Feşmekan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Feşmekan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2021 Cumartesi

Aşılı Ballı Edebiyat Tatlı

Dün üçüncü aşı günüm. Bir Plan yaptım, anlık, vaziyet üzerinden; günü keyifli kılıp anlatılacak eylemlerim olsun diye...

Yazılarımın bir ritmi olduğunu fark ettim; rastgele okuyunca bir kaçını. Bir Günlük tadı var dedim ama sanki de her biri birbiri ile ilintili... Bir roman?! "Vayy be -daha- yazılacak sayfalarıyla birlikte hayatım roman!" da  dedim az önce. Dalga geçtim kendimle tabii ki.

Bugünse, öğleden sonra bir vakitte, şu bizim sahilin batı yakasındaki bir mekânda bira içip tapas yesem, diye düşündüm.

Sadece düşündüm!

Havada ağır bir nem var. Kapalı ve sanki yağdı yağacak yağmur. O zaman dedim, otur yaz.

Nereden başlasam diye düşünüyorum...

Önceki akşam, bahçeye indim, okuma sandalyemi aldım, okuma ışığımın altına çekildim. Bu aralar binaya girip çıkmak zor. Muhtemelen şu vaşak kırması dediğim ürkütücü kedinin kızı doğum yapmış. İki şirin bebe. Biri dün ortalarda yoktu. Endişe ettim. Bir beslenme sorunları yok. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Hatta geçen gün bizim Mussano, gözünde sorun var teşhisi koyduğu diğer bebenin gözlerini temizliyordu. O'na bir şey demiyor Ana, çünkü ilk yemek, su veren, onlarla ilgilenen O.

Bir de gece vakti tam da bina girişindeki paspası yatak bellemeseler...

Ödüm kopuyor biri fark etmeyip basacak üzerine diye. İşin kötüsü biz bu kadar duyarlıyken, anne kedide genetik bir vahşilik ya da güvensizlik var: Tıslıyor; sanki 10 kaplan gücünde. Tırsıtıyor. Bir tekmelik canın var, diyesi geliyor insanın gerçi ama...  sonra sen anasın, dünya kötü, haklısın, diyor.

Neyse... dün sabah kalktım. Yol heyecanı sardı beni. Burnumun dibi yerine taa o gün demiştim ki hem seyahat eder, hem o mıntıkada bir yerlerde bir şeyler atıştırırım; günü eğlenceli hale çevirme planlarım çerçevesinde de özellikle OMÜ Hastanesinden almıştım randevumu. Güzelce duşumu yaptım. Jean, lacivert polo yaka bir tişört, spor ayakkabılar, çantaya bir kitap, yedek maskeler ve okuma gözlüğü atarak düştüm yola. Endişeleydim ama yurtlara kadar çıkacak tren şıp diye geldi. Boş. Çok iyi. Güzergâh zaten keyifli. Yolum bu kez daha uzun.

Ormanın içinden de geçeceğiz.

Vardım. Ama biraz erken. Çünkü ilk gelenin rektörlüğe kadar olma ihtimalini düşünmüştüm. İstasyondan çıkıp biraz yürüdükten sonraki mini parkın içinde serinlik bir banka iliştim. Randevuma 15 dakika kala ana binaya girerim, diye planladım. Hava güneşli, ısısı yüksek bir Yaz. Bulunduğum alan gölge ve serin. Yoksa aşı sonrası kampüs içinde bir yerlerde mi bir şeyler yesem?

Vaktim yanaştı, biraz erken girdim binaya. Bir sakinlik var. Asansör ve 6.kat. Kapı açıldı ki beklentim lebalep insanken kocaman bir sessizlik. Bir kağıt doldurup imzaladım. Sonra onunla bir odaya girdim. Bir kaç soru soruldu, yanıtladım. Kibar ve genç hanımlar. Tarifledikleri aşı odasına doğru yürürken bir odadan tatlı bir tınıyla seslendi  bir genç hanım. Salmadı beni daha ileriye. Ah şu cazibem benim işte! Girdim. Hazırlandım. "Şunu bastırın lütfen," dedi. "Neyi?" dedim. Sonra uyandım. "Oldu mu?" diye sordum ve ekledim, "Bu kez hiç anlamadım ama!" Tabii ki teşekkür ettim, elinize sağlık dedim, iyi günler diledim bu eli hafif genç hanıma.

15 dakika salondaki koltuklarda beklemeliymişim.

Canıma minnet. Öyle bir sakinlik ki hiç kalkmasam yeridir. O sıra boşluğun nedenini anlıyorum. Emekliliği yaklaşmış bir görevli var, kağıtları doldurtup imzalatan. İyi adam. Başka yerlerdeki randevuları -aşı tedarikindeki aksaklık nedeniyle- iptal edildiği için gelenlere  ne yapmaları gerektiğini sabırla izah ediyor.

Sonra, trene binince güzel bir istasyondan ben, o mıntıkada bir yerde yeme fikrimle dalaşmaya başlıyorum. Hava terletmelik, ahh şu nem işte! Sebebim bu. Neyse, sonra Feşmekan aklıma uygun düşüyor. Dış alanı çok hoş. Pedersen Hoca'yla pek de keyifli bir öğle arası yaşamıştık orada.

"Keşke tarih kitaplarımızı da Jean yazsaydı," diyorum. Aşı günüm olmasaydı eğer, bugün Jean'la da bir öğle yemeğinde buluşmamız kesindi. En az bir öğle arasını birlikte geçirdiğimiz Pedersen Hoca kadar sevdiğimi, söylemiştim sanırım kendisini. İlk kitabından sonra bir kaç kitabını daha alıp koymuştum okunmayanlar kısmına.

Önceki akşam Kraliçenin Huysuzluğu'nu aldım raftan.


Çekildim okuma lambamın altına diyeceğim ama tam altı sayılmaz: Ben bahçe duvarının içindeyim, o sokakta. Yıllardır süren bir dostluğumuz var onunla. Havaların izin verdiği her zaman sokağın lambası, ben ve bir kitap, bir araya geliriz. Çok da eğleniriz ki Jean Echenoz bu anlar için biçilmiş kaftan. Çünkü O şahane bir ders anlatıcısı. Çok sevilesi bir öğretmen. Bu kez geçmişten bugüne yine tarihsel bilgiler içeren anlatılarla alıp götürüyor beni, minik ama dev kitabıyla. Edebiyat aramak gerekmiyor onun yazılarında. Bir üslubu var kendisinin ve sanki sohbet tadında. Akıp gidiyor ve okuyanı da beraberinde götürüyor. Onunla zaman yolculukları çok keyifli. Mutsuz olmanın imkanı yok desem de tam yeri.*


Aslında bir tuğlaya hazırlıyorum kendimi: Amerikana. Hemen ardına da Mor Amber'i ekleyeceğim. İşte bu nedenle o uzun yolculuk öncesi kısa turlar yapan, okunmayanlar bölümünden sayı eksilten bir telaş içindeyim. Kraliçenin Huzursuzluğu bol vitaminli bir hap. Altmışüç sayfada yedi hikâye... Bir akşam yetiyor ve bence damakta bir de lezzet bırakıyor. Bir tek, İnşaat Mühendisliği adlı öykünün yarattığı heyacan için bile okumaya değer, diye düşünüyorum.

Geçen akşam, mesai sonrası kendimi kalabalıkların içine atma arzum depreşiyor. Bir de kafama taktığım, sloganı sevimli bir dondurma tezgâhı kalmıştı aklımda: Maskemi unuttuğum için kendimi cezalandırdığım akşamdan. Yola ondan dondurma almak amacıyla çıkıyor, hatta minik mekânın geniş açılı bir fotoğrafını çeksem, fotoğrafı da kullandığım bir yazı yazsam hayalini kuruyor, bu düşünceler içinde de önüne varıyorum. Sonra, ben sanki onlar, yani sloganda vurgulandığı gibi kadınlar yapıyorlar sanıyorken, bunun da bilinen bir markanın ürünü olduğunu anlıyorum. Bu endüstriyel dondurmadan vazgeçip rotayı yine Kahve Dünyası'na çeviriyorum.

Bu kez sanırım abartıyorum.

"Vişneli, kahveli, kaymaklı ve sakızlı dondurma lütfen."

Bununla yetinmiyorum, sanki biraz vakit öldürmek istiyorum ve sanki bu karasızlıklarım içinde eğlenceli bir uğraş gibi görüyorum.

"Bir de balı tarçınlı kek lütfen."


Geçiyorum masama. Senaryosu zayıf Siyah-Beyaz Türk Filmi gibiyim.

Karar veriyorum: Isıtılmış kek ve soğuk dondurma, yanlış seçim. Kararsızlığın kararı her zaman yenilgiye mahkum! Ama kitabım şahane. Okuduğum en enfes romanlardan biri sayesinde tanışmıştık kendisi ile... Hatta bana hayatımın enn sevdiğim yazılarından birinin bir yerinde şu cümleleri kurdurmuştu yazar:"Ruhumun coşkun mutluluğu, içimdeki heyecan, okuma süresince beni yalnız bırakmayan korku, merak, Birgül Oğuz'un akıcı ve çok ama çok tatlı, çapraz sorgu tadındaki oyunbaz üslubuyla sürekli yükseliyor, olayların yarattığı duygu değişimleri nedeniyle de gerilimle ferahlık arasında gidip geliyordum. Bir okur daha ne ister ki diye düşünüyor, elimin altında keşke ödül aldığı kitabı da olsaydı diye hayıflanıyordum."

HAH, benim O'nunla tanışmamdan önce yazdığı bir öykü kitabı; yetmişdokuz sayfa. Jean'ın aksine bu metinlerde edebiyat tadı var. Hem de ne tatlı! Lakin bazı öyküler okuru zorlayabilir! Oyunbaz cümleler, kırık kelimeler, eksik harfler, dolayısıyla simgelerle yapılan anlatımlar yorabilir, emek isteyebilir. Hatta istiyor; kolay okumaların ardında gelirse de patinaj çektirmesi mümkün. Jean gibi lay lay lom bir üslup değil onunki; sapına kadar şiirsel, bazen zorlayıcı ama aynı oranda da verilen emeğin karşılığı olarak heybeye düşenleri bal gibi... Eğer öyküde geçen dönemlere dair varsa dağarcığınızda bilgiler, işte o zaman verilen emeğin karşılığının alındığı enfes bir okuma lezzeti hoş geldi!  Sonra kendi okuma sürecimden de hareketle düşünüyorum ki bu hap ölçeğindeki kitap hap gibi bitirilebilir mi? Bugünün edebi anlamda tembelleştirilmiş okuru için zorlayıcı bir uğraştır sanki... Ama lezzetli de bir uğraş olabilir. O şiirsel anlatımın ve kırık cümlelerin içindeyken biraz emekle ve gayretle bir anlayış birliği sağlanıp dostluk kurulabilirse de Hah'la; 2014 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü almış Birgül Oğuz'un ve kitaplarının değeri, üslubu anlaşıldığı gibi tadına da varılabilir! Onunla tanışmadıysanız henüz, İstasyon'la başlamanız, aranızda sıcak bir bağa neden olabilir ki sonrasında onu daha önce tanımadığınıza pişman olacağınız kesindir!**

Aşı sonrası kendimi ödüllendirme fikrimse her ne kadar mekân tercihim değişse de bâki. Tren keyfindeyim ve istasyona yanaşıyorum. İstikamet Feşmekan olacak, kesinleşti. Önce Samkart'ıma para yüklemem gerek. Hallediyor, karşıya geçiyor, Feşmekan'ın kapısından süzülürken Mantar Güveç yazısı ilgimi çekiyor ve bu kez farklı yerdeki bir masaya oturuyorum. Açım çok güzel. Kavşağı görüyorum. Aynı zamanda da bizim istasyondan kalkacak ve varacak treni uzun süre takip edebileceğim, yaya ve araç trafiğinin tadını çıkarabileceğim bir açı. Fotoğraf makinesi almamış olmanın pişmanlığını ve üzüntüsünü yaşıyorum.

Menüyü inceliyorum bu kez. Oysa Pedersen Hoca ile buluştuğumuz gün fikrim netti.*** Mantarlı Güveç'in etsiz olduğunu anlıyor ama yine de sorma gereği duyuyorum. Et yokmuş. Çizburgerleri nasıl diye merak ediyorum, şekersiz kola ile birlikte rica ediyorum. Bir beyefendi bu kez, o da çok kibar ve ilgili. Elektrikler olmadığı için patates veremeyeceklerini söylüyor. Sorun değil, diyorum. Sonra tekrar geliyor ve aynı nedenle hamburger ekmeği için hamur hazırlayamadıklarını, istersem sandviç ekmeği içine hazırlayabileceklerini belirtiyor. Vazgeçiyor ve iddialı olduklarını düşündüğüm üzere Çökertme istiyorum; ama tavuklu. Sırt çantamdan kitabımı ve okuma gözlüğümü alabilirim.

Okurken Birgül Oğuz'u... Keşke, tıpkı Pedersen Hoca'lı bir gün gibi olsaydı ve bugünü anlatan bir yazı yazabilseydim, diye düşünüyorum. Çok keyifli olacağından hiç kuşkum yok ama ne yazık ki bu an ve mekânlar aslında planlanmamış, evden kahvaltı yapmadan çıkıldığı için oluşan, bir anlamda kahvaltının da yerine geçecek bir eylemsellik. Aşısını olmuş çocuk coşkusuyla kararsızlıklar içinden seçilmiş bir karar.  Ben bu keşke ile uğraşırken şekli çok hoşuma giden ve içine iki buz atılmış bardakla, kutusu açılıp bardağa doldurulmadan bırakılan şekersiz kolam masada yerlerini alıyor. Bunu takdir ediyorum; çünkü ilk sipariş anının hemen akabinde, ikinciyi de satarız mantıklı tüccar uyanıklığı yaparak erkenden getirenlerden nefret ediyorum. Sevmiştim zaten burayı, boşuna olmadığını anlamak bir kez daha takdir etmeme neden oluyor.

Geliyor Çökertme'm. Enfes bir tabak. Çok isterdim bir fotoğraf ama!.. Neyleyim, almadım yanıma makine. Ama bu anlatmama engel değil tabii ki: Çıtır çıtır, kıvrım kıvrım patatesler harika, lezzetli yoğurt üzerindeki gayet güzel pişmiş tavuk parçacıkları hımmm tadında, ve kare tabağın orta yerindeki bu öbeğin  kenarlarına ve o öbeğe yaslanarak yerleştirilmiş, hafifçe soslanmış, üçgen kesilmiş dört parça tost ekmeği lezzetli... Üstelik, ben bunu nasıl bitiririm dedirten bir porsiyon. Kare tabağın dört köşesinin ikisinde incecik dilimlenmiş salatalıklar ve diğer köşede küçük domates parçacıkları... Varlığını yaptığı tat katkısı dışında hissettirmeyen, rengi hafif sütlü kahveye çalan bir et sulu sos. Tertemiz çatal bıçaklar, serin ve çiçekli bir mekân, enfes bir bulvar devinimi, gelen ve giden trenler manzarasında enfes bir öğle yemeği, güzel bir bardakta buzz gibi şekersiz kola. Biraz daha kalasım var ama... Bir bardak ince belli çay hani!..

Paris bulvarları halt etmiş!






*Tanıştırayım: Jean Echenoz

**Birgül Oğuz: İstasyon üzerine yazı " Yine Mi Büyük İkramiye"


***Pedersen Hoca ile öğle arası yazıdaki fotoğraftan sonra..

22 Kasım 2020 Pazar

Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası

Enn sevdiğim Gurme bir telefon konuşmasında ofise istedikleri makarnayı övünce ve ayrıca, yoldan arayıp bir başka ihtiyaçları varsa alıp getirebileceğini söyleyen kuryenin tatlı davranışından söz edince ve üstelik makarnayı öve öve bitiremeyince... Dedim ki "Yarın öğlen oradayım!"

Aslında bilmediğim bir mekân değil, açıldığı günden beri ilginç bulurum, hevesli bir emekle hazırlandığını gözlemlemişim, özellikle bulvara, tren yoluna ve ara sokağa cephe bahçesi ile ilgimi çekmiş, gençlerin ağırlıkta ama yetişkin insanların da geldiği kozmopolit şirinliği çoğu zaman şaşırtmış olsa da beni, uğramaktan uzak durmuştum.

Evden pandemi tebirlerimi alarak öğle arası çıkıyorum. Carrefoursa'ya yürüme niyetindeyim ve eksik olan birkaç şeyi alacağım. Makarna aklımda fakat önce yemeği yiyip mi markete gitsem yoksa tersini mi yapsam tereddütündeyim. Çok severek okumakta olduğum kitapla okuma gözlüğümü, minik de bir fotoğraf makinesini mini sırt çantama atıyor, bir an sahilden mi desem de ana yoldan yürümeye karar veriyorum.

Atakent Kavşağa vardığımda kafamdan bir başka öneri geliyor. Aklımı çelmek üzere!.. Sevdiğim ve güzel yemekler yapan ve pandemi kurallarına çok sadık, yolumun üzerinde -yeni bir yerde olsa da coğrafyanın eskisi- bir esnaf lokantası var; söz ettim mi daha önce bilmiyorum, yeşilin yanmasını beklerken bir an orada yemek istiyorum. Az yemek, az pilav, her yemekte getirdikleri mini salata, belki içecek bir şeyler falan... Mutfağı güzel, kadın elinden çıkmış lezzette tencere yemekleri geçiyor gözümün ucundan! Hatta bir gün mutfağa giren kadınları görünce, bu kadim patron çekmiştir elini mutfaktan diye düşünüp, bayılarak yediğim bezelyeli ve bir kaç sebzeli yemeğin keyfinden yola çıkarak düşündüğümü doğrulatmak adına  "Kim yapıyor yemekleri?" diye oğluna soruyorum. Yanıt Adem Usta olunca, "Sanmıştım ki" diyerek takdirlerimi ekstra beyan ediyorum.

Aklım çelindi gibi! Yaklaşıyorum... Kıvrılmam an meselesiyken bir ohh çekiyorum çünkü iradem ilk kararıma el koyuyor.

                                                                                    ........

Bizim istasyondayım. Işıkları geçtim. Trenin geçmesini bekliyorum. Yeşil alanda kurulmuş bir şemsiye ve masa var. Masada açık bir laptop, iki görevli ve önlerinde bir kuyruk. Neyin nesidir bu acaba? diye düşünüyorum ve sonra anlıyorum ki toplu taşım araçlarına binebilmek için kartlara HES kodu yüklenmesi gerekiyor.

Önce rayları sonra da ikinci ışıkları geçiyor, önce market mi makarna mı ikilemimi netleştiriyor ve keyfini çıkarmaya karar veriyorum öğlenin ve bayılmakta olduğum kitabın! İş ve dönüş için acele etmeyen okulu asmış kaytarıcı çocuk kıvamındayım. Üstüne bir de "Şu güzel havanın tadını çıkar dostum," deyip,  makas alıyorum yanaklarımdan.

Bulvarın ve ara sokağın kesiştiği köşedeki kaldırımdan bir basamakla inilerek girilen bahçe kapısı ilgimi çekiyordu zaten. Bu kez tadını çıkarıyorum. Hımmmmm çok güzel bir bahçe, üstelik bir sera gibi dış etkilerden korunaklı ama yine de dışarısı gibi. Sevdim yahu! Hatta kendime kızıyorum. Ne güzel bir bulvar kafesi ve ne de güzel bir okuma noktası! diye düşünerek.

İçeri girdiğimde mekân boş. Bir tatlı genç kız var: maskesi yerli yerinde ve önlüğü ile çok şirin. "Merhaba," diyorum, hoş geldinizine. Çiçekler içinde ama saklı haline bir göz atıyor,  oturuyorum sakin bulvara ve raylara cephe masalarından birine... Üstelik kendimi bir Fransız kafesinde sanıyorum. Loş bir sessizlik...

"Menü lütfen!"

Aslında ne için burada olduğumu biliyorum ama ambiyansın hakkını vermem gerek diye düşünüyor, o nedenle menüyü istiyorum. Mekânın açık mutfağı da olan kapalı kısmını şu an dışarıdan görsem de öncelikle kırmızı boyalı, aralarındaki kırmızı ince çıtalarla kare bölünmüş camlarında eski ve siyah- beyaz film yıldızlarının fotoğrafları olan kapısına bayılıyorum.

"Bir Et mantar soslu fettucine lütfen."

"Bir de şekersiz kola, birlikte getirin lütfen."


Genç kızın orjinal adıyla söylersem Fettuccine Alfredo hazırlanana kadar çay içmek ister misiniz? sorusuna hayır, teşekkür ederim, yemek sonrasında, diyor, ama kahve ve pastaları eşliğinde bir gün aynı masada uzun süre kitap okuyabileceğimi düşünüyorum.




Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması!

 



Kitabın ortalarındayım. Ortamı da bir Fransız kafesine çevirdim çoktan, İtalyan da olabilir, hatta Viyana'dan Cafe Landtman... da!*  Oysa kitap Norveçli, üstelik ben bir Kuzey aşığıyım ama sanırım bu havalar yüzünden şımarığım. Biraz da havalı mıyım yoksa?..

Açıyorum kaldığım sayfayı, alıyorum ayracı ve ileriki sayfaların arasına sıkıştırıyorum. Bir süre okuduktan sonra önündeki önlüğü ile çok şirin garsonum getiriyor makarnamı ve kolamı. Görüntü çok güzel, hımmm koku ve üzerindeki peynir rendesi harika, kremalı mantar ve minik bonfile parçaları da lezzetli görünüyor. İşte bu, çatalla birlikte kaşık!  Ben makarnamı bitirmek üzereyken O geliyor, geciktiği için özür diliyor. Tokalaşıyor, yemek teklif ediyorum, buraya gelmeden hallettiğini söylüyor.

Pedersen Hoca yaş olarak benden epey büyük, O Larvik'teki bir liseye öğretmen olarak tayin olduğunda, ben henüz kısa pantolonla mahallede çember çeviriyor, cicili oynuyor, iri harfli minik çocuk kitaplarını  heceleyebiliyorum.

"Fakat, dede, babanne, hala, üç kardeş ki biri bebe, anne- baba sekiz nüfuslu, mutfak camı bahçe tarabalarının altında kira evimizin kitaplığındaki kitaplar amcam ve henüz lise öğrencisi halamın ve bir kaç yıl sonra da okula başlayacak ve  okumayı çözecek benim. O yıllar gelip de okumaya başlayınca merakımın satır aralarından ve amcamdan kaynaklı olarak da sol tandanslı fikriyatlar zihnime usul usul giriyor. Dedem Demokrat Parti sonrasında Adalet Partili, namazında niyazında ve kendi gazetelerini alıyor. Atatürk'le pek arası yok. Kalabalık aile güzel, sevgi dolu, renkli. Evde fikir özgürlüğü var, fakat alanlara girilip de kavgayla sonuçlanacak tartışmalar olmuyor. Başlangıçta pek anlamıyorum ama bazı "anarşitlere" sempatim başlıyor. Mahallede sandıktan İşçi Partisine iki oy çıkıyor ve mahalledeki herkes biliyor ki o oylar kimin: Enn amcamla, oy için İstanbul'dan gelen bir Dev'in. Amcam banka müfettişi, evlenene kadar sabit bir adresi yok, oylarını buraya gelip de kullanıyor. Devse Türk Solunun en parlak isimlerinden Harun Karadeniz: Denizlerin kankası, yan komşunun ve şu gün bile aynı haliyle duran evin oğlu: Devlet eliyle öldülürdü! O günkü gazetelerde çıkan iz bırakıcı ölüm ilanı eşindendi ve izini ve de silüetini bu çocuğun yüreğine de bıraktı. İki kelime; Adı soyadı ve Öldü. Gözünüz aydın dercesine!"

Bütün bunları çaylarımızı içerken anlatıyorum. Gözlerimin nemlendiğini görünce şefkatle soruyor. "Ben biraz daha büyüyünce, evimiz değişince, ekononimiz güçlenince özümüz aynı kalsa da sosyal durumumuz gelişince... "Arkadaşlarım!" diyorum, "Dev'in yeğeni Osman," diyorum... "Henüz liseliyken ve kimi liseli bile değilken üstelik!.."



Kalıyorum...



Çaylar bitmiş, zaman nasıl akmış.

"Kahve?" diyorum... Sonuçta O bir Avrupalı. İnce belli bardağı, usulü ve özellikle tadını çok sevdiğini söylüyor. "O halde İki çay daha," diyorum. Gülüyor. Bir ara İsveçli ve Finlandiyalı penfriend'lerimden söz ediyor, Olof Palme, Bruno Kreisky, Felipe Gonzales, François Mitterand ve Willy Brandt hayranlığımın altını çiziyor, bizde solun 70'lerin ikinci yarısında, Ecevit'in gençliğinde %40'ları aştığından, toplumun örgütlü gücünden bahsediyorum. "Ve onun modellemesi de sizin ülkeleriniz gibi sosyal demokrasiydi," diyorum. Bu arada son derece akıcı kitabı okurken okulda ve örgütteki konuşmalara, şekilciliğe, ülkemizdeki benzerliklerine bayıldığımı ve son yirmi, yirmibeş sayfadaki düşüncülerin aynılarını o yıllarda kendi toplantılarımızda dile getirmiş olmanın sevincini yaşadığımı, kendimle gurur duyduğumu söylüyorum. Anlatımdaki mizahın tadını da es geçmiyorum elbette! Bir kahkaha atıyor. Biraz da kasılıyorum.

O aslında 1968'de göreve başladığında ideolojiye uzak ve Norveç'in iktidardaki İşçi Partisiyle bir sorunu yok. Sınıftaki gençlerse, davranış biçimleriyle hiç yabancı gelmiyorlar bana, Hoca'nın tavrı anlayışlı ve zaman ilerledikçe Hoca'nın pozisyonu ve sınıfın vardığı nokta -yaklaşık on yıl sonraki bir tarihte olsa da- bizim sınıfı hatırlatıyorlar: Yaptığımız tartışmaları, hocalarımıza karşı ve özellikle solcu havası atan -öğrenci dostu edalı- edebiyat hocamız H.T. ye karşı tavrımızı...

 

"Sizin bir avantajınız var yalnız Hocam," diyorum. "Bir tek fraksiyonla karşı karşıyasınız. Oysa bizim sınıfta ve ülkede her şey var. İçindeki ayrışmalardan hiç söz etmesem dahi üçbuçuk ana akım var! Lafa bakarsak hepsi özünde Marksist-Leninist. Fakat pratiklerini ve örneklemelerini ele alırsak: Mao'cu, Leninci, Enver Hocacı ve Stalinci fraksiyonlar diye ayırmamız gerekiyor. Siz tek bir örgütlenmeyle ve Norveç'de tek bir gazete çıkarıyorsunuz, düşünün ki bizim ülkedeki fraksiyon çeşitliliğinden bakarsak kaç gazete çıkıyor? Hımmmm silah mevzusu, tabii ki gazete satarken belde silah olmalı!"

 



Kitaptaki zamanla senkronize olmam gerektiği için liseli halimle dertleşiyorum Pedersen Hocayla. Sonra Nina Skåtøy konusunu açıyorum, kariyerden başlıyorum ki Hoca sessizleşiyor. Gözleri uzaklara dalarken nemleniyor. Onu anlıyorum. "Üzülmeyin," diyorum. Kendi N.'emden söz ediyorum. 22 yaşlık farkı görmezden gelirseniz, çocuk sevgimizi anlarsınız diyorum. "Gözü karaydım be Hocam, sonunda gençlik var, öğrencilik hali, kaybedecek bir şey yok, sırtım kaya gibi babaya dayalı, kollandığımı biliyorum ve bunu aslında eylemsel avantajlara çeviriyorum. Ve Hocam ideolojinin temel felsefesi ne kadar yüce ve doğruysa, ne yazık ki pratiği kişisel egoların çamurunda bozuluyor, başka türlü bir diktatörlüğe evriliyordu. Bir kitaptan söz edeceğim ki sizinle benzer düşünceler içinde olduğumu anlayın. İsmi ne de cazibeli gelirdi bana, bilirdim ama bilmezden gelirdim, ufkumu açtı, yerin dibine soktuklarını gördüm gözüm açıldı: Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı. Yazan: Stalin! İki türlü okumak mümkündü, tıpkı sizinkiler gibi, eleştirilecek kısımları zorunlulukmuş addedip doğru bularak ama yine de buna inanmayarak! Ya da şahsın gerçeğini görerek ve inkâr etmeyerek..."

"Pedersen Hocam... akşama kalsanız, aşkları, özel hayatları, ayrılığınızı, ülkenizin güzelliklerini ve diğerlerinin hikayelerini konuşsak; bir rakı masasına götürsem sizi, Enn Sevdiğim Kadın da katılsa bize?"


Anlıyorum ki dönmeye kararlı, Nina konusunu açmamalıydım. "Dag Solstad sağolsun, sayesinde sevenlerim çok," diyor."Yoruluyorsunuzdur," diyorum ama hissediyorum ki O halinden, kitabın okurlarıyla söyleşmekten memnun. "Tadı damağımda kaldı, Dag'ın diğer kitabını da alıyorum, selamımı söyleyin lütfen," diyorum, "Kitabın kişisel hayat kısmından, ülkenizin ve yönetiminizin anlayışından, yaşam standartınızın tepelerde olmasından da konuşsaydık keşke... Gerçi siz fazlasıyla eleştirel ama anlayışla baktığınızı olan bitene anlatıyor, sisteminizin hakkını da veriyorsunuz, fakat aynı tarafta olduğumuz kitlenin buralardaki karakterlerle ve davranış biçimleriyle benzerliklerine şaşırdığımı da söylemeliyim ki o yıllardaki yaşam ve demokrasi standartlarınızı, biliyorum." Gülümsüyor!

Bu gülümsemeyi anlıyor ve düşünüyorum: "O yıllardaki ideoloji ihracı değildi de taklitçi ve statükocu bir yayılmacılık mıydı acaba?"



Bu sorumun yanıtını da biliyorum?!
 



Ve Banu Gürsaler Syversten, enn severek okuduğum, en sevdiğim kitaplarımdan Kar Yağacak'la tanıdığım ve çeviri tadına bayıldığım çevirmen: Bir kez daha teşekkürler!


*Mussano'dan Cafe Landtman'lı  Viyana



**Dev'den de bahisli  bir yazı

 

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP