Aslında bilmediğim bir mekân değil, açıldığı günden beri ilginç bulurum, hevesli bir emekle hazırlandığını gözlemlemişim, özellikle bulvara, tren yoluna ve ara sokağa cephe bahçesi ile ilgimi çekmiş, gençlerin ağırlıkta ama yetişkin insanların da geldiği kozmopolit şirinliği çoğu zaman şaşırtmış olsa da beni, uğramaktan uzak durmuştum.
Evden pandemi tebirlerimi alarak öğle arası çıkıyorum. Carrefoursa'ya yürüme niyetindeyim ve eksik olan birkaç şeyi alacağım. Makarna aklımda fakat önce yemeği yiyip mi markete gitsem yoksa tersini mi yapsam tereddütündeyim. Çok severek okumakta olduğum kitapla okuma gözlüğümü, minik de bir fotoğraf makinesini mini sırt çantama atıyor, bir an sahilden mi desem de ana yoldan yürümeye karar veriyorum.
Atakent Kavşağa vardığımda kafamdan bir başka öneri geliyor. Aklımı çelmek üzere!.. Sevdiğim ve güzel yemekler yapan ve pandemi kurallarına çok sadık, yolumun üzerinde -yeni bir yerde olsa da coğrafyanın eskisi- bir esnaf lokantası var; söz ettim mi daha önce bilmiyorum, yeşilin yanmasını beklerken bir an orada yemek istiyorum. Az yemek, az pilav, her yemekte getirdikleri mini salata, belki içecek bir şeyler falan... Mutfağı güzel, kadın elinden çıkmış lezzette tencere yemekleri geçiyor gözümün ucundan! Hatta bir gün mutfağa giren kadınları görünce, bu kadim patron çekmiştir elini mutfaktan diye düşünüp, bayılarak yediğim bezelyeli ve bir kaç sebzeli yemeğin keyfinden yola çıkarak düşündüğümü doğrulatmak adına "Kim yapıyor yemekleri?" diye oğluna soruyorum. Yanıt Adem Usta olunca, "Sanmıştım ki" diyerek takdirlerimi ekstra beyan ediyorum.
Aklım çelindi gibi! Yaklaşıyorum... Kıvrılmam an meselesiyken bir ohh çekiyorum çünkü iradem ilk kararıma el koyuyor.
........
Bizim istasyondayım. Işıkları geçtim. Trenin geçmesini bekliyorum. Yeşil alanda kurulmuş bir şemsiye ve masa var. Masada açık bir laptop, iki görevli ve önlerinde bir kuyruk. Neyin nesidir bu acaba? diye düşünüyorum ve sonra anlıyorum ki toplu taşım araçlarına binebilmek için kartlara HES kodu yüklenmesi gerekiyor.
Önce rayları sonra da ikinci ışıkları geçiyor, önce market mi makarna mı ikilemimi netleştiriyor ve keyfini çıkarmaya karar veriyorum öğlenin ve bayılmakta olduğum kitabın! İş ve dönüş için acele etmeyen okulu asmış kaytarıcı çocuk kıvamındayım. Üstüne bir de "Şu güzel havanın tadını çıkar dostum," deyip, makas alıyorum yanaklarımdan.
Bulvarın ve ara sokağın kesiştiği köşedeki kaldırımdan bir basamakla inilerek girilen bahçe kapısı ilgimi çekiyordu zaten. Bu kez tadını çıkarıyorum. Hımmmmm çok güzel bir bahçe, üstelik bir sera gibi dış etkilerden korunaklı ama yine de dışarısı gibi. Sevdim yahu! Hatta kendime kızıyorum. Ne güzel bir bulvar kafesi ve ne de güzel bir okuma noktası! diye düşünerek.
İçeri girdiğimde mekân boş. Bir tatlı genç kız var: maskesi yerli yerinde ve önlüğü ile çok şirin. "Merhaba," diyorum, hoş geldinizine. Çiçekler içinde ama saklı haline bir göz atıyor, oturuyorum sakin bulvara ve raylara cephe masalarından birine... Üstelik kendimi bir Fransız kafesinde sanıyorum. Loş bir sessizlik...
"Menü lütfen!"
Aslında ne için burada olduğumu biliyorum ama ambiyansın hakkını vermem gerek diye düşünüyor, o nedenle menüyü istiyorum. Mekânın açık mutfağı da olan kapalı kısmını şu an dışarıdan görsem de öncelikle kırmızı boyalı, aralarındaki kırmızı ince çıtalarla kare bölünmüş camlarında eski ve siyah- beyaz film yıldızlarının fotoğrafları olan kapısına bayılıyorum.
"Bir Et mantar soslu fettucine lütfen."
"Bir de şekersiz kola, birlikte getirin lütfen."
Genç kızın orjinal adıyla söylersem Fettuccine Alfredo hazırlanana kadar çay içmek ister misiniz? sorusuna hayır, teşekkür ederim, yemek sonrasında, diyor, ama kahve ve pastaları eşliğinde bir gün aynı masada uzun süre kitap okuyabileceğimi düşünüyorum.
Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması!
Kitabın ortalarındayım. Ortamı da bir Fransız kafesine çevirdim çoktan, İtalyan da olabilir, hatta Viyana'dan Cafe Landtman... da!* Oysa kitap Norveçli, üstelik ben bir Kuzey aşığıyım ama sanırım bu havalar yüzünden şımarığım. Biraz da havalı mıyım yoksa?..
Açıyorum kaldığım sayfayı, alıyorum ayracı ve ileriki sayfaların arasına sıkıştırıyorum. Bir süre okuduktan sonra önündeki önlüğü ile çok şirin garsonum getiriyor makarnamı ve kolamı. Görüntü çok güzel, hımmm koku ve üzerindeki peynir rendesi harika, kremalı mantar ve minik bonfile parçaları da lezzetli görünüyor. İşte bu, çatalla birlikte kaşık! Ben makarnamı bitirmek üzereyken O geliyor, geciktiği için özür diliyor. Tokalaşıyor, yemek teklif ediyorum, buraya gelmeden hallettiğini söylüyor.
Pedersen Hoca yaş olarak benden epey büyük, O Larvik'teki bir liseye öğretmen olarak tayin olduğunda, ben henüz kısa pantolonla mahallede çember çeviriyor, cicili oynuyor, iri harfli minik çocuk kitaplarını heceleyebiliyorum.
"Fakat, dede, babanne, hala, üç kardeş ki biri bebe, anne- baba sekiz nüfuslu, mutfak camı bahçe tarabalarının altında kira evimizin kitaplığındaki kitaplar amcam ve henüz lise öğrencisi halamın ve bir kaç yıl sonra da okula başlayacak ve okumayı çözecek benim. O yıllar gelip de okumaya başlayınca merakımın satır aralarından ve amcamdan kaynaklı olarak da sol tandanslı fikriyatlar zihnime usul usul giriyor. Dedem Demokrat Parti sonrasında Adalet Partili, namazında niyazında ve kendi gazetelerini alıyor. Atatürk'le pek arası yok. Kalabalık aile güzel, sevgi dolu, renkli. Evde fikir özgürlüğü var, fakat alanlara girilip de kavgayla sonuçlanacak tartışmalar olmuyor. Başlangıçta pek anlamıyorum ama bazı "anarşitlere" sempatim başlıyor. Mahallede sandıktan İşçi Partisine iki oy çıkıyor ve mahalledeki herkes biliyor ki o oylar kimin: Enn amcamla, oy için İstanbul'dan gelen bir Dev'in. Amcam banka müfettişi, evlenene kadar sabit bir adresi yok, oylarını buraya gelip de kullanıyor. Devse Türk Solunun en parlak isimlerinden Harun Karadeniz: Denizlerin kankası, yan komşunun ve şu gün bile aynı haliyle duran evin oğlu: Devlet eliyle öldülürdü! O günkü gazetelerde çıkan iz bırakıcı ölüm ilanı eşindendi ve izini ve de silüetini bu çocuğun yüreğine de bıraktı. İki kelime; Adı soyadı ve Öldü. Gözünüz aydın dercesine!"
Bütün bunları çaylarımızı içerken anlatıyorum. Gözlerimin nemlendiğini görünce şefkatle soruyor. "Ben biraz daha büyüyünce, evimiz değişince, ekononimiz güçlenince özümüz aynı kalsa da sosyal durumumuz gelişince... "Arkadaşlarım!" diyorum, "Dev'in yeğeni Osman," diyorum... "Henüz liseliyken ve kimi liseli bile değilken üstelik!.."
Kalıyorum...
Çaylar bitmiş, zaman nasıl akmış.
"Kahve?" diyorum... Sonuçta O bir Avrupalı. İnce belli bardağı, usulü ve özellikle tadını çok sevdiğini söylüyor. "O halde İki çay daha," diyorum. Gülüyor. Bir ara İsveçli ve Finlandiyalı penfriend'lerimden söz ediyor, Olof Palme, Bruno Kreisky, Felipe Gonzales, François Mitterand ve Willy Brandt hayranlığımın altını çiziyor, bizde solun 70'lerin ikinci yarısında, Ecevit'in gençliğinde %40'ları aştığından, toplumun örgütlü gücünden bahsediyorum. "Ve onun modellemesi de sizin ülkeleriniz gibi sosyal demokrasiydi," diyorum. Bu arada son derece akıcı kitabı okurken okulda ve örgütteki konuşmalara, şekilciliğe, ülkemizdeki benzerliklerine bayıldığımı ve son yirmi, yirmibeş sayfadaki düşüncülerin aynılarını o yıllarda kendi toplantılarımızda dile getirmiş olmanın sevincini yaşadığımı, kendimle gurur duyduğumu söylüyorum. Anlatımdaki mizahın tadını da es geçmiyorum elbette! Bir kahkaha atıyor. Biraz da kasılıyorum.
O aslında 1968'de göreve başladığında ideolojiye uzak ve Norveç'in iktidardaki İşçi Partisiyle bir sorunu yok. Sınıftaki gençlerse, davranış biçimleriyle hiç yabancı gelmiyorlar bana, Hoca'nın tavrı anlayışlı ve zaman ilerledikçe Hoca'nın pozisyonu ve sınıfın vardığı nokta -yaklaşık on yıl sonraki bir tarihte olsa da- bizim sınıfı hatırlatıyorlar: Yaptığımız tartışmaları, hocalarımıza karşı ve özellikle solcu havası atan -öğrenci dostu edalı- edebiyat hocamız H.T. ye karşı tavrımızı...
"Sizin bir avantajınız var yalnız Hocam," diyorum. "Bir tek fraksiyonla karşı karşıyasınız. Oysa bizim sınıfta ve ülkede her şey var. İçindeki ayrışmalardan hiç söz etmesem dahi üçbuçuk ana akım var! Lafa bakarsak hepsi özünde Marksist-Leninist. Fakat pratiklerini ve örneklemelerini ele alırsak: Mao'cu, Leninci, Enver Hocacı ve Stalinci fraksiyonlar diye ayırmamız gerekiyor. Siz tek bir örgütlenmeyle ve Norveç'de tek bir gazete çıkarıyorsunuz, düşünün ki bizim ülkedeki fraksiyon çeşitliliğinden bakarsak kaç gazete çıkıyor? Hımmmm silah mevzusu, tabii ki gazete satarken belde silah olmalı!"
Kitaptaki zamanla senkronize olmam gerektiği için liseli halimle dertleşiyorum Pedersen Hocayla. Sonra Nina Skåtøy konusunu açıyorum, kariyerden başlıyorum ki Hoca sessizleşiyor. Gözleri uzaklara dalarken nemleniyor. Onu anlıyorum. "Üzülmeyin," diyorum. Kendi N.'emden söz ediyorum. 22 yaşlık farkı görmezden gelirseniz, çocuk sevgimizi anlarsınız diyorum. "Gözü karaydım be Hocam, sonunda gençlik var, öğrencilik hali, kaybedecek bir şey yok, sırtım kaya gibi babaya dayalı, kollandığımı biliyorum ve bunu aslında eylemsel avantajlara çeviriyorum. Ve Hocam ideolojinin temel felsefesi ne kadar yüce ve doğruysa, ne yazık ki pratiği kişisel egoların çamurunda bozuluyor, başka türlü bir diktatörlüğe evriliyordu. Bir kitaptan söz edeceğim ki sizinle benzer düşünceler içinde olduğumu anlayın. İsmi ne de cazibeli gelirdi bana, bilirdim ama bilmezden gelirdim, ufkumu açtı, yerin dibine soktuklarını gördüm gözüm açıldı: Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı. Yazan: Stalin! İki türlü okumak mümkündü, tıpkı sizinkiler gibi, eleştirilecek kısımları zorunlulukmuş addedip doğru bularak ama yine de buna inanmayarak! Ya da şahsın gerçeğini görerek ve inkâr etmeyerek..."
"Pedersen Hocam... akşama kalsanız, aşkları, özel hayatları, ayrılığınızı, ülkenizin güzelliklerini ve diğerlerinin hikayelerini konuşsak; bir rakı masasına götürsem sizi, Enn Sevdiğim Kadın da katılsa bize?"
Anlıyorum ki dönmeye kararlı, Nina konusunu açmamalıydım. "Dag Solstad sağolsun, sayesinde sevenlerim çok," diyor."Yoruluyorsunuzdur," diyorum ama hissediyorum ki O halinden, kitabın okurlarıyla söyleşmekten memnun. "Tadı damağımda kaldı, Dag'ın diğer kitabını da alıyorum, selamımı söyleyin lütfen," diyorum, "Kitabın kişisel hayat kısmından, ülkenizin ve yönetiminizin anlayışından, yaşam standartınızın tepelerde olmasından da konuşsaydık keşke... Gerçi siz fazlasıyla eleştirel ama anlayışla baktığınızı olan bitene anlatıyor, sisteminizin hakkını da veriyorsunuz, fakat aynı tarafta olduğumuz kitlenin buralardaki karakterlerle ve davranış biçimleriyle benzerliklerine şaşırdığımı da söylemeliyim ki o yıllardaki yaşam ve demokrasi standartlarınızı, biliyorum." Gülümsüyor!
Bu gülümsemeyi anlıyor ve düşünüyorum: "O yıllardaki ideoloji ihracı değildi de taklitçi ve statükocu bir yayılmacılık mıydı acaba?"
Bu sorumun yanıtını da biliyorum?!
Ve Banu Gürsaler Syversten, enn severek okuduğum, en sevdiğim kitaplarımdan Kar Yağacak'la tanıdığım ve çeviri tadına bayıldığım çevirmen: Bir kez daha teşekkürler!
*Mussano'dan Cafe Landtman'lı Viyana