27 Aralık 2022 Salı

La Paragas Yılın Sinema Gecesini İftiharla Sunar

Hevesli aynı zamanda da pek heyecanlıyım. Tıpkı kreması müthiş bir pastanın son lokmasını bekletmek gibi akşamı zor ediyorum. Afişle aramızda müthiş bir iletişim var. Her zamanki gibi filmle ilgili tek bir yorum cümlesi dahi okumuyorum. Ve film öncesi için ritüellerim hazır. Aslında film çıkışı kutlama tadında yaşamak istesem de onları; filmin süresi nedeniyle çıkışımdan en fazla beş dakika sonra, kapanma anonsunun yapılacağını biliyorum. Ve AVM'nin yılbaşı için abartısız bir zarafetle hazırlanmış haline bayılıyorum ki kuzeyli havası baskın ve etkileyici. Dev çam ağacı ise pek yakışıklı. Yani mutluyum, trende de ayaklarım yerden kesikti, şimdi, şu an AVM'de dolaşırken de.

O halde önce biletimi almalıyım!

"D-3 lütfen..."

Avatar rüzgarının ardından yeniden salon 6'da olmak yılın son filmine çok yakışıyor. Aslında salonu kapatmış olmalılar ve sanki La Paragas'ın sinema yazarı için özel bir gösterim bu!


Elbette yazarımız bu zarif davranış karşısında üzerine düşeni yapıyor ve spot yazıda belirtildiği üzere bu kez Cookshop'un dış kısmındaki soluk alan masalardan birine oturuyor. Bu onun tercihi. Ancak yine okurlar spot yazıdan hatırlayacaklardır ki Mangolia olsa da masada, yine bir eksikti o masa. Çünkü yazarımız bir önceki yazıda kurduğu ve spot'a da alıntılanmış cümlelerinde şu ifadeleri kullanmıştı:

"Yürüyen merdivenlerde ve en üst kattayım. Cookshop romantik ışıklandırmasıyla ve boş masalarıyla aşağı kattan bana bakıyor. Yalnız... ve yalnızlığına bir ortak arıyor. Sert bir Amerikano ve Magnolia düşlüyorum."



**

Siyah kıyafetini siyah türbanıyla tamamlamış, sıcak ve gülen bir yüzle genç kız yanaşıyor masama, bu zarif ve abartısız tavrıyla ortam o kadar güzelleşiyor ki anlatılır gibi değil, doğal olarak o sıcaklık andaki tebessümle birlikte kelimelere de yansıyor.

"Bir nutellalı Magnolia lütfen."

"Amerikano'yu karton bardakta mı veriyorsunuz?"

"Hayır, fincanla"

"Bir de Amerikano lütfen"


Vaktim var, usul usul, tadına vara vara ve yudum yudum keyfini çıkarıyorum ânın. Olağanüstü bir hafiflik var üzerimde, şekersiz kahvem istediğim sertlikte. Milan Kundera'nın bayıldığım kitabının adına bir gönderme yapmanın tam yeridir. Bu bir yeni yıl ve yeni beklentiler sevinci midir bilmiyorum ama var olduğumu dayanılmaz bir hoşluk içinde hissediyorum. Yeni yılı karşılarken iş bazında da çok verimli geçen 2022 yılını ise sevgiyle sarıp sarmalıyor, kendisine teşekkürlerimi şimdiden sunuyorum. Filme çok az süre kaldığını fark ediyorum, tatlı ve kahveyle geçirdiğim çok hoş zamanın ardından; ödeme için içeri geçiyor, dönüşümde gülümseyen genç garsonuma teşekkür ediyor ve yeni yılını kutluyorum. Yürüyen merdivenler, sinema katı, sinemanın yürüyen merdivenleri ve koltuğumdayım.

Çok kısa fakat enfes, karlı bir açılış sahnesi; bir küçük çocuk ağaçların arasından, yaprakların üzerinden kısmen karlı bir yamacı iniyor.

Müjde gibi!..

Başlaması ile belki de bir dakikayı bulmayan sürede bitmesi bir oluyor sahnenin, şaşırtıyor ve siyah zemin üzerinde jenerik akmaya başlıyor ve sonra sahne kaldığı yerden devam ediyor.

Küçük oyuncu Rudi'ye yani gerçek adıyla Mark Blenyes'e dikkat ve de annesine de (Macrina Bârlădeanu-Ana)! Ayrıca ekmek fabrikasının patroniçesi Orsolyo Moldovan- Mrs Dénes'e ve de bir odun karakteri çok başarı ile canlandıran Marin Grigore- Matthias'a...

Romanya'nın Transilvanya bölgesinde çok şirin bir köydeyiz. Halkı çok şeker. Kozmopolit bir nüfus ve filmin adında simgeleşen Romence, Macarca ve Almanca olmak üzere üç farklı dilden ve kökenden insanları var. Bir de ekmek fabrikası var ki çapına bakınca köye fazla; biri patroniçe olmak üzere iki çok tatlı kadın tarafından yönetiliyor ve filmin ana karakterlerinden ikisiler; hedefleri büyük.


Üç yabancı'yı fabrikada işe alıyorlar, film genelde iş gücü ve onun göçü üzerine de düşünceler, daha doğrusu durumlar ve eleştiriler ortaya koyuyor. Seyirci çoktan oralı oldu, benimsedi ve sevdi. Her şey yolundayken köy halkında eleştirel ve yabancı düşmanlığı içeren tavırlar gelişiyor.

Filmin ana temalarından biri de bu diyebiliriz!

Film 16+ ibaresi taşıyor, diyaloglar -sadece seks sonrası çıplak bir anda- edepsiz ancak şimdiki çocuklara bakınca gerek var mıydı ki sorusunu da akla getiriyor!..

Ancak iki kişilik çıplak andaki diyaloglar enteresan ve kadın karakter Judith State -Csilla pek hoş; birikimli ve bağımsız haraket edebilme kabiliyeti yüksek ve tutarlı bir genç kadın. Duruma hakim! Filmin etkili karakterlerinden, çello çalıyor, dört dil konuşabiliyor, sıcaklıkla sert ve tavizsiz bir tavır arasında kolay ve bilinçli bir geçişkenliği var ve gerçek bir güç gösterisine sahip. Gerçekten de o performansı filmin zirvelerinden biridir ve elbette Macar Dansı hem onun çellosuyla hem de köyün yerel grubuyla filmin bir anına damgayı vuruyor.

Kilisede başlayan sonra başka bir mekâna, muhtemel ki köyün toplantı salonuna taşınan ve yabancı karşıtları ile karşıt olmayanlar arasında hedefi yabancılar olan bir tartışma var ki enfes; yaklaşık 15-20 dakika sürüyor ve akış, oyunculuk ve oyuncu yönetimi muhteşem.

Çok keyif alarak ve soluksuz izlediğim, düşündüğüm, fikirlerimi gözden geçirdiğim ama bizim kızlardan taraf olduğum bir süreç yaşıyorum film boyunca ve net bir karar olarak diyorum ki: Cristian Mungiu enfes bir film yapmış. Oyuncu seçimleri ve yönetimleri muhteşem, sımsıcak. Bir film izlemediğimi, bizzat kitleye dahil olup yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Ve final jeneriğindeki müzikler!.. Bu kez son notaya kadar koltuğumda çakılı kalıyorum. Filmin tadı damaklarımdan sızıyordu zaten... Doğa muhteşemdi, izlediğim küçücük bir köyde kocaman ve ilginç karakterlere sahip, doğal, kasılmayan ama bence görkemli bir filmdi. jenerik akarken çalan ilk şarkı ki yabancı gelmeyecek, aşağıda, diğeri bir Romen şarkısıydı ki nasılsa bulurum diye düşünmüştüm. Gördüm ki IMDb'de de bile müzikle ilgili tek bir veri yok. Bir muhabir olarak anladım ki yanımda kalem kağıt da taşımalıyım!

Ve son sözümüz odur ki:

Laparagas.blogspot.com'un bu yılın en iyi filmi ödülü:

Goes to R.M.N.




23 Aralık 2022 Cuma

Ukde İdi

18 Aralık...

Bir sinema akşamının ve enfes bir filmin tadı damaktayken...


 


*
........

Yürüyen merdivenlerde ve en üst kattayım. Cookshop romantik ışıklandırmasıyla ve boş masalarıyla aşağı kattan bana bakıyor.

Yalnız...

ve yalnızlığına bir ortak arıyor.

Sert bir Americano ve Magnolia düşlüyorum.

O ara bir anonsu duyuyorum.

AVM kapanıyor.

Gözlerim bir umut Cookshop'un tekbaşılığında.

Yürüyen merdivenler duruyor, ışıklar birbir sönüyor.


***

Bir kaç gün sonra...



Yeni Film,  Magnolia,


ve sert bir Americano ise pek yakında!


20 Aralık 2022 Salı

Bir Claire Denis Resitali: Öğle Güneşinde Yıldızlar

Bu filmi mutlaka izlemem gerekiyor çünkü güçlü referanslarım var ve köklerini tümüyle benden alıyor. Kısa süre önce izlediğim Juliette Binoche'lu Bıçağın İki Yüzü ve ona yazdığım yazıda kazıyarak kullandığım " Ama... ahh o filmin müzikleri işte!" cümlem...

Ve dahası...


“Kitaptaki gibi ben de aşka, yiyip bitiren ve kör eden bir cinsel çekime dönüşen tesadüfi bir karşılaşmayı anlatmak istedim; tıpkı kitaptaki gibi filmde de ülkeyi sarsan şiddet yalnızca uzaktan görülebiliyor,”

diyor, Claire Denis.

Daha ne desin?!

Bu altını çizmişliğine rağmen film sonrası göz attığım pek iddialı yazılarda tümüyle ideolojik referanslarla filmin yerden yere vurulduğunu okuyorum.

Ve tabii ki ahh biz solcular demekten kendimi bir kez daha alamıyorum. Tabii ki derin ideolojik birikimimizi ben neymişim abi tadıyla göze sokmamız gerekiyor!

Oysa ben filmi ilk andan itibaren bu gözle okumuyorum. Claire'in de böyle bir derdi yok zaten. O aşkı ve onun yancısı cinselliği öne çıkardığı, referansı olan romanın istediği bölümlerini aldığı, romandaki zamanı evirdiği ve onları pandeminin koşulları ile beslediği, elinin hamuruyla yoğurduğu, olayın siyasal boyutunu fon olarak kullandığı, aranırsa kusurları da olan ve bence şahane bir duygu filmi ortaya koyuyor...

Ama gel de sen bunu bazı insanlara anlat!

Onun, Claire'in yani, bu filmdeki meselesi aşk! Önce bunu içselleştirelim, sonra istersek macera ile soslanmış filmi anlayalım, sonra da gerek görürsek ve böyle bir ihtiyaç varsa filmi o dağlara taşlara yazılası entelektüel birikimimizle kendimizi yora yora tartışalım.

Ama buna gerek var mı?


Yok demiş ki Claire, Nikaragua devrimini -kendi- ya da okumadığım ve dolayısı ile aslını bilmediğim romandaki bakış açısıyla yerleştirmiş ve içinde farklı görüşlerin, farklı bakış açılarının olduğu bir öykü yaratıp, onu akıcı bir maceraya evirip fon yaparken aslında -bence- heyecanı aksiyonla diri tuttuğu ama özünde bir aşk filmi yapmış.

İyi ki de yapmış, ellerine sağlık.

Laf aramızda salonda benim dışımda bir kişi daha vardı ama sanırım bir fikri yoktu ve beklentileri farklıydı; filmde hayal ettiklerini başı dışında pek bulamadığı için de arada çıktı.

Nikaragua sanarak izlediğimiz coğrafya ise aslında Panama'ymış ki bunun da zorunluluktan kaynaklı olduğunu düşünerek hiç bir sakınca görmedim; zaten Nikaragua sanarak izlemiş, Sandinistaları sıradanlaştırdığı için de kızmıştım Claire'e! Elbette devrimi yapanlarla şimdikilerin hiç bir alakalarının olmadığını bilerek ve geçmişin, o güzel yılların romantizmini derinlerimde hissederek. Ama özlemeyerek!

Ve bir Claire Denis filminin, o kadın duyarlılığının bu filmde de kullanıldığı, Tindersticks elinden çıkmış müzikleri!

Al sana romantizmin dibi...

Aksiyonlar içeren bir kaçış, rastlanılan bir yabancı. Muhteşem, çarpıcı, şaşırtıcı, sürpriz bir final sahnesi.

CIA usulü ters köşelere hoş geldik...

Geldik de o hoş duyguları hangi köşeye atalım?

Tropik yağmurlar... Yeşilliklerin üzerinde pırıl pırıl damlalar... Metruk bir binada uyku.

Sevdiğine yorgan olmak.

Söz yok.

Doğa, yağmur damlaları ve enfes üstü bir final parçası; muhteşem bir yorumla! Belli bir yaşın üstündeki herkesin anılarında yer bulduğu kesin; bir klasik, olmazsa olmaz bir dans müziği... La Cumbarsita. Ve muhteşem performansı ile üzerine kurulmuş filmi alıp götüren Margaret Qualley, yani Trish; muhteşem oyunculuğu ve muhteşem bir karakter yaratımı ile...

Ve Nikaragualı Yüzbaşı!

Bir veda ânı.

Aşk tek kelime etmeden bu kadar mı güzel anlatılır Yüzbaşım!

O ânı şefkatsiz bırakmayan bir duruş ve tek bir cümle, Trish'den.

Yakışır ki filmin finaline çok yakışıyor.

Bir kez daha jeneriğin son cümlesi geçene kadar koltuğumda kalıyorum. Işıklar yanmıyor, jenerik akarken karanlığa enfes bir müzik eşlik ediyor. Ve ışıklar son derece yumuşak bir edayla salonu aydınlatmaya başlıyor. Sırt çantam yerini alıyor. Usul adımlarla çıkıyorum, bagajım dolu. Yürüyen merdivenlerde ve en üst kattayım. Cookshop romantik ışıklandırmasıyla ve boş masalarıyla aşağı kattan bana bakıyor. Yalnız... ve yalnızlığına bir ortak arıyor. Sert bir Americano ve Magnolia düşlüyorum.

Kimbilir, belki geçmişin izlerinde dolaşırım...

O ara bir anonsu duyuyorum.

AVM kapanıyor.

Gözlerim bir umut Cookshop'un tekbaşılığında. Yürüyen merdivenler duruyor, ışıklar birbir sönüyor.

Bir kadın sesi adımı söylüyor. Sese dönmeye fırsatı anca bulmuşken kolları boynuma dolanıyor. Bir kaç metre ötemizde yere atılmış alışveriş torbaları. Bir genç kız ve oğlan gülüyorlar. Çocuklarım diyor, 19 yaş tazeliği ile. Aradan geçen 40 yıl... Şimdi zaman sıfır. Çocuklarıyla tanıştırıyor. Görüşelim diyor, İstanbul'da yaşıyor.

Vapurdaki kız aklıma geliyor.*

Şimdi üst geçitteyim.

Ve şimdi trende...






*Kadıköy Vapuru'nda Bir An

18 Aralık 2022 Pazar

Kurak Günler Ama Hiç De Kurak Olmayan Bir Film

Bir ikilemdeyim.

Film vizyona girdiğinden beri...

Aslında bir çifte kavrulmuş planım var ancak iki film birdenin diğer filmi bir türlü vizyona girmiyor. Bir başka filmin afişi asılıyor ki o da canıma minnet; kesin görmem gerek; ancak çifte kavrulmuş yapmam zor. Çünkü bu kez ve ilk kez, ve muhtemelen Avatar: Suyun Yolu yüzünden iki Başka Sinema filmi, aralarındaki mesafe epeyi uzak olan iki ayrı AVM'de.

Enn Sevdiğim Kadın telefonda. Çok hoş bir sohbet. Cıvıl cıvıl. Sinema fikrimden ve iki filmin ayrı yerde olması nedeniyle birini tercih edecek olduğumdan söz ediyorum. O ise Kurak Günler'i mutlaka izlemem gerektiğini söylüyor. Ben yönetmeni tanımıyorum ama o diğer filmlerini de izlemiş, ısrarla filmi görmem gerektiğini söylerken ipuçları da vermiyor.

Ona canım feda, dün sabah 11 seansı için hazırlanıyorum. AVM bana yakın, trenle 5 durak sonra. Sabah saat dokuzbuçuk civarı kahvaltımı Sembol'de su böreği çay şeklinde yapıyorum ve trendeyim. Fotoğraf makinesi almadığımı fark ediyorum. Şimdi AVM'nin giriş merdivenlerindeyim ve merdiven basamaklarının iki yanında kocaman saksılarda pembe beyaz şeklinde sıralanmış çok hoş çiçekler yılbaşı geliyor mesajı veriyorlar.

Eksik fotoğraflar haneme bir çentik daha.

Güvenlikçi genç kızla günaydınlaşıyoruz ve klasik sinema alışverişi için Migros'a giriyorum ancak dolapta Max yok ve onun yerine Zero alıyorum. Terastayım. Vaktim olsa David People'da olacaktım. Tüm bunlardan önce biletimi almak için gişenin önündeyim.

Genç adam yaş indirimli bilet uyarım sonrasında kimliğimi görmek ihtiyacı duyuyor. Buna sevinmeli miyim? Ona ufak bir ders vermekle yetiniyorum. Tavrın hoş olmadığının altını onu üzmeyecek şekilde, gülümseyerek hatta göstermiyor muyum diyerek çiziyor ve nedenlerini tek tek anlatıyorum! Antrakta promosyon mısırımı alırken sözlerimi kulağına küpe yaptığını anlıyorum. Çünkü kimlik sormasının ardından ben senin patronun olsam diye başlamıştım...


Film muhteşem ve son derece akıcı, kamera açıları sert, yer yer havadan çekimler ve aksiyonel bir açılış sahnesi ile başlıyor ve beni benden alıyor. Mekân seçimlerine ve özellikle seçilen kasabaya bayılıyorum. Oyuncu Selahattin Paşalı'yı tanımıyorum, yönetmen ve senarist Emin Alper'i tanımıyorum. Kasabaya atanmış genç ve yeni bir savcı, Emre. Siyaset üzerine kurulmuş bir film ancak bu hissi koyulaştırmadan insan hikâyeleri ve memleket halleri üzerinden yürüyor. İdealist savcı tongaya fena basıyor ve farkında değil. Kumpasın âlâsı! Oyunculukları ve filmin ritmini çok beğeniyorum. Fakat yönetmen! "Abi bu nasıl bir beceridir?" diye sormak istiyorum; iki nedenle. Çünkü filme bir giriyorum ki hep oradayım, yani filmin içinde. Koltuğumun boşluğuna sanki perdeden bakıyorum. Öyküye öyle kapılmışım. Sanki tek kamera açısı ile çekilmiş bir film bu. Hiç bir geçişi fark edemiyorum, nefes alışım bile adeta filmin kontrolünde; o derece akıcı ve yakaladığı izleyiciyi içine çeken, merakı diri tutan ve onu dışarı hiç bir koşulda bırakmayan, sürükleyen bir hikâye ve kurgu.  Bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum akşam. O da aynı şeyi söylüyor ve bunun tek bir sahnede bozulduğunun altını çiziyor ki ben onun da farkında değilim.


Filmde bir yerel gazete ve doğal olarak da gazeteci var. Güvensem mi güvenmesem mi ikilemindeyim film boyunca. Savcım da benden farklı değil. Film polisiye tadında bir güç savaşı olsa da başlangıçta bunu pek hissettirmeyen insan hikâyeleri sanki. Hiç bir şekilde popülizmin kaymağını ekmeğine sürmüyor, dolayısıyla bunu izleyiciye de ikram etmiyor. Doğal bir akış içinde bir gerçeklik olarak yaşatıyor. Taraf olmaksa izleyenin dünyaya ve siyasete bakışıyla ve kendini konumlandırdığı yerle ilgili. Ben tüm film boyunca hep insan odaklı izledim; çünkü ötesi bildiğimiz ve ülkemiz açısından olağan işlerdi; lakin yine de sürüklendim ve taraf oldum.

Ve filmin final sahnelerinde nefesim kesiliyor. Figürasyonun özellikle kalabalık sahnelerdeki yönetimini çok takdir ediyorum.

Pekmez rolündeki Eylül Ersöz'ün oyunculuğuna bayıldım. Görüntü yönetimi yukarıda altını çizdiğim gibi beni benden aldı ki görüntü yönetmeni Christos Karamanis'i ayrıca alkışlamak isterim. Hakim hanımda Selin Yeninci bir Türkiye gerçeğinin altını çizerken rolünde çok başarılıydı. Bense bilet indirimim artı her bilet alana verilen ve %20 indirim sağalayan Baydöner promosyonumla, güzel havanın ve çok başarılı bulmasam da yediğim dönerin, daha çok da anın ve gittikçe kalabalıklaşan AVM'deki hareketin tadını çıkarıyordum.

16 Aralık 2022 Cuma

Ayaklarımı Yerden Kesen Camdan Süzülen Güneş Mi?

Kardeşe, "Sabah beni berbere bırakabilir misin?" diyorum. "7:30'da aşağıda ol," diyor. Krize dayanamayan berberim uzun bir yokuşun epeyi yukarı bir noktasından girilen sokaktaki küçük bir dükkâna taşındı. Başta yadırgadım ama sonra bulunduğu coğrafya hoşuma gitti. Üstelik minik ve bir mimarın adı verilmiş şirin bir de park var, havalar sıcakken oturup kitap okumuştum.

7:30'da aşağıdayım. Hava kapalı ve soğuk. Üstelik 9'dan önce açmıyorlar dükkânı. Buna seviniyorum bir yandan, kocaman bir cami var bölgede; onun merdivenlerinden çıkılan, aynı zamanda üst ve yan sokaktan da girilebilen, içinde bir çay ocağı, alana serpiştirilmiş masalar olan minik ağaçlı, sarmaşık güllü, park tadında keyifli de bir alan. Kahvaltı yapmadan geliyorum çünkü yokuşu tekrar çıkmak gerekse de biraz aşağıda şahane bir fırın-pastane var. Kardeşle vedalaşınca doğrudan oraya yürüyorum.

"İki kol böreği; biri kıymalı diğeri peynirli lütfen,"

"Bir de şu üzerinde toz şekerler olan içi kakaolu ay şeklindeki milföy pastadan lütfen."

Çay ocağının olduğu kısıma doğru yokuşu yürüyorum. İçeri geçip bir büyük çay lütfen diyor, yağmur izleri olan dış masalardan birine oturuyorum. Çayımla birlikte böreklerin peynirli olanından başlamışken ve işi ağırdan alırken ana caddenin yokuşunu inen bir Patpat'ın, yokuşu çıkıp sol sokağa dönmeye niyetlenen araca fren yapmasına rağmen ve ıslak olduğu için yerler çarpması ile birlikte herkes olay mahalline yürüyor. Sonra ambulans, ardından polis derken, halkımızın olay yorumlarının yanı sıra hukuk bilgilerini de dinlemek durumunda kalıyorum ve ikinci ama bu kez küçük bir çay istiyorum.

Sırt çantamda biri bitmek üzere olan iki ince kitap var.

Bir iki çevre turu daha atıyor, berberin tam karşısındaki bahçe duvarına oturuyorum ve sonra berberim görünüyor. Elinde kahvaltılıkları var. Tüm ısrarlarıma rağmen önce saçlarım kesiliyor; teşekkür ediyor, ellerine sağlık deyip hayırlı işler dileyerek bu kez eve doğru yokuşu inmeye başlıyorum. Ayaklarım kısmen yerden kesik. Dün akşam enn sevdiğim kadın arayınca uzun uzun ve çok keyifli konuştuk, bir sürü şeyden ve vizyondaki filmlerden bahsettik ki o Kurak Günler'in altını sürekli çizdi, ısrarla önerdi. Ona bir süredir hayal ettiğim bir planımdan söz ettim. Dedim ki bir kaç gündür fikrim dürtüyor beni, bir dahaki haftasonu, masayı salonun denize bakan Fransızına kuralım, balıkçıya balık, salata, kalamar, tatlı sipariş verelim, midyeciden midyeler alalım ve Leyla'nın beyazından açalım.

Nedense fikrim bir seçenek olarak rakıyı sunmadı bana?!

Acaba deniz, gece, mum ışıkları, müzik nedeniyle mi rakıyı iteledi fikrim, diye düşünmedim. Enn Sevdiğim Kadın salatayı biz yaparız dese de kabul etmedim. Anlaştık.

Sonra bu çookkk tatlı kadının hayatımda tuttuğu alan ve kıymeti üzerine düşündüm ve çok sevindim. Onca yıl sonra bile defalarca, çok hoş ve farklı mekânlarda yaşanmış bir eylemin sanki ilkmiş gibi bir heyecanla konuşulması bile insanı nasıl bir hoşluğa sürüklüyor gibi bir sorgulama içine de girmedim! Çünkü onunla ne yapıyorsak yapalım, her sefer -taze- bir ilk benim için.

Ne kadar farklı düşünmeye çabalasam da duygum bu.

Oysa dünyayı kaç kere turlayacak kadar yolculuk yaptık, birlikte uyuduk, birlikte zaman geçirdik.

Tamam, pandemide kurallara uyduk, fiziken olsa da fikren uzak düşmedik.

Sonra şöyle düşündüm: bu benim iyi bir insan, sevgili bir kul olmamın Tanrı tarafından ödüllendirilmesi galiba.

Berberden çıkıp eve doğru yokuşu inerken ayaklarım yerden kesikti, berber işini hallettim diye mi sevinmiştim pek anlayamadım. Ay çöreği almak için mahallemizin en iyi ay çöreği yapan pastanesine girdim, aldım ve ona evde blog okurken ve yazarken bir kahve eklerim diye düşündüm.

Bunun, direk filtre kahve şekersiz mi yoksa sütlü ve şekerli filitre kahve mi olacağı konusunda bir fikri bünyede tartışmaya meydan vermedim.

Cadde çok hoştu, çok hoş kadınlar vardı ancak hiçbiri ile ilgilenmedim. Eve gelir gelmez doğru duşa girdim. Berber giysilerimi makineye attım.

Sonra, dün bir milyon kere Lila Downs-Mercedes Sosa düeti dinlemiş olmamın üzerine yeniden laptopu açıp, piyasalara şöyle bir göz gezdirip, bir yandan oraya bakarken bir milyon kere daha Lila Downs ile Mercedes Sosa'nın Yaşama Sebebi adlı düetlerini dinledim.

Bu sabah bütün bunları yazmayı kafaya koymuştum. Görüldüğü üzere verdiğim tüm sözleri tutmuş oldum. Üstelik hava hiç öyle hissettirmezken berberim "20 derece bugün," demişti. Bir alaylı meteorolog olarak onu ciddiye almamıştım. Sanırım o sırada enn sevdiğim kadınla kuracağımız masanın ve akşamın ön izlemesini yaşıyordum.

Şu an güneş var, ve öğle yemeği için planlar yapıyorum.

Kahve-ay çöreği fikrimi bekletiyorum...

Ve Cesaria Evora Paris 2004 konserini, iş arası yapıp bayıla bayıla dinliyorum.

15 Aralık 2022 Perşembe

Yaşama Sebebi

 

Karşısındakinin taşıyamıyacağını düşünürse kendi sıkıntı çekmeyi göze alabiliyordu, gönlünde, aklında bitirse bile ötekini önemsiyordu, dünyanın tüm yüküne sadece kendi karşı koyabilir sanıyordu, garip bir gözü pekliği ve başkalarına pek kıyamayan bir yüreği vardı.

13 Aralık 2022 Salı

Fuarın Lozan Kapısında Bir An

1.Bölüm


+18

Rahatsızlık Verebilecek Kelimeler İçerir!



...
Herkes kendi cesaretince birini seçerken, onlar da öylesine bakınıyorlardı. Öylesine bir aşk özlemi çekiyorlardı ki en romantiğinden... Güzel bir akşamdı. Oraları, onlar başka türlü anlamlandırıyorlardı. Ev gibi kutsal, sıcak anlamlar yüklenmiş bir mekânın 'genel' takısıyla tanımlanmış ve çoğaltılmış hali, toplumun çoğunluğunun ahlaki yargılamalarından bakınca aslında insanlara nasıl da iğrenç geliyordu.

Dolayısıyla o mekânların işçileri de...

Evlerden birinin ışığında, kendi ışığını etrafına yayan, sanki bir sosyolog gibi diğer kızlara yaptıkları işin herhangi bir yerde çalışmak kadar onurlu, hayatın bütün orospuluklarından bakınca da yaptıkları işin aleniyetinin "delikanlılığından", lafları, eylemleri oraya buraya çarptırmadan yaşama biçimlerinin dürüstlüğünden söz ediyor sanılırdı. Hiç tarzı olmadığı halde o genç kadın, kaçınılmaz bir şekilde onu çekti. Göz göze geldiklerinde değerler silsilesine çok şeyin katılacağını görmüştü. Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü komidinin üstünde duran, ara verilmiş, kapağı üstte dönük kitaba takıldı: Kitap, o sıralarda okumakta olduğu Judith Guest'in Sıradan İnsanlar'ıydı.*...





1 Yıl Önce

İzmir'e veda yolundayız. Kordon'da bir tur atıyor ardından dün akşam izleyip hâlâ duygusal etkisinden kurtulamadığımız Hisseli Harikalar Kumpanyası'nın bıraktığı izler yüreğimizde, elimizde arkadaştan ödünç alınmış, dönemin en iyi fotoğraf makinelerinden biri olmasına rağmen flaşsızlık yüzünden dün gece çekemediğimiz fotoğraflar için fuara doğru yürüyoruz. Lozan kapısına yaklaşıyoruz ki bir anda bölgedeki tüm yapılar flulaşıyor, siliniyor ve bizim gözlerimiz normalde abla diyeceğimiz, 30'lu yaşlarında iki kadına odaklanıyor.

Bugünün diliyle tanımlamak istersem, tam anlamıyla bir Almodóvar sahnesindeyiz.

Eriyip bittiğimizi, hayal enstantanelerimizin film şeridi gibi aktığını, fena halde heyecanlandığımızı inkâr etmeye hiç gerek yok. İki çok şık, sempatik, fotoroman karakteri gibi -genç- kadın.

Ben ilk etkiden kurtulur kurtulmaz anlıyorum ama arkadaşım ulaşılmaz olduklarını düşünüyor, "orospu" olabileceklerine hiç ihtimal vermiyor; ona göre asla ulaşamayacağımız iki hayalle karşı karşıyayız. Ben ilk çarpılma anının ardından çakıyorum manzarayı; çünkü tıfıl yaşlardan bir birikimim var.

7 yaşımdan itibaren mağazaya gidiyorum; hafta sonlarında, okul tatillerinde, çalışıyorum. O zaman sanayi siteleri yok, yedek parça mağazaları, rulmancılar kozmopolit, son derece canlı Bankalar Caddesi'nde ve Cumhuriyet Meydanı civarında. Amerikan arabalarının her çeşidi trafikte. Mağazaya her cins insan geliyor; doktorundan avukatına, fabrikatöründen çiftlik sahibine, tamircisinden şoförüne kadar; hepsi Amerikan arabaları kullanıyorlar ve bazılarının özel şoförleri var. Müşterilerden kadın olan ve yaşı da epey olan biri, sonra başka biri ve daha başka biri dikkatimi çekiyor. Bir süre sonra bu tatlı teyzenin aslında genelev patroniçesi olduğunu, diğer ikisinin de çalışan kadınlar olduğunu kavrıyorum; birikimleriyle taksi almışlar, şoförleri var ve ikinci bir gelir kapısı; çünkü yaptıkları işin uzun süreli olamayacağının bilincindeler. En ufak bir aşağılama yok ve benim için tatliş, işleri güçleri olan kahramanlarımken büyüdükçe gerçeklerle karşılaştığım, sorguladığım, normal hallerinde, çocuklarıyla ilişkilerinde gerçekten sevimli bulduğum kadınlar. Onlara birer masal kahramanı gözüyle bakıyorum, anlıyorum ve küçümsemiyorum. Ve bu duygum ve bakış açım, aklım pek çok şeye erdiğinde de değişmiyor; çünkü çocukluğumun tanıklıkları güzel insanların yaşadığı, saygının kıymetli, giyimlerin özenli, şık lokantalarda kolalı beyaz peçetelerin olduğu yıllara ait. Ayrıca o zaman genelev de şehrin en merkezi noktasında, hiç de aşağılanan bir yer değil, şehirle içiçe. Komşusu ise ağırlıkla emekçi kadınların vardiyalı çalıştığı sigara fabrikası. Elbette bir iki meyhane de var. Bir kaç yüz metre ilerisinde de şehrin en önemli, trafiğe kapalı, şık mağazaların olduğu alışveriş caddesi. Yıllar sonra bir belediye başkanı tarafından yıkılacak genelev; arsa, taaa kutsal topraklardan getirilmiş zemzem suları ile yıkanacak ve yerine kocaman bir cami ve alışveriş merkezi yapılacak! Ve sektör kontrolsüz, denetlenemez bir biçimde evlere taşınacak.

Çocukluğumuzda bizim evde bir tatlı yapılıyor mesela, ki adı "orospu tatlısı", elbette bu tanım küçültücü halinden bağımsız bir sevimlilik içeriyor bizde; o adı kullanmak sevimli geliyor; asla bir aşağılama vurgusu değil.

Bizim henüz doğmadığımız yıllarda, kapıların altından ve aralıklarından rüzgârların girdiği evde yaşadıkları zamanlarda bizimkilerin tanıdıkları, bizim için bir masal kitabındaki karakter olan o komşu kadını, tatlı evde her yapıldığında anıyoruz ve o  kadını tanımak istiyoruz; çünkü insanların henüz öğütücü olmadığı, insana insan gözüyle bakıp dedikoduyu kapıdan içeri sokmadıkları yıllar... ya da biz çocuklar tatlıdan yola çıkarak bir masal dünya yaratmıştık kendimize, kahramanını görmek istiyorduk.


Arkadaşım çakılıp kalmış ve sahnenin içinde yok olmuş beni sürekli dürtüyor. Ben zaten hayal dünyası geniş, şıp diye senaryolar yazıp, üstelik yazmakla kalmayıp o senaryoyu ânında yaşayan biriyim. Sahne çok hoş: Henüz ergen sayılabilecek genç çocuklar ve ergenlerin en flaş fantazisinin başrolü iki yetişkin ve inanılmaz hoş kadın. Biraz sonra yürüyecek, yüzümde enfes bir gülümseme ile lafa girecek, çok hoş bir sohbetle, üstelik onları da güldürerek ilk adımı atacağımı biliyorum. Ama önce bu çok şık ve çok hoş iki kadını zihnime doya doya kazımak istiyorum. Çünkü uzak gülümsemem bir karşılık buldu ve o karşılığın, o enfes gülüşlerin tadından başım iyice dönsün istiyorum.

İkiz gibiler, aynı saç modeli; kısa kesilmiş, kulak hizasından içe kıvrılmış, gülüşleri kadar pırıl pırıl saçlar. İki aynı elbise ama biri Almodóvar kırmızısı ve minik bahar çiçekleri var üzerinde, diz üstü etekleri rüzgarda uçuşan, üst bedeni ise gögüs çatalını tadımlık gösteren diktörtgen kesim ve geniş askılı, sıkı sıkıya oturmuş, göğüslerin sütyene ihtiyaç duymadıkları kadar hoş bir elbise ve onu tamamlayan mavi renkli kontrast minik küpeler ve mavi ayakkabılar. Diğer kadındaki ise aynı kesim, aynı desenli elbisenin çok hoş, laciverte yakın bir mavisi... Hoş kırmızı, tonu mavinin tonuyla uyumlu kontras küpeler ve ayakkabılar.

 Durum, bir an ikiz olabileceklerini bile düşündürtüyor. Ya da çok iyi arkadaş.

Biz de iki iyi arkadaşız!.

Sohbet çok hoş, konuşmaya bayılıyorum. Elbette bütün hünerlerimi döküyorum ama bir yandan da biliyorum ki onlar kaçın kurası. Arkadaşıma bakıyorum arada ki o yaşayacaklarının mutluluğunu şimdiden hissediyor. Gülümsüyorum ona, bu, bir işler yolunda mesajı. Çok tatlı sohbet devam ediyor; bu hayatta en bayıldığım anlardan biri, çekingenlikten bir sıçramayla oluşmuş  özgüvene yükselme süreci; tadını çıkarıyorum. Bir süre sonra arkadaşıma işaret ediyorum. Gülerek geliyor. O gelirken onların fotoğraflarını çekmek istiyorum çünkü bu ânın bir benzerini, bu niteliklere sahip ve bu işi yapan, son derece seçici kadınlarla insan çok nadir rastlaşabilir ve yaşayabilirse eğer bir kez yaşayabilir bu hoşluğu;  bunu bilecek kadar -çok genç ve henüz taze yirmi olsam da- tecrübem var. Ancak arkadaşım henüz yirmiye varmadı, bir kaç ayı var ve o küçük!

İşaret ediyorum ve yanaşıyor. Tanıştırıyorum.

Sevinçli!

Birlikte dondurma yemeye gidiyoruz, çok hoş iki kadınla flörtöz ama ölçülü bir sohbet ve yaşadığımız süreç, arkadaşımı hayal kırıklığına uğratsam da hayatımızın en güzel ânları hanesine kaydoluyor. Elbette onlara bu hoş arkadaşlıkları için çok şık ama minik iki hediye almak için olduğunu söylemeden, bir kaç dakikalığına ayrılacağımızı ve hemen döneceğimizi, burada beklemelerini söylüyoruz. Hediyelerimiz varlıklarından çok inceliğimiz açısından önem kazanıyorlar. Yaklaşımımızı ve yaşadığımız anı kıymetlendiriyor bu tavır. Sonra bu kısa ama hoş arkadaşlık için teşekkür ediyor, arkadaşça vedalaşıyor, sarılıyor, arkadaşça öpüşüyor, el sallaşıyor ve yola revan oluyoruz.



Anlatıcının notu: Romantik bir yanım olduğu kesin, bazı anları kıvamında bırakmayı erken yaşta öğrendiğim için kendimi hep sevdim. O an ve süreç bir insanın başına tüm hayatında çok nadir gelebilecek türdendi. Onu yatağa taşıdığımızda, işin içine para girecekti, elbette onu bir zarfla yatağın ucuna bırakacaktık ama o zaman tüm hikâyenin sıradanlaşacağını bilecek kadar duygusal birikimim vardı ki sonra yola devam ederken arkadaşıma "Hevesini kursağında bıraktım ama..." diye başlayan açıklamalarıma devam ederken onun da bana hak verdiğini gördüm. Yatağa götürmediğimiz sürecin tadıyla yol alırken, dondurma teklifimi kabul ettirmem ve o şahane sohbetin ardından, bir saygı eksilmesi yaşamadan, ânı ve iki tatlı kadını sıradanlaştırmadan geçirdiğimiz dakikaların tadını çak yaparak ve kutlayarak başarımı, yola devam ettik.



Devam edecek...

*Yukarıdaki alıntı blogdaki bir yazı dizisindendir!

10 Aralık 2022 Cumartesi

Sabahın Körü

Uyanıyorum. Ruhum gıcır gıcır, uyku keyifli. Yanımdaki kitaba uzanıyorum. Buraya Kısıldık Sanırım ilk öyküsü Kayboluş'la hüp diye çekip alıyor beni. Satırlar yok oluyor ve ben bizzati odaların bir kenarında dikilmiş kısa ama güçlü öykülerin sıradan karakterlerinin görünmez bir izleyicisiyim. Üsluba ve gözlem gücüne tapmış, hiç tanımadığım, adını ilk kez duyduğum yazarın müridi olmuş durumdayım.


Günlerden yakın zamanda bir gün Leylak Dalı öğretmenimizin bir önceki yazısını okurken bir an gözlerime inanamıyorum. Roy Jacobsen'in bir kitabını görüyorum ki bayıldığım iki romanı Görünmeyenler ve Beyaz Deniz'in devamı olduğunu anlıyorum satırlarından ve ben bunu nasıl atladım telaşıyla "Büyük kazancım Rigel'in Gözleri, çok teşekkürler. İkisini okurken bir üçleme olduğunu bilmiyordum ya da dikkatimden kaçmış. İlk işim onu almak, hemen şimdi" şeklinde bir yorum yazıyor, yoruma aldığım yanıtla da ferahlıyorum çünkü kitap yeni yayınlanmış ve dumanı üzerindeymiş.

Yapı Kredi saygı duyduğum bir yayınevi, benim internet kitapçımsa başka bir yerdi, memnundum ancak anladığım krize yenik düşmüştü. İçim soğuk olsa da kitapları D&R'ın internet kitapçısından almaya başlamıştım ki fiyatları piyasanın en ucuzuydu. Bu kez dedim Sezar'ın hakkı Sezar'a; Yapı Kredi'den alıyoruz. 150 TL üstü kargo yok ve Roy Jacobsen, İtalo Calvino'nun ilk romanı Örümceklerin Yuvalandığı Patika ile Cesare Pavase hariç hiçbirini tanımadığım yazarların kısa kitaplarını tümüyle göz göze geldiğimiz anlardaki hislerime dayanarak seçiyorum. Kısa kitapları seviyorum çünkü kalın ve güçlü kitaplar sürecine girdiğimde enfes ara sıcak oluyorlar. Bir de fark ettim ki efsane geziyi peş peşe yazmaya başlayınca benim ayaklarım yerden kesilmiş ve bir balonla başka başka diyarlara ve zaman dilimlerine uçuyorum ben. Bir sürü anı ben ben diye çırpınıyor. Zaman dilimim değişti, kalbim başka türlü ve çok tatlı atmaya başladı ki sırası gelmediği halde bir kez daha İzmir'e dönüyorum. Çok özel bir ânı ve çok özel karakterlerini yazıp, dizinin İzmir kısmını sonlandırıp, daha aksiyonlu, canlı ve kalabalık beldelere doğru hızla akmak istiyorum.


Bu tadımlık, kısa seyahatler tadındaki kitaplar alımındaki ilk kazancımsa Aslı Akarsakarya; henüz iki öyküsünü okumuşken ve sabahın köründe, yerimde duramıyorum. Sabah erkeninde, henüz üzerlerinde çiğ izleri varken üzümlerin, o halleri için bağa koşan dedem gibiyim. Ama içim ışıl ışıl. Müthiş bir anlatım, pek tatlı, çok keyifli bir mizah ki alttan alttan... Bir ziyafet sofrasına servis edilen ara sıcaklar ya da enfes tadımlıklar mutluluğu saçan cümlelerle bezenmiş öyküleriyle zaten son yazılarımla dumanaltı olmuş başımı fena döndürüyor. Dayanamıyorum ve klavyeyi alıyorum elime...

Gün ışımaya yakın, İzmir'in ve henüz yazılmamış o ânın tüm renkleri zihnimde ve pırıl pırıl, yazıp bir kenara atarmıyım emin değilim, ancak dün akşamdan beri bana yaşattığı keyif inanılmaz ki karakterlerin küpelerinden emprime kıyafetlerine, ayakkabı renklerinden gülümsemelerine kadar her şeyi o andaymışçasına bir saflıkla hatırlıyorum.

Bir şat filitre kahve hazırlamalı, bir kupada bir şatlık kahveye yer kalacak kadar boşluk bırakılmış üç şekerli sütü mikrodalgada bir taşım kaynatmalı, sonra da kahveyle buluşturmalıyım!

Ve şu efsane geziden de bir an önce kurtulmalıyım... mı?

8 Aralık 2022 Perşembe

Çünkü Eylül O

Öncesi

Hep birine aşık olmak, bu ne menem bir şeydiri tatmak, doya doya yaşamak istediğim bir süreçteyim bir kaç yıldır; ancak o kızla bir türlü rastlaşamıyorum. Ve dolayısıyla hayalimdeki aşkı bir türlü tadamıyorum. Zorlayarak bünyeyi oraya birini yerleştirmek, yanıp erimek, onunla sırılsıklam olmak istiyorum ama elimdeki senaryoya uygun, o hissi körükleyecek ilişkinin ötekini bulamıyorum.

Tüm yaşadıklarım, bugünün deyimiyle aşk diye yaşadıklarım aslında sanal ve daha çok da bedensel, biliyorum.

Babamın bir acelesi var, belki de kuvvetli bir his onu tetikliyor, bunu seziyorum. Benim bir kızla çıkıyor olmam onu hep sevindiriyor, her seferinde olaya bu kız o kız hissiyle yaklaşıyor ama bunu bana asla çaktırmıyor ve bu konular üzerine tek kelime bile etmesek de, ben durumun farkındayım.

Ve aslında zaman zaman üçüncü şahıslar tarafından kulağıma da fısıldanıyor ve bu seyahatim baba için bir umut: Torunlarının annesi olacak kızla dönebilirim; oysa ben daha çok taze yirmiyim.

Bulunduğumuz sitenin yaş ortalaması epey yüksek, gecesi ıssız. Bizse akmak istiyoruz geceye; o halde başka sitelere gidebiliriz. Rastgele deyip çıkıyoruz. Fırtına dinmiş yaz geri gelmiş bir akşam. Biraz ilerledikten sonra adını yanlış hatırlamıyorsam Doğan 1,2,3... diye giden sitelerden birine varıyoruz. O yıla göre son derece modern, bir kaç havuzlu, aydınlatmaları şahane, canlı ve yaşayan bir noktadayız; dedenin sitesi ile kıyaslanamayacak kadar da cıvıl cıvıl bir ortam. Bize uyar!

Biraz takılıyoruz, havuz başında bir şeyler içiyor, bize burada ekmek yok deyip arabaya yönelirken tam; bizim sitede gündüz gördüğümüz kızların burada olduklarını fark ediyoruz. Gündüz yakın masalarda oturduğumuz ilk karşılaşmada kolalarımızı bitirene kadarki süreçte sinyali almıştım ve sağlamdı. Şimdi geceydi ve biz tam da siteye dönmek üzereydik ve saat geçti.

Kızlar ve yanlarındaki küçük oğlan da dönecekler, aldığım his bu. Yaklaşıyorum, selam veriyorum; aldığım tepki hoş ve sizi tanıyoruz tadında. Birlikte dönebiliriz, diyorum, hoş bir gülümseme ve birlikte dönüyoruz ancak ufaklığı ekmemiz gerek.

Hayatta bazı anlar vardır, birini ekmek istersiniz, bin türlü numara yaparsınız ama o tutkal bir türlü çözülmez ve o kişi de kalkıp gitmez; işte tam anlamı ile bunu yaşıyoruz yol boyunca. Oysa kızlar çok tatlı, biz de çok tatlıyız ki tek kelam etmemişken bir sözümle güvenip arabaya bindiler. Yol boyu ne mekânlar geçiyor gözümüzden, ve ne hoş bir şifre ile miniğe çaktırmadan planlar yapıyoruz ve akılan ve biraz alkollü gecenin sonrasında kumsalda sadece öpüşerek, sarılarak, belki uyuyarak ama birlikte sabahı ettiğimizin, ten sıcaklıklarımızı birbirimize bıraktığımız bir vedanın hayallerini kuruyoruz.

Sonuç itibari ile gün ışıdığında, kahvaltı sonrası ayrılacağımız bu limanda çok tatlı anıları cebe atıp, kimbilir belki de tek gecelik ama sırılsıklam bir aşkı geride bırakıp, kanatlanmış ruhlarımızla yeni noktalara hareket edeceğimiz enfes bir sabah fırsatını -ufaklık yüzünden- kaçırıyoruz.

Henüz yolun başındaydık, yaşadığımız kısa an çok tatlıydı, önümüzde çok canlı, çılgın coğrafyalar vardı. Bizi ne türden tanışmaların beklediğini, kumbaralarımıza ne anılar atacağımızı bilmiyorduk.

Büyüklerimize çok teşekkür ederek arabaya doğru yürüyoruz. Kızlar aklımızda, kısa süreli pek keyifli flörtöz anlarımızın ortakları iki çok güzel ve tatlı kız, bir selam çakmak isterdik elbette ancak yolcu da yolunda gerek. Marşa basıyorum, siteden çıkıyor, Eylül'ün sıcaklığı ve anısı bedenimde, yeni hikâyelere doğru sabahın enfes serinini hissederek ve bir kaç saniye içinde 4.vitese ulaşarak devam ediyoruz.



Fuarın Lozan Kapısında Bir An

7 Aralık 2022 Çarşamba

Eylül'de Gel

1.Bölüm


2.ve 3.Gün

Ortaya Karışık


Abant çıkışında, enfes çam ormanlarını yol kenarında durup uzun uzun seyrediyor, bol bol da fotoğraf çekiyoruz. Sonra otelde yapılmış enfes kahvaltının keyfiyle yola devam ediyor, teypten gelen bu yolculuk için özel kaydedilmiş müzikler eşliğinde Düzce'den itibaren düzlüklerin tadını çıkararak, neredeyse yolun tamamında emniyet şeridini sıklıkla kullanarak ilerliyoruz.

Elbette bu çocukça bir tavır, ama gençlik de böyle bir şey işte.

Kilometreler hızla eksiliyor ve İzmit'e varınca İstanbul'a selam çakıyor ama biz sola kıvrılarak ve rotayı bugünkü hedefimize çevirerek varış noktamıza doğru gaz kesmeden devam ediyoruz. Sıklıkla İstanbul yönüne devam ederken hayranlıkla izlediğimiz Gölcük bu kez enfes ve yakın plan görüntülerini sunuyor bize. Termal'de kaplıcalar coğrafyasında park ediyoruz. Atamızın izlerinde dolaşıyor, fotoğraflar çekiyor, ona hayranlığımızı katmerliyor, sevgi ve saygılarımızı sunarak coğrafya ile vedalaşıp rotayı Uludağ'a doğru çeviriyoruz. Co pilotum çok mahir, önden haritayı açıyor ve her seferinde yeni güzergâhı belirliyor. Sonra da yolu bana kusursuz tarifliyor ve her noktaya elimizle koymuş gibi ulaşabiliyoruz ve şimdi Uludağ'ın zirvesindeyiz.


Hava keskin lakin bizim montlar ince, sonbaharlık. Biraz turluyoruz ki pek çok mekân kapalı. Ama İbo açık. O halde İbo! Pirzola söylüyor bir de salata ekliyoruz. Son yazda kış yaşamak keyifli. Şömineden gelen odun kokusu, dışarıdaki az sonra kar yağacak hissi veren puslu hava hoş. Biz bir günde iki mevsim diye düşünürken o an, günün sürprizlerinden tabii ki habersiziz, çünkü serpiştirme başlıyor. Ânın keyfini elbette sıyırana kadar çıkarıyoruz; küçük şişe şarap söylüyoruz ama ben sürücü hassasiyetini gösteriyorum bu kez. Karnımızı doyurmanın ardından da yola revan oluyoruz. Usuldan ve az sonra yok olacak bir kar altında ilerlemek pek hoş. Güzel müzik seçkimiz doğayla pek uyumlu, kaloriferden gelen ısı anne şefkati gibi. Oysa an itibari ile hayat bize gelecek günler için başka başka şefkatler hazırlıyormuş da henüz bizim haberimiz yokmuş.

Tabii ki hayallerimiz var!


Dağdan Bursa'nın varoşlarından birine iniyoruz. Sokaklar sakin fakat Cengiz sazı eline alıyor, çünkü duvarlarda yazılı sloganlar bizden değil. Beni bildiği halde korkutma parodileri yapıyor. Diyorum ki "Oğlum plaka beni kurtarır," sonra referans adlar var aklımda derken ve şakalaşırken bu kez bizden sloganların duvarları süslediği sokakları geçmeye başlıyoruz. Kaset hemen değiştiriliyor ve gün gelir zorbalar kalmaz gider, sözlerini de içeren marş başlıyor ve biz pek çok yer geçtikten sonra Erdek tabelasını görünce de direksiyon ona doğru kıvrılıyor. Erdek benim için önemli, hiç görmediğim bir yer ama çok duyduğum. Çünkü orada Ziraat Bankası kampı var ve her yaz enn amcam halamı ve babannemi o kampa götürüyor, dolayısı ile evde çok lafı geçiyor ve bir tasavvurum var; şimdi o merakı giderme zamanı. Hava sert, rüzgarlı, denizse dalgalı, araba neredeyse yerden kesilecek. Hiç inmeden bir tur atıyor ve dönüyoruz. Sevdim, romanı burada bir evde oturup ve tam da bu mevsimde yazabilirim.

Mudanya'dan geçerken uzun yıllar sonra orada enfes bir akşam yaşayacağımı, kayaların üzerinden denizi dinleyeceğimi, şahane bir kadını tavlada fena yeneceğimi hayal bile edemiyorum.

Sonuçta pek çok yere uğraya uğraya Çınarcık'a varıyor, siteyi elimizle koymuş gibi buluyoruz. Eski bir site, belki de Çınarcık'ın en eskisi, nedense Atatürk'lü yılları çağrıştırıyor bana. Ve ilk anda siyah beyaz filmlerde denize giren Atatürk geliyor aklıma. Kalacağımız mini daire Cengiz'in dedesinin. Dede önemli bir şahsiyet, Atatürk'ün koruma polislerinden biri. Sonrasında antikacı. Cengiz'in tam adında Han da var ve üstelik soyadı bir şehrimiz. Dede'nin bağışladığı kılıçlardan biri ki Cengiz Han'a ait, Topkapı Sarayı'nda. Cengiz'lerin evinde olan bir tanesini ise benim de sallamışlığım var. Fakat babaanne bir tane, bizi doyurmadan salası yok. Arabayı park ediyor ve çıkıyoruz onların katına. Atatürk'ü ve geçmişi buram buram yaşadığım bir zaman dilimindeyim sanki. Eller öpülüyor, biraz sohbet ediliyor, sonra sitenin sosyal alanlarına doğru hareketleniyoruz. Hava kapalı ve deniz coşkulu. Giriyoruz site lokalinin kapısından içeri. Bir masaya çöküyor iki kola söylüyoruz. Masalardan birinde kadınlar kağıt oynuyorlar. Bize yakın bir masada ise biz yaşlarda iki genç kız ve bir küçük erkek çocuğu var. Bu masayı özellikle seçmiş olabiliriz! Çünkü kızlar ilk kez gördükleri ve buraya ait olmayan uzun boylu bu iki genç adamı fark ettiler.

Deniz coşkulu, hava kapalı.

Bir anda dalgalar duvarları aşıyor.


Ve o kaçınılmaz göz teması kuruluyor.


Çünkü Eylül O...

2 Aralık 2022 Cuma

Nerede Kalmıştık?

İki artı bir filmli hafta sonunun ardından yeni hafta da pek keyifli başlıyor. Öğleden sonraları işi kapatıyor, hoplaya zıplaya yemeğe çıkıyorum. Mesafeleri hiç uzatmadan da yemek sonrası dönüp, bir filtre kahve yapıp, şöyle de bir uzanıp laptop'da iki ayrı sayfa açarak biraz iş, biraz gündem, biraz bloglar şeklindeki günlük mesaime devam ediyorum. 11 gün önceki ve üç ay sonra kontrole gelmeli sol bacak sorunumda M.R'ım çiçekler gibi; bütün bağlar yerli yerinde ancak doktorum bir kez daha benim rahat duracağım konusunda endişeli, hissediyorum. Aslında ben de endişeliyim çünkü yürümelerim esnasında bazen eski zamanlara gidiyor, bazen geleceğe hayaller kuruyor, yeni bir proje, ya da seyahat planları üzerine düşünüyor ve ben onların tadına kendimi öyle kaptırmış oluyorum ki zamandan kopuyor ve de sanırım o esnalarda hızımın da farkında olamıyorum. Bunu nereden biliyorum, çünkü farkındalığım ayaklarımı yere bastırdığında, ben de "Bu ne hız ahbap?" deyip frene basıyorum. Ancak uyarıları görmezden geliyor ve süre konusunda sanırım kantarın topuzunu yine kaçırmış oluyorum.

Ve benim bu keyif anlarımın faturasını ödemek de bacaklarımdan birine düşüyor!


Bugüne kadar yükümün bedelini ödemek hep sol bacağa nasip olurdu. Sanırım bu kez sağa eziyet vermişim: Bacak ya greve çıktı ya bana ikaz veriyor; acıya dayanabilirsem diz bükme aralığım fena! 20 santim var mı acaba? Deniyorum, o beton dökülmüş gibi feryat ediyor. Diğer kısımlarda bir şey yok. Ayağı yere bastığımda ise diz bölgesi feryat figan. Palyatif tedbirler, buz, yataktan çalışma falan dersem, keyifler keka! Lakin ev hapsindeyim ve üç gün geçti; tüm tedbirler de  boş çıktı. Ayak yüzeyindeki nehirler, ovalar yok oldu bu arada; ayak şişti parmak hareketleri çok şükür,  ancak kısıtlı. Yeme içme yatakta... Havam iyi yalnız; iş güç, sosyal hayat tümüyle  bilgisayarda ve eksikliklerini hiç hissetirmiyorlar. Sinemayı mecburen boş geçtim. Doktorsuz çözülemeyeceği ise kesin, ikna oldum. Giriyor nete ve randevu alıyorum ancak ben o güne kadar dayanabilir miyim? Çünkü bir hafta sonraya.

Kardeşi arıyorum, akşam uğra erkene aldırabiliyor muyuz bir bak, diyorum.

Önceki akşam hastanedeyim, arabaya nasıl soktum bacağı kısmı tam bir mühendislik hikâyesi. Film istense de ben MR diyorum, çünkü destekli yürüme esnasında bile ayağı bastığımda Babıda (babannem) mezarında acı çekiyor. Uzun zamandır görmediğim, Prof. olduğundan bi haberken çok sonra haberdar olduğum, karşımda annesi ile oturmakta olan ve sıklıkla göz göze geldiğim, Liseden mi diye düşündüğüm kadının Aysun olduğunu bile annesinin muayenesinden sonra arkalarından bakarken hatırlayabiliyorum. Aslında süreç içinde göz göze geliyoruz ama bende maske var ve benden bir hamle gelmeyince  sanırım o da bir tereddüt yaşıyor. 

M.R işim tamam. Benden önceki, tekerlekli sandalye ile gelen tatlı çocuk anne ve babası ile. O bir takım söküm eylemleri esnasında ağlarken ve hatta bağırırken ve ben de yanaşırken bandaj yapılan odaya, bizim Tırtıl'ın yıllar önceki operasyonunu hatırlıyorum. Bu tatlı çocuğun ve ailenin Yılmaz Bey'i bulmuş olmalarına çok seviniyorum. Çünkü doktorumuz, bundan 14-15 yıl önce henüz 7-8 yaşındaki Tırtıl'ın ameliyatında olmazı olur yaparak bizim ebedi kahramanımız oldu!*

Onlar çıkıyorlar. Durduruyorum, gözleri yaşlı, cesaretinden dolayı kutluyorum, senin sayende korkumu yendim diyorum, biraz da tuttuğumuz takımların muhabbetini yapıyoruz, ağlama bitiyor ve  annesi mutlu mutlu gülümsüyor. Baba eşyaları toparlıyor. .

Sonuç itibariyle bandajım yapılıyor. Bu hayatımda bir ilk. Bir fotoğrafım benim de olmalı! Sol bacakta da bir sorun yok, suçlu yine benim! Kemikler, bağlar bahçeler yerli yerinde. Doktorum  Başöğretmen edasında. Bense dersini çalışmamış çocuk kıvırtmalarında anlatıyorum: "Çok da yürümüyorum,  müzede kitap okuyor, eskiden sinemaya yürüyerek gittiğim halde bir duraklık mesafeyi bile trenle gidiyorum," diyorum. AVM'de yürüyen merdivenleri kullandığımı, üst geçide asansörle çıktığımı söylememe rağmen o sadece gülüyor. Sonuçta yine sıvı biriktirmişim ki M.R.'da gördüğüm şekliyle kendisi sevimli bir göl. Küçük bir kulübe yakışır. Minik bir iskele, bir de sandal. Hatta küçük bir balık üretme çiftliği haline getirebilirim.  O reçeteyi yazarken ben hayallerime devam ediyorum. Bandajımı sevdim, şu an mesela gayet rahatım. Günde üç tane olmak üzere bir minik hap içiyorum, ödem için. Yataktan çalışmaya ve yeme içmeye devam ki Dünya Kupası maçlarını da laptop'dan izliyorum. Doktorum bir sınırlama yok dedi ama bir de gülümseme ekledi ki ona çok anlam veremedim. Kardeşim araba kullanmayı bırakmış olmama biraz kızdı ama, hayatımda sıkıntı istemiyorum, dedim. Maçları izlerken de ilk bandajlı bacak fotoğrafımı tarihime kayıt düşmek üzere çektim. Bir de güldüm tabii ki! Onca yıl atla, koş, zıpla, kora kor maçlar oyna bir şey olmasın ama yıllar sonra düz yolda arıza ışığın yansın.




*Tırtıl'ın hikâyesi ve doktorun muhteşem başarısı.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP