yine. Bu kez son anda da olsa yetiştik.
"400 gram mı 500 gram mı olsun?"
500'e meylim var, kurtlar gibi hissediyorum kendimi. E künefe de yiyeceğiz daha. 400'de anlaşıyoruz sonuçta. Yanına da ayran tabii ki. Mekan güzel. Belli ki Milor'dan sonra epey büyümüş. Tıpkı Kastamonu'daki dönerci gibi. Ama burunları büyümemiş. Kibar insanlar, sıcak da... İnsan kıymeti biliyorlar. Biz de yaparız "tepsi kebabını"ara sıra; güveç bir tepside ama, elektrikli fırında. Kıyaslayalım bakalım.
Seyri muhteşem. Kokusu derya. Lezzeti âlâ. Biz yapıyoruz diye demiyorum, bu kadar olmasa da yapıyormuşuz valla. Odun ateşi başka elbette. Hani devamı olsa diye de düşünmüyor değil insan. İki kişi için tam karar 400gram öte yandan. Künefe zorlama gibi olacak üstüne ama bu akşam halletmemiz gerek onu da. Yarına İskenderun var.
Artık çarşı ezberimizde, kolayca geçiyoruz Çınaraltı'nın olduğu bölgeye. İçeri girmeye hazırlandığımız esnada içerden çıkan bir genç dün akşamdan hatırladı bizi, sabah açılış ve servise başlama saatlerini veriyor. Akşam kapalı yani.
Çarşıyı sallana salana yürüyüp dalıyoruz Hatay sokaklarına. Artık mahallemizdeyiz. Zenginler Mahallesi. Üstelik zenginliğimize zenginlik katmışız bugün. Bir kutlama gerek. İlk gün dikkatimizi çekmişti tabela. Sonuçta canımız dedektifimiz kendisi. Bir Hatay Hatırası olarak çekmeden olmaz. Ayaklarımızın götürdüğü yere gidiyoruz şimdi.
Göğe Bakma Durağı. Önceki gelişte oturduğumuz bölümün karşısındaki balkon aklımıza yazılmıştı. Oradaki masalardan biri boş. Diğerinde genç bir çift.
"Nasılsınız."
"Teşekkürler..."
"İki bira lütfen"
Yanında standart ve sevimli çerez tabaklarıyla geliyor biralar. Canım patates ve sosis çekti yahu! O da kalamar ve nugget eklenmiş olarak geliyor birazdan. Müessesenin ikramı.
Avluyu bu kez daha geniş görebiliyoruz. Bir masada hazırlıklar var. Bir arkadaş gurubu. Bir evlilik teklifi olacağını düşünüyoruz, arkadaşlar mumları kalp halinde dizmeye başlayınca. Tipler, kıyafetler, saçlara baksan dersin bunlar "mafya". Şu yeni giyim tarzları ve saç modelleri işte. Bu akşam müzik çok daha güzel. Solist mikrofona bi tık uzak. Baslarda patlama yok. Bunun altını çizeceğiz.
"Bu akşam daha güzel sanki. Baslarda sıkıntı yok. Sanki bir tık önünde mikrofonun."
Solist başkaymış. "Çok iyidir," diyor, "eğlendirir." Gerçekten çok iyi ve çok da eğlenceli bir genç. Ben bile eşlik ediyorum şarkılara, o derece yani. Özellikle ara vereceği sıra kullandığı ritim ve sözler çok eğlenceli. Yaratıcı çocuk. O da flamenko çalıyor gitarı. Yakışıyor bizim şarkılara.
Kalbin mumları yakılıyor. İhbar geldi kesin. Bir güzel saçlı ve sade ama şık genç kız ile bir yakışıklı ve şık oğlan girdiler az önce. Yakışıyorlar. Masada alkış kıyamet. Doğum günüymüş meğerse. Oğlanın. Kızın parmağı var bu işte. Şahane sürpriz kesinlikle. Kadim dostluk bu işte.
Birlikte söylüyor, birlikte eğleniyorlar. Diğer masalar da katılıyor elbette. Neşeli gençler. Güzel mekan, Göğe Bakma Durağı. Sahibinin yüzü, aynası.
O masada neler varmış oysa; Türk Sanat Müziğinin âlâsı. Hatta bir tür aşık atışması yaptılar ki Türk Sanat Müziği şarkılarıyla, tadından yenmedi. Şahaneydi. Yüzümüzde bir tebessüm. Hiç bitmesin ve hep burada olalım duygusu.
Gelsin ikinci biralar.
Çınaraltında Künefe, İskenderun ve Salah Usta
Bir sanat olsa gerek..
2 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder