sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2025 Pazar

16 Yıl Önceden...

Bence meraklısı için çok iyi bir film!



Elveda Lenin, hem iki farklı yönetim biçimi, hem de o yönetimlerde yaşayan insanların hayata bakışı ve yaşama biçimleri üzerine, izleyicinin farklı algılar ve sorgulamalarla bir çok farklı açıdan nitelikli analizler yapabilmesine olanak sağlayabilecek bir film.

Film, İnsan, siyaset, güç ve o gücün niyeti üzerine derinlikli düşünme ve tartışma ortamları yaratırken ve bu anlamda üzerinden tartıştırırken; bir ideolojinin teori ve pratiği üzerindeki ayrışmaların diktatoryal rejimlerdeki yönetici insanların algılamasına, ideolojiyi yorumlamasına ve kişilik özelliklerinin niteliklerine göre özünden ve iyi niyetinden nasıl sapmalar yaratabileceği üzerine sonuçlar da ortaya koyuyor...

Elveda Lenin; temelde çok insani, felsefi ve doğru duran ideolojik teori ve temellerin; benim doğrum mutlak doğrudur mantığıyla ve sadece yönetim erkini ellerinde tutanların insan yönetme anlayışlarına dayalı, sorgulanamayan, tek tip insan yaratma projelerinin sonuçlarıyla; yine eleştirilebilecek çok yanı olan ama yönetenlerin hakimiyet sürelerinin en azından seçimlerle değiştirilebileceği, farklı örgütlenmelere, baskı gruplarına ve seçmenlere karşı sorumluluklara sahip demokratik rejimler arasındaki iyi ya da kötü yanların fark edilmesine olanak sağlayan; tüm bunları da, son derece hayatın içinden, gündelik yaşamdan karakterler odağında şahane bir mizahla ve nokta sahnelerle, iki farklı ideolojinin tüketim simgelerini kullanarak yapan; ideoloji ve siyaset sorgulaması üzerine ve bunun bireysel hayatlardaki yansımalarının sergilenmesi adına çok hoş bir filmdir.

Bütün bu derinliklerinin ötesinde; sinema dili anlamında, özel ilgi alanım olan eski doğu bloku ülkelerinin, kentlerinin: Dünyanın diğer bölgelerinden soyutlanmış (eski)kapalı hallerini, kentsel renklerini, yaşama biçimleri ve gündelik hayatlar ile insan ilişkilerini çok gerçek bir dille anlatmayı başaran ve özellikle sıradan olmadan da insanları güldürmenin olası olduğunu ortaya koyarak, komik filmle mizah arasındaki derin ve niteliksel farklılıkları göze sokarken, felsefik görüşlerin bile her türden sinema seyircisini tatlı tatlı güldürerek nasıl anlatılabileceğini gösteren, defalarca izlemekten bıkmadığım; ama illaki sinemada izlemişliğin tadını diğerlerine değişemeyeceğim muhteşem bir filmdir benim için...

Bol ödüllü bu filmi mutlaka izleyin ve gülün; ve düşünün; ve bir filmin dramatik bir olayı tatlı bir mizahla birleştirerek nasıl bir lezzet yarattığını görün derim ben!

10 Kasım 2024 Pazar

Ne Filmdi Ama!

Ne izlesem diye abonesi olduğum portalda ilerliyorum.

Afişin biri dikkatimi çekiyor.

Serde çocukluğumun televizyon yönetmeni olma hayali var.

Elimde de -her zaman- hayali bir kamera...


Sadece afişlerine göz attığım birçok filmi bu hayal akşamıma, o akşamın geç saatlerine ve gecenin ıssızlığına yakıştırmıyorum.

Ama bir afişte kalıyorum.

İçgüdülerime her zaman olduğu gibi bu kez de sahip çıkıyorum. Gün gece yarısına doğru usul adımlarla ilerliyor. Elimde kumanda kanepeye uzanmış bir konfor içindeyim lakin geceyi fişekliyor, onunla ortaklaşıyor ve oynat Buraneroscuğum içgüdüsüyle kumandanın tuşuna basıyorum,

ve 2024 yapımı taze film başlıyor...

Bir kez daha çok istediğim ama hayatın izin vermediği hayallerimle buluşuyor ve yönetmenin kamera kullanımına ve açılarına bayılıyorum.

Hakeza oyunculara ve oyunculuklara da...

İzlediğim bir ütopya eyvallah. Sever miyim? Belki bazen... Ve o belki bazenlerin an itibariyle içindeyim.

O kadar içindeyim ki 109 dakika bir asır gibi geliyor. 109 dakika filmin uzun olduğunun altını çiziyor, farkındayım. Ama üç saati aşmış filmler de izlemiş bünye bu kez sanki o süreyi de aştık duygusu içinde ve o derece filmin izleyicisi değil de karakteri olmuş durumda. Serde yukarıda da belirttiği ve çok kez yazılarında altını çizdiği üzere televizyon gazetecisi, yönetmeni olma hayalleri de var. Ne kadar mütevazı olsa da kendi kamerasını kullanış tarzının hakkını yememek gerekir ki kendine çektiği belgesellerinde üstelik teknik olanaksızlıklarına rağmen, montajları hiçbir ek araç kullanmadan, kayıt halindeyken sadece kamerayı durdurup başka açılara ya da yakın planlara bu durdurma anlarında ayarlayıp, kayıda kaldığı yerden devam ederek, bütünlüğü hiç bozmadan şahane kullanmış da biri. Yani izleyicinin bu anlamdaki alt yapısı da kuvvetli. Yönetmene ise helâl olsun sana demiş durumda.

Giriş ve ilerleyiş harika, kanepede uzanmış olsa da bu sadece görüntü; çünkü film çoktan yazıda bahsi geçen şahsı ele geçirmiş durumda; hem sıradan bir film izleyicisi olarak hem de kamera kullanımı kendine has ve geçmişte, hatta çocukluğunda diyebileceğimiz yaşlarda çok beğeni almış biri olarak.

Bu satırların yazarı bir alaylı eyvallah lakin çok da emek vermişti; çocukluğunda ve ilk gençliğinde bu işlere... Çünkü en büyük hayali film değil ama blogda da çok kere söz ettiği üzere televizyon yönetmeni olmaktı ancak hayat izin vermemiş ve bir gece, henüz ölüm haberini almadığı saatlerde, askerken ve tektipini giyerken buraya kadar bu hayaller demişti hayat ona.

Bu birikimlerden bakarsam ve sinemasever biri olarak filme yönelik altını çizmem gereken noktalar şunlar oldurdu ki oldu. Öncelikle bu izleyici filmin akışına ve sahne gerçekliklerine bayıldı. Final bir ütopya idi. Çok emek verilmişti ve bu bir ütopya mantığı ile izlenince mükemmeldi. O sahnelerin bir şehir yapısında bu derece gerçekmiş gibi canlandırılması yüreğin yanı sıra pek çok özellik daha gerektirirdi ki, sanırım yönetmende ve bu filme para yatıranlarda bu fazlası ile vardı. Filmin yakın tarihli olması ve portallarda an itibariyle bulunması izleyici için bir şans olmuştu ki finale yönelik eleştirileri olsa da, yine de  helâl olsun size diyerek yapım ve yönetim ekibine ve oyuncu kadrosuna yürekten seslendi ve filme emek koyan herkesi çok alkışladı.

Sonra yazının sonuna -kendisi özellikle izlememiş olmasına rağmen- bir fragman koysam mı acaba diye düşünmeye başladı. Önce koymamaya karar verdi. Sonra enfes bir anlatımla seslendirilmiş, fragmana göre biraz uzun ve filme yönelik açıklamalar yapan alttaki, ipuçları da veren kayıtla rastlaştı. O sırada kendi fikirleri ile bir iç savaş yaşamaya da başladı, ve özü koyma o fragmanı derken, bir yanı da en azından filmi sevmeseler bile filme verilen emeği göstermek, eleştirilerime rağmen merak edecek izleyiciler olacaktır mantığı ile bazı sinemaseverleri filmden yoksun kılmamak adına söz konusu özeti yayınlamaya karar verdi.

O halde -meraklılarına- iyi seyirler!



27 Eylül 2024 Cuma

Enn Sevdiğim Pastam

Rivayet o ki, film İran'da gizlice çekilmiş!
***

Sinemaya ara vereli asırlar olmuş gibi bir his var bünyemde. Aslında fena bir durum da değil bu. Zaman sanki durmuş ve ben o duran zamanın yavaşlığında bayağı bayağı hayatın tadını çıkarmışım.

Ekranım açık, bir yandan ben işe bakarken, filmin afişi ve dolayısı ile film, özellikle coğrafyası nedeniyle gözümün içine bakıyor.

Beni o salonda görmek istiyorlar.

Ve kararı, sanki uzun bir ayrılık sonrasındaymışcasına gibi bir heyecanla çarpan bünyem veriyor.

Bu filme gidilecek!

Ben sinemaya doğru trende yol alırken enn sevdiğim kadın da feribot ile Midilli'ye geçme hazırlıklarında olacak.

Öyle keyifli bir süreç ki bu anlarım.

Sanki o karşımda oturuyormuşcasına bir sohbet, yavaşlamış hayat ve gözlerimi yine ondan alamadığım zaman dilimi.

Tadını çıkarıyorum.

Ve Çanakkale!

İçime enn işlemiş, sokak sokak zihnime kazınmış bir masal şehir. Fiziken orada değilim ama tüm benliğimle oradayım. Sınırlarını bir görünmez olarak aşmış, ışınlandığım feribottan O'nunla inmiş, O'nun seçimi olan oteli çok beğenmiş, sırt çantalarımızı bırakır bırakmaz, donatılmış masada; denizin tam da kıyısında, günün ruhları dürtükleyen saatlerinde uzolarımızı yudumluyoruz.

Üstelik filme bayılmış, oyuncuları sevmiş, iki karakterin arasındaki ortaklaşmaya ve başkaldırıya, düzene meydan okuyuşa ve ânın tadını çıkarışa coşkulu bir sevinçle kapılmış durumdayım. Musmutlu bir sinema gününde, üstelik salonu da benim için kapatmışlar hissiyatı ile her zamanki koltuğumda, politik dokundurmaları yerinde bu enfes filmin içinde, musmutlu bir karakterim.


O nasıl tatlı bir aşk, üstelik yaşlar sanki 17.

Kalp atışları salonu inletiyor.

Müzikler, anlık diyaloglar, ülke geçmişine selam çakmalar ama ânı da muhteşem bir gözükaralıkla ve derin bir aşkla ve kadın elinden çıkmış, ev yapımı, bir koca şişe şarapla pervasızca, korkusuzca, koyvererek yaşamak.

Salondaki tek kişi olarak ve her zamanki koltuğu D.3'de oturmakta olan izleyici çok mutlu. Özelikle yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesine kendisi de âşık. Antrakta da klasik salonu 6'yı ve koltuğu D.3'ü terk etmiyor. Enn sevdiği kadının bu avm'yi protesto ediyor olduğunun ve bir kez bile gelmediğinin bilinciyle cep telefonuna şu minvalde bir mesaj yazıyor ve gönderi tıklıyor:

"Bu filmi seninle izlemeliydik."

Ve ikinci yarı başlıyor, telefon kapatıldı, akış bence güzel ancak içimdeki ukala ritmin kısmen düştüğünü söylüyor. Bazı anları klişe buluyor ve biraz, belki de aceleyle ya da telaşla filmin ziyan edildiği yönünde ukalaca düşünceler oluşturuyor. Elimden geldiğince bu ukalayı bastırmaya çalışıyorum ama pek de başarılı olamıyorum.

Işıklar yanıyor ve enfes bir final müziği koltuğumdan kalkmama izin vermiyor. jeneriğin son harfi geçene kadar kıpırdamıyorum. Artık telefonumu açabilirim.

İzlemeliydik, diyen kısa bir mesaj telefonda,

sonunda koyu ve parlak mavi bir kalp olan.

Gülümsüyorum. Uzun konuşmayı eve dönüşüme saklıyorum.

Önce O, bulunduğu anda kendimi bulduğum feribottan arıyor. Sonra... Ben O'nun uzo ve mezeli masasındaki keyfine, masanın öte tarafındaki bir görünmez olarak kadehimi kaldırıyor,

ve yine hayranlıkla, gülümseyerek, gözlerimle konuşarak ve bayılarak izliyorum O'nu.

25 Ağustos 2024 Pazar

Bak Nasıl Da Eğleniyorlar

Enfes bir sabah, deniz pencereden salona doluyor. Çiçekler, ağaçlar ve yağmur; yaşama katılmam için fena halde tahrik ediyorlar.

Elimde bir kitap, filtre kahvem hazırlanırken bahçeye ve denize paralel kanepeye uzanıyorum. Doğa nefes veriyor, dalgalar kulağıma çeşit çeşit notalar üflüyor.

Suphi Varım, polisiyelerin enn nahif yazarı.

Sanki bir amatör.

Pek çok okura dudak büktürebilir, lakin ben çocuk hevesli üslubunu seviyorum.

Yağmur şiddetleniyor. Şekersiz kahve kokusu denizin dalgaları ile birlikte hızla eve ve hayata dolmaya devam ediyor. Denize ve yeşilliklere bakan Fransızın iki kanadı da açık. Kahvem ses veriyor ve her zamanki yerini alıyor ve kitabın dünyasına iyice dalıyorum.

Yudumlarım usulca, yağmur kıvamında ve tüm çiçekler, ağaçlar ve yapraklar zevkten dört köşe. Uzun soluklu kahve içimi devam ediyor. Okuma eylemi ki çoktan kitapla birlikte Fransızın önüne konuşlanmış durumdayız. Uzun yeşillikler ve uçsuz bucaksız denizle aramızda artık kimse yok. Enn Sevdiğim Kadın'ı merak ediyorum. Enn can arkadaşı ile birlikte bir üzümün ve şarabın peşine, Merzifon'a gidecekler... di!

Hımmmm... Merzifon Karası!

Yağmur ona engel olmaz biliyorum, üstelik bayılır ve ne güzel ki kafasına koyduğunun peşini asla bırakmaz.

Enfes bir cumartesi.

Enfes bir sabah.

Aramıyorum, bir ihtimal gitmemişler de olabilir diye düşünüyorum, ona dair enstantanelere gülümsüyorum.

Kahvem sabrıma hayran, ben de usul yudumlarımla birlikte ona. Kitap sevimliliğini koruyor. Ve artık ıslaklığın üzerine güneş usul usul sıcaklığını serpiştiriyor. Muhteşem bir coşku ve cümbüş var doğada.


Enn Sevdiğim Kadın'ın ve enn can arkadaşının gitmemiş olabileceklerini düşünüyorum. Aramıyor makul bir saati bekliyorum. Kitapla ilişkimiz güzelliğini koruyor. Pencere önü kahvem hâlâ sıcak olmasa da farklı bir aromaya erişmiş durumda. Onunla birlikte kanepeye dönüyorum. Televizyon açılabilir. Gönlüm film izleyelim diyor. Hava hâlâ serin ve güneş ıslak. Yaşam hoş, deniz sakin.


Kitaba bir süre daha devam ediyorum. Sonra birden kendime sinemadaymışım rolü biçiyorum ve portalda film aramaya başlıyorum. İşte bu, dedim. Tek referansım afiş. Sonra tıklayıp açıyorum afişi. İçimden sevinçli bir ooooooo yükseliyor. İçgüdülerime şükürlerimi sunuyorum, çünkü beni yanıltmayacaklarını biliyorum.


jenerikle birlikte film kapıyor beni.

Kahveyi tazelesem mi diye düşünüyorum.

Son bir kaç soğuk yudum var.


Film gittikçe sarıyor. Adrien Brody'i var, ilginç bir karakter, absürt ki filmin geneline bir tatlandırıcı. Saorise Ronan'a bayılmış durumdayım, kadın titizliğinde notlar alan disiplinli ve de sevimli bir polis memuru, henüz taze. Sam Rockwell bir komiser, komik ve şaşkoloz. Mark Chappell tarafından yazılmış enfes bir senaryodan yönetmen Tom George önderliğinde hayat kazandırılmış, Amerikan-İngiliz ortak yapımı enfes bir "kara" komedi. Tam bir sinemasever filmi, Agatha Christie'ye bir saygı selâmı.

Üstelik ritmini bir saniye bile düşürmeyen bir görsel şölen.

Lakin altını çizmek istediğim bir durum da söz konusu: Ben bayıldım eyvallah, fakat çoğunluk tarafından sevilmeme olasılığı da var! Ki bana uyarak filmi izlemek isteyip, izleyip, o esnada bu da ne şimdi denilme olasılığı da var. O nedenle şiddetle önermiyorum! Şahsıma sayılsın istemem de açıkcası.

Fakat emin olduğum bir şey var; sinemasever bir karaktere yönelik. Film boyunca bunu O kesin sever deyip durdum.

Sevgili Okul Arkadaşım, sonunda yanılır mıyım bilmiyorum.

Yanılsam da ne gam!

Sanki siz bu filmi -eğer izlemediyseniz- seversiniz diye düşünüyorum.

Ve günün beslenme finalini ise olmazsa olmaz mekânlarımdan Afiyet'de yapıyorum ki ona varmadan öncesinde enfes bir kaşarlı açık pideyi götürüyorum, Barış Pide'de; elbette en tatlı garsonumla sohbeti eksik bırakmadan...

15 Şubat 2024 Perşembe

Zavallılar - Poor Things

Saate bakıyorum.

Bir kararsızlık içindeyim:

Ya şehire ineceğim, hem bir işi halledip Piazza'da izleyeceğim, ya da en yakınımdaki filme koşacağım.

Fikrimse yakına ve 15:30 seansına yetişmek. Sinema bizim mahallede sayılabilir ki trenle 5 istasyon; sahilden de yürüyebilirim ama şu anki saat buna uygun değil gibi geliyor bana ve kararsızlığım da o yüzden.

 

Film hakkında nötrüm, hiçbir yazıyı kurcalamadım. İnandığım oyuncular var, yönetmeni tanımıyorum.

Her şeyden önemlisi Öğle Güneşinde Yıldızlar filminde performansıyla beni benden almış olan Margaret Qualley'de var. Elbette Emma Stone ile aşık atamaz ama kendisini severim.




Fikrimi netleştiriyorum, her şeyi göze alıyor, trene atlıyorum ve sinemadayım.

Gişede Hatice'nin kız kardeşi; simsiyah saçları ile göz alıcı.

Film 3 nolu salonda ve günlerden halk matinesi, buna ilave olarak yaş avantajını da katınca 195TL'lik biletin maliyeti 80 TL. oluyor.

Buna rağmen salonda 7 kişiyiz.



Ve film başlıyor.


Başlangıçta pek bir sıkıntı yok, Willem Dafoe enteresan bir doktor.

Ya da bir yaratıcı demek daha doğru mu olur acaba?  Bizim sektörün motor ustaları gibi a insanın parçaları ile b insanının eksiklerini tamamlayıp yepyeni bir şey ortaya çıkarabiliyor.

İlginç!

İşte Emma başka parçalardan toparlanarak yapılmış kadın rolünde...

Filmin enfes de bir mizahı var.

Bir kara film denebilir mi?

Valla kişiye göre değişebilir.


Üstelik şöyle de bir sıkıntı var: Bir sinemaseverseniz iş biraz daha kolay, sıkılmadan izleme olasılığınız kısmen yüksek. Ama bir filmseverseniz ve tür seçiyorsanız izlediğiniz filme "Bu bir çorba," da, diyebilirsiniz.

Şükür ki film süresince bizim salondan çıkıp da filmi terk eden kimse olmuyor.

Başlangıç kısmı güzel ama biraz dikkat istiyor; hem karakterler arasındaki bağı kurmak hem de "Usta ya, bu izlediğimiz neyin nesidir?" i kavramak için.

Bu kısım sorunsuz geçilirse ve filmle hoş bir bağ kurulursa sonrası tam anlamıyla bir şölen, ve Emma Stone alıyor zaten sazı eline, Mark Ruffalo'nun da katılımıyla film boyut değiştirip, renklendikçe renkleniyor  ...

Vallahi şenlikli bir film, ama gerçek bir sinemaseverseniz! Değilseniz ve ödül meraklısıysanız da; bu filmin bir kaç ödül alacağı ihtimal dahilinde.

Fazla uzatmayacağım çünkü iki uçlu bir değnek bu: Tuttuğunuz ucu severseniz âlâ, öbür ucu tuttuysanız da verdiğim paraya yazık diyeceğiniz, belki de salonu erkenden terk edeceğiniz de kesin.

İşte bu kararları net oluşturabilmeniz için özellikle filmin başlangıçtan sonraki dönemlerini bir süre iyi takip etmeniz gerekiyor ki orayı kavrayarak geçtiğinizde "Ben bu filmi yerim," diyorsanız... film bitip de salondan çıktığınızda "Ne filmdi be!" diyeceğiniz de kesin.

Sanki biraz karışık ve dolambaçlı yollara sardım okuyanı. Vallahi bu benim suçum değil. Yönetmen ve senaryonun ortak yazarı Yorgos Lanthimos ile senaryonun diğer yazarı Tony McNamara'nın yedikleri haltın sonucu. Bu arada filmin müziklerini de es geçmemek lazım ki görüntü yönetimi de tek kelime ile muhteşem.

Şimdi diyelim ki bu filmi izlemeyen ama merak eden bir kişiyim ben. İzlemezsem doğal olarak kaybettiğimin ne olduğunu bilemeyeceğim. Ama izlersem en azından sinema sanatı üzerine bir şeyler kazanma ihtimalim var.

Kim bilir belki de "Ne filmdi be!" deme ihtimalim de...

Benden bir yardım uman sevgili okuyucu: Ben boyumun ölçüsünü aldım ve bayıldım, o nedenle bana sorma. "Ben filmsever değil sinemaseverim yahu," diyebiliyorsan bu filmi kesinlikle izle.

2 Şubat 2024 Cuma

Bence De Oscar'da Yarışması Gereken Bir Film

Yatağımda uzanmışım, dizimde laptop, piyasaları takip ediyorum. Ne hikmet yağdıysa borsamız üç gündür uçuyor. Elbette profesyoneller farkında ama gaza gelenlerin bilmem kaçıncı kere bağırış çağırışları da yakında, diye düşünüyorum.

Bir film var kafamda; bir yanım "Hadi gidelim," diyor, bir yanımsa üşengeç. Yazı turayı, gidelim diyen yanım kazanıyor ki ben de ondan yanayım.

Kazanamamış olsak muhtemelen hile yapacaktık ama bunu sezen Rabbim'in melekleri günah defterim daha da kabarmasın diye, gerekeni yapıyorlar sanırım.

Mesafe ile uygun saatte hazırlanıp çıkıyorum evden, yeni açılan ve fotoğraf çekmeyi ve hakkında yazmayı düşündüğüm mekânda porsiyonu 35 TL. olan su böreği uygun geliyor ve onu sipariş ediyorum, çay hâlâ bedava!

Keyifle istasyona yürüyorum. İlk trene yol veriyorum.

Aslında üstteki hava atma cümlesi; çünkü benim ışıklarımın yeşili tam sönmüşken o kalkıyor ve ben yetişememiş oluyorum.

Peşindeki pek gecikmiyor ve bir koltuğa kuruluyorum.

AVM'deyim, önce biletim diyorum ve iki açık gişedeki sırayı görünce şaşırıyor, bileti internetten alma fikrimi "Boş ver ya," diyerek vazgeçiren öteki bene ayarı veriyorum. O ara üçüncü gişe de açılıyor. Yine çocukların seveceği bir film oynuyor ve benim filmin seansı onlarla çakışmış durumda. Velhasıl sabırsızlık etse de, kuyruktan çıkmayı düşünse de benlerden biri, sabredip bileti alıyorum.

Başka Sinema candan ötedir.

85 Türk Lirası, şu anki yüksekliğiyle bundan kısa süre önce bir film, özellikle de biletleri indirimli olan Başka Sinema filmi için hayal edilebilecek bir fiyat değilken, her şeyde olduğu gibi ona da alıştık diyorum.

Her zamanki koltuğumdayım, ona yaklaşırken sarmaş dolaş bir çifti rahatsız etmek zorunda kalıyorum ki hemen benim komşum koltukları almışlar. Özür dilemeyi düşünmüyor değilim; fırsat ânlarını bozduğum için.

Ve salon beni bugünkü -kısmen kalabalığı- ile şaşırtıyor.


Bir iki fragmanın, bolca reklâmın ardından film başlıyor.

Ohh ne güzel, Afrika coğrafyası, yoksulluk diz boyu ama neşe tavan.

İki genç var, hayalleri büyük.

Ve filmin müzikleri muhteşem.

Diyorum ne keyifli film. Lakin bir süre sonra, "Yaa çocuklar otursaydınız ya oturduğunuz yerde, Avrupa ne iş, ne güzel çalıp, söyleyip eğleniyorduk ve hatta komik sahnelerde ne güzel gülüyorduk. İyi de para biriktirmiştiniz," diye aklımdan geçiriyorum.

Ama gençlik işte, kan kaynıyor. Düşüyoruz mecburen onlarla birlikte yola. Ülkeler geçeceğiz, çöl sıcakları ile boğuşacağız falan ama henüz bunlardan haberimiz yok.

Sanırım kapılıp gidince yazıya, birazcık spoiler vermişim, özür dilerim. Ve yanılmıyorsam film Oscar'da da yarışacak.

Valla Sevgili Okurlarım bu filmle ilgili yazacaklarım bu kadar. Farkındaysanız yönetmen ismi, müzikleri yapanların kim olduğunu falan da yazmadım. Ama hassas izleyiciler için şunun altını çizeyim: Can yakan sahneleri falan da var filmin. Bu filmde bunlar gerekli miydi? Bence daha kısa tutulabilirdi. Peki o zaman film vermek istediği mesaj anlamında gereğini yapmış olur muydu?

Hımmmmmmmm?!

Hımmmmmm?!

"Yanıt veriyorum: Hayır."

Peki bir sinemasever ve dünya meseleleri ilgili biri olarak son tahlilde bu film için ne dersiniz, memnun kaldınız mı?

Muhteşem bir sinema günüydü ve muhteşem, meseleleri derinliğine anlatan ve sonuçta acıyla sevincin ve dostluğun, kısmen abartıların iç içe geçtiği bir film izledim ben.

Memnunum yani!

16 Ocak 2024 Salı

Narsistle Aşk

Kafamda satırlar, kelimeler fikrimde dönen sahnelere dair. Her biri sağlam bir filmin parçaları gibi; net, berrak ve sanki daha dün yaşanmışçasına...

İstasyondayım. Ruhum ve ayaklarım sinema dedi çoktan. İstasyona girdiğim anda kalkmak üzere olan tren sevdiklerimden olmadığı için salıyorum onu, ama öte yanda filme yetişemezsem endişesi; zihnimde ennn sevdiğim kadın...

Ruhumdan akan satırlarsa son yazım Tutkulu Bir Aşkın Kıyısında'ya dair. Kararım yazıya devam etmemek. Ve yazmamalısın fikri son derece baskın. Bir ân zamanın girdabına kapılıp dehlizlerinde ilerlerken kendimi geçmişte bulmuştum ve o yaşların coşkusuyla her bir ânı yeniden yaşayarak... ve şimdiki zamandan soyutlanmış bir ruh halindeyken -belki de hava atma modu beni dürterken- ben, zihnimde oluşan bu enfes görsel akışı yazıya çevirmiştim. Sonra, sanırım ayaklarım yere bastı ve ben o genç adamla vedalaşıp olgun kimliğime geri döndüm...

Ve o genç adama dedim ki:

"Burada durmalısın!"

Ve ekledim:

"Kabul bu çok renkli ve enfes bir yaşanmışlık. Ama ulaştığın fotoğraftaki kadın tüm gençlik dönemini bir kenara bırakmış, artık sen gibi çoluk çocuklu, belki de anıların kıymetinin farkında, ama artık hayatın bir başka noktasında! Tıpkı senin gibi, sanki çok uzak ve farklı bir boyutta, gençliğin o enfes hızıyla olağanüstü sahneler içeren, unutulmayı asla hak etmeyen ama tek taraflı bir kararla da yazılmaması gereken; elbette renkleri, aksiyonları olağanüstü, o oranda coşkulu lakin son noktayı da senin koyduğun, üstelik kör bir âşık olmadığın ama her bir ânı çok özel, tüm pişmişliklere rağmen hayatın yine de toy bir evresine ait ve yine kabul ki benzeri ancak film senaryolarında olabilecek kadar enfes bir ilişkiydi. Bırak olduğu yerde kalsın, lütfen, daha çok da yaşanmışlığın diğer ortağı açısından bir daha açılmamak üzere kapansın bu konu."

Sevdiğim tren görünüyor. O bir İspanyol. Meleklerim iş başında. İki çok tatlı ilkokul öğrencisi çocuk var. Abi siz oturun diye çok genç bir adama sesleniyorlar. Genç adam farkında değil, onlar sürekli tekrar ediyorlar. Diğer yolcular gülümsüyoruz ve kendilerine takdirlerimizi beyan ediyoruz. Az sonra bir başka, bu kez genç bir kadın ayakta, çocuklar yine yer vermeye niyetliler ancak genç kadının yaşı itibariyle yer vermeleri gerekli mi değil mi'nin muhakemesini yapıyorlar ve o sırada abla boşalan bir koltuğa oturuyor. Çocuklar cep telefonlarını çıkardılar ve anneleri ile konuşuyorlar. Elbette az önceki eylemlerinden de gururla söz ediyorlar. Benimse biraz geç kaldım ve seansa yetişemeyeceğim endişem var fakat sürücümüz kıvamında ve hızlı; ışıklara takılmazsak yetişebilirim diye düşünüyorum ki yetişemezsem son seans işime gelmez çünkü dönüşteki son treni kaçırmış olacağım. Ve o nedenle de filmi izlemeyeceğim.

Bunu bile umursamayacak bir hafiflik içindeyim. Bu gazla bu hafta içinde yeni bir kaçışım -sanki- muhtemel.

İstasyonlar bir bir geçildi ve ben trenden inip hızla asansörlere yürüdüm; güvenliği geçtim, sinema katına doğru hızlı adımlarla gidiyorum.

Sanıyorum 5 dakikam var lakin endişem diğer filmler için, ya kuyruk varsa!

Yürüyen merdivenler yürürken ben yine de hepsini yürüyerek çıkıyorum.

Enn sevdiğim gişeci, Batmanlı tatlı kız beni gördü, el salladı ve uzaktan uzağa gülüşüyoruz.

Küçük bir kuyruk var ve bankoya yanaşıp diyorum ki: "Filme yetişemeyeceğim galiba, rica etsem kuyruktan, benim biletimi ayarlayabilir misin?"

O diyor ki "Filme daha süre var."

O ara büyük ışıklı panoda afiş görünüyor ve filmin 16:05'de başlayacağını sanan ben gerçekte 16:20 rakamlarını görünce bir ohh çekiyorum. İşlemlerim yapılırken kısa bir sohbet, para puanlarımı kullanmak istermiymişim, kullanıyorum çünkü Başka Sinema filmleri de 85.00 iken 135.00 Türk Lirası olmuş!


Salon gözlerimi yaşartıyor. Başka Sinema filmlerinde nadir görülen bir kalabalık. Fakat kadın ağırlıklı bir kitle, sadece ben dahil iki erkek izleyici var. D.3'ümdeyim, üç koltuk sağımda Başka Sinema takipçisi, sık karşılaştığımız bir hanımefendi var; antrakta çıkarken ben ayaklarımı çekeceğim, o rahatsızlık verdiği için özür dileyip teşekkür edecek, ben gülümseyeceğim.

Nedense daha karar verme aşamasındayken bile filmin süresinin 3 saat olduğunu sanıyorum. Hatta başlangıçta bir süre olumsuzlayıp, bu filmde işim neydi diye düşünürken de bu üç saat inancımı hâlâ koruyorum.

Sevgili okurlar siz bana bakmayın, bazen benzer pişmanlık duygusunu çok filmin başlangıcında yaşarım ben.

Sonrasında film hüüp diye çekip alıyor beni ve artık filmin içinde bir karakterim ben. Bayılıyorum ve soluksuz izliyorum filmi ki Virginie Efira, Başkalarının Çocukları'ndan sonra yine güçlü bir performansla, Fransızca öğretmeni olarak ve oyun gücüyle alıp götürüyor filmi. Eş karakterindeki Melvil Poupaud ise izleyicileri, arızalı bir adam rolünü üstün bir performansla oynayarak ayar etmeyi başarıyor. Bir de psikiyatris olduğunu sandığım ki eminim o sahneler her izleyiciye aynı hissi verecektir, bir abla var. Onunla esas kadının diyaloglarının olduğu sahneler, her kadın için kanımca ufuk açıcı. Ve filmin ormanda geçen çok hoş bir bölümü var, ufak bir kaçamak, hayata bir meydan okuyuş belki... ama çok hoş ve sıcak.

Ve muhteşem bir final.

İzleyici ve izleyiciler çok mutlu. Işıklar yanınca bile koltuklarından kalkmadılar ve perdede son jenerik akarken, tüm film boyunca olduğu gibi, yine kendilerini Gabriel Yared'in enfes müziğine teslim ettiler.

Hatta bununla yetinmeyip, muhteşem bir iş çıkartan ve yine kadını önceleyen enfes senaryonun yazarlarından biri olmanın yanı sıra filmin yönetmeni Valérie Donzelli ve senaryonun ortağı Audrey Diwan'ı içlerinden, ama büyük bir coşkuyla, "ayakta" alkışladılar.

Çok keyifli bir tren yolculuğu ile mıntıkama varıyorum; sırt çantamda Migros'tan kapılmış ve fiyatı düşük kalmış Kurukahveci Mehmet Efendi'den bir paket Colombia filtre kahve var. Yemek işini çarpıttım ve ne yapsam diye düşünürken mahallemizin sevdiğim bir mekânında Adana Dürüm yiyip, bir de şekersiz çay içiyorum. Deniz muhteşem hava bahar tadında. Eve doğru yürürken zihnimden çoklu kaçış planları akıyor. Tren seferlerinin artık düzenli oluşu gülümsetiyor beni. Çalışma masama oturduğumda sabit telefonda bir cevapsız kalmış aranma görüyorum. Enn Sevdiğim Kadın olduğu kesin. Hemen dönüyorum ancak gelen yanıt mekanik, bana not bırakmamı söylüyor. O ara iki şat çaça ve eşlikçi olarak iki tık portakal suyu götürüyorum. Online bir toplantıda olduğunu düşünmekteyken ben, telefon çalıyor. Filmden ve günün akışından, süre şaşkınlığımdan falan söz ediyorum.

Sonra yüzümde enfes bir gülümseme, ruhum havalanmış, ayaklarım yerden kesik, kafamda çoklu kaçış planları ile tren saatlerine ve bir kaç otele bakıyor, sonrasında uykuya doğru yol alıyorum.

30 Eylül 2023 Cumartesi

Ve Rüya Hafta Biter

Perşembe


Güzel bir akşamüstü ve bir veda gecesi. Spor bir şıklık. İşi kapatıyor, dışarıda atıştırmayı düşünüyor ve biraz erken çıkıyorum yola. Fikrim "Ne yesem?!" diye fırdönüyor. Önce doğrudan trene atlayıp yeme içme işini AVM'de halletmeyi düşünüyorum. İstasyona yürürken de fikrim beni sokak aralarına yönlendiriyor ve "Vakit var!" diyor. Az önce tereyağlı simit ve dereotlu poğaça aldım ve minik poşeti sırt çantama attım.

İstasyona dolana dolana ve ağır aksak adımlarla gitmeyi planlıyorum.

Pazar kurulu, çünkü gün onun günü. Önce kenarından geçiyorum tezgâh yüklü sokakların. Hoş seslerini dinliyorum pazarcıların, istasyondan uzaklaşırken, dağdan gelip denize akan derenin kenarından ana caddeye yönleniyor, ona varmadan da sola ve geriye dönüp pazar şenliğinin içine dalıyorum. Çığırtkan sesler, pazarlıklar, meyvalar, sebzeler arasından aynı ağır adımlarla geçerken; akşamın güzelliğine, kalabalığın enfes senfonisine öpücükler yolluyorum.

Pazar yeri ile vedalaşıp bulvara kıvrılınca da markete girip kendime bir çikolatalı gofret ile kutu Pepsi alıyorum. Sallana sallana, adeta dans eder adımlarla onları götürürken de ışıklardan karşıya geçip istasyona varıyorum.

Ruhum tüy hafifliğinde, ayaklarım yerden kesik, adımlarım avare...

Ve tren gözüküyor.

Enn sevdiğim...

Trenden iniyor, pırıl pırıl akşamüstünün altından ağır adımlarla geçiyor, AVM'ye de sallana sallana varıyorum. Sırt çantam x ray'den geçerken, bana gülümseyen güvenlik görevlisi genç hanımefendi ile iki lafın belini kırıyoruz.

Filme hâlâ vaktim var, sırt çantamda da bir öykü kitabı var. Sinema katında oturuyorum; yuvarlak masalardan birinin, onu çevreleyen deri koltuğuna.

Filme bayılıyorum. Bu kez Malta'dayız. Genç bir çift. Evin erkeği balıkçı; baba yadigarı bir kayığı var. Bir de minik bebeleri lâkin bebenin de ciddi bir bakıma ihtiyacı var; ilaçlar el yakıyor. Genç adam gururlu, minnetsiz ancak ekmek de aslanın ağzında.

Velhasıl şu satırları yazan adam, genç yönetmen ve senarist Alex Camilleri'nin elinden çıkmış, Jesmark Scicluna ve Michaela Farrugia'nın başrolü paylaştığı, görüntü yönetmeni Léo Lefèvre'in çok hoş sahneleri ve John Natchez'in enfes müzikleri eşliğinde bu sıcacık, sevimli, denizli ve hayat gaileli enfes filmin içinde -zevkten dört köşe bir şekilde- eriyor.



Luzzu çok kararında bir film, süresi de ona göre... Dolayısıyla diğer film öncesi bir boşluk bırakıyor ve ben kahve mi içsem noktasındayım.

Düşünürken düşünürken bundan vazgeçiyorum.

Ve bu akşamın ertesi akşamı -yani bugün- için şahsıma hem enfes bir Türk filmi hem de enfes bir film öncesi ya da film sonrası planlıyorum.

Ve o ân için de az sonra izleyeceğim filmin başdöndürücü ritmine ve tadına bayılacağımı henüz bilmiyorum.

Ve hakkında bir kaç cümleden öte kelâm etmeyi de düşünmüyorum.

Çünkü çok katmanlı, karakterleri ilginç, görüntüleri ve mekânları hoş, ritmi güzel, şaşırtıcı, seksi, çarpık, belki çok eleştirilecek, ahlaki anlamda sorgulanacak, belki üzerine uzun uzun düşünülecek...

Kara mizahı; enfes hazırlanlanmış, az süt ve çok az şeker ilaveli koyu kahve tadında bu filme, yani Bir Daha Asla Kar Yağmayacak'a, senaryoya ve anlatıma sanırım sadece ben bayılmıyorum. Çünkü bir kaç kişi dışında filmden kimse rahatsız olmuyor ve uzun süresine rağmen ara dışında da kimse koltuğunu terk etmiyor.


Çok keyifle tadını çıkarıyorum filmin; bir sinemasever olarak... Ve yönetmenler Malgorzata Szumowska ile Michal Englert tarafından senaryosu da yazılmış bu enfes Polonya yapımı filmin keyiften ölmüş ama tavsiye konusunda ceset seyircisi olarak, Avrupa Filmleri Haftası'ndaki seçkiye çok ama çok yakıştığını düşünüyorum ve son isim geçene kadar salonda kalıyorum ki müzik de enfes. Mutlu bir haftanın mutlu son akşamının, oldukça geç bir vaktinde salonu terk ederken; gösterimlerin başından beri sürecin iyi işlemesi için çaba gösteren, takdirlerimi daha önce de yazdığım ve bizzat kendisine de söylediğim hanımefendiye, harikaydınız ilavesi ile teşekkür edip, bu kez elini de sıkarken, enfes bir sinema haftasını geride bırakmış ama tadı hâlâ gülümsemesinde saklı kendime de: "İyi ki sinemaseversin ve bu enfes akşam dahil mükemmel bir haftayı bana yaşattın," diyerek teşekkür ediyor ve ayakta alkışlıyorum.

28 Eylül 2023 Perşembe

Boşuna Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyor Demiyoruz

Çarşamba


Ne giyeceğime bir türlü karar veremeyince ve yayına hazırladığım yazının son düzeltmelerini yaparken vaktin daraldığını fark ediyorum. Yazıyı toparlayıp, duş ve traş işini halletikten sonra kendimi sokakta ve hızlı adımlarla istasyona yürürken buluyorum. Bugün gömlek giymeye karar verdim. Trenin üç dakikası var ve istasyondayım. Saati sürekli kontrol ediyorum çünkü film başlamışken salona girmeyi sevmiyorum. Tren göründü ve kısa sürede önümde. Bindim ve meleklerin benim yanımda olduğunu hissettim, yetişebileceğime inancım tam. Çünkü kapılar kapandığında trafik lambası yeşile döndü. Ve şansım her kavşakta benden yana. İneceğim istasyona vardığımızda filme yarım saat var. Yaşasın!

AVM'ye yaklaştım ve bulvarı karşıya geçmek üzereyken alçaktaki ayı fark ediyorum. Yusyuvarlak ve harika görünüyor. Bir an orta refrüjde kalıp fotoğraf çekmek istiyorum ancak kırmızıya takılıp da zaman kaybetme ihtimalini göze alamıyorum. Karşıya geçince daha güzel bir açı yakalıyorum. Bu kez de çantaya attığım küçük makine için hayıflanıyorum; ciddi bir zuma ihtiyacım var. Elbette bunu küçüğe hissettirmiyorum ve görüntüde oluşacak aksaklıkları da umursamıyorum çünkü ay ve bulunduğu yer çok güzel ve bu bir fırsat.

Kader kısmet deyip makinenin kapasitesi kadar zumluyorum ve basıyorum deklanşöre: üç kere...

Nokta kadar da olsa varlığı, hoş bir ânı olarak belki de yıllarca kalacak bu gecede.


İki filme de bayılıyorum, hatta şu ana kadar izlediğim filmler içinde bam teline dokunan, kendilerini soluksuz bir keyifle izleten iki film diyerek ön sıralara çekiyorum onları.

Okul Kızları'nı Pilar Palomero kadın duyarlılığı ile hem yazmış hem yönetmiş. Elleri dert görmesin.

Ben çok ama çok beğendim ki üzerine uzun cümleler kurmayı ne izlerken düşündüm ne de şimdi yazarken. Velhasıl kısa keseceğim: Enfes bir sinema tadı yaşatan, derdini kısa, kestirme bir yoldan derin derin anlatan, normalleşme potansiyeli olan Odun'lara da faydası dokunacak bir kadın filmi.

Giriş, gelişme ve finali müthiş bence! Ergen Andrea Fandos din eğitimi veren, bizdeki İmam Hatip'lerin muadili bir kızlar okulunda öğrenci rolünde ve oyunculuğu müthiş... Ve Annesi rolünde Natalia De Molina var ki başlangıçta kendisine -kızı gibi- kızıyordum lakin ikinci yarıda beni ters köşeye yatırmakla kalmadı, kendisine de hayran bıraktı.

Kadın yönetmen Pilar'sa kelimenin tam anlamıyla ilmek ilmek örüyor filmini ve muhteşem bir finalle de sonlandırıyor.


Ve Signe Baumane. Tanımazdım bilmezdim. Letonyalı bir animatör ve yazar olduğunu film sonrası Wikipedia'dan öğreniyorum. Ve akşamın geç vaktinde ve üstelik enfes bir filmin ardından -yine kadın elinden çıkmış- bu kez muhteşem bir animasyon izliyorum ki standartlara vurduğumuzda süresi bayağı uzun. Gelin görün ki ince mizahı, bilimsel açıklamaları beyin üzerinden esprili bir şekilde anlatıp aynı zamanda beynin içindeki kimyasal değişimleri de gösteren enfes bir akışı var filmin. Komik üstelik. Ve kadın erkek ilişkilerini ve hallerini pek güzel anlatmakla kalmıyor, bizi Sovyetler Birliği'ne dahi götürürken finalde de tam anlamı ile ters köşeye yatırıyor ki şu âna kadar yazdıklarımın içinde filme dair pek çok güzel ân, espri ve olay yok. Çünkü iki film üzerine kısa da olsa yazmayı düşünmemiştim. Afişlerinin arasına tek bir cümle yazıp bırakacaktım ki yine durduramadım klavyeyi...



27 Eylül 2023 Çarşamba

Belgeselin Tadı Ve Molenbeek Tanrıları

Salı


Bu kez başarıyor ve yola biraz vakitli çıkıyorum. Tren keyifli ve uygun istasyonda bir kez daha iniyorum. Çünkü akşam sinema çıkışlarında kapalı bulduğum Derin Pastanesi'ni zorunlu olarak -hayal ettiğim tadı alamayacak olsam da- gündüz yaşamak zorundayım ve bunu istiyorum. Bu ben için yeterli mi? Tabii ki hayır. Sinema keyfiyle çıkılmış ve geceye varan saatte ay ışığının altında, sokak lambalarının sıcaklığı ile uykuya sönmüş ev ışıklarının gölgesinde ve özellikle, onun ancak bir tane olmak kaydıyla dışarı atılacak masasında, sadece ama sadece bir köpüklü Türk kahvesi hayalim var. Onu höpürdetirken ay, küçük ahşap masa, gecenin sessizliği ile uykuya sönmüş evler ve kahve ile sohbet edip, izlediğim filmleri onlara da anlatmak istiyorum.

Gecenin serini özgür; istediği anda konuya girebilir.

Lakin bu hayalin gerçekleşemeyeceğini net olarak anlamış ve deneyimlemiş ben bu kez Tren'den iner inmez ona yöneliyorum. Müşteri beklemekten sıkılmış bir genç kız, telefonda. Beni fark edince ara veriyor ki o arada ben de minik pastanenin ürünlerine göz atıyorum.

Bir butik üretim diyebiliriz, ekmek çeşitleri de o tarz.

"İki elmalı pasta lütfen,"


Onları sokak aralarının keyfiyle götürüyorum. Kıvrıldığım iki taraflı olup da 25 metre aşağıda birleşen yol ilginç. Çünkü aralarında her türlü meyva ve sebzenin olduğu alçak tel örgülerle çevrili tam anlamıyla köy tadında bir bahçe var. Muhtemel ki tapulu ve muhtemel ki belediye ile de mahkemelik. Derme çatma çardaklı masada da iki abi; sürekli rastlaşıyoruz ve bir sohbet çok uzak da değil ve sanki semaverden çayları eşliğinde konuşacağız meseleyi.

Sallana sallana, D.S.İ'nin kadim, tertemiz, çiçekli ve ağaçlı ve kocaman bahçesinin kenarındaki kaldırımdan gittikçe denize yaklaşarak yürüyorum. Işıkları geçtim, AVM'ye yaklaşırken de x ray'de ötecek her şeyi sırt çantama tıkıştırdım ve sinemaya giriş; görevli genç hanımefendi ile klasik ve gülümseyen selamlaşma.

Filme vakit var, ayak sürüyerek çıkıyorum katları.

Ve işte, önceki yazıda kısa bir paragrafla gözlemlerim üzerinden kendisinden söz ettiğim hanımefendi orada.

Gülümseyerek yaklaşıyorum, blogdaki cümlelerimi bu kez düzelterek ve ek iltifatlarla birlikte kendisine söylüyorum. Çünkü öncesinde kendisinin Samsun Sinema Topluluğu adına mı burada olduğunu sordum ve bizim Ticaret Odası'ında müdür muavini olduğunu öğrendim; bu çok başarılı etkinliği onlar, yani Samsun Ticaret Odası olarak üstlenmişler ve bence çok doğru bir tercihle de hanımefendiyi görevlendirmişler. Sürekli gülümseyen ve her soruna yetişen tavrının hoşluğunun altını bir kez daha çizerek, şahsında bu etkinliğe katkı veren herkese teşekkür ediyorum.


Film tadında bir belgesel Wild Amsterdam! Olağanüstü keyifli, gümbür gümbür müzikler gösterim boyunca aralıksız var. Filmin egemen oyuncuları aklınıza gelebilecek her türden hayvan. Bize şehri gezdiren rehberimiz, bir anlamda sunucumuz, bir kedi. Çok tatlı, konuşkan. Çok da başarılı bir rehber; ne var ne ne yok, kim kimdir her şeyi ama her şeyi o anlatıyor. Bir yanda enfes Amsterdam manzaraları, öte yanda yüzlerce çeşit hayvan manzaraları... Kamera inlerine bile giriyor desem yeridir. Ve kimbilir ne kadar da zahmetlidir bu çekimler diye düşünmeden durmak da mümkün değil. Salonda çıt yok. İki genç arkadaşım arka sıramda, yazılarımı okuduğunu söylüyor. Kendilerinden söz etmiş olmamın altını da çiziyor. O arada nehre giren kepçeler çok sayıda hatta ardı kesilmeyen sayıda bisiklet çıkarıyorlar ki sunucumuz bunun yıllık toplamının 12.500'ü geçtiğini söylüyor. Zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz, elbette bu enfes Amsterdam gezisine hepimiz bayılıyoruz. Ama en hoş tarafı hayvanlara tanınmış özgürlük, sanırım dünyanın bir başka kalabalık şehrinde, insanlarla içiçe bu türden bir çeşitliliğe rastlamak olası değil derken müziklerin altını bir kez daha çiziyorum ve bu muhteşem işi -başarıyla- çıkaran başta yönetmen Mark Werkerk olmak üzere, yazım ekibindeki Trui van de Burg, Slyvia Witteman, Mark Werkerk özelinde emeği geçen herkesi yürekten alkışlıyorum.


Bu kez iki film arası 20 dakikayı buluyor. O halde ufak çapta bir atıştırma uyar. El yakan fiyatlar nerede durur meçhul. Mekânlar o yüksek kiralara dayanabilir mi? Çok uluslular hariç yerellerin şansı bence zor. Çünkü her zaman tıkış tıkış olan, masa bulunamayan kattta iğne atsam, canı nereyi isterse oraya düşer.

Ve yeniden salon. Bir kez daha göçmenler ve ilticacılar meselesi. Kaçınılmaz olarak düşünüyorum, acaba Avrupa'lılar nasıl etsek de -en azından- bunların işimize yaramazlarından kurtulsak tavrıyla mı bu filmleri yapıyorlar diye... Çünkü kötücül yanım bunların güleryüzlü bir ayartma olduğunu söylüyor bana... Lakin derdim filmi yapanlar değil, onların gerçekten insan odaklı baktıklarını ve niyetlerinde samimi olduklarını düşünüyorum. Siyasilerin de bu nimetten güleryüzlü bir tavırla ama inceden inceden halklarını -en azından bir kesimini- kışkırtmak ve mülteci karşıtı bir ortam yaratmak adına yararlandıklarını varsayıyorum.

Bu arada genç arkadaşlarımla antrakta hangi filmleri daha çok sevdiğimizi konuşuyoruz.

Açıkcası bu film benzer konudan üçüncü film olması sebebiyle beni heyecanlandıramıyor. Molenbeek Tanrıları bir ortak yapım, Finlandiyalı yönetmen Reetta Huhtenen aslında başarılı ve iyi bir film yapmış, hakkını yememek lazım... Lakin arızalı olan benim!

Tüm bu kötücül düşünceler çiçek açmasaydı zihnimde, belki farklı cümleler de kurabilirdim. Ancak biliyorum ki bu dünya, siyaset yapıcıları ve politikacıları nedeniyle o eski hümanist dünya değil.

Tahmin ettiğiniz üzere yoldayım... Güzel sözler söyletecek filmler umuyorum!

26 Eylül 2023 Salı

Kehribarla Çıkmak Ve Soğuk Savaş

Pazartesi


Filmin orjinal adı Dating Amber. Bir fikrimse yok. Açıkcası merak da etmiyorum! Etki altına alınmamış saf bir akılla ilişki kurarken, filmlerden aldığım hissi saf kelimelerimle yazıya dökmeyi seviyorum. Bu filmin de beni çeken yanı İrlandalı olması. Sevdiğimiz bir ülke. Misal bilet alma aşamasına geldiğimiz dünyanın en özel beş tren yolu hattından İsveç-Norveç coğrafyasında olanına karar verdiğimizde başlayan, karantina zorunlulukları nedeniyle de iptal etmek zorunda kaldığımız, Danimarka üzerinden İrlanda'ya da varacak bir planımız vardı. W.B. Yeats'in derlediği İrlanda Masalları, Anna Burns'ün tarafımdan çok beğenilen romanı Sütçü, Enrique Vila-Matas'ın Dublinesk'i bu sevginin bir ürünü olarak okunan kitaplardı.

Ne şanslıyım ki enn sevdiğim kadın da içimizdeki bir "İrlandalı"!..

Yeşilyurt'a vardığımda filme vakit var, üstelik sokak aralarının tadını çıkararak gelmişim. Migros'tan bir kola ve tatlı atıştırmalıklar alıyorum. Elbette sırt çantamı x ray'dan geçirirken görevli hanımefendiye gülümsüyor, kolay gelsin diyor ve hoş geldiniz'ine hoş bulduk yanıtını veriyorum.

Salona geçmeden hoş masalardan birine oturup kolamı içtim. Üç gündür dikkatimi çeken bir hanımefendi var, Samsun Sinema Topluluğu'ndan mı acaba diye düşünüyorum. Son derece güler yüzlü ve her soruna yetişmek için müthiş bir çaba gösteriyor. Kimsenin üzülmesini istemeyen bir bakış açısına sahip. Müthiş bir şefkatle herkese yetişiyor, insanları bir misafir gibi karşılıyor ve yüzünde asla bir yorgunluk ve bıkkınlık emaresi yok. Sanırım bu samimi ve serzeniş içermeyen hoşgörülü tavır gelen herkesi de etkiliyor.


Film genç. Henüz lise öğrencileri. Pek enteresan ergen örnekleri desem alınırlar mı bilmiyorum. Yeni nesil çocuklar ve doğal olarak da pek çok engeli kendi dünyalarında aşmışlar. Komikler. Elbette cinsellik başta duman. İki ana karakterimiz var: Eddie (Fionn O Shea) ve Amber (Lola Petticrew).

İkisine de bayılıyorum.

Aralarındaki ilişkiye de...


Filmin ana teması gençlik sorunları, lakin cinsiyet ve cinsel tercihler durumu da söz konusu. Elbette filmde bazen aşırıya kaçan gençlik şaklabanlıkları da mevcut. Doğa zaten çok güzel. Yönetmen David Freyne müthiş yazmış ve yönetmiş.

Konuya yaklaşımı muhteşem.

Film genel izleyici tarafından nasıl nitelenir bilmiyorum. Dünyanın her toplumu için netameli bir gerçekliği dozunda kullanmakla kalmayıp mizahla da sevimli kılan, gerçekliğin altını ortalığı pek ayağa kaldırmadan ama muhafazakâr bazı insanları da düşünmek zorunda bırakacak bir üslupla çizen ve yöneten David, ölesiye alkışlanır.

Ve kendisi tüm bunlara rağmen -muhtemelen- dünyadaki her toplumun önemli bir kesimi tarafından da elden gelse yakılır.

Ancak bir yanıyla da öyle ince ve güzel bir senaryo, filme öyle güzel aktarılmış ki izleyecek -en azından- daha aklı selim kesimleri durup bir düşündürteceği, bu hali bir gerçeklik olarak görüp kısmen de kabullenip hoş görebilme noktasına taşıyabileceği olasılığı da var.

Bence erkek dünyasına dair sertlikleri, bazı durumlarda anne baba olmanın zorluklarını ortaya koyarken çıkış yollarını da gösteriyor David. Yalnızca doğanın güzelliklerini, çocukların çok eğlenceli çılgın tavırlarını bir fon olarak kullanmıyor filminde, geleneksel erkek sertliğini askerler üzerinden de pek güzel seriyor, gözler önüne. Bazı simgeleri, mekânları kullanarak o kadar da değil noktasında yaptığı göndermeleri, etkili ve etkileyici.

Velhasıl-ı diyeceğim o dur ki, içinde pek çok öğrenci, daha doğrusu genç uçuklukları ve çılgınlıkları barındıran bu filmi izlemek bir zaman kaybı değil bence... Aksine bazı zihinlerin anormal buldukları doğuştan gelen bir hali; onların da insan, hem de normal bir insan oldukları noktasında anlamaları açısından bir adım da olabilir!

Özellikle çocukları olan anne babaların bazen sert, bazen nahif, bazen komik, bazen hüzünlü bu filmden alacakları epeyi de ders var; hayat bu kime neyi göstereceği belli olmaz!


Cold Case Hammarskjöld Mads Brügger tarafından yazılmış ve yönetilmiş, muhteşem görüntülere sahip ve soğuk savaş yıllarındaki önemli bir olayı anlatan, içeriğini bildiğim ama kendisinden haberdar olmadığım etkili bir belgesel. Fakat ilk yarıyı zar zor bitirdim, çünkü kendimi uyurken yakalıyordum. Konuyu ve uzun yıllar önce yaşanmış olayı ve tüm siyasal gelişmeleri bildiğim için ikinci yarı öncesindeki arada sinemadan ayrıldım. Uçak yolcularından biri çok önemli bir şahsiyet, adını ve ünvanını vermiyorum. S.S.C.B, A.B.D çekişmelerini bilen ve soğuk savaş yıllarına ilgi duyanların Afrika coğrafyasındaki bu düşen mi düşürülen mi uçak ve ardındakiler meselesini, okumalarını ve bulurlarsa film olan bu belgeseli izlemelerini öneririm.

Bense şu anda sinemaya doğru yürüyorum.

Görüşmek üzere...

25 Eylül 2023 Pazartesi

ÜçüBirYerde

Pazar


Bu kez endişem son trene yetişememek; film haftası başladığından beri zaman konusunda bir tereddütüm var. Üstelik kurumların çalışma saatleri göz önüne alınarak hoş da bir düzenleme yapılmış; çalışma günlerinde 18:30 ve 20:30 olmak üzere iki, hafta sonları için de 16:30 ilavesi ile birlikte üç seans var.

İlk gün sondaki filmi trene yetişemem düşüncesiyle bırakmış, sonrasında pişman olmakla birlikte üzülmüştüm de... Durumu filmlerle birlikte çok renkli ve keyifli bir telefon konuşması esnasında anlattığımda, filmin bitiş saati itibariyle trene rahatlıkla yetişebileceğimi anlıyorum. Aslında sinemadan eve kadar yürüyebilirim de...

Ve bu akşam için kararlıyım!

Günün ilk filmine ucu ucuna yetişiyorum, çünkü evde oyalanıyorum. Karnım aç ve izleyeceğim üç film var. Film araları da çok kısa, o halde AVM'deki Migros'a hücum, nevaleler sırt çantasına. İlk ürünü, ödemeyi yapmanın ardından ve Migros'dan çıkar çıkmaz tıkınmaya başlıyor ve hızlı adımlarla yürüyen merdivenlere ulaşıyor, her katta aktarmalar yaparak, bir sonrakine hızlı adımlarla vararak en üste, sinema katına ayak basıyorum. Bu süreçte ancak bir böreği götürebiliyorum, ikincinin de üçte birini... Artık salondayım, D-6'ya konuşlanıyorum.

Ve ilk film başlıyor.


Oskar & Lilli güzel film ancak bana bir festival filmi tadı vermiyor. Yine de öyle hissetme modumu devreye alıyorum. Yanlış anlaşılmak da istemem, filmi seviyorum; küçük oyuncuların performansını alkışlıyor, kendilerini sevimli de buluyorum. Ama evde bir nine var ki içinde bulunduğu hastalıklı duruma ve yaşına rağmen klas bir kadın olduğunu göze sokuyor ve muhteşem çılgınlıkları yaramaz çocuk tadında. Çok satan bir roman uyarlaması olduğu konusunda bilgim de var ve kitabı okumamış olmam izlemem noktasında film lehine bir avantaj; çünkü Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nin dışında suyunu sıksam kitabını okuduğum 5 roman uyarlaması film sayamam. Başarılı bir uyarlama olduğunu bana hissettiren filmi günün sonunda, ikircikli bir hâl içinde olsam da, Avrupa Filmleri Haftası'na yakıştırıyorum ve ikinci film öncesi verilen temizlik arasında da sırt çantama el atıp açlığımı pek güzel yatıştırıyorum.

Oynayacak filmse -daha başlamadan- coğrafyası ve geçtiği kadim dönem itibariyle beni benden almış durumda!


Hayallerim büyük ve yere basıyor. Beni bana mahcup etmeyeceklerinden adım kadar eminim ve diğer Baltık ülkeleri gibi onun da hayranıyım. Afişi görene kadar da filmden haberim olmadığı gibi içerik konusunda da tam takırım.

Fikren böyleyim ama kendime yakın insanlarda olduğu gibi eşyalara, kitaplara, filmlere karşı da tavrım her zaman net. O nedenle de bana herhangi bir konuda danışıldığında ne ile karşılacaklarını bilir ve göze alır sevdiklerim.

Filmse benden bir şekilde haberdardı, açılış sahnesiyle birlikte beni salonda aradı, buldu ve göz göze geldik. O ilk bakışmayla da bütün geriliminden sıyrıldığını ve rahatladığını hissettim.

Sonrası çorap söküğü gibi bir neşeydi.

Bir eczacı genç adam. Usta çırak ilişkisini tatmış, yakışıklı. Ve eczacılığın yanı sıra da şerif yardımcısı. Muhtemelen siz de şerif tanımlamasının zaman, mekân ve geçtiği çağ itibariyle bu filmde işi ne diye düşüneceksiniz. Bir çeviri hatası mıydı bilemedim; süreç içinde de benimsedim. Sanırım bu arada bir polisiye olduğunu da açık ettim.

Mekânlara bayılıyorum. Görüntü yönetimi muhteşem. Filmin her ânına -kıyafetler dahil- hakim olan renkler, tonları, binalar, evler, geniş açılı çekimler, ışık dahil her şey bayılınacak derecede güzeldi ki şüpheye de düştüm.

Gördüğüm alanların tamamı gerçek miydi?

Yoksa bir takım teknik hileler mi kullanılmıştı diye derinlemesine inceledim ama anlayamadım. O kadar dahildim ki filme... ve aldığım keyif o kadar zirveydi ki bahsettiğim şeylerin hiç biri süreç boyunca umurum bile olmadı. Ama tüm bunlar fena bir şeye sebep oldu: o ülkede olma isteği.

Elbette bu filmde aşk olmalıydı; vardı ve pek hoştu. İçimdeki ukala "Ama bunlardan daha önce gördük, masal ve öykü kitaplarında okuduk," diye baş kaldırsa da onu iki kelâmla gömdüm.

Eski Estonya'yı da çok sevdim. Kadınları ne güzel dedim mi emin değilim, ama demiş olabilirim!

İlk kez bir filmini izlediğim Elmo Nüganen'in tarzını ve oyuncu yönetimi ile birlikte kullandığı kamera açılarını, özellikle filmin ışığını ve renklerini, çok çok beğendim. Ve akabinde de coğrafyadan çok uzaklaşmayarak üçüncü film için ânılarımdaki yeri çok özel penfriend'im Anne nedeniyle kıymeti çok çok fazla Finlandiya'ya doğru yola çıkıyorum. Aradan sonra ve film başlamadan önce varıyorum.

Yarının (yani bugünün) biletlerini almalıyım.

"18:30 için D.2, 20:30 için D-6 lütfen."


Mevsim kış. Salon serin. Dışarıda yaz. Konu seçkideki bir kaç filmle benzer; göçmenler ve ilticacılar meselesi. Sanıyorum Avrupa Filmleri Haftası gösterimlerinin temel amacı bu. Gaye bir farkındalık yaratmak mı yoksa bakın biz ne kadar iyi insanlarız göndermesi mi, pek anlayamadım ama duruma yine de razıyım.

Bir baba kız, İran'dan uzamışlar. Yolları bir şekilde Finli abla ile kesişiyor; bir rastlaşma. Finli abilerin yabancı ile ilişkileri başlangıçta soğuk olsa da sonrasında anlayışlı ve iyi kalbi. Bu arada senaryo bu iki kitleyi birbirine yaklaştırıyor. Bir de sauna keyfi yapıyorlar. Aslında ilk filmde de koruyucu anneler var, çocuklar için evlerindeki adamı kapıya koyacak kadar iyiler.

O filmlere dönmüşken, en üsteki filmin final bölümünün çok şahane olduğunun altını da çizeyim.

Tekrar Finlandiya'ya dönersek, valla hayatları bizden fakir, bir iş bulup da çalışmazlarsa eyvah. Ama kadınlarının özellikle, -bazı- başka ülke erkeklerine karşı ilgili, tanıyıp güvendiklerinde de nasıl tutkulu olduklarının altını çizebilirim. Hatta şahidim bizzat film bile olabilir.

Bu ne şimdi denebilme olasılığı olan Aurora'yı ben beğendim; genç kadının ruh halini sevdim ve anladım; ama her odun bünye böyle bir karakteri benimseyip taşır mı emin değilim. Yönetmenin ve senaryonun oluşturduğu ve bende bile kaygı ve heyecan yaratan finali çok çok beğendim: Resmen içimizi önce yakıp sonra tongaya bastırdılar.

Sonuç itibariyle güzel bir sinema akşamı daha kattım bünyeme. Tren taymingimse süperdi, sanki randevulaşmıştık, uzun düzlüğü yürüyüp sola dönüp de istasyonu gördüğümde o yanaşmakta ve durmak üzereydi, kartımı okuttum, turnikeden geçtim ve ilk kapıdan bindim; o hareket ettiğinde ben hiç zaman kaybetmemiş oldum. Üstelik bir genç ondan uzakta olmama rağmen beni fark etmediği için özür dileyerek yerini vermek istedi; dedim emekçi genç sen yorgunsun benim yolum yakın, çok teşekkür ederim. O ısrarcı oldu ve belki kırılır diye kabul edip oturdum. İnerken de -bu zamanda az bulunur- tavrı nedeniyle teşekkür ettim.

Akşam sinemadayım. Yarın görüşmek üzere...

24 Eylül 2023 Pazar

İki Film Birden Festivali

Cumartesi


Üç film mi yapsam kararsızlığı içindeyim. Tereddütüm son trene yetişememek. İki film kesin. Haklarında hiç bir araştırma yapmıyor, başka fikirlerin zihnimi etkilemesini her zamanki gibi istemiyorum. Sadece saat itibariyle bir şeyler yesem mi tereddütüm var. Aklımdan mekânlar geçse de niyetimle aklım zamanı doğru kullanmam konusunda mutabık ve önerileri yol üstündeki Migros'tan sigara böreği formunda sarılıp fırınlanmış böreklerden almak. Karara uyuyor ve bir tanesini yürürken ve istasyona varmamışken götürüyorum. Kartımı okuttum ve banklardan birine çöküp ikinci böreği sırt çantamdan çıkardım. Yarıya gelmek üzereyken de tren gözüküyor. Börek sırt çantasına ben trene; üstelik sevdiklerimden.

Çantamı x ray'e yollarken güvenlik görevlisi genç kadının zarif gülümsemesine eşlik eden hoş geldiniz'ine sıcacık gülümseyerek hoş bulduk diyorum. Ve Migros'a dalıyorum. Geleneksel havuçlu, tarçınlı keklerimi aldım, Pepsi Max yok, o halde Kola'nın yeni ürününden. Ve sinema katı.

İki film için biletlerim an itibariyle cepte, lakin bu kez D-5.

Sağ yanımda çok hoş iki hanımefendi sol yanımda da genç bir çift var.



Ve film en ufak bir aksaklık yaşanmadan etkili açılış müziğinin ardından başlar...


Açılış sahnesi çok hoş. Rastlaşma! Bir araba ve içinde yaşlı bir beyefendi. Sonra bir genç kadın, ilginç ve etkileyici bir karakter; çalışmak için orada. Yağmur. Üç genç adam; gurbetçi, hayaller var ve hayalleri büyük. Avrupa'nın -bazıları için- zor yılları, ekmek aslanın ağzında. Mekân seçimleri, görüntü yönetimi muhteşem. Ve müzikler! Ana karakterler Beyefendi (Renato Carpentieri) ve Genç Kadın (Sara Serrai Occo) gibi dursa da aslında pek de öyle değil. Güçlü senaryo ve onun Yönetmen Donato Rotunno tarafından yazılmış olması; her türlü kalabalığına, çoklu ilişki ve insan hikâyelerine ve farklı ilişkilerin çapraşık, karmaşık yapısına ve karakter çokluğuna ve ne oluyoruz yahu diyen izleyicilere rağmen yönetmenin zoru başararak, sonuçta ortaya anlaşılır bir bütünlük koyması muhteşem.

Yani bir film yazısını romana çevirmek istemeyen Buraneros kısaca diyor ki: Ben bir sinemaseverim diyenlerdenseniz, şuracığa bıraktığım ipuçlarını iyi değerlendirin, filmin müziklerinin ve kalabalığının tadını çıkarın!


İyiyim'in tadı zihnimde kısa bir özetle akarken salondan çıkıyorum. İkinci film için 15 dakikam var ve o arada salon temizleniyor; ben de bu kez çoğu filmi salonda tek, en fazla da 5 kişi ile izlediğim zamanlarda yaptığımı yapmıyor, belki de salonun kalabalık oluşunun yarattığı hoşluk karşılığında kolamı ve keklerimi filmi izlerken açmayıp bekletiyor ve bu arayı değerlendirerek beslenme bölgesindeki bir masada keyifle götürüyorum.

Ve ara sonrası yeniden Yeşilyurt Paribu Cineverse salon 2'deyim. Bu kez bir Bulgar filmi. Metronom'un tadı henüz zihnimden silinmiş değil ve onun güzelliği bu film için pek davetkâr bir referans.

Son derece ilginç bir sahne ve akışla başlıyor film. Cennet mi yoksa burası, içine çoktan çekti beni. Sanırım haketmişim! Rüya tadında bir zaman dilimi. Fonda enfes bir müzik. Film boyunca yakamızı bırakmayacak sanki. Bırakmasın da!

Bazı izleyicileri sıkıntı basmış olabilir, hissediyorum çünkü kokusu sol yanımdan geliyor?! Bakalım antrakta kaç fire vereceğiz. Perdede büyülü sahneler, biraz da anlaşılmaz. İçimde bir ukala türemedi değil, bu neyin nesi şaşkınlığı isyanlarda. Cin bir yönetmenin eline düştüğümüz tartışmasız. İlk film İyiyim'in bıraktığı ritmin tadıyla şu ânkini tutturamıyor bünyem sanıyorum.

Sakinim, hani bir festival salonunda ve bilinçli sinemaseverler arasında olmasam öteki beni tutmam mümkün değil...

Gibi!

Bir duralım ve düşünelim.

Hiç ara vermeyen bir müzik; görkemli, ilahi bir tadı da var sanki. Görüntüler yemede yanında yat tadında. Görünüşte her şey hoş lakin ben garibi içinden farklı farklı benler çıkarıyor. Sanırım bu arada bünyemin ilgili birimi yeni filmin ayarlarını kavrıyor ve usul usul beni de o seviyeye taşıyor. Çünkü filmin ruhuyla benim ruhumun senkronize olduğunu hissediyorum. İçimde övgü sözcükleri ortaya çıkmaya başlıyor ve gittikçe de kalabalıklaşıyorlar. Kadın oyuncuların performanslarını ve üstlendikleri rollerin güçlüğünü de göz önüne alırken filme de bayılmaya başladığımı seziyorum; hatta erkek oyucuların ve figürasyonun kalitesinin farkına varıyorum. Dip dalgası gibi gelen incelikli düzen eleştirileri ince ince işliyorlar zihnimi. Çok severek izlemiş olduğum, üslubu farklı Metronom'dan aldığım tadın bile ötesine taşıyacağını Sessiz Bahçe'nin, iyice hissediyorum. Artık perdede olan biten her şeye, simgesel anlatımlara bile hakimim.

Ve Antrak.

Sol yanımdaki çift en azından bekleme nezaketini gösterdiler ve salonu antrakta terk ediyorlar. Kalktıklarında ve önümden geçerlerken kısa bir sohbetin ardından geçmiş olsun, diyorum.

Ve fakat sağ yanımda oturan iki çok tatlı, zarif genç hanımefendiden benim hemen yan koltuğumda olanına soruyorum ve yanılmıyorum; çünkü sevdim filmi, dedi.

Filmin bitiminde iki kişi dışında tamamı salonda kalmış izleyicilerin zihinlerinde ve gönüllerinde giriş gelişme ve sonuç evreleri tamamlanmış, kavradığımız filmle birlikte fabrika ayarlarımıza da dönmüştük.

Muhteşem ötesi bir ikinci yarı izlediğimiz kesin, nefes alamadığımız da kesin çünkü fırsat bulmak mümkün değildi. Kolektif bir rüyanın içinde oyuncu olmuştuk sanki; finale nefes nefese geldik, coşku sanırım paçalarımızdan, gözümüzden, kulaklarımızdan, en çok da kalplerimizden akıyordu.

Hanımefendilere iyi akşamlar dileyip çıktım. Binadan çıkarken güvenlik görevlisi hanımefendiye iyi akşamlar diledim. Işıklardan karşıya geçecektim ve kırmızı yanıyordu. Çok ama çok tatlı bir kara köpekse karşıya geçme çabasında; sanki ışığın yeşil olmasını bekliyor. O sırada da ufak hamleler yapıyor ve benim başına bir şey gelecek diye içim gidiyor. Göz göze geldik ve bekle dedim. Biraz sonra yeşil yandı fakat o bekliyor, döndüm ve hadi dedim. Beraberce orta refrüje vardık. İkinci bölüm için hadi dedim ancak o:"Ben bu yeşillikte biraz takılıp eğleneceğim sen devam et," dedi.

O küçük pastanenenin açık olmasını o kadar yürekten istiyordum ki yürürken...

Önüne vardığımda yine kapalı.

Gecenin vaktinin geç zamanı ve artık evdeyim, kızların seyredemediğim Japonya maçını izliyorum. Telefon çalıyor... Ve O. Enn Sevdiğim Kadın. Filmden başlıyorum ve dakikaları aşıyor konuşma...

23 Eylül 2023 Cumartesi

Avrupa Filmleri Haftası- Koşucu

Cuma


Žygimantė Elena Jakštaitė, bayım bayım bayıldım.

Yönetmen Andrius Blaževičius'un tarzına bayıldım.

Görüntü yönetmeni Narvydas Naujalis'in son derece akışkan, o oranda etkileyici, soluk kesen, izleyiciyi koltuğundan alıp filmin içine yerleştiren ve orada tutmayı başaran akıcı ve haraketli sahnelerinin her birine ve Litvanya'ya, ayrı ayrı bayıldım.

Öncelikle açılış müziği olmak üzere filmin müziklerine, ses efektlerine bayıldım.

Ve bunlarla birlikte tüm, ama tüm yan oyunculara bayım bayım bayıldım.

Çünkü sinema serüvenimin en etkileyeci filmlerden birini izledim.

Ancak genç oyuncu Žygimantė Elena Jakštaitė'nin altını bir kez daha çizmek isterim: Marija karakterindeki performansı, duyguları ve onları izleyicinin kalbine nakış gibi işliyor olması, ve hastalıklı gibi duran aşkı, bir o kadar da özgür ruhu ve seven kadın tavrı muhteşemdi...


Oysa salona girdiğimde ve film başladıktan sonra neredeyse yarım saati bulan aksaklıklar nedeniyle, yanımdaki genç çifte "Ve Avrupa Filmleri Haftası skandalla başlar," gibi bir ifade de kullandım. Çünkü film bir kaç kez baştan alınmak zorunda kalındı. Bir türlü kesintilerden kurtulamadı, bunun yanı sıra da görüntü ve alt yazı senkronizasyonu bir türlü sağlanamadı. Hem festival yöneticileri hem de sinema personeli bu aksaklık için defalarca özür dilemek zorunda kaldılar ki yazacağı eleştiri cümlelerinin hazzı kendini sinema yazarı sanan ben ukalasının bile iştahını kabarttı.


Ve nihayet film sağlıklı bir şekilde -bilmem kaçıncı kere- baştan başlıyor.

Tekrar tekrar izlemek zorunda kaldığımız açılış sahnelerini tekrar izlemek durumunda kalınırken ben ukalası gözlerini dört açmış durumda ve izleyici endişeleri ile birlikte yeni aksama ne zaman olacak endişeleri de yaşıyor; ancak bu kez anlayışlı ve yufka yürekli ben halime de dönmüştüm. Bu benim başarım değildi ama! Filmdi beni bu edepli hale çeken. Öyle bir kaptı ki ve ben de öyle bir kapıldım ki en az oyuncular kadar filmin içindeydim. Marija nereye ben oraya peşinden sürükleniyordum.

Yalnız ben mi?

Sanırım tüm salon: çünkü ara vermeyen filmin sonuna kadar kendimi mezarlıkta tek sağlam kalmış insan gibi hissettim: Salon boşalmış gibi ıssız ve sessizdi. Film sanırım tüm izleyicilere asla ama asla sıkılmak gibi bir duyguyu hissettirmediği gibi tüm salonu gönderdiği büyü tozlarıyla sessiz soluksuz bırakırken, bunun yanı sıra da ıssızlıkla, unutulmaz bir sinema akşamını nokta nokta bünyelere katıyordu.

Sinemadan çok keyifle çıktım. İlk işim ıssız bir noktadan Enn Sevdiğim Kadın'ı aramak oldu. Lakin telefonun şarjı buna izin vermedi.

Sonra tren raylarını gören ıssız, unutulmuş, minik bir pastaneyi hedefledim.

Filmin keyfini bir kez de orada taçlandırmaktı hayalim.

Ancak, önüne doğru kıvrılıp da yaklaştığımda kapalı olduğunu gördüm. Üzülmedim! Çünkü tüm hücerelerim filmin verdiği keyifle dopdolu.

Issız gecede ve ıssız istasyonda treni bekliyor olmak da, sanki bu filmin üzerine içilmiş enfes bir kahveydi...

Üstelik gecenin sakinliğindeki yalnızlığımla istasyonun yalnızlığı ve yine biz gibi treni bekleyen tatlı genç kızın yalnızlığındaki ortaklaşma; kaymaklı ekmek kadayıfı tadı veriyordu.

Yani gece mutluydu.

Biriktirilmiş bu gazlarla birlikte Salih Usta'ya uğruyorum; tezgah arkasındaki genç adama az pişmiş pizza dilimini mikrodalgada pişirmeye devam edip sonlandırdıktan sonra sadece kağıda koymasını, yürürken yiyeceğimi söylememe rağmen o bir kabın tabanını yağlı kağıt ile hazırladıktan sonra, pişmesi tamamlanmış pizzamı lokmalık dilimleyip kaba koyma konusunda ısrarcı oluyor ve kağıt poşette peynirlerin kenarlara yapışacağının altını çiziyor. Aslında haklıydı ama diğeri benim kolayıma geliyordu. Fakat o öylesine güleryüzlüydü ki her zamanki tercihim konusunda ısrarcı olmuyorum. Sonra kendine çok teşekkür ediyorum bu içten çabası için... "Sen şahane bir adamsın, çalıştığı yerin prestijini yükselten bir elemansın," diyerek gülümserken bir kez daha teşekkür ediyor, iyi akşamlar dileyerek, elbette gecenin ve denizin tadını çıkararırken lokmalık pizza dilimlerimi de keyifle lüpleterek eve varıyorum.

Telefon ve tek tuş.

Enn Sevdiğim Kadın...

Keyif tavanda ayaklarım yerden kesik, enfes bir sohbet ve dilimden akıp taaa Ege'ye varan film temelli ve coşkulu kelimelerimin her biri, inci tanesi gibi!


16 Eylül 2023 Cumartesi

Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyorlar Diyorum ya Hep

Perşembe

Filmin Son Günü


Film, bir ilk film olduğu için zaten bir beklenti oluşturabilecek arka plandan yoksundum. Kar var, çok severim, e köydür, çok güzel, ayılar mı var acaba, metafor mu, bilemiyorum ikisi de benim için uygun, şöyle güzel bir hikâye de varsa, oyunculuklar da ne kadar kötü olabilir… di.

Büyük oranda da böyleydi, kar, köy, ayı, oyunculuklar, görüntüler, görüntü yönetmenliği, renkler çok güzeldi. Ses çok mu patlıyordu, bizim salonda mı sorun vardı bundan çok emin değilim ama müzikler de oldukça güzeldi. Fakat bunca güzellik klişelerin arasında boğuldu gitti? Zaten 1 buçuk saatlik film, seyirciye sürekli yürüyen karakter izletmek bence bir sorun. Köye gelip de umduğunu bulamayan idealist okumuş insan bence bir sorun. O yokluğu, yoksunluğu, cehaleti ya da inadı, karın ortasındaki hiçliği, köyde anlatılan, inanılan efsaneleri, hikayeleri, mitleri hissettirememiş olmak büyük bir sorun. Bunlar yüzünden de film hayal kırıklığıyla sonlandı ama sonunu beğendim.

Sevgili Elisabeth Vogler'in film hakkındaki yazısından..




Ne yazık ki klasik sinema alışverişimi yapamıyorum çünkü istasyona vardığımda bana yanmakta olan kırmızı nedeniyle ve -bir kez daha çocuklara kötü örnek olmamak için- karşıya şıp diye kırmızıda geçen iki genç kızın aksine yeşili bekliyorum ki o sırada aslında pek sevmediğim modeldeki tren istasyona yaklaşıyor ve hız kesiyor. Beğenmediğim de olsa film saati öncesindeki abur cubur alışverişlerim için yetişebilsem binecektim. Mesele zaman. Bir sonraki için bekliyorum, biraz telaşlıyım ritüeller eksik kalacak diye ki tren uzak virajdan çıkıyor, enn sevdiğim, üstelik bir genç kadın kullanıyor. Okulların açıldığı belli ama! Şansıma bir yer buluyorum, bir sonraki istasyonda yine öğrenciler... tatlı çocuklar, kulaklarım onlarda.

Şimdi AVM'deyim. Hızla sinema katına çıkıyorum; hareket halindeki yürüyen merdivenleri de adımlayarak. Gişelerin önünde Allah'ın kulu yok; bir gişe açık ve oradaki genç kız da can sıkıntısından bir hâl olmuş.

"Kar ve Ayı için bir bilet lütfen..."

"D-3 lütfen!"


Genç kız uyarıyor:

"Salondaki klima çalışmıyor."

Uyarı için teşekkür ediyor, benim için sorun olmayacağının da altını çiziyorum. Salonların olduğu kata hemen çıkmıyor, filme 15 dakika varken sinema klasiklerim için Migros'a inip dönebilir miyim hesapları zihnimde nakarat halindeyken hamle yapıyor, bir kaç adım sonra da kasaların önünde olma ihtimali kesin kuyruklar gözümde canlanıyorlar ve kendini boşuna yorma diyorlar bana. Dönüyorum!

Sinema katında da bir Allah'ın kulu yok. Çünkü kısmen kalabalık yapan, paralara kıyıp kola ve koca koca mısırları alabilen ve memleketin halinden dolayısı ile memnun olan ama halkımızın neden mutsuz olduğunu da anlamayan, o halkın ellerindeki paranın pul olduğunu fark edemeyen, mevcut liderin aşığı, üstelik ellerindeki euro'ların şımarığı kitle de -çok şükür ki- dönmüşler.

D-3'ümle kucaklaşıyoruz, iki hafta Başka Sinema filmi gelmeyince görüşemedik  kendisiyle, hasret büyük... Az önce dışarıda bizim salon 6'ya yakın oturan blucinli abla şimdi salonda ve benim 5,6 sıra arkamda... Kendisi yeni anneanne olmuş, buralı değil, doğum için gelmiş ve sinema onun için bir nefes ânı... Sonuçta salonda biz bizeyiz, abla telefonun öteki ucundaki arkadaşı ile özgürce konuşabilir ki öyle yapıyor ve ben konuya bütünüyle hakim durumdayım. Lakin salonun ışıkları yanmıyor ve abla bu duruma kızdı. Bunu sesle de ifade etti ve tam da o sırada ışıklar yandı ama zaten perdede de reklâmlar ve fragmanlar akmaya başlamıştı ki salon ışıkları da aynı hızla söndü.

Klima arızalı ifadesinden aslında çakmıştım köfteyi. Bomboş salonlar zorunlu olarak masraflardan kısıntı gerektiriyordu ki bunu en iyi anlayacak olan halk da bizdik; yani cebinde pul olmuş TL bulunduran insanlar. Koca bir grup olan, Güney Kore'li sinema işletmecileri dahil ceplerimizdeki para TL idi. Bilet fiyatlarının uçmuş hali cepleri yakmış, insanlar çoluk çocuk salonlardan çekilmiş, doğal olarak işletmeci de personel sayısını düşürmekle sorunu çözememiş artık klimaları kapatır ve ışıkları da çok kısa süreli yakar hale gelmişti.

Şimdi gelirsek sadede... Filmin açılış sahnesine ve ablanın o doğa ve yol koşullarında araba sürüşüne ve drone kamera ile yapılan çekimlere bayıldım; üstelik bizim salonda ses problemi yoktu, sesler, müzikler, doğa şırıl şırıl akıyordu! Lakin benim bile gözümün almayacağı hava, doğa ve yol koşulları altında köye atandığını öğreneceğimiz ablanın asfaltta gidermiş şekilde ve sular seller gibi virajları alışındaki hıza ve arabayla devam edişine ukalaca bir bilmişlikle "Hadi canım sen de," dedim. Belki de kıskandım. Çünkü şehrin en hızlı sürücülerinden biri olarak kendimi direksiyondan bir süre önce emekli etmiştim.

İlk yarıda filme girmekte biraz sorunlar yaşamadım değil; iki arada bir deredeydim. Merve Dizdar'ı ilk kez Tamirhane'de izlemiş ve performansına ve de tiplemesine bayılmış, altını çizmiştim. Hemşire abla rolünde ve filmin genel akışında muhteşemdi. Hakeza görüntü yönetimine, ve elbette kadın yönetmen Selcen Ergun'a ve geleceğinin çok parlak olduğunu düşündüğüm genç oyuncu Derya Pınar Ak'a ve filmde olan yan oyuncular dahil, figürasyonlarda biraz eksiklikler olsa da bayılmış; bünyemdeki eleştirmen ukalayı film kapı dışarı edip beni en candan haliyle içine buyur ettikten sonra da zevkten ölmüştüm. Ve ayrıca doğayı filminde bir oyuncu haline döndürüp neredeyse başrole taşımayı başaran yönetmen Selcen Ergun başta olmak üzere, filme emek vermiş görüntü yönetmeni Florent Herry ve tüm emekçilere finalde tek tek teşekkür ederek, koskocaman bir alkış yollamayı da ihmal etmedim.

Filmsever değil aksine sinemaseverim diyen herkese de -katlanamayacak olsalar bile- bu filme bir göz atmalarını -şiddetle- tavsiye edebilirim!

Film bittiğinde, belki de erkenden salonu terk ettiklerinde; bu muydu, diyerek bana saydırma olasılıklarını da göze alarak!

7 Ağustos 2023 Pazartesi

Ne Güzel Bir Filmdi Be!

Enfes bir cumartesi. Pırıl pırıl bir yaz. İstikamet sinema. Film tek seans ve 18:45'de. Uygun. Aslında gün için daha enfes bir plan vardı; çok eski ve bahçeli bir evden evrilerek lokale dönen ve yine eski evlerin kafe ve sanat merkezi olduğu, şehir merkezinde ve muhteşem bir sokakta ki adı Sanat Sokağı, yer alan mekânda enn sevdiğim kadınla yine kaç saate varacağını tahmin etmenin mümkün olamayacağı bir sürede ama usul usul öğle rakısı içmek, elbette o konuşurken hayranlıkla onu izlemek ve gözlerinde bir kez daha gün boyunca kaybolmaktı. Lakin candan içeri ve gurbetten gelecek misafirleri söz konusu olunca plan iptal oldu. O halde sinema dendi ve uygun ama bir arkadaş sohbetine de olanak tanıyacak saatte evden çıkılmaya karar verildi.


Hava sıcak ve nemli, deniz kenarı Copacabana plajlarına nal toplatmazsa namerdim. Ağaç altlarında masalar kurulu. Halk sıkıntıları evde bırakmış ve tam anlamıyla deliye her gün bayram tadında... Elbette bu keyfin borçlu olunduğu insanlar var; yolu ve tüm bu alanları kamuya açan fitili ilk ateşleyen, tren hattı dahil en önemli sorunları çözen Muzaffer Önder başkan. Sonra onu daha da geliştiren ve yukarı taşıyan ve artık geri döndürülemez hale getiren Yusuf başkan. Eğer bu ülkede mutlu insanlar hâlâ var mı diyenler varsa onlara gelin görün derim.

Elbette tüm bu iyimser ifadelerim aynı zamanda bir göçük altında olduğumuz gerçeğini değiştirmez ama ya bu alanlar birilerine peşkeş çekilmiş olsaydı; bu zor, hem de çok zor günler altındayken ruhu baskı ve çaresizlik altında kalmış, evine ekmek götürmekte zorlanan kaç insan hayatına kıyardı bir düşünmek gerek. Umut fakirin ekmeği ise, işte bizim sahiller en azından şu sıcak yaz günlerinde, evden getirilen aşla birlikte çoluk çocuk bir keyif yaşamaya, sosyalleşmeye, ortaklaşmaya ve nefes almaya olanak sağlıyor. Üstelik son derece düzgün, modern, estetik tuvalet ve duş olanaklarını içinde barındıran şirin, çiçek bahçelerine dönmüş, insanların önemli bir kısmının hoyratlığına rağmen pırıl pırıl mekânlarıyla.


Yol keyifli, tren kalabalık, gençler pırıl pırıl, şort ve etek boyları neredeyse yok hükmünde, üst kısımlar hakeza... Ve bir kez daha çok alkış kızlar size! Enfes bir başkaldırıyı, meydan okumayı, sessiz soluksuz ama kocaman bir yüreklilikle başlattığınız için ki şehire nadir inen enn sevdiğim kadın, şehirin daha muhafazakâr olduğunu varsayarken geçende iş gereği inince beni aradı, şaşkınlığının altını kalın kalın çizdi. Öngörülerimin bir kez daha tutarlı sonuçlarını almanın şımarıklığını da yaşadım elbette... Ama en bayıldığım görüntü muhafazakâr olarak nitelenen kızlarımızla, açık olarak nitelenenlerin arkadaşlığındaki candan, hoş görülü, milim ayrımcılık içermeyen paydaşlık... Elbette kendimle de gurur duydum bir kez daha. Çünkü bu ülkeyi kadınlar dönüştürecek tezim artık daha çok kabul görmeye başladı.

AVM'ye vardım. Önce biletimi alsam diye girdim, sonra dedim boş ver nasılsa kimse olmuyor; son dakikada bir şey çıkar, iade sorunu yaşarsın belki... Uydum o bana. O halde dedim Migros kafeterya. Yemekler hoş görünüyordu. Karnıyarıkta karar kıldım. Porsiyona bir karnıyarık düştü, yeni mottomuz gereği olarak fiyatı çok artıramıyorsan porsiyonu ufalt konseptiyle bir adet karnıyarığımı küçük bir tabakla uzattı abla bana... Oradan salata kısmına geçtim ve yoğurtlu olanların arasından üç farklı çeşidi salata tabağıma birer kaşık aldım ve kasaya geldim. 120 TL'yi bayıldım. Gözleme fiyatının 55 TL. olduğunu görünce kısmen rahatladım.

Oradan çıkınca AVM'den de çıktım, lakin çantamda artık Migros'tan alınmış sinema kolam ve atıştırmalıklarım var.

Cevat'a uğradım epey sohbet ettik, o namaza gitti ben bekledim. Dönüşünde iş memleket hallerine döndü. Cevat şahsı savunacağım derken fena saçmaladı, dedim oğlum sen bir şey mi içtin. Öyle bir konuştu ki dayanamadım. Tüm sorumlu muhalefetin başıymış; üzerine gitmedim. Can arkadaşım sanırım ülkeyi 20 küsur yıldır muhalafet yönetiyor sanıyormuş, dedim, ama yine de ekledim: "Yalnız farkında mısın Lozan'daki gizli maddeyi atladın." Ben sinema için çıktım, o arkamdan sesleniyordu. Dedim Cevat daha ehliyetlerimiz bile yokken, hani durakta kızları görürdün de arabayla doğrudan bize gelir, gel konuş da şu kızları alalım derdin ya, orada kal işte; işin sıvı kısımlarına da beni hiç sokma. Sonra güldük, dedim bana eyvallah, onun konuşası çoktu lakin benim dayanacak gücüm yoktu.

Gişedeyim ve tek gişede epeydir rastlaşamadığımız Hatice var. Sıra bende ve hal hatır, işlem yaparken de sohbete devam. Birikmiş puanlarınız var dedi; düşim mi diye sordu, düş dedim, ve bir kısmını düştü. 70 TL.'lik bilet 48 TL. oldu.

Üst kata çıktım; filme vakit var, o halde teras. Dönüşte de mısırın önüne; telefonumu uzattım kodu okudu genç adam, baldan tatlı mısırlarımı aldım. O sırada boş durmayıp piyasa araştırması yaptım. Büyük kova bir mısır ve iki kolalı menü, ikiyüz küsurdan 177'TL'ye düşmüş. Mısıra para vermediğime ve bileti de indirimli aldığıma göre çok kârdayım.

Salonda 4 kişiyiz; nedense ön sırada ve en kenar koltuğu seçen iki genç kız daha çok telefonları ile oynuyorlar. Ve filmin daha ilk yarısının ortalarındayken çıkacaklar. Açık sahnelerden mi rahatsız oldular yoksa başka bir mesele mi pek anlayamadım. O arada kolanın bu yeni serisinin tadı çok enteresan geliyor bana; ilk deneyimim ve sanki bir kaç tane içsem kafayı bulduracakmış gibi hissediyorum.

İlginç tadı keyif de veriyor!



Filmden uzun uzun söz etmeyi düşünmüyorum çünkü ben bayıldım. Uzun uzun söz etmiyorum çünkü: bazı sahnelerin ve uzun anlatmaların bazı bünyeleri bayma olasılığı da var. Ama ben baştan sona bayıldığım filmin yanı sıra muhteşem bir çocuk oyuncu izledim. Söz etmeden asla geçilemeyecek kadar iyi: Callie Ferreira-Goncalves. Olaylara göre duygu değişimlerindeki performansı kızıl ötesi. Muhtemelen büyümüş de küçülmüş lafı çok izleyici tarafından kullanılacaktır. Performansı o kadar sahici ki, yapaylık hissi verecek çocuk tavırlarını bile tertemiz ve büyük oynuyor.

Bir de adam var, aynı zamanda baba. Hani "Adam vaaar adam var!" diyeceğim ama dünya da böyle işte...

Kararı için abiye kızmadım lakin adamlık da daha öte bir şey!

Ama kadın

...lar!

Muhteşemler.

Rebecca Zlotowski yönetmen ve aynı zamanda senarist. Çok alkış. Bu filmi ancak bir kadın bu kadar derin ve gerçekçi işleyebilirdi ki yazmış ve işlemiş.

İnci tanelerini bir ince ipe dizer gibi.

Bu kadar mı güzel oynanır orta yaştaki bir kadın dedim; Rachel rolünde Virginie Efira'nın performansını izlerken.

Duygulu, gerçekçi, aşka gözükara, aklını yitirmemiş, duyguları filiz tazeliğinde...

ve özlemleri derin!.

Ama aklı da başında!

Adam da rolünün hakkını verenlerden, oyunculuğu bir kenara alırsak karakter bildiğimiz adam işte...

Bütün adamlar gibi...

Odun!

Finalde bencil.

Lakin filmin müzikleri!

Mekânlar ve minik aksiyonlar. Heyecan hep diri. Kadın severse kısmı bir kez daha altını çiziyorum ki muhteşem.

Ve yıllar biraz geçmiş, son perdede enfes bir bitiriş.

Bir kez daha hayran olunası...



Trendeyim ve keyiften ölüyorum. Telaşlıyım bir yandan da...

O'nu aramalıyım lakin cep telefonu olmaz,

sevginin ifadesini yansıtacak telefondan saymıyorum çünkü onu.

Sonra, ev telefonumdan arıyorum,

hemen.

gülerek ve coşkuyla,

bazen kelimeleri yutarak anlatıyorum;

taze yapılmış, menengiç kahvesi tadında...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP