29 Mayıs 2009 Cuma

Hafta Sonu İçin Öneriler:Bir Kitap İki Film

Hafta sonu keyfinin kahvaltı masasında, belki de gün içinin sakin bir saatinde, bir şeyler atıştırırken ya da bahar güneşine yaslandığınız bir bankın sessizliğinde okumak ya da izlemek isterseniz diye blog: Kendi sevdiği, sizin de sevebileceğinizi tahmin ettiği; hiç yormadan, sarsmadan, sıcak sözler edip keyifli anlar yaşatabilecek üç öneriyi paylaşmak istedi bugün...

Bir Film:Expres Kasa

Hayata dair sıcak sözler eden, tavuk suyuna çorba tadındaki bu filmin bütünündeki anafikir: ''Benim Küçük Günışığım''filmindeki dedenin,'' gerçek kaybeden,kazanamayan değildir; gerçek kaybeden, kaybetmekten o kadar korkar ki kazanmayı denemez bile''cümlesinin bu kez Morgan Freeman'ın canlandırdığı karakterin bir günlük dostluğunda, Paz Vega'nın başardım cümlesiyle hayat bulmasıdır.

Çok keyifle izlenebilecek, ''hayatta bazen rotayı değiştirmek gerekir''diyen, neşeli bir filmdir Expres Kasa; sevdiğiniz insana dair karakter analizleri yapan, bunu yaparken güzel sözler eden filmlerse eğer!


Bir Kitap: Bu Gece Pera 'da


Kitapları kurcalarken iki kitap yapıştı elime; şimdilik birinden söz edim sizlere....

Yıllar önce, her zamanki tavrımla kapağına bakıp içinde dolaşarak, hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadan o anki kararımla satın aldığım, ama bu kez adının kararımda fazlasıyla etken olduğu, Jale Sancak 'ın ''Bu Gece Pera'da''sıdır bu .

Kitabı her elime aldığımda, sevdiğim şehrin sevdiğim semtinin sokak aralarında, o sokakların mekanlarında dolaşmış olmanın keyifli soluklanmaları esnasında, kahramanlarının yamacında çay içerken bulurum kendimi ...

Bana ilk okuduğumda öyle hissetirmişti, hala da öyle hissetirir; ilk okuduğumda kimdir nedir bilmediğim bir yazarın ilk kitabı olarak...

O gün bugündür aynı yazarın bir başka kitabını okumadım. Ama top 10 listesi yaparsam eğer kendime, her top 10 listemde bu kitabın olacağı kesin...

Bendeki 1989 baskısının arkasında yazan şu cümlelerden yola çıkarsam eğer:
''Bu Gece Pera'da, son yıllarda sayıları ve etkinlikleri hızla artan kadın yazarlarımıza bir yenisini daha ekliyor: Jale Sancak, şimdiye kadar adını hiç duyurmamış genç bir yazar. Ancak, Bu Gece Pera'da, bir ilk kitap olmanın çok ötesinde, usta bir yazarın özelliklerini taşıyor; yazarın dili kullanmaktaki ustalığı, öykülerindeki kurgu,anlattığı insanlara olağanüstü bir sevgiyle yaklaşışı ve bunu başarışıyla edebiyatımızda'olay'olmaya aday bir kitap. Baştan sona bir düş sıcaklığında anlatılan bu şiir dolu öykülerin edebiyatımıza yeni bir ses getirdiği kanısındayız.''
''Ses getirdi mi,o sesler size uzandı mı, edebiyatımızda olay oldu mu?'' bilmiyorum, o günden bugüne...Ama başta da dediğim gibi dokuz öyküden oluşan 80 sayfalık bu kitap benim en'lerimdendir. Tavsiye ederim:))


Bir Film:Düğünler ve Cenazeler


Minimalist bir ev, güzel sokaklar, güzel müzikler, üç kadın, yasını tutamamış bir anne, mimari çizgilerindeki köşeler kadar hayata düz ve kuralcı mimar bir eski koca, müzisyen bir kiracı...İlişkiler, yüzleşmeler...Neşe, acı...Estetik kaygılar taşıyan bir sinema dili...Hoş kamera açıları...Dekarasyon dergilerine çekilmiş fotoğraflar tadında kareler...İronik göndermeler...Derinlik arzeden diyalogları ve oyunculuklarla şık analizlere olanak veren; gecenin sakinliğine eşlik eden bir bahar esintisinde keyifle izlenebilecek, Norveçli yönetmen Unni Straume tarafından yönetilmiş, Goran Bregoviç'in hem müziklerini yaptığı hem de oynadığı İsveç-Norveç ortak yapımı güzel bir ''Kuzey Avrupa Sineması'' örneği; güzel bir film.

Not:Ragla ya da bir kadeh şaraba eşlik edebilir.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Alt Yazı...Yaz (Geldi!..)



Ölüme mahkumuz, harcayalım;
Uzun yaşayacağız, biriktirelim.

Bir Sümer Atasözü
''Tarih Sümer'de Başlar''adlı kitabın ''ilk atasözleri ve özdeyişler'' bölümünden ;

Görsel Videlec.org

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Elveda Lenin...


Elveda Lenin: Hem iki farklı yönetim biçimi, hem de o yönetimlerde yaşayan insanların hayata bakışı ve yaşama biçimleri üzerine, izleyicinin farklı algılar ve sorgulamalarla bir çok farklı açıdan nitelikli analizler yapılabilmesine olanak sağlayabilecek bir film.

Film: İnsan, siyaset, güç ve o gücün niyeti üzerine derinlikli düşünme ve tartışma ortamları yaratırken ve bu anlamda üzerinden tartıştırırken; bir ideolojinin teori ve pratiği üzerindeki ayrışmaların diktatoryal rejimlerdeki yönetici insanların algılamasına, ideolojiyi yorumlamasına ve kişilik özelliklerinin niteliklerine göre özünden ve iyi niyetinden nasıl sapmalar yaratabileceği üzerine sonuçlar da ortaya koyuyor.

Elveda Lenin: Temelde çok insani, felsefi ve doğru duran ideolojik teori ve temellerin; benim doğrum mutlak doğrudur mantığıyla ve sadece yönetim erkini ellerinde tutanların insan yönetme anlayışlarına dayalı, sorgulanamayan, tek tip insan yaratma projelerinin sonuçlarıyla; yine eleştirilebilecek çok yanı olan ama yönetenlerin hakimiyet sürelerinin en azından seçimlerle değiştirilebileceği, farklı örgütlenmelere, baskı gruplarına ve seçmenlere karşı sorumluluklara sahip demokratik rejimler arasındaki iyi ya da kötü yanların fark edilmesine olanak sağlayan; tüm bunları da, son derece hayatın içinden, gündelik yaşamdan karakterler odağında şahane bir mizahla ve nokta sahnelerle, iki farklı ideolojinin tüketim simgelerini kullanarak yapan; ideoloji ve siyaset sorgulaması üzerine; ve bunun bireysel hayatlardaki yansımalarının sergilenmesi adına çok hoş bir filmdir.

Bütün bu derinliklerinin ötesinde; sinema dili anlamında, özel ilgi alanım olan eski doğu bloku ülkelerinin, kentlerinin: Dünyanın diğer bölgelerinden soyutlanmış (eski)kapalı hallerini, kentsel renklerini, yaşama biçimleri ve gündelik hayatlar ile insan ilişkilerini çok gerçek bir dille anlatmayı başaran; ve özellikle sıradan olmadan da insanları güldürmenin olası olduğunu ortaya koyarak, komik filmle mizah arasındaki derin ve niteliksel farklılıkları göze sokarken, felsefik görüşlerin bile her türden sinema seyircisini tatlı tatlı güldürerek nasıl anlatılabileceğini gösteren, defalarca izlemekten bıkmadığım; ama illaki sinemada izlemişliğin tadını diğerlerine değişemeyeceğim muhteşem bir filmdir benim için...

Bol ödüllü bu filmi mutlaka izleyin ve gülün; ve düşünün; ve bir filmin dramatik bir olayı tatlı bir mizahla birleştirerek nasıl bir lezzet yarattığını görün derim ben!

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Hayırlı Bir İş...Fikrim Geldi Paylaşmak İstedim:)


Bugün birden aklıma bir fikir geldi. Aslında bu fikir sevgili Arzu'nun masallarını okurken aklıma gelmiş ve anafikir bugünkü olmasa da ona sürekli önerdiğim bir şey olmuştu... Bugün kendim çok amatörce, bir yazımı Windows'un ses kaydedicisinden yararlanarak hayata kattım:))... 60 sn ye de bir kayıt durduğu ve yeniden başlatmak gerektiği için, o sürelerin sonuna doğru cümlelerde eksik kalmasın diye gözüm bir yandan onun sayacında olup kelimeleri biraz yutmak zorunda kalsam da, sonunda altı dakikalık çok amatör bir kayıt yapmayı başardım.

Sonra, her birimiz, bazı yazılarımızı sesli de kaydederek, görme engellilerin de bloglardan yararlanması noktasında onlara bir fayda sağlayabilir miyiz diye düşündüm. Ve bunu sevgili beenmaya ile paylaştım. Onun da aklına yatınca ve destek verince bu işe; bu çok amatörce ve kırık dökük kaydımı bir başlangıç ve bir örnek olması adına yayınlamaya karar verdim.Eminim ki, her birimiz, biraz daha çaba göstererek çok daha başarılılarını yapabiliriz.

Bu başlangıç ve fikir kulaktan kulağa yayılıp önerilerle zenginleştirilerek, kısa bir süre içinde görme engellilerin de yaralandığı, aramıza katıldığı, ortak bir keyfi birlikte paylaştığımız yeni bir blog dünyası yaratmamıza neden olabilir(mi?). Bu konuyu benimseyip gönül verenler bloglarında konuyu işlerlerse birer yazıyla; ve fikirleriyle zenginleştirirlerse, kısa bir süre içinde önemli bir paylaşmayı, bir yaşama biçimine döndürebiliriz belki.

Eğer tahammül edebilirseniz buyrun benim amatörce hazırlanmış kırık dökük kaydıma:)) Eğer kaydediciyi takip eden biri olursa ve siz sadece okursanız daha kaliteli bir kayıt olası... Belki kaydedicideki süreyi uzatmakta olasıdır; ama benim teknik bilgim bu kadarına yetti... Konu üzerinde çalışıyorum:))

22 Mayıs 2009 Cuma

Zamanın Ötesinden Berisinden Rastgelesinden ''Romanımsı'' Bir Gün: Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadınla Gecenin Bi Yarısı

Yatağa girip keyifli, hayalli bir uykuya kendini emanet etmişken, saat 24 civarı telefon sesiyle uyandı. ''Senle konuşmam lazım,'' diyen bir eski arkadaşının ''bunaldım!'' cümlelerinin ardından, iki kadeh rakı içmiş olmanın trafikte başına açabilecekleri karmaşasıyla kendini direksiyonda buldu. Sonra, aklının çok telaşsız olduğunu fark etti. Ruhunun gecenin sessiz haline, kaloriferin yüze vuran sıcaklığı ile radyoda çalan şarkılara gösterdiği uyumu sevdi. Lastiklerin sokak ışıklı asfalt üzerindeki çoşkulu sesleri eşliğinde, zamanın keyfini çıkaran bir hızda yol alırken de düşündü!.. İçinde neler olursa olsun, hayat güzeldi.

Şu anda bile, sabahın beş buçuğunda, bir gün önce erken yatacağım derken sabahı ettiği sürenin içine koca bir hayat sığmıştı.

Telefondaki ses çok eskide kalmış bir arkadaşlığın ötekisiydi. İkisinin de kendi evlilikleri süresince karşılaştıkları sosyal ortamların dışında merhabanın ötesine geçmeyen konuşmaları vardı. Adamın ayrı yaşamaya başladığı süreçte ve bu geceden bir kaç yıl önce, bir gün öğle vakti karşılaştıkları bir restoranda aynı masada oturmak zorunda kaldıkları bir yemekte, günlük hayata dair, temelinde havadan sudan sayılabilecek şeyler konuşmuşlardı.

Dün gece telefonu çaldığında duyduğu ses bütünüyle sürprizdi. Geçmişte çokca şey paylaştığı, arkadaş grupları içinde birlikte zaman geçirdiği bu okyanus gözlü kadın, yanaşılamaz ve yanaştırmaz güzelliği ve dominant duruşu yüzünden, aslında kendi şeçimi bu tavrın yalnızlığını da yaşıyor gibiydi. Eski yıllarda daha birer liseliyken, ortak arkadaşlarından birinin doğum gününde aralarında oluşan yakınlığın nedeni, o gün için getirdiği plaklar olmuştu.

Plaklar üzerinden başlayan o günkü yakınlaşma, kadının avizenin tavanda oluşturduğu renkleri anlamlandırması, kendi yaptığı resimlerden söz etmesiyle doğum günü kalabalığından balkona çıkan yalnızlaşmaları; kitaplara, sinemaya, siyasete kadar uzamıştı. Ortamda başka heveslerle bulunanları rahatsız etse de aralarındaki ilişki; derin ve uzun süreli olamamıştı. İkisi de, temelde duygularının farkında ve onların karşılıklarını arayan ama aynı zamanda özgür, denemeye cesaretli, sınırda yaşamanın heyecanını seven karakterler olmasına rağmen adamın önceliği henüz bir bedenden öte geçemediği yıllar olduğu için, uzun süreli bir bağlanmayı gerçekleştirememişlerdi.

Telefondaki ses alkol ve gözyaşı kokuyordu; ve onu görmek istediğini söylüyordu. Evinin kapısına gittiğinde zile uzanmasıyla onun aşağı gelmesi arasındaki sürede hiç de şaşkın olmadığını fark etti. Yaşam çok şey öğretmiş olmalı ki, aşağı yukarı ne olduğunu sezmişti. Arabaya bindiğinde usul bir nasılsın sonrasında kadının yüzündeki ruhun sınır çizgisinden geçip geri dönmeye başladığını fark etti. Alkole bulanmış yüzün beyaz tenindeki kırmız ruj, göz kapaklarındaki mavilik, simsiyah kirpikler, iri okyanus gözler, zeytin kara boyanmış saçlar, üzerindeki siyah kürk mantosunun parlak tüyleri, siyah, desenli tül çorapları, yanağındaki allık, parfüm kokusu, göze değmiş yaşların parlağı; aslında başka bir yüzde abartı gibi duracak tüm bu renkler ona, o an'a, o ruh haline fazlasıyla yakışmıştı.

''Deniz kenarı bir yere gidelim,'' dedi kadın. Adamın sığınaklarından, gara giden rayların altındaki sahile doğru yürümeye başladılar. Gecenin o vaktinde, ayrı ayrı kendi sıcaklarına sığınarak raylar boyu sessiz bir tonda karanlığa saklanırken; kadının, yalnızlıktan sıyrılmış olmanın getirdiği güvenle konuşmakla konuşmamak arasındaki tereddütleri yaşadığını hissetti. Onu aramadan önce kendi kendine konuştuğu ve büyük olasılık kafasının içinde ona sarfettiği tüm cümleleri, tüm sıkıntılarını tekrar etmekten, ona anlatmaktan vazgeçtiğini sezdi. Soğuğun uzun süre hareket halinde olmanın verdiği ısıyla yer değiştirmesinin ardından gar binasına vardılar. Bir süre perondaki banklardan birinde oturarak; aldıkları kanyak ve çikolatalarla okulu kırdıkları bir gün atladıkları trenle eski kente gidip dönüşlerini konuştular. Gece vardiyasına gidecek trenin demire sürten fren sesinin geceyi kalabalıklaştıran gıcırtılarıyla gara girişini dinlediler. Getirdiği işçileri bırakıp, yenilerini alarak usul gıcırtılar ve güçlü bir motor sesiyle yol almaya başlayan treni bir süre izledikten sonra, biraz da üşümeye başlayınca, gar binasından içeri girip bekleme salonun görkemli yalnızlığının banklarından birine oturdular bu kez... İkisi aynı anda, ayyaşlar gibi, "İçtiklerimize cila olsun,'' deyip, gazete kağıdına sarılmış bira içme isteklerine güldüler. İstasyon binasının hemen karşısındaki dolmuş durağının dibindeki büfeye sıçrayıp gazetelere sarılmış dört şişe bira aldı adam.

Bütünüyle ısssızlığın çöktüğü yüksek tavanlı kocaman bekleme salonunda, mekânın o anına tezat iki insandılar. Temelde ilişkiler, daha çok kadının anlattıklarına erkek dilinden tercümeler yaparak insanı konuştular. Bunları konuşurken de her cümlede kadının biraz daha sıyrıldığını gördü üzerine giydiği karanlıktan...


O ''Bağlanma korkusu var,'' derken... Adam, kendince bir ilişkiyi daha sağlamlaştırmak için, daha net ve tamam şimdi denilen bir noktada olma arzusundan ya da kendi dip duygularının, bilinçaltından olası sonuçlara karşı korumacı uyaranlarının dile, düşüncelere yansımalarından; bazen bir ilişkideki yerle ilgili tereddütler yaşayıp bazı alt duyguların insanı dürten, karıştıran, dedikodu ağızlı hıyarca uyaranlarının anlık ele geçirmeleriyle düşünüyor olmak gibi insani bi zaaf yaşıyor olmaktan, bu anlarda kendini koruma reflekslerinin dilinden cümleler kurulmasından, bunların kadın algısındaki yanlış değerlendirmelerinden söz etti; kadında sezdiği sorulara yanıt olabilmek için... Sonra bu anlık içsel direnişleri aşıp ''Sen ne niyette olduğunu biliyorsun, bu tereddüt niye?'' güdüsüyle yola devam edebilmek gerektiğinden bahsetti. Ve tüm bu kaygıların sonundaki çakma sanmalardan, o sanmaların tereddütlerinin sorulmayan sorularından ve sorulmayan sorulara verilen yanlış yanıtlardan...

Sonra kadının gözlerine saklanıp, ''Bütün bir geçmişe baktığımda; bugün senin beni çağırmandaki nedenin gibi; hepimiz, belki de en çok el frenini bırakarak konuşabileceğimiz birini arıyoruz şimdilerde... Hiçbir şekilde o ne düşünür kaygısına yer vermeyecek, olumsuz nitelenebilecek anları bile bir durum olarak kabul edip yargılamıyacak bir ortak üslup sanırım en çok aranan,'' diye devam etti. Sonra bu cümlelerden yola çıkarak yaşadıkları hiçbir ciddi ilişkide ötekine yön veren bir çaba içinde olmadıklarından, bunu değerli bulmadıklarından falan söz ettiler. Bazı sonların kattıklarıyla daha derin fark edişler ve dirençlerle ileriye doğru yürüme becerisinden, insanın kendi bahçesini yaratabilmesinden konuştular gün ışığını haber veren sabah ezanının melodisini duyana kadar.

Onu evine bırakıp, uykusuna bıraktığı yerden devam etmek için eve doğru gelirken, o an'a ve bir yakın zamanda yapılacak yolculuğa taşıyacağı cümleleri düşündü; kendi kendiyle konuşup tebessümler ederek. Sonra yatağına girip yorganı çektiğinde, yüzüne konmuş tebesüme güldü. O gülmeye sarılarak uyudu.

...devam edecek; zamanın ötesinden berisinden bi günde ama ! ...Zamansızca yani!... demişim. Bugün, yani 25 Ağustos 2021'de  fark ettim ki aslında yazmışım. Buradan lütfen!

21 Mayıs 2009 Perşembe

UEFA KUPASI FİNALİNİ İZLERKEN...Shakhtar Donetsk-Werder Bremen


Hani finalden önce herkes iç geçirip: "Sanki şu iki takımın yerine bizden biri final oynayamazdı" diyordu ya; dün gece neden bunun gerçekleşmediğini yüzümüze vuran bir çok an yaşadım kendi hesabıma.

Dakika 10 civarı top Shakthar sahasında korner bayrağının orada sıkışıyor, adını sanını bilmediğimiz bir stoper(adı ne Meira ne Servet ne de Lugano) hiç panik yapmadan rakibin baskısına rağmen topu kısa oynuyor aut çizgisine doğru. Arkadaşı(adı Razvan Rat,Roberto Carlos değil!)topu çıkmadan, süren baskıya rağmen sakince yakalıyor ve tekrar kısa pas yapıyor. Kısacası böylesine riskli bir bölgeden 3 kısa pasla çıkmayı başarıyor Shakhtar. Yani kendi korner bayrağının civarında topu ne taca vuruyor ne de gelişigüzel ileri...

Biraz daha zaman geçiyor aradan, tekrar böyle bir pozisyon olmasını bekliyorum. Bakalım hep öyle mi çıkarıyorlar topu diye. Bu sırada başımın ağrısından dolayı tam takip edemediğim bir pozisyonda bir derin top geliyor, Brezilyalılardan biri sağ ayağının dışıyla topu kalecinin yanından mı, üstünden mi geçti diye düşünürken ağlara bırakıyor. Adı Luiz Adriano(yani ne Baros ne de Güiza!)

Maç biraz daha ilerliyor. Yavaş yavaş baş ağrıma lanet okumayı kesiyorum. Çünkü Shakhtarlılar üst üste 5-6 çabuk kısa pastan sonra ters kanada öyle bir top atıyorlar ki, zaten insanın takip etmekten başı ağrır diye düşünüyorum. Biraz sonra topu yine riskli bir bölgede,dar bir alandan ustaca çıkarmayı başarıyorlar. Bende bunun çalışılmış ve takıma yerleşmiş olduğunun kanıtlanmasıyla rahatlıyorum.

Maç uzayınca bir eyvah çekiyorum içimden. Şimdi bu Brezilyalılar yorulmuştur, birazdan oyundan düşerler diyorum. Bir kaç dakika sonra onlardan biri sağdan ceza sahasına gelen bir pasla(orta değil!)golü atıyor. Başımın ağrısı halüsinasyonlar mı yaratıyor diye düşünüyorum. Çünkü maçtan önce Shakhtar'da 5 Brezilyalı'nın ilk 11'de olduğunu görünce şu ünlü: "2 Brezilyalı takımı şampiyon yapar 3 Brezilyalı ise mahveder"lafının(sanırım Wenger'indi) aklıma geldiğini hatırlıyorum. Daha sonra bu sözün tarih olduğunu görüyorum kupa Luce'nin elinde yükselince.

Maçtan sonra biraz beyin jimnastiği yapıyorum. Lucescu'nun kaç yıldır bu takımın başında olduğunu düşünüyorum. Galiba 5.(bizim takımlarımızın 2'şer yıl zor sabrettiğini hatırlıyorum.) Fatih Terim'in de 4 yılın sonunda kupayı getirdiğini anımsıyorum. Sonra Werder Bremen'in hocası Thomas Schaaf'ı araştırıyorum. 1972'de gençken geldiği Werder Bremen'e oyuncu, altyapı antrenörü ve şimdi de teknik direktör olarak hizmet verdiğini görüyorum. Kısa bir süre önce de şampiyonluk yaşadığını hatırlıyorum. Evet 2004'te bundesliga şampiyonluğu ve 3 de kupası var. Sonra aklıma Bülent Korkmaz geliyor,hani şu büyük ihtimalle sezon sonu gidecek olan Galatasaray teknik direktörü.

Daha sonra bir yerde Fenerbahçe başkan adayı Şadan Kalkavan'ın demecini okuyorum: 3 yılda Avrupa'da şampiyonuz! Bu kadar taze örnekler varken önümde bizim takımlarımız için asıl hedefin, 3 yıl aynı hocayla çalışacağız olması gerektiğini düşünüyorum. Aklıma yine gün içinde duyduğum bir cümle geliyor,sanırım Mehmet Demirkol'a aitti: "Bizim takımlarımız Real Madrid değil ki bu kadar sabırsız olalım. "Evet diyorum içimden,maalesef takımlarımız seçimlerinde ya hatalı ya da sonucu görmekte sabırsız. Sanki her yıl Avrupa'da final oynamamız gerekiyormuş gibi.

Başımın ağrısı sürerken en iyisi gidip yatayım diyorum. Belki rüyamda bir Türk takımının yeniden Avrupa'da kupa kaldırdığını görürüm!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir SLR Fotoğraf Makinem Var Artık Benim!!!

Bazen an’ları dondurmak, saniyeleri durdurmak istedim hayatımda… Ne muazzam işleyen sistem müsaade etti buna ne de teknoloji !!! Beni tanıyanlar bilir zaten teknoloji ile benim aramda, onca ikna ediş konuşmalarına rağmen bir türlü düzelmeyen, her ikimizin de “benden uzak olsun da Mısır’a sultan olsun!” bakışlarıyla birbirimize uzak durduğumuz geçimsiz bir ilişkimiz olduğunu. Velhasıl-ı kelam ben keyifle ve mutlulukla yaşadığım, o hiç bitmesin istediğim an’ları dondurmayı ya da durdurmayı beceremedim bir türlü… Sevgiyle, saygıyla ve itinayla buz kalıplarına koyup, hafızamın derin dondurucularında muhafaza edebildim sadece…

Daha önce gönlümün hep bir köşesinde sakladığım profesyonel fotoğraf çekme arzusu, bir gün bir yol hikayesinde gördüğüm yerlerin güzelliği karşısında iyice depreşti… Hah dedim kendi kendime yaşadığın anları dondurup, durduramıyorsun ama fotoğraf karelerinde dondurabileceğin an’lar ve yerler var işte! Ve hummalı bir SLR makinesi araştırması sonrası… Kaldı ki bu süreçte “bir bilene danışmak lazım” öğretilmişliğimde; epey de bilenin beynini ütüleyerek, belki de bildiklerine bileceklerine pişman ederek sonunda bir SLR fotoğraf makinesi aldım!!! Ve içimde yippuuuuu nidalarıyla makineyi ilk aldığım andaki çocuksu heyecanım görülmeye değerdi. Hatta SLR makineler sattıkları için dükkan sahibini tebrik edip sarılasım bile geldi desem yeridir:))

O gün için benimle randevulaşmak gafletinde bulunan çok ama çok sevdiğim arkadaşıma kurduğum üç cümleden biri tüm şımarıklığımla “ benim artık bir SLR makinem var biliyor musun?” idi… Diğeri de aylardır temizlenmeyen evimi temizlemiş olmanın haklı gururuyla sarf edilen “ ben bugün evimi temizledim, ev ev olduğunu hatırladı yahu!!!” iken üçüncü cümlede büyük ihtimal o konuşabilmeye fırsat bulduğunda sorduğu soruların cevabıydı:)) Bir de üstüne yeni aldığım fotoğraf makinemin ilk konu mankeni yapıp da kendisini arkası arkasına deklanşöre basınca, kaçacak delik arar hale geldi garibim… Tabi bence bunda benim ustaca çekimlerimden ziyade kendisinin fotoğraf çektirmekten çok hazzetmeyen bir insan olmasının payı büyüktü!!! Siz varın düşünün artık arkadaşın benimle buluşmasından aldığı keyfi:))

Amannnn ne olacak yahu altı üstü bir fotoğraf makinesi değil mi sonuçta deyip geçmeyin! “Bir bilene sorun!” :)) (Daha dün bir bugün iki fotoğrafçılık konusunda ahkam kesen ukalalığıma da diyecek yok hani yani!) Her şeyden evvel şu muhteşem deklanşör sesi var ya işte o ses mest etti beni…

Bu yazı aracılığıyla Tuncer Hocam’a beni cesaretlendirdiği, SLR makinemi almadan önce fotoğraf ile ilgili bilgi yardımları sağladığı için çok ama çok teşekkür ederim. Fotoğraf makinemi aldığım gün benimle buluşan arkadaşım her ne kadar şu anda telefonlarıma çıkmasa da O’na da çocuksu heyecanımı inanılmaz bir sabırla paylaştığı için teşekkür borçluyum:))

Şimdi Sefa Hoca’dan alacağım fotoğraf derslerini beklemekteyim sabırsızlıkla… Tabi bir de diğer objektifler için şimdiden para biriktiriyorum… Eee dedim bir bilene sorun diye… İş makine ile bitmiyor, fotoğrafı çeken objektif… Başka bir fotoğraf yazısında yeni deneyim ve bilgileri paylaşmak üzere, çocuksu heyecanımı mazur görün lütfen diyorum…:))

Çok Şey Yazasım Vardı Gündeme Dair...Gün Öyle Güzel ki; Cümlelerim O Olsun İstedim. Tüm Hissiyatım Onun Gitarında. Filomena Moretti; Seni Seviyorum;)


19 Mayıs 2009 Salı

NBA'de PLAY-OFF'lar...KONFERANS FİNALLERİ BAŞLARKEN...


Bu sene play-off'lar hakkında söylenebileceklerden biri şüphesiz herhangi bir sürpriz yaşanmadığıdır. Geriye kalan dört takıma baktığımızda da bu görüşü doğrulayabiliyoruz. Tabi bu ancak normal sezonun sonuna bir çizgi çekip yılı ikiye böldüğümüzde geçerli.

Şüphesiz sezon başında kimse San Antonio'nun ilk turda eleneceğini ya da Boston'un sahasında bir 7. maç kaybedeceğini tahmin etmiyordu(bkz:Hido'nun müthiş Garden performansı), sakatlıkların sezonun kaderini tayin edeceğini de... Gerçi Spurs'ün yaşlı bir kadroya sahip olduğunu ve bu durumun artık sıkıntı yaratmaya başladığını koç Gregg Popovich'ten başka herkes kabul ediyordu, fakat Ginobili'nin sakatlığının takımı etkilediği de acı bir gerçek oldu onlar için.

Boston Celtics son şampiyon olmanın getirdiği referansla şampiyonluk adayı olarak başladı sezona. İlk maçlarda gelen peşpeşe galibiyetler de bunun göstergesiydi. Ancak sezonun sonuna doğru gerek Garnett'in sakatlığı gerekse geçen seneye göre çok daha dar bir rotasyona sahip olmaları onların şampiyonluk yarışından biraz düşmesine neden oldu. Geçen sene kadroda yer alan iki tecrübeli oyuncu P.J Brown ve James Posey özellikle play-off'larda önemli anlarda önemli katkılar vermiş ve şampiyonlukta büyük rol oynamışlardı. Sezon başında Brown emekliye(zaten emekliyken big three'nin ısrarlarıyla takıma katılmıştı. Hani şu meşhur Pierce-Ray Allen ve Garnett'in onu tuvalette sıkıştırma olayı), Posey ise New Orleans'a gitmişti. Ancak bu durum Boston'u yaraladığı gibi Posey'e de yaramadı. Çünkü Hornets Batı ilk turunda Denver'a çok ağır bir şekilde elenirken, Boston onlardan bir adım ötede Doğu yarı finalinde Orlando'ya kaybediyordu. Yani Celtics'de kaldığını düşünürsek doğu finali cepte gibiydi. Yoksa çok mu romantik bir düşünce olur?!..

Orlando demişken; geçen sene koç Van Gundy ile birlikte yerleşen 4 şutör artı Howard düzeni bu sene kusursuza yakın işledi. 3 sayı çizgisinin gerisinden çeşitli rekorları kırdılar. Howard çektiği ribaundlar ve yaptığı bloklarla yılın savunmacısı oldu. Zaten sistem içinde bunları yapabilecek başka bir oyuncu yoktu. Yani diğerlerinin bonuslarını da topladı bir bakıma. Yine de haksızlık etmeyelim. Sahaya baktığınızda, süper kahraman görünümlü fiziği ve atletik yetenekleriyle çok özel bir oyuncu Dwight Howard. Ne de olsa Superman!

Orlando'nun şuta dayalı sistemi play-off'lar için biraz riskliydi açıkcası. Attığınızda sorun yok, ama şutlar girmeyince özellikle Philadelphia serisinde sıkıntı yaşadılar. Ancak 76'ers,Iguodala'ya rağmen onlarla baş edebilecek bir kadro değildi ve turu kazasız geçmeyi başardılar.(belasız diyemiyorum, çünkü Courtney Lee'nin yanlışlıkla burnunu kıran Howard,Dalembert'le takışınca bir maçlık da ceza aldı.) 7 uzatmalı Chicago serisinden gelen yorgun, Garnett'siz ve 7-8 oyunculu dar bir rotasyonla oynayan son şampiyon Boston karşısında favoriydiler. İlk maçı deplasmanda maçın son anları hariç rahat kazandılar diyebiliriz; fakat ikinci maçta darbeyi vurup seriyi biterebilecekken, deplasmanda 1 galibiyet bize yeter diye düşündüler. Amerikan basını da bu konuda onları çok eleştirdi. Bunun üzerine Van Gundy: “Biz her maçta aynı eforu sarfediyoruz, bunu rahatlıkla söyleyebilirim, ayrıca oynadığımız rakip Boston Celtics”tarzı bir açıklama yaptı.

Bir bakıma doğruydu; çünkü Boston herşeye rağmen küçümsenmeyecek bir takımdı. Nitekim Glen Davis'in 4. maçtaki son saniye basketi ve 5. maçta sahalarında aldıkları galibiyetle bir anda seride 3-2 öne geçti. Son maçıysa zaten biliyoruz: Hedo 25 sayı,5 ribaund, 12 asist daha da önemlisi 9/12 saha içi isabeti ve en önemlisi! maçı yorumlayan Nba efsanesi Reggie Miller'ın 5 dk kendinden bahsetmesine neden olacak kadar etkileyici bir performansla takımını sırtladı ve doğu finalinde Cleveland'ın karşısına koydu.

Cleveland Cavaliers hakkında fazla konuşmaya gerek yok. Detroit ve Atlanta'yı 4-0'larla süpürmeleri bir çok şeyi gösteriyor zaten. MVP King James'in ateşi, yüzüğü takmadan dinmeyecek gibi ve bu Kobe ve Lakers'in hiç işine gelmeyecek. (Final cümlesini biraz erken söyledik ama Lakers ve Cleveland finali 3 aydan beri zaten kesin gibi.) Ancak, yine de Magic onlara sorun çıkarabilecek bir takım ve aralarında oynadıkları normal sezonda Orlando'daki bir maçı en formda oldukları dönemlerden birinde 30 sayı farkla kaybetmişlerdi.

Kısacası konferans finallerinde favoriler şüphesiz Los Angeles Lakers ve Cleveland Cavaliers... NBA de zaten 1 yıldır kendini bu finale hazırlıyor. En büyük iki yıldız olarak lanse edilen Kobe ve LeBron her karşılaştıklarında, o karşılaşma en önemli maç olarak görülüyor, bir çok ülkede yayınlanıyor, herkes izleyebilsin diye saati erkene alınıyor, önemli günlerde oynanıyor vs.(Martin Luther King günü gibi). Burada adamım Wade'e haksızlık yapıldığını da düşünmüyor değilim açıkcası! Miami elendiği için, maalesef bu yazıda söz hakkı yok :)

Denver'a da değinmeden geçmek olmaz doğrusu... New Orleans ve Dallas gibi iki önemli takımı 4-1'lerle geçtiler. Billups geldiğinden beri; gerek savunmada, gerekse hücumda büyük çıkış gösterdiler. En önemlisi artık hücumda topu alan kaldırıp şut kullanmıyor, belli bir düzene göre oynuyorlar. Savunmada rakibi ilk karşılayan Billups'un güçlü ve oyunu bilen bir gard olması (şampiyonluk yüzüğü de var o ayrı!) ve Birdman Chris Anderson'un benchten getirdiği enerji onları müdafaa takımı olarak da bir adım öteye taşıdı. Bir başka faktör de yıllardır sorunlu oyuncu damgası yemiş Kenyon Martin, J.R Smith ve Carmelo Anthony gibi oyuncuların kendilerini kontrol etmeyi kısmende olsa başarması oldu.

Lakers'ı elemeleri sürpriz olur; ancak Yao ve T-Mac'siz Houston'un Kobe ve arkadaşlarını bu kadar zorlamasının, Denver açısından ''neden olmasın?'' diye düşündürtmesi kaçınılmaz. Seride kilidi Staples Center'daki ilk maç çözebilir. Çünkü Lakers 7 maçlık bir seriden geliyor. Denver'sa yaklaşık 1 haftadır kafasını tamamen bu maça vermiş durumda ve daha dinç sahaya çıkacak.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Monica Bellucci,Sophie Marceau ve Kahve



İtalyan Monica Bellucci ve Fransız Sophie Marceau, yeni filmleri "Ne te Retourne Pas"ın tanıtımı için çırılçıplak soyunup Paris Match dergisine kapak olmuşlar.

Sabah, elimde kahve kokusu gazetelere göz atarken bununla ilgili bir haber vardı; ikili, 62.Cannes Film Festivalinde kendi filmlerinin galasında, dergiye verdikleri pozu bu kez kırmızı halı üzerinde basına (giyinik) vermişler.

Sabah haberi okurken erotizmin tadını ve Marceau'nun dudaklarından dökülen ''Monica'nın göğüsleri göğüslerime değdiğinde setteki herkesin ağzı açık kaldı. Sadece fiziksel değil, duygusal olarak da yakınlaştık,'' cümlesinin kelimeler bütünü içinden özellikle göğüsleri göğüslerime değdi bölümü üzerine cinsiyet odaklı olmayan, sadece anla ilgili ne kadar sahne ve ne kadar duygu canlandırılabileceğini ve o duyguların tende yaratacağı gök kuşaklarının tüm renklerini sonsuz sayıda tonlarıyla birlikte düşündüm.

Haberi okurken aklımın şeridinden geçip hissiyatımın not defterlerinden çıkan; bir sevişme başlangıcının insanın kimyasında oluşmaya başlattığı mahrem anların sessiz ve diken diken tonu ve tonun insanı durdurulamaz bir hale sürükleyen, fitilin ilk kıvılcımla buluşma esnasındaki tadıydı.

Sabahın en erkeninde bir seremoni keyfinde hazırlanan günün ilk kahvesinin dudağa değdiği anla, göğüslerin bedene değdiği anın yarattığı heyecanın benzetilebilir olup olmadığını sordum kendime.

Düşündüm ve bir yanıtım var.

Ve merak ettim!.. Hayatla düzüşmeyip sevişmek de içgüdüsel bir tavrın olmuşluk hali midir?


Görsel:Videlec.org

O....Çocukları Filmi Üzerine Kopan Kıyamet Üzerine, Ben de Kopmuşum...


Sanki, bu ülkede yıllardır insanlar bir birlerine öfkelendiklerinde erkek bile olsalar, davranışı aşağılamak için ''orospu karı gibi konuşma''; öfkelendikleri birine, ''orospu çocuğu'' dememişler gibi!..

Sanki bu ülkede, genelevlerde vesikalanmış kadınlar; devletin, varlığını toplumsal düzeni sağlamak adına resmileştirdiği genelevler yokmuş gibi!..

Oralardan ve o kadınların sırtından kazanç elde edenler vergi rekortmeni olup devletten madalyalar almamış gibi!..

Bu kadınların kendi berbat ve çirkef hayatlarının dışına taşımak istedikleri, büyüsün düzgün adam olsun diye çabaladıkları çocukları yokmuş gibi!..

Onların da, her anne kadar duyarlılıkları olamazmış gibi!..

Devletin vesikalandırdığı bu kadınların hayatları boyunca, o damgalı evraktan kurtulamayacağını bilmezmiş gibi!..

O evrak, yenilmiş o damga, onların çocuklarının eğitim hayatları boyunca askeri ve polis okulları benzeri yerlerde okumalarına ve bir takım kurumlarda görev almalarına engel değilmiş gibi!..

Okusalar bile farkedildiğinde başlarına gelenleri, duygusal çöküşleri, mahalle baskılarını bilmezmiş gibi!..

Gibi, gibi, gibi yapan ve aşağılayan bir yönetim erkine, ve bizim gibi ''namuslu insanlara'' alın işte demektir bu film.

Ve siz değerli sinemaseverler de, hayatın her kesiminde ağıza pelesenk olmuş bu küfüre: Sanki bugüne kadar sokaklarda çan çan söylenmemiş de, sanki ilk kez göz önüne geliyormuş gibi ahlakçı kesilmenizin niyesini bir oturun düşünün...

Sokakta, maçlarda, orada burada söylendiğinde, bir kesimi aşağıladığını düşünüp kimseye müdahale ettiniz mi? Bir sorun kendinize!

Bu ülkede ''Vesikalı Yarim'' diye de bir film çevrildi ve niye ses çıkmadı sanıyorsunuz? Çünkü insanlar daha naifti. Birbirlerini klişeler üzerinden parçalamıyorlardı. Sözcüğe yükledikleri anlam daha farklı idi, henüz kirletilmemişti.

Bu film, o adı özellikle kullandı ve bence de çok doğru yaptı. Bu sözün gerçek sahiplerinin kim olduğunu görün diye, tartışılsın ve anlaşılsın diye, o evlatların kendi seçmedikleri hayatları doğruya yol alsın diye!

Ve bizler bir sözcüğü anlamlandırıp, onun ahlakını sorgulayıp yanlış algımızın peşinden koşup birbirimizi yiyeceğimize; o duyarlılığımızı, bu insanları farketmeye, onları kurtarmak için çaba göstermeye kullanalım diye!

Bu ülkede birisi, ilk defa, itilmiş yok sayılmış toplumun her kesimi tarafından aşağılanmış ''orospu'' diye nitelenmişlere sahip çıkıp, kelimeyi kadını aşağılayıcı niteleyen bir kastedişle değil de; ''ey bu ülkenin yöneticileri, ey insanlar sizin damga vurup orospu diye aşağıladığınız hayat bu!'' demiş, gözlere sokmaya çalışmış ...

Eğer bir söz üzerine bu kadar toplumu düşünen bir duyarlılıkla ahlakçı bakıyorsanız; o zaman, bu duyarlılığı sivil toplum örgütlerinde görev alarak, o hayatları düzeltmek için kullanın arkadaşlar!..

Eğer derdimiz film üzerineyse de, isminden önce film bu saydıklarımı yapmış mı yapamamış mı bunu sorgulayalım lütfen... Ve hayatın içine bakın arkadaşlar! Lütfen klişelere sarılmadan bir düşünün!..

Ve sadece bir ''O''harfine bakıp henüz izlemediğiniz bir filmin adındaki ''O'' harfini orospu diye anlamlandıran ve insanlarla kapışma düzeyinde tartışan da sizsiniz. Bunun anlamını da isterseniz bir düşünün!

Demişim...

Yazarın notu:Bunca bağırıp çağıran ben henüz filmi izlemiş değilim:)) Ve bu yazıyı ilk yayınladığım yerde(ki bir sinema sitesinde) orospu sözcüğünü kullan(a)mamıştım. Oysa çok sevdiğim ve benim gözümde tüm algıların ötesinde bir insan figürünü simgeleyen sevimli bir sözcüktür. Bunu da akıp giden zaman bir not olarak düşeyim:)

17 Mayıs 2009 Pazar

Zeytinler Sahiplerini Buluyor;Kura Yok Çekiliş Yok!..Her Sene Olduğu Gibi,Kapanın Elinde Kalıyor:))

Bugün, kasım sonu aralık başı dallarından ellerimizle meyvalarını topladığımız iki sevgili zeytin ağacının, buraneros ellerinden ve beş aylık bir dinlendirmeyle yenilebilir hale getirilmiş ürünlerinin hizmete sunum günüydü. Biz ilk tadımın keyfini,markanın sahibiyle sabah kahvaltısında çıkardık. Gün itibariyle sınırlı sayıdaki ürünlerimizi sevgili dostlar ve aile efradı için kavanozlayıp, etiketleyip raflara yerleştirdik. Start verilmiştir. Ki, iki kavanoz gün içinde kokuyu alıp mangal keyfi yaşatanlarca kapılmıştır. Her senenin bilinen bir gerçeği vardır ki, yetişen alır;yetişemeyen dona kalır. Lütfen bir birimizi çiğnemeyip çocuklara ve hamilelere öncelik tanıyalım.:)) Ilık rüzgarların estiği yüksek dağlarda mutlulukla büyütülmüş çileklerden daha toplandıkları gün yapılan reçellere de bir ay var. Onlar için de sıra kaydına başlanmıştır, bilginize:)) Sonra bize niye yok dememek için,bugünün işini yarına bırakma... Kendinibilir Kişiye Not: Hiç bir şekilde rüşvet ve torpil işlemez; yeltenip de seneye kafadan devre dışı kalmayalım:)) Tırtıl üzerinden hiç gelmeyelim, yemezler:)) Bilgi:Etiketlerdeki kimin yaptığına vurgu yapan cümle etiketler evvel zaman önceden olduğu için öyledir.:)) Tarihe yanlış bilgi düşüp, gelecekteki araştırmacalara sorun ve bir tartışma konusu yaratmış olmayalım:) Foto: Marka sahibi ve bereketli zeytin ağaçlarından biri...

EUROVİSİON FİNALİNİN SONUCUNU BEKLERKEN NEFES NEFESE… NEFES ALMAKTA GÜÇLÜK ÇEKEN EMEKÇİLERE ÖZÜR YAZIMDIR…

Bugün karşımdaki 10 kişiden 8’i işsizdi. Ve işsizim derken sanki topluma ve karşısındaki herkese karşı bir suç işlermişçesine utana sıkıla bu çaresizliklerini dillendirmekteydiler. Bu kişilerden iki tanesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “ kurtarın” talimatına istinaden kredilendirilen işletmelerinden birinden aylardır maaş alamayanlardandı. Şirketi kurtarmak için bir yerlerden hatırı sayılır miktarlarda paralar aktarılmıştı. Ama aktarılan paralarla ne işçilerin aylardır ödenmeyen maaşları ödenmişti ne de şirketin tekrar işler hale getirilmesi sağlanmıştı. Gözlerindeki yaşları zor zapt eden, omuzlarındaki acımasız yük yüzünden çareyi antidepresanlarda bulmuş emekçinin sessiz çığlıklarını birilerine duyurmak istercesine; “çocuklarınızın karşısında onların ihtiyaçlarını karşılayamayan, onu kazandığı üniversiteye gönderemeyen bir baba olmak nedir bilir misiniz, anlayabilir misiniz?” deyişinde çığlık çığlığa bağıran onca ses vardı ki! İşletmeye sunulan bu imtiyaz karşısında patronlar aylardır maaşlarını ödemedikleri işçilere “helalleşelim ve yolumuza devam edelim” demişlerdi. Ama helalleşip de yola devam etmek o kadar kolay mıydı? Helalleşmeleri gereken o işçilerin eşleri, çocukları aylardır çektikleri sıkıntıların, çaresizliklerin hesabını kime soracaklardı peki? Yarattıkları tahribatların zerrece farkında olmayan ve kapitalist sistemin uşaklığında kusur etmeyen hükümet politikalarının ya helalleşelim ya da hesabımı öbür tarafta veririm gibi laflar etmesi bilindik argümanlardan değil mi artık? Peki bugün kazandığı üniversiteye babasının işsizliği yada emeğini ortaya koyup da karşılığını alamadığı için gidemeyen gençler hesaplarını kime soracak ya da kimle helalleşecek bir bileniniz var mı?

Onlar utana sıkıla işsizliklerini söylerken ben de karşılarında bir işi olan ancak onları zerrece kucaklayamayan, yaralarına merhem olamayan insan olarak onlar kadar mahcuptum aslında… Birisi yüreğinden akan yaşları gözlerine biriktirerek kan ağlıyordu sorduğum sorulara cevap vermeye çalışırken… Bir diğeri umudunu bir yerlerde bırakmış ve artık geleceğe dair beklentilerde bulunmaz olmuştu. Onlara sorduğum soruların hançerle ve binlerce öfkeyle kuşatılmış şeklini sormam gerekenler başkalarıydı aslında! Ve ben soruları soramadığım yerlere inat her sorduğum soruda acımasız hançerlerce hançerlendim verilen cevapları duydukça… Yüreğim kanadı, bildiğim ve bilmediğim her şey yağmalandı…

Ben bugün karşımdaki çaresizlere çare olamamanın çaresizliğinde derbeder olurken, televizyonda birden karşıma çıkan Eurovision Şarkı Yarışmasının yarı final elemelerine takıldı gözüm… Zerrece bir heyecan duymazken ülkelerin ya komşularına ya da çıkarlarına oy verdikleri Eurovision Şarkı Yarışmasına, ki bu durumda her ne kadar İngilizce olsa da sözleri güzel şarkısıyla bizi temsil eden Hadise vardı karşımızda...Ama buna rağmen içinde bulunduğumuz hadiselerin vahametinin çırpınışlarındaydı yüreğim…

Sonuçta Hadise finale kaldı ve Türkiye’nin şanına yakışır bir başarıydı!!! Peki Hadise finale kaldı eyvallah da, “işsizlikleri yüzünden” yürekleri ile birlikte gözleri de kan ağlayan bunca işsiz ve onların eşleri ile çocukları hangi final arası elendiler bu ülkenin yüreğinden?

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Selamsız Bandosu...


Sinemamızın, mizahın gücünü doğru kullanmak anlamında en güzel filmlerinden biridir benim için... Özellikle; sinemanın,genel anlamda sanatın, amacına uygunluk işlevini oldukça iyi yerine getirebilen; komik olmakla övünen popüler bir çok filmi, sinemasal nitelikleri açısından mizah diye tanımlayıp nerdeyse oscarlık payelendirmelerle yukarılara taşıyanların: Gerçek anlamda mizahın ve genel anlamda da mizahın işlevinin ne olduğunu kıyaslayabilmeleri açısından izlemelerinde fazlaca yarar olduğunu düşündüğüm bir örnektir, Selamsız Bandosu...

Yapımızda varolan ve süregiden bir çelişkinin eleştirisi noktasında, görevini başarıyla yapan film: İktidarlara taşınma arzuları esnasında, varlıklarına ihtiyaç duyduklarında velinimet sayıp, sıkmadık el öpmedik yanak bırakmayanların; o güce ulaştıklarında, aynı halka nasıl da yabancılaşıp değersiz sayarak aşağılayabildiklerinin samimiyetsizliği ile; devletini, sorunlarını çözecek, yanağını okşayacak, derdine çare bir baba gibi gören, onu ağırlamak adına herzaman duygularıyla seferber olup meydanlar dolduran halkın samimiyetini çarpıştıran; politik beklentilerle, ihtiyaçlarının beklentileri içindeki toplumun iki kesimi arasındaki ilişkilerin (çıkarsal) çelişkilerini sergileyen; yapımızda sürekli var olan bütün bu gerçeklikleri: İyi oyunculuklar ve samimi bir dille ortaya koyan, Türk Sineması'nın son derece naif, yüzakı, sımsıcak filmlerden biridir .

Ben hiç bıkmadan ve her seferinde, aynı keyifle izliyorum. Çünkü filmde ortaya koyulan yapı: ''Ananı da al git,''diyenlerle, yaptıkları görkemli binaların kaptan köşklerinde oturup üstelik kendilerini solda sanan siyasetsizliklerinin faturasını (''cahil''!!!)halka kesenlerin, halktan kopuk iktidar savaşlarının söylemleri ve tavırlarıyla sürekli güncelleniyor; bu yüzden de film hiç eskimiyor.

15 Mayıs 2009 Cuma

Özgürlüğün Tadı


*..........
bak sana hayalin yararları ile ilgili bir şey anlatacağım...
cezaevi ortamını ve mahkumların ruh hallerini çok iyi bilirim;
orada yaşadığım,
onların ruh halleriyle bakınca
kafama,
kalbime,
kazınmış...
aslında son derece basit bir cümlenin
orada, nasıl bir dünya yarattığını hissettiğim bir günden söz edim.

Kayseri'li öğretmen bir kız vardı,
siyasi suçlu
ona gelen bir mektubu okudum
o gün ifade için orada olan savcılara eşlik ediyordum...
çünkü mektuplar kontrol edilmek zorundaydı
ben oraya ait değildim ama bu işi yapanlar arkadaşımdı..
kız kardeşinden geliyordu
sadece şu basit cümle bile
ne kadar anlam yüklenmişti
abla buralara bahar geldi, o bana masallar anlattığın suyun yanındaki kayısı çiçek açtı
bunun, mektubu alanın dünyasında açtığı çiçekleri düşünebiliyor musun
bunu hayal et.. *

*Kelebekle; doğru, gerçek, hayal üzerine bir msn konuşmasından...
Fotoğraf, şahane bir mürdüm eriğidir. Kayısı elimizde yok da:)

Yemekteyiz...Fırında Makarna Kesin, Diğerleri Sürpriz!...

Saat akşam üstüne yakın ve günlerden hafta sonu. Yan yoldan bahçeye doğru kıvrıldığımda, köpeklerin en gevezesi Fadik ortalığı yıkıyordu. Onun dünyanın öbür ucundan yönünü bize çevirmiş insanın kokusunu alıp havlamaya başladığını göz önünde tutarsanız. Telaşlanmadım. Tam duvarın dibinden dönüp evin girişine doğru ilerlerken, bizim Bitsy'ye göz attım; sesi çıkmıyor ama telaşı göze çarpıyordu. Kuyruğun hareketine bakıldığında durumun anlattığı şuydu, evin civarında biri var. Bu tehlikeli değil hoş biri. Kadın olma olasılığı da yüksek ve hatta şahane bir kadın olma olasılığı kesin.

Arabayı evin giriş kapısına yakın bir yerde durdurduğumda kargo pantolonlu, beyaz plastik sandalyelerden birini ön bahçenin papatyalar dolu bölgesinde nar ağacının altına çekip çantasından çıkardığı kitabı okuyan ve üstelik bunu gözüne taktığı şık güneş gözlükleriyle yüzünü güneşe dönmüş bir halde yapan kadını gördüm ki güneşin batıya yöneldiği bir saate denk de geldiği için, tüm papatyaların da o tarafa yöneldiği o anda, güneşin kahırlara bürünmüş halini de fark ettim. Çatladı çatlayacak haldeki güneşin bana isyanı: '' Çekin o şahaneyi oradan kıskanıyorum''du. Kadına dikkatli baktığımda ilk kez gördüğüm biri olduğunu hemen söyledi hafıza kartım. İlk kez gördüğüm ama ilk kez görüyormuş hissi almadığım ve hatta oldukça da iyi tanıdığımı düşündüğüm kadının kim olduğunu anlamama bir kaç saniye yetti.

Arabanın kapısını kapatmamla yüzünü benden tarafa dönüp gülümseyen kadın; ona doğru, merakımı çözmeye meyil adımlarla yaklaşmaya başlamamla, gülümseyerek ayağa kalktı. Onun bana yönelmesiyle görüş alanından çıktığı güneş de, kıskançlığın gölgesinden usul bir tebessüm ve rakipsizliğin keyfiyle çıkıp rahatladı. Kumral saçlarından, aydınlık yüzü ve kendine has gülümsemesinden, girişken ve şirin el uzatışından kim olduğunu hemen anladım. Elimi uzatıp sizsiz bir cümle kurdum: ''Hoş geldin.'' Bu sizsiz cümle kısmı önemli. Bu duyguyu bana veren kadının son derece doğal ve dost hareketleriydi. Tabii ki bendeki şaşkınlığın ve üstüne eklenmiş sevincin çocuk halli telaşları geçmeden ve ayak üstü, '' Ne hoş sürpriz? Hem şaşırdım hem şaşırmadım.  Ama çok sevindim. '' cümlelerim eşliğinde üç beş kelamdan sonra, onun, ''Hadi çok açım.'' cümleleri üzerine, enfes kahkahasıyla birlikte ve o ilk an'ın şaşkınlıkları da dağılınca, ''Tamam, sen otur, ben içeri geçip ortalığı bir toparlim.'' dedim.

İçeri girmemiz birlikte oldu. Sürekli bir şeylerden konuşuyor, kısıtlı bir zamanın dayatmaları ve birikmiş meraklarının tonunda, sürekli bir şaşkınlığın tebessümü ile şaşkın bir ritimde, ne konu gelirse konuşuyoruz. Ufak çapta alem dedikodularından tutun, şu yazında onu demiştin bu yazıda şunu demiştin türü bir sürü laf...

"'Açım.''la başlayan cümle aklımda mutfağa yöneliyorum. Genelde günlük ya da iki günlük yemek arzularına göre alışveriş yapan ben, ilk iş olarak, dolapla "Sende ne var ne yok." diyaloğuna giriyorum. Aldığım yanıtla hazırlamayı düşündüğüm menü arasında bir sürü eksik olduğunu fark ediyorum. Hızla onları kafama listeleyip, ''Sen keyfine bak ben bir koşu şunları alıp geliyorum.'' dediğim konuğum,''Ya ben de gelim, hem de etrafı görmüş olurum.'' diyor. O esnada mutfak camının önüne doğru gelen, yüzünde hoş bir tebessümle birlikte endişeler de olan, genç, biraz fındık kurdu kadını fark ediyorum. Benim şaşkın halimin aksine konuğum şaşkın değil, genç kadının telaşına ''Hayırdır?'' diyor. ''Kızı kaybettim onu arıyorum.'' yanıtını veriyor genç ve fındık kurdu kadın. ''Yaa ben bunu tanıyorum.''lar hızla aklımdan geçiyor. Hızlı bir taramadan sonra akıl defterimin fotoğraf albümünden buluyorum kadını. Sonra hızlı bir film şeridi gibi evin içinden dışarı çıkarılmış şezlong, yere serilmiş örtü ve minderler geçiyor gözümün hafızasından. Ampul yanıyor! Eve nasıl girilebileceğini bilen ve kendini bu aileden de sayan biri dank ediyor kafama. ''Vay vay vay, kimler de gelmiş.'' nidaları eşliğinde sarılıp öpüşüyoruz mutfağın camından uzanarak. İki üç kelamlık hoşbeşten sonra soruyorum ben de: ''Hayırdır, neye telaşın?''

''Kızı bulamıyorum.'' diyor, ''Saklambaç oynuyorduk. Daha doğrusu ben uzanmış dergileri karıştırıyordum, o da oraya buraya saklanıp bana numara yapıyordu.''

"Her yere baktın mı?" diyorum. ''Evet.'' diyor. ''Kız cin farkında değil misin? Bezelyelerin içine saklanmıştır.'' diyorum.

O ara ağzına doldurduğu kocaman kahkahalarla geliyor şahane bir kız çocuğu. ''Hadi siz oturun biz gidip alışveriş yapalım.'' deyip; ''Ne yemek var?'' sorularını sürprizin sessizliğine bırakıyorum. Bisiklet garajından iki bisiklet kapıp sahil boyundan yönleniyoruz markete doğru; kargo pantolonlu güneş gözlüklü kadınla.


Gelecek bölüm için yemeklerden birinin, daha doğrusu, biraz da ana yemeğin yanına garnitür yerine düşündüğüm fırın makarna olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Ana yemek için kafam şu an bisikletle sahil boyunda rüzgarın keyfini çıkara çıkara düşünmekte ve bir füzyon oluşturmakta. İlk kez denenecek, tümüyle spontane gelişen tarif aklımın yönetim kurulundan okeyi alıp yüzüme tebessümü kondurunca karar kesinleşti. Bunun ışığını yanımdaki şahane dost da fark etti. Marketten gerekli olan malzemeyi alıp, köy zamanından kalmış fırına yöneleceğiz birazdan; farklı farklı ekmekler almak için. Görüşürüz. Bakalım daha ne sürprizler var?

14 Mayıs 2009 Perşembe

Beklenen Resim Yayında...



Naz Özsamsun'un, yine öğretmeni tarafından anahatları kurşun kalemle çizilip ressam tarafından boyanmış 4.tablosunu sunmaktan onur duyuyoruz.

La Paragas

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Naz Özsamsun Görkemli Bir Törenle Doğum Gününü Kutladı

Ünlü ressam Naz Özsamsun; önceki gün, yani 11 mayısta başlayan doğum günü kutlamalarına dün akşam ailesinin ve Ukrayna'dan gelen konukların katılımıyla gerçekleştirilen ikinci törenle devam etmiştir.

İlk kutlamalar ''Galeri Sınıf''ta olup sanat dünyasının ünlü konukları en şık önlüklerini giyerek hazır bulunmuşlardır törende... Muhabirimizin bildirdiğine göre, Galeri Sınıf'ın değişik köşelerinde peçete ile tutulmuş bardaklarda kola, gazoz, fanta benzeri içecekleri ellerinde; servis edilen kanepelerin tadlarına bakarken, çok derin entelektüel sohbetler yapan insan öbeklerine rastlamak mümkün olmuştur.

Küçük aperitiflerle başlayan kutlamada, doğum günü pastanın kesilmesinin ve afiyetle yenmesinin ardından sanat dünyasının ünlüleri; biraz da aldıkları kola, gazoz, fanta benzeri içeceklerin de etkisiyle, usul usul o ağır havalarından kopup sonra kelimenin tam anlamıyla kopmuşlardır.

Dün akşamki kutlamalar, çalışmalarına ara verip kış tatili için İstanbul'da bulunan ünlü hukukçu, cam boyama ve diğer türlerde resimleriyle ünlü, yazılı bir tiyatro eseri ve hikaye kitabı bulunan dedenin ve yeryüzündeki en iyi kalpli ve zarif insanlardan babaannenin katılımı için bir gün sonraya ertelendiğinden yapılmış olup onların ve Ukraynalı konukların renk katmasıyla çok nezih bir akşam olarak anılara kaydedilmiştir.

Akşam, usul usul gelmeye başlayan aile efradının hediyelerini takdim etmesinin ardından; Naz Hanım gelen elbiselerden babaanne seçimi, boyundan askılı, sırtı açık, göğüs dekolteli ve buram buram yaz kokanı hemen üzerindekileri çıkarıp giymiş; yine aynı elbise ile kombin edilmiş bilekten bağlı çok şık sandaletini ayağına geçirmiş, ayakkabının bağlanmasını görevini de dayısına vermiştir. Tabii bununla da yetinmeyen Naz Hanım, içeriden uygun bir kolyeyle geri dönmüş ve en ikna edici tonda bir ifadeyle sırtını dönüp''Dayı bunu takar mısın,'' demiştir. Daha sonra pusuya yatıp hedefini gerçekleştirecek an için, her cümleye kulak kabartan Naz Hanım ilk cümleyi yakalayarak, annesinin ''Kola alın,'' sözüne atlamış, o halde sokağa çıkmasına razı gelmeyen dayısına, ''Ben giderim dayı,'' diyerek, şahne bir uyanıklıkla dekoltesini kapatacak bir üst yakıştırıp mahalle içindeki görkemli tören yürüyüşünü gerçekleştirmiştir.

Daha sonra, kız kardeş eseri muhteşem sofraya geçilmiş; her meze ve yemek, hım hımm sesleri arasında büyük bir keyifle yenmiştir. Konukların bazıları şarap tercih ederken, bazıları rakı keyfi yapmıştır. Çın çın faslına ellerindeki kola, gazoz ve fanta bardaklarıyla katılan küçük fertlere fazla kaçırmamaları, biraz da yemekleriyle ilgilenmeleri konusunda gerekli uyarılar hiç ihmal edilmeden yapılmış, ama onlar her zamanki gibi bildiklerini okumuşlardır. Masada ki çocukların en fırlama yemekteyiz geyiklerini bize ayrılan satır sayısı yüzünden yazıp da limit aşımı yapmak istemiyoruz. Akşam yeteri kadar aşıldı zaten; özellikle yemek konusunda.

Şahane pastanın kesiminin ve afiyetle yenmesinin ardından, prensiplerinden ödün vermeyen ve düzenli yaşamayı kendine ilke edinmiş sanatçı; herkesle öpüşerek dinlenmek üzere odasına çekilmiştir. Tırtıl Bey de uyuma vakti geldiğinden töreni 22 dolaylarında terk etmek zorunda kalmış ve bu süre zarfında da esprileriyle kutlamaya renk katmıştır.

Aslında yazı dizisine çevirebilecek geceyi magazine pek yüz vermeyen entelektüel çevrelerden eleştiri almamak adına kısaltarak, yayın kurulumuzun da onayıyla bu kadar yayımlıyoruz. Kamera arkası görüntülerin keyfini de kendi aramızda çıkarıyoruz.

Bu vesileyle; kendisiyle ilgili tüm yayın haklarının tüm büyük medya kuruluşlarının hala süren ısrarlı ayartma çabalarına ve büyük para tekliflerine rağmen bizde olduğunu hatırlatıyor, sırf bu büyük medya kuruluşlarının görüntüleri aşırıp kendi yayın organlarında yayınlanmamaları için haberin sıcaklığı geçene kadar, fotoğrafları yayımlamıyoruz. Okuyucularımızdan da, o sermaye medyasında çamur at izi kalsın mantıklı çıkabilecek; ''Fotoğraflar öbür makineda kaldı, öbür makinada orada... Oradakiler de şu saat itibariyle; dershane, okul, ora bura,iş güç dağıldı, bu yüzden bir haber koordinasyonunu bile beceremiyorlar; yazı yazıp görseller için bir sürü bahane uyduruyorlar, '' gibi haberlere itibar etmemelerini rica ediyoruz.

Tüm La Paragas ekibi olarak: Sevgili Naz Özsamsun'a daha nice yıllar diliyor, doğum gününü en içten sevgilerimiz ve başarı dileklerimizle bir kez daha kutluyoruz. Sizi çok seviyoruz Naz Özsamsun....

Flaş haber, bir son dakika gelişmesi: Doğum günü esnasında yakaladığımız bir röportaj anında muhabirimizin, ''hayranlarınız yeni resimlerinizi bekliyor, var mı bir şeyler?'' sorusuna Naz Hanım: ''Evet dördüncü resmim tamamlandı, beşinci de bitmek üzere demiş; ve ayrıca haziran ayı başlarında AKM'nin bir salonunda karma bir sergilerinin olduğunu belirtmiştir. Dördüncü resmin fotoğraflarını çeken arkadaşlarımız şu an onu yayına hazırlamaktadırlar, bütün çabamız Naz Özsamsun hayranlarını daha fazla bekletmemek içindir. Muhtemelen bugün, gün ortasında hayranlarıyla buluşacaktır bu şahane resim.

La Paragas Magazin Servisi

12 Mayıs 2009 Salı

Lütfen!.. Çocukları Leylekler Getirsin Hep...No Spermbank!


Gazetede, sosyetik güzellerimizden birinin anne olma tutkusu artınca, sperm bankasından sperm alıp çocuk doğurmaya karar verdiği ve bunun için de babasının onayını aldığı yazıyordu. Bu olayı ilk gerçekleştiren, ismini şimdi hatırlayamadığım oyuncu manken medyada haber olduğunda; bunun, şımarıkça bir tavır olduğunu düşünüp tepki vermiştim. Doğru bulmamıştım. Ve etrafıma bakındığımda bir çok genç ve bekar kadında, anormal derecede çocuk sahibi olma arzusunu fark etmiştim. Sadece çocuk sahibi olmak için bir adamla birlikte olmayı, sonra adamı sallamayı göze alan mantığın oldukça yaygın, hatta bir trend olduğunu fark etmiştim.

İlerki günlerde o kızın bir röportajını okuduğumda, onun savunusunun nedenleri ve gerekçelerinden baktığımda hak vermiştim. Bugünlerde Münir Özkul'un kızı üzerinden başlayan tartışmaları da göz önüne alınca, tüm bu süreç üzerine düşüncelerimi ve öngörülerimi bir kaç bölümde yazmaya karar verdim.

Bu olayı Türkiye gündemine ilk oturtan genç kadının çok haklı savunusu şuydu: ''Bu spermler bankada birilerini bekliyor zaten; ve bir vaka olarak var. Ben onlardan birini sahiplenmiş oldum. Belki çok kötü, daha farklı bir hayata sürüklenebilecek; belki hiç sevgi göremiyecek bir çocuğu kurtardım. Ve bu çocuğu ben doğurdum. Kendimden bir çok şey kattım ona. ''Benzer ve mantıklı sözlerle devam eden röportaj aynı zamanda yuvadan bir çocuk alsaydın önermelerini de yersizleştirebilecek bir savunu olarak onay almıştı benden...

Evet ortada bir durum var. Etik anlamda sorgulanması gereken aslında bu sistemi var edenler; ve kapitalizmin temel mantığı üzerine kurulmuş çirkin yüzü... İnsanların en büyük özlemleri üzerinden olayın ahlak boyutunu hiç sorgulamadan, dünyaya gelecek çocuğun zaten varolmayan seçme hakkını bir de doğal bir sürecin uzağına atan, onu bir başka insanın kendi arzularını ve isteğini tatmin edecek bir oyuncak haline getiren sistem; bankanın sahibi yetişkine para kazandırırken, bir başka yetişkinin de talebini gerçekleştiriyor. Bu alışverişin tarafları memnunken, o çocuğun ilerki evrelerde başka çocuklar içinde yanıtsız kalacak sorusunu kimse düşünmüyor. Babanın ölmesi, aileyi terk etmesi kendi başlarına somut ve izah edilebilir, hatta anlaşılabilir birer yanıtken; bunun yanıtı kolayca verilebilecek ve kabul edilebilecek bir şey midir? Bir çocuk için...Ayrı anne babanın çocuklarının bunu arkadaşlarından saklama gayretleri ve bu halin onlar üzerindeki baskısını görünce, bu halin yaratacaklarını tahmin etmek çok zor olmasa gerek...

Sosyetik güzelimizin ve Münir Özkul'un kızının olayını, ilk olaydaki genç kadınınki gibi masum karşılayamıyorum. Duygularındaki samimiyete inanamıyorum. Tıpkı geçenlerde bir dergide okuduğum çok ünlü zenginlerimizden yaşını başını almış bir kadının, yaptıracağı çocuk parkıyla ilgili şu cümlelerindeki bencillik gibi: ''Yurt dışında çok güzel çocuk parkları görüyordum. Filancanın yaptırdığı çocuk parkını da görünce kendi adımı taşıyan bir park yaptırmak istedim. Sürekli gidip bakacağım bir park.'' Buraya kadar anormal bir durum yok; ama tüm bu olumluluk halini ters yüz eden ve o ifadelerin anlamını tümden değiştiren bir tercih var: Parkın yaptırılmak istendiği yer Bebek... Yer Bebek olunca; tüm ulvi amaçlardan öteye giden, sadece kendini tatmin için kendine bir park yapmaktan öte bir anlam yüklenebilir mi buna?

Sperm bankaları olayı pratikte ve algılama biçimine göre olumlukları olan bir durum gibi görünürken; aslında, dünyanın yaşayabileceği en önemli felaketlerden birinin başlangıcı bence... Spesifik örneklere bakarak olumlanamayacak kadar büyük bir tehdit... Niyeleri bir başka yazıya bırakıyorum şimdilik... Çünkü farklı mantıklar ve niyetlere göre, o kadar çeşitlenebilecek kötü haller ortaya koyuyor ki...

Belki, gelecekte sosyoloji biliminin tüm bilinen gerçekleri ters yüz olacak. Ve bu bankalar, bir takım hastalıklı beyinlerde silah fabrikalarının yerini alabilecek, yeni tür silahlar üretme amaçlı olarak!..

Hitler'i ve doktoru Mengele'yi unutmayalım!..

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Kaynak...The Fountain


Tevrata göre cennette bulunan iki önemli ağaç vardır, biri "Bilgelik” ağacı, diğeri de "Hayat" ağacıdır. Tanrı tarafından Adem ve Havva’ya bilgelik ağacının meyvesinden yemeleri yasaklanmıştır; bu ağacın meyvesinden yemenin cezası ölümlülüktür. İşte Havva’nın Adem’i meyvesini yemesi konusunda kandırdığı söylenen ağaç bu ağaçtır ve yasağa rağmen bilgelik ağacının meyvesini yemenin cezası olarak Adem ve Hava'ya, dolayısıyla insanoğluna ölüm bahşedilmiştir. Ve cennetteki diğer ağaç olan hayat ağacından uzak tutmak için; Tanrı, Adem ve Havva’yı, cennetten çıkartıp dünyaya göndermiştir.

Bunları anlatma amacım şudur ki; dikkat edilirse bu olay içerisinde iki zıt olayı barındırmaktadır. Dünyaya gönderilen insanoğlu için gerçek manadaki hayat bu olayla başlarken, yasak meyveden yemenin cezası olarak, bundan sonra insanoğluna ölüm bahşedilmiştir. Yani insanoğlu için bir nevi hayat ve ölüm aynı olayla başlamıştır; hayat içinde ölümü ve ölüm içinde hayatı barındırmaktadır ve yer yer buna atıflar bulursunuz filmde, ve derki film; yasak meyveyi yemesi konusunda Ademi kandıran Havva olabilir, ama insanoğluna ölümsüzlüğü gösterecek de bir kadın olabilir!!. Sakın taraf tutuğum için söylediğimi düşünmeyin, gerçekten filmde bilgeliği temsil eden ve kocasına ölümsüzlüğün gerçek anlamını gösteren kadındır, belki de senarist çok büyük jest yapmıştır bilinmez:) .

Aslında cevabı bilinmeyen bir şeyi cevaplaması beklenemez filmden tabiî ki; film sadece tevratta ki hikayenin bir nevi devam eden ama rolleri değişmiş halini sunuyor bizlere, üç farklı zaman boyutunda. Ölümsüzlüğü temsil eden Hayat ağacının peşine düşen insanoğlu, ölümü kabul ederek ölümsüzlüğün sırrına ulaşıyor belki de, gerçeği kim bilebilir ki? işte hayat bu yüzden kıymetli ve “ölüm” hayatı daha kıymetli kıldığı için “yaşam” belki de…

Sonlara doğru sancılı bir sürece giriyor film; biraz anlaşılmaz, biraz ürpertici görüntüler parmak ısırtan cinsten; ve ayrıca filmi anlamak için verdiğiniz mesai filmin çekimi kadar zahmetli belki, ama bir o kadar da zevkli, kendinizi bu zevkten mahrum bırakmayın...


Annapurna


Yazı Sevgili Annapurna tarafından bir sinema sitesinde filme yorum olarak yazılmış ve onun izniyle buraya taşınmıştır.

10 Mayıs 2009 Pazar

Msn İletisi...


hop hip hop bn diskoda bir elma kurduyum hop1 hop1

Bu, Tırtıl'ın bir süredir kullandığı msn iletisi ve ben her gördüğümde çok gülüyorum. Mussano'ya sordum az önce, ''bunu yazmayı düşünüyorum, ''Sana komik geliyor mu?'' diye... ''Hayır,'' dedi. ''Peki, neden yazmıştır onu tahmin ediyor musun?'' dedim. ''Hayır'' dedi. ''Bilmeceyi biliyor musun?'' dedim. Yanıtı ''Bilmiyorum,'' oldu. ''Sorup duruyordu,'' dedim önüne gelene; büyük bir keyifle: ''Bir elma diskoya niye gider?''diye.

O zaman çok güldü.

Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kız:



''...Çocuklar olduğunda bile; seni, çocuklarımın annesi diye değil, benim sevgilim olduğun için sevdim. Çocuklarımızın gözüyle baktığımda; hep, çok güzel bir anne fotoğrafı gördüm, onları bu anlamda dünyanın en şanslı çocukları saydım...''*

Güzel oğulların güzel annesi: Günün kutlu olsun.


*zamanı eskimiş bir mektubun satır aralarından.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Akşam(dı) İşte!..

Akşam, ortalığı toparlayıp off yapmak üzereyken bilgisayarı, son dakika telefonundaki sesin ''Yolda ve yakındayım, alıyorum seni ve bira içmeye gidiyoruz,'' demesiyle bir kaç dakika sonra motor sesini duymam bir olunca; içime dert olur bir mesajı, biraz da keyife karışmış bir itlik haliyle hemen yazıp hotmailden yollayarak, tuşa bastım ve günü kapattım.

Dominant gözlerinde okyanus mavisi kadın, kapıdaydı. Üzerime bir mont alıp hayırdır selamını çakarak açtığım kapıdan süzülüp koltuğa oturunca, emniyet kemerine yolladım elimi. ''Yok korkma iyiyim, ağır roman hali o gecede kaldı,'' dedi. ''İşin kolay bu akşam,'' cümlesini de ilave etti; şahane bir kahkahaya...

O gece ne şahane bir geceydi; ki daha bir ay önceydi, yazıldı ama yayınlanmadı. Ve akşam ondan alınan izinle birlikte bir mim versiyonu haline gelip yayınlanacak. Gerçek bir an'a usul bir kurgu yapılacak. Alt yapısı o gece olan şahane bir serserilik halinin üzerine mim'in notaları en bas haliyle monte edilip, bloga sürülecek yazı... Az bir zaman sonra!

O yüzden 'Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadın'la ilgili ayrıntı yok şimdilik.

En şahane iskelenin en yakınındaki mekâna gittik. En şahanesinden patates kroket, en şahanesinden kalamar, en şahanesinden balık kroket sipariş edip; bir birahi, en şahanesinden bira istedik. Ve sonra, en eski zamanların en serseri halini poz ederek kendimize, hızlı ve şahane girelim sohbete diye de, birer şat votka sipariş verdik. Finali tekila ile yapma konusunda da, gözlerde anlaştık, kesin.

Şahane müzik koydurduk CD çalara... Haftanın içi, yazın henüz önü olduğu için sakin mekânda, çakmağın değmesiyle hülyalar saatinin gongunu çalan mumların eşliğinde, gözlerinin mavisinde kaybolurcasına konularda gezip durduk. En çok aşktan konuştuk. "Neydi aşk?"dan...

Konuştuklarımız bir blog yazısı olur ki en şahanesinden. Ki kadın özeldir, farklıdır, farklı sesler verir: En çok da aşka... Dominant duruşun en derinindedir herşey, onları bir inci tanesi gibi çıkarmak güzeldir, başarıdır. Gururun keyfini katar, güven duyulan olmanın hazzını, seviliyor olmayı...

Özünde; günün en erkeninde okuduğum, Sevgili Arzu'nun ''Aşka Aşık Zamanlar'' başlıklı şahane blog yazısına yazdığım ''Dar zamanlara sıkışmış akıllarla birbirinin benzeri senaryoların ve sürekli aynının peşinden koşulduğu için belki de, belki de bir sürü anlamsız ''eğer'' yüzünden... Belki de aşk olsun diye aşk olmakda, aşkı elindeki reçeteden ibaret sanmakda... Cesur olmamakda... Kör bakmakta, teğetinden geçmekde ve görememekde; el yordamı bakışlarla ve duyuşlarla!. Göremeden, sanarak...'' cümlelerinden oluşan yorumum etrafında dolaşan hoş şeylerden söz ettik.

Şahane bir keyifle içtik. Şahane konuştuk. Ve şahane bir günün şahane finali oldu. Şahane uyudum. Şahane yazdım. Güne damgayı Manga bastı ama! Şehr-i Hüzün ile... Şahane bir konsept albüm, tavsiye edilir. Hatta bir örnek olarak: ''Hepsi Bir Nefes'' adlı şarkı sunulur... Ennn şahane bir sevgiyle... En şahanesinden öperins bir de...

Bir de dilerim ki herkese; yazılar, ''Gece(ydi) İşte!'' olmaksızın bitmesin..;)

8 Mayıs 2009 Cuma

Öğlen İşte!..


Yakaladığım bir boşlukta, camdan güllere, papatyalara, bahar dallarının pembesine, otların arasında kalmış çiçeklerin morlarına, yağan yağmura bakarken, ve gecikmiş nisan yağmuru tadındaki sicim sicim hale eşlik ederken Manga'nın son ve şahane albümü Şehr-i Hüzün. Düşündüğüm, istediğim bir hafta sonu seyahatinin ertelenmesi mecburiyeti hasıl olunca bir de, yağmur ve çalan şarkılar lambayı yaktı, içimdeki serseri ona eşlik etti ve duacıyım şimdi, o hafta sonu Tırtıl'ın isteyeceği bir animasyon olmasın diye. Çünkü fikrim geldi ve uzun zamandır yapmadığım bir şeye karar verdim .

Yanıma bir fotoğraf makinesi, sevdiğim pastanenin sevdiğim pastalarından bir çeşit yapıp, sıcak suyu da trende kendilerine çay demleyen makinistlerden tedarik ederek, elimde kahve kokusu, trenle eski kente gideceğim bir hafta sonu. Mayısın başı en şahanesi bu güzergahın. Hazır toprak renklenip, yağan yağmurlar dağlardan kopup gelen suları ırmaklara, usul derelere karıştırırken; çiçeklenmiş ağaçların şenlendirdiği istasyon binalarını izlemek, kadınların ter döktüğü tarlaların öğlen sıcağını seyretmek, tren yolcuları öğrenciler, amcalar, teyzeler, çocuklarla konuşmak, tren yolu kara yoluna yaklaştığında arabalarla yarışmak keyifli. Ve elbette eski kentte, ve en tepesindeki yerde, kuş bakışı manzaralar sunan lokantada yenilecek germeç de.

Evet, verilen bu kararın keyfi bu öğlen usuldan karnımı acıktırınca; ve aslında, daha önce verilmiş karşılıklı sözlerin bu yolculukla ilgili düşünü hatırlayınca; ve aslında, aslı gibi anlaşılmamış sözlerin yok ettiği düşleri de göz ardı etmeksizin ama onlara da takılı kalmaksızın; canım hem atıştırıp, hem de bunu zamana tebessüm eden bir öğlen keyfine döndürebileceğim bir şey önerdi bana. Tost yapmaya karar verdim.

Ama bu kez yapılacak tost bir uyarlama olacak.

Elde tost ekmeği olmadığından ve aslında patıl denen ve yöresel bir ekmek olandan da mevcut da olmadığından; aslında yakın bir kasabaya özgü, hatta tren güzergahında olan bu yerde Atatürk Sivas ve Erzurum'a giderken konakladığında, onun için yapılmış ünlü Ata ekmeğiyle çok daha mükemmel olacağı kesin La Paragas usulü bu melez-i tostu: Mecburen, mevcuttaki normal ekmekle yapmak durumunda kaldım.

Durum şudur: Bir yarım ekmek yan ortasından yarılır. O arada enlemesine ve ince ince doğranmış mantarlar tereyağında az miktarda kavrulmaya bırakılır. İnce ince dilimlenmiş yeteri kadar sucuk ekmeğin arasına yerleştirilir. Onların üzerine incecik doğranmış çarliston biber halkaları dizilir. Onların üzerine dilim salamlardan fıstıklı olan yerleştirilir. O arada tavada hallolan ve tam kavrulmadan hafif sularında kalmış mantarlar salamın üzerine dağıtılır. Bir siyah zeytinin çekirdeği çıkarılır ve ince daireleri halinde doğranıp mantarların üzerine koyulur. Çok ince dilimlenmiş iki adet domates en üste koyulup, tüm karışımın üzerine bir çay kaşığı zeytinyağının içine bir miktar (tazesi olmadığından) kuru kekik ilave edilerek dağıtılır. En üste de kalınca bir kaşar dilimi koyulup, ekmek ısınmış olan tost makinesine yerleştirilir. Domateslerin varlığı gözetilerek bastırılır; tost makinesinin üst tarafından. Ekmeğin iki tarafına biraz tereyağı sürüp cızırdattıktan ve arzulanan kızarıklığa getirdikten sonra alınıp bir tabağa tost; kahve, bir fincan çay ya da bir bardak kola eşliğinde keyfi çıkarılır.



Kişiye özel not: Fırında makarnanın malzemeleri hazır. Hatta bir menü de! İçecek tercihiniz var mı? Yoksa menüyü hazır edene mi bırakırsınız?:))

Sabah İşte!..

Sabah bir kitap için raflarına göz atarken kitaplığın, bir başka kitap çarptı gözüme... Alıp ilk iş olarak kapağın altındaki ilk sayfaya atılmış tarihe baktım. 16.01.1980.

Bir İngiliz gazeteci-yazarın elinden çıkmış olması, Altın Kitaplar Yayınevinden piyasaya çıkmış olması demek ki yakılacak kitaplar listesinden çıkarmış onu... Bunca zamandır, neden elim gitmedi bir kez bile ona diye düşündüm. Ötekilerin yakıldığı bir dönemde bunun yaşıyor olmasını mı hazmedemedim bilmiyorum.

Sonra, birden aklıma geldi ki bu kitabın içinde, petrol sanayisinin parolası olduğu söylenen ve Rockefeller'in dilinden düşürmediğine vurgu yapılan bir şiir vardı. Çok işime yaramıştı... Aslında ondan yola çıkarak öyle davranmıyordum elbet. Ama! Hani vardır ya! Bir davranışınız doğal bir hal halinde süre gidiyordur da yaşamınızda, bir gün, bir yerde okuduğunuz bir bilene ait düşünceyle kendinizinkini eşlersiniz. Ve o gün, aslında sizde olan ama adını koyamadığınız bir davranışınızın ya da bir duygunuzun adını bulmuş gibi olursunuz. Ben de o gün öyle olmuştum.

Gözlemeyi seviyordum, onu hatırladım. Ama Rockefeller'da ticari ve çıkarsal amaçlar taşırken bu, bendeki anlamı yaşamı dinlemek ve anlamaktı.

Bugün şu algıda seçicilik denen şeyin aslında ne güzel bir şey olduğunu da düşündüm, bakarken o şiire... Bir sol militan çocuk ve emperyalizmin en önemli şahsiyetlerinden biri. Ve aynı şiir:

Akıllı bir baykuş ağaca çıktı: oturdu
Çok şey gördü ama çok az konuştu.
Ne kadar az konuştuysa o kadar çok duydu.
Neden biz de baykuş gibi olamıyoruz?

Sonra, kitabın sayfaları arasından bir not kağıdı ilişti gözüme... O yıllarda, henüz tıfıl çocuklarken, manalı sözlere ilgimiz çok fazlaydı. Onları alır, bir süre bilmiş konuşmalarımızın arasına katıp kendimizi süsler, sonra da sokağa bırakırdık o cümleleri. Onlardan en sevdiğimizdi bu rastladığım: ''Hep aptal görün ama hiç aptal olma.''

Tabii ki sayfalarda dolaştıkça o yılların içine gidiverdim. Ve sevdim bu zaman makinası hali... Sonra bir tebessüm yerleşiverdi suratıma. Sonra bir kahkaha oldu kocaman.

O zamanlar, en arkadaşım- ki hala en arkadaşım- ve ben, derdik ki bir de: ''Ya biz, özellikle otuz kırk yaş civarı insanlara- ki bizimle aynı yaşta olanları hiçten sayıyorduk- onların bizi nasıl tanımalarını istersek öyle davranıp, onlarda istediğimiz intibayı yaratabiliriz. '' Ve bunu başardığımızı da düşünürdük. Elbette başardığımız da oluyordu çoklukla... Şimdi bize yapıldığında için için gülüyoruz. Ve yiyoruz elbet. Zekayı takdir etmek lazım; di mi ama!

Orijinal adı Seven Sisters olan, Türkiye'de, Petrol Oyunu adıyla yayınlanan Antony Sampson tarafından yazılmış oldukça aydınlatıcı ve bu konuda en önemli referanslardan biri sayılan bu kitabın önsözünden bir paragrafı da belki ilgi çeker diye buraya taşımış olayım : ''Yedi Kız Kardeş, dünyanın en güçlü yedi petrol şirketine topluca verilen ad: Exxon, Shell, Mobil, BP, Texaco, Gulf, Socal. 

Bu kitapta dünya petrolünü, dolayısıyla dünya siyasetini elinde bulunduran, ülkelere, hükümetlere, toplumlara dilediklerini yaptıran bir avuç petrol soylusunu tanıyacak, dünyanın kaderini nasıl değiştirdiklerini, devrimler, karşı devrimler yarattıklarını göreceksiniz. ''

7 Mayıs 2009 Perşembe

Anayurt Oteli...


Türk Sinemasının en önemli yönetmenlerinden Ömer Kavur: Bireysel dinginliğini filmlerinde uslup olarak gördüğümüz; hayatın kıyısında köşesinde kalmış karakterlerin içsel çelişkilerini, arada kalmışlıklarını analiz eden derinlikli bir sinema diline sahip, sanatsal kaygıları olan, sinemayı asla ticarileştirmemiş, benim çok sevdiğim bir sinema emekçisidir. Türk Sinemasına kazandırdığı uslup yetişen kuşaklara rehber olacaktır. Eğer bir Türk Sineması ekolünden söz edilecekse bunun en önemli taşlarından biri Ömer Kavur'dur. Hayatımıza tıpkı filmlerinin geçtiği küçük hayatlar, gözden ırak karakterler gibi duygulu, nitelikli ama sessiz filmler katmış, saygıyı fazlasıyla hak eden usta bir yönetmen ve insandır.

Türk Edebiyatının en nitelikli ve derinlikli kişilik analizlerinden birini yapan; asosyallik üzerinden içine kapanık, çevreye yabancılaşmış bir erkeğin cinsel yönü ağır basan yabancılaşmasının kimlik arayışlarını anlatan Yusuf Atılgan'ın aynı adlı romanından(bu kitabı da okuyun demektir) çok ustaca; romanı okurken hayal ettiğiniz kasabayı, oteli, karakterleri, çok iyi yaratarak; özellikle, Zebercet'in iç dünyasının sunumu, gelgitleri, buhranları ve klinik sayılabilecek psikolojik bozukluklarının bütün evrelerini, son derece etkileyici bir anlatımla yöneterek romanın derinliğine yakışır bir sinemasal dil yaratan Ömer Kavur'un; 1987 Venedik film şenliğinde uluslararası film eleştirmenleri birliği ödülü almış; canlandırması çok zor olan ifadesiz bir suratla çok şey ifade etmeyi çok iyi başaran Macit Koper ve Serra Yılmaz'ın, romanın önemli karakterlerinden''gecikmeli Ankara Treni'yle gelen kadını'' canlandıran Şahika Tekand'ın(ki ''cuk'' oturmuştur bu role) olağanüstü oyunculuklarıyla yer aldıkları, sonuçların niyeleri üzerine de çok derin analizler ortaya koyan; bence Türk sinemasının en önemli ''başyapıt''larından bu filmi mutlaka izleyin(tabi bulursanız:), kitabı da mutlaka okuyun...

Sinemamızda, hem oyunculuklar adına hem de film yapmak adına nelerin de yapılabildiğinin en önemli kanıtlarından biridir bu film... Ve Türk Edebiyatı'nın en önemli romanlarından biridir kitap.

Yusuf Atılgan'ın diğer önemli kitabı ''Aylak Adam'' üzerine yazılmış güzel bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

İŞTE BÖYLE...


12 öğretim yılı okudum.En bahtsız zamana denk geldi bizim yıllar.

Biz başlayınca, ilk öğretim 8 sene oldu.

8 sene bitince ismi değişen bir sınava girdik.

O esnalarda açıklama yapıldı, liseler 4 yıla çıkarıldı.

Hazırlık seneleri kalktı, bazı liseler ortadan kaldırıldı

O 4 yılı da okudum.

4 yıl sonunda da bir sınava gireceksin dediler;hala gireceğiz.

Sonra bir de dediler ki; bu, sizin son böyle sınavınız, seneye sistem değişiyor, bir de zorlaşıyor.

Bizde, eh! dedik.değiştirin bakalım.:)



Halen annemin kucağından indirilip çıktığım, ilk okulun ilk merdivenleri var hatırımda...

Halen ilk beslenme çantasına tuhaf tuhaf bakan, sınıfındaki arkadaşlarından bir yaş ufak mavi önlüklü kızım.

Halen ilk okulun ilk sıraları cila kokuyor.

Halen ilk kalem açacakları ilk kurşun kalemleri açıyor.



Bitince başını düşünüyor insan.

Bitince, bitmesi için edilen duaların komikliğini,bitmesi için kurulan hayallerin saçmalığını düşünüyor.

Bitince, elimizden avcumuzdan bir yanımızdan birşeyler alındığının farkına varıyor.

Bitince, kaldığı yerde kalıyor insan.



27 Nisan pazartesi...

Okulun son günü.

Sınıf tam.

İki sınav var o gün.

İkisini de verip çıkıyoruz.

5.ders saati.

Herkes sırasında...

Kimsede çıt yok.

Herşey bitmiş.

Not kalmamış, sözlü yok sınav yok ...

Herkes boşlukta an'ı anlamaya çalışıyor.

Kimsede çıt yok;

hocayla bakışıyoruz...

Bir daha aynı sıralara oturma fırsatımızın olmayacağının farkına varıyoruz.

Bir daha aynı üniformayı giymeyeceğiz, bir daha İstiklal marşı okunmayacak, bir daha hocalardan tırsmayacağız.



Bir daha buraya gelmeyeceğiz.



Sınıf hocası bişeyler söylüyor.

Kendimi düşünüyorum, ben ne yapacağım şimdi?

Herkes birşeyler söylemeye başlıyor.

Her ağızdan bir ses sonra...Helallik alınıyor.

Herkes kucaklaşıyor.

Birileri gülüyor.

İnanılmaz bir gürültü var sınıfta,

bir kahkaha havası,

"aramayan ölsün" nidaları ortalıkta.





Düşünüyorum.

Herkes bu durgunluğuma şaşırıyor.Böylesi anların en yırtık, en sesli kızıyım ben.

Sırama adımı kazıyorum..."captaiin".

O sınıfın kapısından çıkarken, dönüp son kez nasıl bakacağımı düşünüyorum.

Herkesi kucaklıyorum.

Gidiyorum...

Nisanın 27 sinden aklıma kazınıyorlar, nisan 27 içimi buruyor, büküyor, zedeliyor.





27 Nisan tarihimden hafızama kazınanlar...


Emre...

4 yıl beraber okuduk ve sıralarımız arka arkayaydı, 1.80 boyunda, ince bir gençti kendisi.

Hiç kimse onun kadar delikanlı, onun kadar samimi olamazdı.

4 sene her gün, günün belirli saatlerinde ben yanımdaki kankam ve Emre'nin yanındaki Bayram'la sohbet ettik.

Herşeyden her konudan...Onunla sohbet vazgeçilmezdi.

Savunucuydu, yanındaki kıza toz kondurmaz, laf söyletmezdi.

27 nisan günü Emre'ye kocaman sarıldım.

Sonra söyledi: "Captaiin arkadaşlığın paha biçilmezdi."



Bayram...

4 yıl Emre'yle yan yana, benim arkamda oturdu.Ondaki millet sevgisi, vatan aşkı kimsede yoktu.

Son sene apoletli bir kazakla dolaştı, son 3 yıl başkandı, onun polislik hayalleri kaldı aklımda.

Bir de, tez zamanda evlenip 3 tane çocuk yapmak.

Onda mükemmel bir okuma hevesi,bilgi ve sakinlik vardı.

Bizim sohbetlerin temeli de buydu ya! "Hoşgörü".

Bazen, çekilip kenara, onla çok özel konuşurduk.

Babasını anlatırdı.

Ailesini,çıkmazlarını,sıkıntılarını...

Memlekete çok üzülürdü.

Bayram'a da koskocaman sarıldım.

Eyvallah.



Tugay...

Son 1 senedir birbirimize tek kelime etmedik.Biz küslüğümüzün sebebini unutmuşken, yıl doldu.

Tugay için elimden gelebilecek her şeyi yaptım.Mükemmel bir arkadaştım.

Ne oldu, ne yaptık birbirimize hatırlamıyorum; ama küslüğün sebebinin kayda değer bir tarafı yoktu, eminim.

Onu çok çok çok sevdim.Sabahlara kadar kızlardan çektiklerini dinlerdim.Yaz tatillerinin iş arkadaşıydım.Sahil içmelerinin olmazsa olmazı...

O değişti.Zaman ve yaşadıkları onu tümden başka biri yaptı.

Ben de, yüklendim ceketimi omzuma, çıkıp gittim.

Yüz yüze bakmayalı bir yıl olmuştu ki...

27 nisan 6. saat helallik vakti...

Onu, uzaklardan bir yerden, biraz kuytudan izledim.

Gelmemi beklediğinden adım gibi emindim, elimi uzatsam o elin boş kalmayacağından da emindim.

Cesaret edemediğimden değil, gurur yapmanın da hiç vakti zamanı değildi hani!..Ama eksikliğini hissetmediğin bir şeyin,yerinde olması için de çabalamanın bir anlamı yoktu.(öyle sanmışım)

Helalleşmelerin içinde bir an göz göze geldik,durduk.

Kalkıp yürüdüm, elimi uzatırken onun eli uzandı ve sarıldım.

Ama ne sarılma.

İki gözüm çeşme gibi akmaya başladı, hiç bu kadar hızlı ağlamamıştım.

Sımsıkı sarıldım,öptüm.

Birkaç dakika sarsılmışız.Bir baktım Tugay benden çok ağlıyor.

O sınıfta, 4 yıldır ilk kez bir erkek ağladı.

Manyaklar gibi ağladık.

Kulağına fısıldadım.

Biz niye küsmüştük...?



Gün bitti.

Zil çaldı.

Çalan son zilimizdi bu.

Mutluydum.





Gerisin geriye...

Bütün eğitim hayatım boyunca çok az kız arkadaşım oldu.

Lise sıralarında ise yalnızca bir kız arkadaş edindim.Diğerlerindense bir biçimde nefret ettim.

Bütün erkekler kankamdı.

Cazgırlık edip hiç bir kavgaya karışmadım.

İddia kuponlarına yatırdığım parayla bir üniversite öğrencisi burslu okuyordu.:)

Güya fix tüyo almışlarda:“captaiin ortak kupon yapalım bu sefer tutacak”.(hep böyle yediler paralarımı)

Hocalarımdan yalnızca birine saygısızlık ettim; ki, o da hak etti.Müdürdü kendisi...

Bizim fizik derslerine girerdi son iki sene böyle oldu.Geçen senenin son zamanları, onun aşağılayıcı ve tutucu tavrına sinir olup,birkaç siyasi akım hakkında ani çıkışda bulundum.

Anarşizm üzerine bir cahil gibi konuşuyordu,bende tutamadım kendimi...

O gün, beni dersten çıkarıp bekleme salonunda 1 saat tuttu, sonra babamı okula çağırdı.

Akşam, babam tarafından feci biçimde haşlandım.

Ama babamın bu kadar kızmasının sebebi savunduklarım değil,hocaya olan çıkışımdı.

O günden sonra adım anarşiste çıktı.

O günden sonra müdür beni defalarca,bir sebepten ötürü okula almadı.

Bazen etek boyum, bazen saç rengim, bazen ayakkabı rengim, bazen çorabımın laivert değil siyah olması.

Ondan sonraki fizik derslerinden bir şekilde(yandakiyle konuşma,arkaya dönme vs…) 8 kez dışarı atıldım.Ama o sayıyı bir 10 yapamadığıma yanarım.:)

Millet arkada okey çevirirdi, ama bir biçimde ben göze batardım.

Her neyse; ama müdürden, yani müstakbel fizik hocamızdan bir türlü nefret edemedim.

Geçen ay, son fizik dersimize girdiğinde elinde 70 sene(çok ciddiyim)öncesine ait fizik kitabı vardı yine.Biz 2 yıl o kitaptan ders işledik.

O haşat kitabı koyup masasının üzerine, “evet arkadaşlar size anlatacağım fiziğin tamamını anlattım.Fizik dersi bitmiştir.” deyip, kitabı kapadı. ”Sorusu olan?”

O an içimdeki vicdan azabını anlatamam.

Ulan bir kere olsun o fizik dersi dinlenmez miydi?

Evet bir kere bile dinlemeden fizik dersi bitti.:)



Onu dışında belki bir milyon kez okuldan kaçtım.Ah o tellerde pantolonlarım mı yırtılmadı?Eteklerimi rüzgar mı almadı?Düşmedim mi?

Bazen sırf heyecan olsun diye okula çitlerden atlayarak girerdim.



Deli gibi kopya çektim.Ölümüne çektim bütün kopyaları.Bir kere bile yakalanmadım.

Ama hiçbir sayısal dersten yandakine bile bakmadım.Bütün kopyalar sistemine küfrettiğim eğitiminin bize zorla işletilen sözel dersleri içindi.

İnadına:Hala cinaslı kafiyeyle tunç kafiyenin ne olduğunu bilmem...



Her neyse.

Bir biçimde bitti.

Bir an büyüdüğümü sandım.

Hâlâ anamın kucağındaydım.

5 Mayıs 2009 Salı

Hayvanlar!..

Saat 19:05... Televizyonda bir kız çocuğu hıçkırıklara boğulmuş, kimseler tutamıyor... Yakarışları can yakıcı, en çok da, gözyaşı ve feryada bürünmüş şu cümlesi: ''O benim ablam değil, annemdi... Benim, annem öldü!''

Ben orada koptum... Yokum artık!..

Bu Blogları Öneriyorum Çünkü Ben Çok Seviyorum

Bu aleme bulaştığım ilk günden beri izlediğim ve seyrek yazıyor olsalar da, gencecik(15-16) yaşlarına rağmen kocaman sözleri olan sevgili arkadaşlarımın çok sevdiğim, biri ortak olmak üzere dört blogunu önermek istiyorum sizlere... Seveceğinizden ve onlara destek vereceğinizden eminim. Çünkü, yazma konusunda ve dünyaya bakışları açısından çok yetenekli olduklarına inanıyorum ben; ve onların her yeni yazısı beni çok mutlu ediyor. Okumak, ya da en azından bir göz atmak isterseniz; bloglarına resimleri tıklayarak ulaşabilirsiniz.











3 Mayıs 2009 Pazar

New York Yansımaları, Synecdoche, New York


Bir tiyatro yönetmeninin yaşamını, kendisiyle bir şekilde ilişkilenmiş insanlarla birlikte anlatan; teatral göndermeler içeren farklı bir sinema dili kullanan; ölüm, yaşam, korkular, hastalık, aile ve ilişkilerden söz eden; gerçekle hayalin birbirine girdiği son derece durağan ve karmaşık yapısına rağmen sürekli bir merak duygusu yaratan filmi izlerken, aslında, çok şey anlayıp ama anladıklarımla film üzerine bir yorum yazamayacağımı, o karmaşa gibi duran hali yazıya dökemeyeceğimi düşünür haldeyken; bu filmin, bir ikinci kişiyle izlenmesi halinde üzerine ne kadar çok şey konuşulabileceğini ve aslında o karmaşık ve durağan yapıyla bu iki kişilik sohbetli seyrin, ne kadar uygun ve keyifli olacağını düşündüm.

Bir gerçeküstülük halini duyumsadığınız ama aynı zamanda o hallerin gerçek hayattaki karşılıklarına baktığınız, varoluş üzerine sorular sorup, anlatım garipliklerini farklı bir mizahla ve çok iyi oyunculuklarla önünüze döken, farklı bir sinema şöleni bu film...

Bende garip bir şekilde ve sürekli; sanki iki kişi izleyip bir sinema ve sohbet keyfi haline döndürülebilse, hani bira ya da şarap eşlik etse o an'a, çok hoş bir sinema akşamı yaşatabilecek bir filmmiş duygusu yarattı. Çok keyifli bir yemek akşamının gecesinde izliyor olmanın hafif çakır halinden mi bu duyguyu aldığımı da düşünmedim değil, bugün bu yazıyı yazarken... "İyi düşün!" dedim kendime... Kendim ısrarcı düşüncesinde, değişen hiç bir şey olmadı şu an itibariyle o düşüncede ...

Hatta, gecenin o vaktinde izlerken filmi; ısrarla, birlikte izlenecek kim konusunda bir isim zikretti aklım bana... Sanki bu filmi izlerken, filmden hareketle, davranışlar, olaylar ve gerçek hayattaki karşılıkları üzerine en birbirine yakın ve en ortak düşünceleri onunla çoğaltabiliriz gibi geldi bana... Hatta, dün akşam oluşan bu hissiyat konusunda bugün daha sağlıklı bir kafayla baktığımda emin olduğumu söyleyebilirim, ''O kim?'' konusunda.

Ve hatta, buradan bir de oyun çıkarsam mı acaba diye de düşünmüyor değilim. 'O kim' blog yazarlarından biri deyip isim vermesem. O isime Blooxo'dan bir mesaj atsam. Sonra o, mesajdakileri yapsa ve oradan bir yazı çıksa... Eğlenceli ve merak ettirici bir hareket yaratır mı alemde bu düşüncem...Ve yeni bir oyun olur mu bu? Acaba?

Filmde tıpkı bu yazı gibi işte!.. Derdiniz sinemaysa, kesin izleyin.

"Ben film izler, keyfime bakarım" diyorsanız da, izlemeyin! Sıkılırsınız çünkü...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP