30 Mart 2011 Çarşamba

Wisla, Paskalya ve Ulusa Sesleniş

Hava karardıktan sonra esen soğuk rüzgarları ve sabah uyandığınızda size kısa süreli bir şok yaşatan sürpriz kar yağışlarını saymazsak Varşova'ya bahar geldi diyebiliriz. Sokaklar, şu sıralar dini vecibelerini yerine getirmekte olan koyu Katolik Polonyalılar nedeniyle fazla dolu değil. Bu konuda çeşitli spekülasyonlar dolaşmakla birlikte, edinilen bilgilere göre Paskalya öncesi 40 gün, bir tür oruç tutuyorlar: Bu süre boyunca müzik dinlemiyorlar, içki içmiyorlar, kızın evinden “No sex!” diye azarlanarak atılabiliyorsunuz vs. Dolayısıyla barlarda ve clublarda Polonyalıdan çok diğer milletlerden insanlarla karşılaşıyorsunuz. Örneğin, Varşova'nın en çok tutulan öğrenci club'larından Remont'ta geçen salı gecesi rastlaşıp çeşitli vesilelerle lafladığım kişilerin tam dökümü 5 ispanyol, 1 Amerikalı, 1 İngiliz, 1 Hollandalı, 1 İtalyan ve yalnızca 3 Polonyalıydı. Hemen her gece kulübünde açık farkla en büyük azınlığı oluşturan ve bu alanda İspanya'yla çekişen Türkleri saymıyorum bile.

Bu arada fırsattan istifade bir ulusa sesleniş konuşması yapmak istiyorum: Varşova'da Erasmus yapmakta olan bazı Türk öğrencilerin (özellikle kızların) kendilerine çeki-düzen vermesi önemle rica olunur. Lütfen Türkiye'de yapamayacağımız bazı hareketleri, en azından sırf Türkiye'de yapamadığımız için Erasmus rahatlığı altında uygulamayalım, çok rica ediyorum! Ben bir köşede elin Polonyalı kızına Avrupa Birliği muhabbeti yaparken, Türkiye'yi tanıtırken, diğer köşede farklı tanıtımlar yapmak hiç hoş değil! Ayakta duracak halimiz yokken bara-cluba girmeyelim, başımıza iş almayalım. Herşeyi tadında bırakalım, daha sonra pişman olacağımız hareketlerde bulunmayalım. Sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Yoksa umrumda değil, istesem "İtalyanım(!)" der geçerim, adım da Mussano zaten..
Pazartesi günü şehrin en ölü günü. Çoğu yer ya erken saatte kapanıyor ya da hiç açılmıyor. Eğer illa dışarıda dolanacağım diyorsanız; öğle saatlerinde Nowy Swiat'tan Old Town'a doğru yürüyebilir, Old Town'ın içindeki yerel Polish restaurantlarından birinde "lunch" yiyebilirsiniz. Old Town'ı tavaf ettikten sonra Wisla kenarında dolanabilir ya da hemen her aralığa planlı bir şekilde serpiştirilmiş parklardan birinde oturabilirsiniz. Old Town, şehrin en çok turist çeken yeri olması itibariyle haftanın her günü ve her saati size mutlaka birşeyler vaadedecektir.

Benim Pazartesi günü çizdiğim rota, Centrum Metro'da 1 aylık süresi dolan Karta Miejska'mı yeniden doldurttuktan sonra Novotel'in hemen karşısındaki, yani Jerozolimskie'yle Marshalkowska'nın kesiştiği kavşaktaki Bank Pekao Sa'dan Yapı Kredi kartımla Zloti olarak paramı çekmekle başladı. Jerozolimskie (Kudüs) Caddesi'nden Wisla tarafına doğru iki blok yürüyüp, %100 Türk sermayeli King Kebap restauranlar zincirinin Jerozolimskie şubesinin önünden tereddütsüz geçtim (ilk gidişimde çalışanlarının tavırlarından pek hoşlanmadığım ve Adana dürümden iyi bir kazık yediğim için gözümden düştü) ve Nowy Swiat'ın girişine kendimi attım. Burada önümde iki seçenek belirdi: Ya sola dönüp 36. kez Old Town'a kadar yürüyecektim ya da sağa sapıp Parlamento (Sejm) binası ve Sheraton'ın bulunduğu tarafa doğru yönelecektim. Tercihimi önce Adam Miskiewicz'i selamlayarak Old Town'a yürüyüp Restauracja Polska'da "lunch" yemek, daha sonra Basilica Katedrali'nin ve Castle Inn'in arka sokaklarından, tepeden Wisla'yı, Praga tarafını ve Euro 2012 için yapılmakta olan yeni stadı görüntülemekten yana kullandım
.
Sonraki hedefim Aleja Ujazdowskie tarafına yönelen bir otobüse atlayıp, Sheraton'ın önünde indikten sonra yürümek oldu. Macaristan, Litvanya, Bulgaristan gibi çeşitli ülkelerin büyükelçilik binalarının önünden geçip ilk bulduğum parka kendimi attım. Sağolsun ördekler de beni pek sevecen karşıladı.

13 Mart 2011 Pazar

Mutlu Bir Pazar

Bazı şarkılar vardır beni acaip yakalar... İçime hareket verip, coşkularıma motor derler. Şarkıyı dün ilk kez ve rastlantı sonucu dinlerken, bir anda, modumun volümü tavan yaptı. Hemencecik bir sürü plan kurdum aklımda... hepsi, alabildiğine coşkulu anlardan beslenmiş ve ileri bakan. Yani şarkı mahalleye baharın geldiğini haber veren konuk kuşların cıvıltısına renk katarken, bahçedeki bahar dallarının pembesini de parlattı. Deniz coşkun dalgalı ve en parlağından mavi... Güneş baharın ipuçlarını çoktandır atıyor üzerine... Sanırım Juliet'in Avalon'undan sonra beni en yakalayan ses, şarkı ve söyleyiş tarzı bu... Dolayısıyla klip. Paylaşmak istedim; bizim mahalledeki şahane pazarı.. Güneşli bir gün olsun.

8 Mart 2011 Salı

Karlar Erirken


Soğuk, ilk bir ay boyunca en büyük problemdi. Martla birlikte yavaş yavaş kırılmaya başladı. İki haftadır kar yağmıyor ve bu bizim için olduğu kadar kaldığımız hostelin alanının içinde bulunan ilkokulda okuyan minik meslektaşlarımız için de iyi bir haber. Koştururken, eskisi kadar kayıp düşmüyorlar.

Hostelle kontratımızı martın sonuna kadar uzattık. Ancak BBG evinden* ayrılanlarımız oldu. Villamızdaki Türk nüfusu 10'dan 3'e düştü. Söz meclisten dışarı; Varşova'ya indiğimizden beri bizi kompleksleriyle her anlamda yıpratan ve açıkcası Polonyalı rakipleri karşısında pek şansları da bulunmayan kızlar, daha önce tanıtımını yaptığım kebapçıdan edindikleri yardımlar sayesinde eve çıktı. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde kız öğrencilerin ev bulması daha kolaymış; bunu öğrenmiş olduk

Varşova'da kalacak yer konusunda pragmatik bir paragraf açmak iyi olacak. Burada kalacağınız yerin apartman dairesi mi, yoksa yurt ya da hostel mi olacağını öncelikle kalacağınız süreyi göz önüne alarak planlamalısınız. Erasmus hibesinden başka geliriniz yoksa ve 6 aydan kısa kalacaksanız evi hiç düşünmeyin derim ben. 3 kişinin sığabileceği, şehir merkezindeki bir dairenin aylık kirası 2350 zlotiden başlıyor. Zaten aracı bulmadan ve emlakçıya 600-700 zloti gibi bir hava parası ödemeden 6 aydan kısa süre için eve çıkmanız zor. Genelde 6 aydan aşağı evlerini kiraya vermiyor Polonyalılar. Burada Türk ticari zekası ara bir formül bulmuş tabi ki: Türkiye'den gelen Erasmus öğrencilerinin kaldığı evler genellikle bir Türk abi tarafından kontrol ediliyor. O da Erasmus süresi dolup memleketine dönen öğrencilerin yerine yeni gelen Türk öğrencileri yerleştiriyor. Böylece hem kiralama işlemi aralıksız devam etmiş oluyor ev sahibi kazanıyor; hem de bizim Türk abi depozito parasını (hatta mümkünse daha fazlasını) cebe indirmiş oluyor. Bu tezgah temkinli davrandığımız için bize sökmedi; ancak önümüzdeki yıllarda Varşova'ya gelecekler dikkatli olsunlar; çünkü yollarda maalesef “Dikkat Türk Çıkabilir” levhası yok!

Avrupa Birliği ülkesi olmak herşey demek değilmiş, bunu da gördüm. Yurt sistemi burada bizdeki gibi gelişmiş değil. Öğrencilere kalacak yer konusunda çok fazla imkan sağlanmıyor. Az sayıda uygun fiyatlı yurt var; ama çoğunun hali içler acısı. Odalarının mobilyaları eski ve mutfaklarından pis kokular yükseliyor. İyilerse boş kalmıyor. Uzun rezervasyon listeleri, resepsiyondan yurdun bahçesine yol oluyor. En son baktığımız yurdu, Türkiye'deki eğitim öğretim hayatı boyunca hiç devlet yurdunda kalmamış biri olarak bu tecrübeyi yaşamış bir arkadaşımdan değerlendirmesini istediğimde cevabı: “Yurtkur bunun yanında Novotel* kalır!” oldu. Yeri tam istediğimiz gibi, şehrin göbeğinde olmasına karşın arkamıza bile bakmadan oradan uzaklaştık.

Bu bir ay, kalacak yer konusundaki arayışlar ve özellikle güneşin batışıyla birlikte hiç zaman kaybetmeden 0'ın altına düşen hava sıcaklığı yüzünden maksimum verimli geçmedi. Neyseki hiç para kaptırmadım ve tüm alternatifler arasında, şehir merkezine uzaklığı dışında en iyi opsiyon olan mevcut hostelim Jazz-POL'de kalmaya devam ediyorum. Bardağın dolu tarafında biriken diğer gelişmeler ise bir şekilde muhabbet edilen onlarca insan, hemen hemen hepsine girip çıkılan undergroundlar ve Varşova'nın sokaklarının bir çok kez tavaf edilmesi... Artık yavaş yavaş Varşova dışına çıkma zamanı geliyor. Polonya dışındaki ilk durak ise hem yakınlığı hem de Erasmus bağlantıları göz önüne alındığında Litvanya gibi duruyor.

Erasmus'un tadını ders anlamında aldığım pek söylenemez. Haftada 1 ya da 2 gün dersim oluyor ve onlar da İngilizce seviyesi bizden çok da farklı olmayan hocalarımız Marcin ve Natalia sayesinde genelde laklakla geçiyor. Onlar bizle, biz de onlarla konuşup karşılıklı olarak İngilizcemizi geliştirmeye çalışıyoruz diyebilirim.

Bu hafta okulun rektörü bizimle buluşup sohbet etti. Daha önce Antalya'ya tatil için geldiğini ve Türkiye'yi çok gelişmiş bir ülke olarak gördüğünü söyledi. Bir ara aramızdan bir yüksek lisans öğrencisinin derdini yeterince anlaşılır anlatamaması sonucu gerilen ortamı toparlamak bana düştü. Ülkemin gururunu kurtarmış olmanın verdiği bu gaz beni günün sonuna kadar bayağı idare etti: Kamu hukuku hakkında yazması gereken tezin konusunun İslam ülkelerindeki kamu hukuku olacağını söyleyen yüksek lisansçıyı, rektörün şeriat üzerine tez yazacak gibi anlaması üzerine gerilen ortamı, diğer İslam ülkeleriyle Türkiye'nin arasında büyük farklar bulunduğunu ve Türkiye'nin laik bir devlet olduğunu belirterek yumuşattım ve Varşova'da bile Türk muhafazakarlarla Kemalistlerin çarpışabileceğini görmüş olduk. Bu da işin şakası tabi ki..


*BBG Evi: Geçtiğimiz günlerde başımıza gelen komik olaylar sonrası kaldığımız yere bu ismi verdik. Olaylar ne miydi? Bir sonraki yazıya..

*Novotel: Varşova Centrum'da bulunan şehrin en lüks otellerinden biri ve paramız kalırsa bizim ekip son gece orada kalmayı düşünüyoruz. Otobüse hergün onun önünden binip inmemiz, onu şimdiden Erasmus'umuzun simgelerinden biri yaptı.

1 Mart 2011 Salı

O Gün Kader miydi Yoksa İlahi Bir Adaletin Tecellisi miydi

Yazma konusunda bir tembellik sürecine girmemiş olsaydım, muhtemelen aile tarihimize not düşmek adına, çok önceden yazmış olurdum bu yazıya konu olan rastlantıyı... Bugünden baktığımda rastlantı dediğim o anı, hayatın tatlı bir ironisi olarak görüp, başka bir halin tercümesi olarak tanımlıyorum.

Bir kaç gündür kafamda şekillenmiş bir iki yazı vardı. Yürürken, iş için bir yere seyir halindeyken, yazmayı düşündüğüm konularla ilgili "maşşallah" derya gibi akan cümlelerin gazıyla tamam diyordum, yarınki yazım hazır... Zaman içinde şunu da halledim, bu da aradan çıksın diye spontan bir şekilde sıraya koyduğum ufak tefek işleri hallettikten sonraya ertelediğim yazma keyfine geldiğinde sıra, tembelliğin cazibesi aklımı başımdan alıyor, "aman sonra yazarım"ı kendime siper edip, arkasına saklanıyordum.

Fakat Necmettin Erbakan'ın ölümü, kendi tarihimize not düşmek adına, aslında daha önce yazmam gereken bir olayı gündemime oturttu ve yazmak; özellikle geçmişi ailenin yarınına taşıyacak çoluk çocuk takımı adına elzem oldu. Olur a içlerinden biri bir gün yazar olmaya karar verir. Elinde irili ufaklı malzemeleri olsun, alsın hikayelerden hikayeler kurgulasın isterim.

Bundan epey bir süre önce; kesin tarih için tembelliğim sağı solu kurcalamaya pek varmadığından, diyeyim 14-15 yıl önce, benim pek çok yazıda altını "en amcam" diye çizdiğim amcam, şu meşhur melun hastalığın karaciğerine isabet etmiş olması dolayısıyla, özellikle ikimiz açısından -uzun bir suskunluk dönemini de göz önüne alınca- birbirimize söylenmemişlerin büyük bir keyifle söylendiği, böylesine berbat bir hastalığı ve herkesin malumu sonu bekleyişi keyifli bir hale getiren ve üzerine pek de güzel bir roman yazılabilecek, yaklaşık 3 aylık, iş-güç nedeniyle ufak aralıklar verilmek zorunda kalınan nehir sohbetler sürecinin sonunda öldü. Özellikle benim için çok özel olan "en amcam"; önceliği zirai kesimlere, özellikle köylülere kaynak yaratmak olması gereken bir bankanın, gençlik yıllarında müfettişliğini, daha sonra evlenip de yerleşik düzene geçince "ülkenin orası neresi ben gitmem" demeksizin, bir çok yöresinde şube müdürlüklerini yaptı. Onun sayesinde biz de yaz tatillerimizde ülkemizin özellikle doğu ve güneydoğusundaki pek çok kentini gezme şansına sahip olduk. Son derece birikimli bir amca ile o kentlerin ücralarını gezmenin, doğru bilgilenmenin; onun özellikle kırsaldaki insanlarla kurduğu samimi dostlukların kır sofralarında oturmanın keyfini çokca yaşadık... Pek çok da maceramız oldu amca sayesinde: Mesela Kars'ta arabamızın dört lastiği bir gece bankanın kapalı garajındayken kesildi. O lastiklerden ikisine yenilerini bulamadığımız için dikiş attırmak zorunda kaldık. O lastiklerden biri yolda balon etti, bir anda araba jantın üzerine düşüp sağa sola yalpalamaya başladı. Üç kardeş, anne babadan oluşan ailemiz, babanın usta şöförlüğü ve soğukkanlılığı sayesinde ölümün eşiğinden döndü. O kadar korkmuştum ki gözüme inen kan uzun süre orayı terk etmedi. Aslında o yılki yolculuğu özellikle rekor derecedeki lastik problemleri ışığında, başından sonuna yazmak gerek; içine olağanüstü Kars, Muş, Bingöl, Bitlis, Tatvan ve uzaktan uzağa görülebilen Aras'ın öte yakası ve Erivan manzaralarını ve çok özel, şaşkınlığa neden olan ilginç insanları ve öykülerini de katarak..

Amca Malatya'da görev yaparken, daha sonra bir suikast sonucu ölen ülkenin en önemli aşiret reislerinden Hamido tarafından olmadık tehditler almadı, olmadık şeyler gelmedi başına, başımıza.. Sebepler hep aynıydı: Bir takım siyasi partilere, siyasetçilere, başbakanlara sırtlarını dayayarak bu ülkenin yoksuluna, köylüsüne, çiftçisine gidecek kaynakları -kitabına uydurarak- kendi paraları gibi kullananan tüccar insanların musluğunu kesip, kaynakları gerçek sahiplerine doğru akıtıyor olmasıydı... Ülkede iktidarlar değiştiğinde, özellikle yönetim erki sağ iktidarlara geçtiğinde, ağırlıkla Erbakan'ın MSP'sininde ortak olduğu Milliyetçi Cephe dönemlerinde, devlet bankalarından sorumlu bakanlıklar onlarda olduğundan mutlak bir sürgün yerdi.

Darbenin hemen önündeki dönemde, mevcut iktidar tarafından görev yaptığı ve iktidara çok yakın Hamido'nun ili Malatya'dan alınıp, genel müdürlükte baş müfettiş olarak kızağa çekilmişken; darbenin ardı günlerde kendisinden bir albay vasıtasıyla banka hakkında ayrıntılı rapor isteyen 12 eylül cuntası tarafından da "evet bu bankayı çok iyi biliyor ama solcu" denilerek ve tehlikeli addedilerek haksız yere, onca emeği görülmeksizin resen emekli edilmişti. İki çocuklu bir aile babası olarak, o yaştan sonra kapı kapı dolaşıp kitap satmaya başladı, onca emek, genel müdürlüğe taşınacak onca parlak kariyer bir anda yerle bir oldu. Aslında en amcayla ilişkimiz üzerine daha önce de dediğim gibi; onun yaşamını fon yaparak gerçekten bir Türkiye dönem romanı yazılabilir; ülkenin yoksul dönemlerine ait olağanüstü siyah beyaz fotoğraflarla birlikte.

Biliyorum yine alıp başımı gittim. Şu hazzın altını çizmeden yazıyı kesemiyeceğim ama; olur a bu tembellik halinden bir türlü çıkamam ve konu üzerine bir yazıyı daha sonra asla yazamam... Amca bekar ve gençken Samsun'a teftişe geldiğinde, bankanın ana binasına entegre ve arka tarafında kalan misafirhanesinde, müfettişlere tahsis edilen lojmanda kalırdı. Biz küvetle ilk kez orada tanıştık. Samsun'da olduğu sürenin haftasonlarında beni ve küçük kardeşimi alır, o lojmana götürürdü; o ara babamla küs idiler ama bu hiçbir şekilde evimize gelmesine, bizim onunla görüşmemize engel teşkil etmiyordu. Biz masal bir aileydik, küslükler bile birbirimize olan sevgimizi, saygımızı azaltamazdı. Sobalı ve banyo kazanlı bir evden bankanın kaloriferli ve sıcak sulu lojmanına geçmenin lezzeti kelimelerle anlatılamaz. Amca küveti doldurur, kardeşimi ve beni sıra ile o küvette müthiş bir titizlikle ve kelimenin tam anlamıyla köpük köpük yıkardı. Ertesi gün şehrin en güzel ve Cumhuriyetle yaşıt lokantası Cumhuriyet'te şahane bir yemek yerdik. Bizzat mutfağa girer, gurme edalarıyla kuzinelerin üzerindeki yemekleri tek tek inceler, öyle seçer ve afiyetle yerdik. Yaşama sanatını bize en amca öğretti, ya da şöyle desem daha doğru olur: Ailenin her büyüğünden birşeyler öğrendik, amca bunların kalite çıtasını yükselten kişi oldu.

Pazar günleri bomboş bankadaki odasında o raporlarını yazarken, ben şimdi bir ucubeye döndürülmüş olan klasik Ziraat Bankası mimarisine haiz o muhteşem binanın koridorlarında koşturup çocukca oyunlar oynar, kendimi Atatürk'lü filmlerde oraya buraya koşturan Ülkü gibi hissederdim. Farkındayım ki ben, geçmişte bir anın içine girdim mi, artık yazmaktan öte bir boyuta geçiyor ve birebir yaşıyorum anları... Bu yüzden daha fazla uzatmadan bugüne dönüp klavyeye dur demem ve aslında bu yazıya sebep olan "güncel" konuya geçmem gerek.

Hani amca öldü demiştim ya yazının baş tarafında.. Amca ölünce cenazesini eve yakınlığını da göz önüne alarak Kocatepe'den kaldırmaya karar verdik. Günlerden Cuma idi... Biz, musalla taşına koyulmuş cenazemizin başında bekliyorduk. Caminin kalabalığını, sivil, kulaklı ve de gözlüklü polislerin varlığını Cumaya yormakla meşguldük. Çatılara yerleşmiş keskin nişancı özel harekat polisleri pek gösterişli duruyorlardı. Havada helikopterlerin fır döndüğü bir anda caminin ön tarafında bir hareketlenme oldu. Kalabalık bir koruma grubunun ortasındaki dönemin başbakanı Erbakan, koruma prosedürlerinin gereği bir hızla ve etrafındaki etten duvarla birlikte caminin avlusundan girdi. Aynı kalabalık grupla birlikte namaz için camiye yöneldiler. Biz durumu anlayıp da bu hengameye eleştirel göndermeler yaparken; namaz bitip cemaat dışarı çıktığında, Başbakan Erbakan ve etrafındakilerin bizim olduğumuz bölüme yöneldiklerini gördük. Erbakan'ın herbirimizin elini sıkarak bize başsağlığı dilemesini bir türlü anlamlandıramadık. Gerçi yıllar önce Bülent Ecevit'in amcamın kayınpederinin ölümü üzerine bizim evi arayıp başsağlığı dilemesini ve bu konuşmanın annem ile yapılmış olmasını nesillerdir kelimesi kelimesine anlatıp dururuz; yani başbakan ilgilerine bir alışkanlığımız da vardır. Bir gün birileri amcama sen öldüğünde tabutunun başında Erbakan olacak deseler, hiç ölmemek için elinden geleni yapardı şüpheniz olmasın... Ama bu kader miydi, ya da ülkesi için bir ömür tüketmiş, haktan adaletten bir milim ayrılmamış, elindeki olanaklar yüzünden onu satın almak adına yapılmadık şey kalmamış, hepsini elinin tersiyle itip adalete teslim etmiş idealist bir bankacıya, kendilerinin ve 12 eylül cuntasının yaşattığı zor günlerin iade-i itibarı mıydı bunlar bilmiyorum.

Bildiğim şu ki; amcamın cenaze namazını, bizzat dönemin başbakanı Erbakan kıldırmıştı. Amcam bir başbakanın cenaze namazını kıldırmış olmasından mutlu olabilirdi. Ama bunun en muhalif olduğu kişi olmasından haz eder miydi? Kesinlikle elinin tersiyle iterdi. Yoksa kader denen şey bu mu idi... Elbette Erbakan oraya bizim için gelmemişti, hemen yandaki tabutta onların dava arkadaşlarından biri yatmaktaydı. O gün, onun için oradaydılar. Ve her anlamda muhalif olduğumuz bir siyasetin temsilcisi o gün orada en insan, en sıcak, en samimi, en sevimli yüzüyle namazın sözcüklerini telafuz ederken yüzüme bakarak, merhumun adını sormuştu ve duasının içine yerleştirmişti onun adını. Hakları helal ettirmişti tüm kalabalığa... O gün gördüğüm "insan hali" tüm önyargılarımı yıkmıştı. Sanırım siyaset, ona özgü hırs ve kimya başka bir şey... Keşke siyasetin içinde insan haliyle kalabilse herkes... Ben o yanın tanığıyım. Oradan bakıyor ve tüm öte yanları görmezden geliyorum bugün.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP