opera-bale-klasik konser etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
opera-bale-klasik konser etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mayıs 2012 Perşembe

Tekrarı Olmayacak Bir Carmina Burana Gecesi

Uyarı
Bu yazının içinde ve etrafta, kısa bir süre önce hayatı cuma tadında yaşayan bir fani tarafından iksir içirilerek görünmez yapılan çok sayıda ve oldukça zıpır iyi ki vardır. Okurken kafanızı gözünüzü sakının..

Belki de anlatmanın benim açımdan en zor olduğu gecelerden biriydi Carmina Burana Konseri... Şahane kelimesinin yetmeyeceğinin kesin olduğu, anlatılmaz yaşanır klişesinin belki de ilk kez gerçek karşılığını bulup değer kazandığı bir konser akşamıydı...

Bense, günlerimin hepsini cumaya çeviren sebebimle aynı salonda, üstelik de aramızda bir sıra ve  beş koltuk varken ve an itibariyle aynı havayı soluduğumuzun farkında değilken...  uzun zaman sonra bir konser salonunda yalnız değildim.

Ve üstelik o gece ufacık bir izden yola çıkarak tamama erdiremediğim şahane bir serseriliğe imza atacağımın, bu erdirememişliğe ertesi sabah  sevineceğimin ve yine o gecenin sabahında; "Her halde bir insanın sahip olabileceği en güzel anlardan biri kendini, çenesi ve yanağı avuç içiyle yumruk olmuş parmaklarının arasındayken; en saf, en farkındasız bir tebessümle ve bütünüyle önündekinden kopmuş, bir önceki akşamı izleyen, hatta o akşamı bitimi upuzun bir şarap gibi gittikçe çoğalarak yaşayan bir vaziyette yakalamasıdır. Ben kesinlikle yaşamın bahşettiği adamlardan biriyim, bu çok net. Sadece şu sabah yaşadığım, tarif etmeye çalıştığım ana bile asla paha biçilemez." cümlelerini kuracağımın da farkında değildim.

Ama kurdum.

Bunun hayatımın en zor yazılarından olacağını biliyordum. Çok severek yazdığım ve kendi yazdığımı çoğu zaman sanki başka biri yazmış gibi okuduğumda gerçekten beğendiğim bazı yazılarımı aşması gerekiyordu bu geceyi anlatanın...

Ama ben bu geceyi anlatacak kelimeleri seçemiyordum.

O muhteşem orkestra, o muhteşem koro, üç muhteşem solist,  yine muhteşem son derece disiplinli, kusursuz çocuk korosu ve istemsizce, bütün samimiyetimle "Büyüksün Maestro hem de çok büyük!" diye haykırmak istediğim  Şef  Rengim Gökmen'in yaşattıkları geceyi; bütün duyguları, anları, emeği, güzellikleri,  tüm salona hissettirdikleriyle anlatabilmek için en az bir cilt kitap yazmak gerekiyordu ki o çap da bende yoktu.

Eser zaten muhteşemdi. Bu müziği seven sevmeyen herkesi kesinlikle etkileyecek, hiçbir insanın tüylerinden herhangi birinin duyarsız kalamayacağı muhteşem bir girişi vardı üstelik... Ancak bu dünyada binlerce kere yapılmış eylemlerden bir tanesini tüm ötekilerden farklı kılmayı başaranlar da vardı. Ve bu yaşamın altı kalın kalın çizilecek bir realitesiydi. İşte o gece belki de Carl Orff yattığı yerde en mutlu olduğu anlardan birini yaşıyordu.

Olayın teknik analizini yapmak beni aşar; bu noktada yorum yapmayı sevmediğim gibi yeteri kadar donanımım da yok, ama söz konusu duygular olduğunda üzerime pek de insan tanımam. Bir şeyi izlerken ya da dinlerken kötünün ne olduğunu bilirim. İyi konusundaki tek ölçüm ne hissettiğimdir. Kolektif alanlarda yükselen duyguların nasıl bir armoni oluşturduğunu da sezer, hisseder, yazıya da dökebilirim. İşte bu noktadan baktığımda bu konserin   dünya çapında bir performans olarak nitelenebileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta daha da ileri gidip -bir tek hal dışında- hayatımda bir kez daha bir Carmina Burana gecesi olamayacak diyebilirim. Bu tadın üzerine başka bir tat koymak istemiyorum çünkü.  Bu unutulmaz gecede "oradaydım," diyemeyenler için çok üzgünüm.

Aslında tüm popülerliğine rağmen resmettiklerini fark etmenin yanı sıra, kendi resmini de yaratamayan dinleyici için zorluklar içeren, sıkıntılar yaratabilecek bölümleri de olan bir eser Carmina Burana. Bu noktadan baktığımda içimdeki ukala; verilen emeğin ve çalışmanın apaçık görüldüğü, son derece disiplinli ve coşkulu performans esnasında yer yer sahneyi alkışlarıyla ödüllendirmekte eksik kalan, o anları kaçıran izleyiciye kızıp bu yazının  içine "Sahne 10 İzleyici 0" gibi bir ibare koymayı da düşündü. Daha da ileri gidip ve bundan sonra mutlaka yapmaya karar verdiği üzere koltuk numarası vererek cep telefonlarıyla vedalaşamamış izleyicileri yazının içinde teşhir etmeyi de düşündü. Ama öyle bir final yaptı ki izleyici  ona da özür dileyip fikrinden vazgeçmekten başka bir çare kalmadı.

Muhteşem bir finaldi; terlemeyen izleyici kalmadığına eminim. Görkemli final müziğini bıkmaz tükenmez bir istekle sürekli çağırdı. Ve kelimenin tam anlamıyla da sahnedeki performansın ve emeğin hakkını verdi.

Sonra fark ettim ki ben izleyiciye kızmakta haksızdım. Kusur gerçeği algılamakta sorun yaşayan bendeydi; aslında tüm o eksik bulduğum anlarda izleyici kocaman bir büyünün esaretindeydi. Yaşadığı emsalsiz dünyadan geri dönmekte zorluk çekiyordu. Bu inanılmaz  rüyalar zincirinden kurtulup da bir türlü koltuğuna dönemiyordu. Yakaladığı her boşlukta, anın farkına varmaya çabaladığı her saniyede yeni bir rüya elinden tutup götürüyordu. Haklıydı seyirci.

Üç şahane solist Bariton Kevork Tavıtyan, Tenor Erdem Erdoğan ve özellikle muhteşem kıyafeti, sahnede duruşu,  bileziği, kulağındaki küpesi, saçının modeli ve alçak gönüllü, kendinden son derece emin edasıyla Soprano Görkem Ezgi Yıldırım ve elbette ki muhteşem koro  anlamadığımız bir  dilde söylerken şarkıları aslında akıllarımıza Türkçe alt yazılar geçiyorlardı. Öylesine muhteşemdi yorumları. Ve seyirci çok haklı olarak şaşkındı.

Şu satırları yazarken bile öylesine gecenin içindeyim ki ve şu dakikada bile içimden geçenlerin hiçbirini yazamamış olduğumu fark ediyorum ama elimden de daha fazlası gelmiyor. Çünkü geceyi anlatabilmek için herkesten, her saniyeden çok seçkin kelimelerle bahsetmem gerekiyor.

Oysa ben hala anın içinden çıkmayı başaramadığımı, hislerimi kelimelere dökmekte yetersiz olduğumu, bütün sermayemin gecenin ihtişamı karşısında fakir kaldığını fark ediyorum. Belki de duygularımı ve takdirlerimi ifade edebileceğim yegane cümle şu: Hayatıma bu kadar muhteşem bir gece kattığınız için teşekkürler.

Size de.

11 Aralık 2011 Pazar

La Bohéme

Opera Bale; yine muhteşem bir eserle, Giacomo Puccini'nin, metni Giuseppe Giocosa ve Luiga İllicia tarafından yazılmış, dört "bohem" sanatçı arkadaş ve bunlardan birinin hüzünlü aşkı üzerine kurulmuş, içinde sevgi, kıskançlık, bağlılık, fedakarlık, neşe ve hüzün barındıran operasının prömiyeri ile ve tamamı dolu bir salonla sezonu açtı.

Yine -ve çok kere olduğu gibi- olağanüstü coşkulu bir gece idi. Orkestra performansı, müzik, şarkılar, oyunculuklar, seyirci tepkisi, finaldeki kol kopartan alkışlar muhteşemdi. Geçen yılki açılış oyununda bazı karakterleri oyuncularla örtüştürememiştik. Ama bu kez olumsuz anlamda söyleyecek sözümüz, herhangi bir ânı, karakteri eleştirecek tek bir kelimemiz bile yoktu. Dekorlar; yan koltuğumda oturan beyin 3. perde açılırken "Artık dayanamayacağım ve coşkumu haykıracağım." diye ifade ettiği kadar kusursuzdu.

İlk -ve dördüncü- perdesi yokluklarla dolu bir çatı katında geçen eseri izlerken, kalabalık sahnelere bu alan yetecek mi endişeleri taşıyordum. İnsan algısı garip; ânı, ânla değerlendirmek gibi bir açmazı var. Oysa geçen ve önceki yıl pek çok kalabalık sahnenin bütün ihtişamıyla sahnelendiği gösteriler izlemiştik. Yani demem o ki; sahneye o kadar muhteşem bir çatı katı yerleştirilmişti ki, oyuncular o sahnenin her santimetrekaresini sesleri ve hareketleri ile o kadar güzel dolduruyorlardı ki, kaçınılmaz bir biçimde bu çelişkiyi yaşıyordunuz. İkinci perde açıldığında karşılaştığı alanın güzelliği karşısında her izleyici "Budur!" dedi, eminim. Son derece kalabalık ve dinamik bir meydan, bu meydanın uygun bir yerine konuşlandırılmış, öykünün sürdüğü, geliştiği Cafe Momus şahaneydi.

Yaklaşık 30- 40 kişilik figurasyon ve kafede oturan 6 ana karakterle birlikte müthiş, son derece dinamik bir görsellik sunulmuştu. Bu kadar büyüklükteki kalabalığın tek tek planlanmış oyunculuğu olağanüstü estetik, keyifli, anlara yedirilmiş lezzetli bir mizahı da içinde barındıran enfes görüntüler sunuyordu. Kafede oturan ana karakterlerin yanı sıra, en azından kusur aramak maksadıyla bakındığınız her noktada, gerçek hayatın kendisini görüyordunuz. Ana karakterlerin arkasında kalan bar tezgâhındaki barmen, ona yardım eden garsonlar, servis yapanlar, metrdotel, meydanın bir köşesindeki laternacı, bir başka köşedeki müzisyenler, cambazlar, oyuncakçı, onun etrafını sarmış çocuklar, çocuklarıyla cebelleşen anneler, jandarmalar olağanüstüydü. Koca bir alanın tüm dinamikleri kendi mantıkları içinde yaşarken, tüm bu dinamiklerden oluşan görsel bütünlüğe, bu karmaşıklık halinden yaratılmış bütünlükteki uyuma, şapka çıkarıyordunuz. Hele Merve Bengier'in koreografisinde Cansu Bekaroğulları'ndan bir dans seyretti ki izleyici; meydana, meydanın tüm dinamiklerine ekstra bir lezzet ve renk katan bembeyaz bir kelebekti o.

Ana karakterlere fokuslandığı anda öykü; zamanın kalabalık için donması, etraftaki herkesin birer heykel halini alması, bunun yanı sıra ana kahramanların hikâyesinin devam etme anı muhteşemdi: Gözlerim kırpışacak bir gözü, titreyecek bir eli, denge kaybına uğrayacak bir kişiyi nafile aradı.

Hikâye bildikti, üstelik gösterinin başında size anlatılıyordu. Yani bildiğiniz bir öyküyü yine de merak ederek izlediğiniz dinamik ve başarılı bir reji, samimiyetin lezzeti ile soslanmış muhteşem bir oyunculuk hakimdi sahnede. İki saat süresince; girişini, gelişimini ve sonucunu bildiğiniz bir öykü de bile, sizi koltuğunuza çakan ve sanki hiç bilmediğiniz bir öyküyü sıfırdan izliyormuşsunuz duygusu yaratan bu dinamik akış için, elbette Rejisör Vincenzo Grisostomi Travalina'yı ve ortaya koydukları oyunculuklar için sanatçıları defalarca kutluyordunuz .

En az 40 kişiye giydirdiği kostümleri -her gösteride olduğu gibi- renkli, pırıltılı ve kusursuz olan Aydan Çınar; muhteşem kıyafeti ve alımıyla final seremonisine damgasını vururken, hak ettiği alkışı seyirciden fazlasıyla alıyordu.

Bütün bu coşkulu ve "müşteri memnuniyeti içeren" ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin sergilediği La Bohéme: Bu sanata ücralar kadar uzak insanlar için müthiş bir başlangıç eseri olabilir. Hiç değilse bir kez olsun bu sanatla tanışmak, en azından bir kez gidip sahnede, o atmosferi yaşayarak canlı izlemek, çocukları bu sanatla tanıştırmak için önemli bir seçenek.

Diyelim ki bu tarz şarkı dinlemeye tahammülsüzsünüz, diyelim ki klasik müzik sizin canınızı sıkıyor! Öyle bile olsa, inanın sadece dekorları izleseniz, kıyafetlere baksanız, öykünün uygun yerlerine yerleştirilmiş esprileri yakalasanız, tüm bu devinim içinde kulaklarınızı tüm seslere kapatsanız bile; sadece 3. perdedeki soğuk ve karlı gecenin sabaha kavuşma anındaki sokak lambalarının söndürülüşüne, gecenin güzelliği ve sahiciliğine, bir itirafın sevgili tarafından ağaç arkasından dinlendiği âna, gerçeğin ortaya çıkışına ve tüm bu anlara eklenmiş şarkıların
söylenişine, güzelliğine, ve şarkılarla ifade edişin mimiklerine, duygusuna kesinlikle bayılırsınız.

Yani bir kez daha demem o ki; mutlak seveceğiniz bir ân yakalayacaksınız bu gösterinin bütünlüğünde.... ve eminim ki finalde sizde kalacak olan en önemli duygu; ortaya koyulan emeğe duyduğunuz saygı olacak. Ve bir kez daha gerçek sanatçılığın nasıl bir özveri, çalışmak ve beklentisizlikle oluştuğunu göreceksiniz. Ve eminim ki bu yolda emek veren sanatçılara o andan itibaren daha olgun, popüler kültürün gözlerinize soktuğu "sanatçılardan" daha farklı bir gözle bakacaksınız.

La Bohéme'i izleyin! Muhteşem dekorları için övgüyü tüm süreç boyunca alan Adnan Öngün'ü... Tulio Gagliardo Varas yönetimindeki Samsun Opera ve Balesi Orkestrası'nı... her performanslarında "İyi ki bu şehirde, bizim operada ve bizimle birlikteler," dedirten iki şahane soprano Mimi'de Esra Çetiner ve Musetta'da Zerrin Karslı'yı... oyun bütünlüğüne harikulade ışığı ile anlam katan Giovanni Pirandello'yu... Rodolfo'da Murat Karahan'ı, Marcello'da Hasan Çelik'i, Schaunard'da Şahan Gürkan'ı, Colline'de Zafer Erdaş'ı, Alcindoro'da M. Orçun Gün'ü, Benoit'de Cüneyt Erdoğan'ı... Aydan Çınar'ı... Koro Şefi Alexei Vinogradschi'i... oyuna renk katan tüm çocuk sanatçıları... Merve Bengier'i, Cansu Bekaroğulları'nı, rejisör Vincenzo Grisostomi Travalina'yı alkışlarınızla çoğaltmak için, kendinize bir iyilik yapın ve mutlaka orada olun. Çünkü salonu terkederken yüzünüze konmuş güzel bir tebessümle birlikte kendi çoğalışınızın da tadını hissedeceksiniz.

* Yazıdakiler, 1.Ekim.2011 akşamındaki ilk gösterimde görev alan sanatçılardır. İzleyeceğiniz gösterilerde farklı sanatçılar olabilir.

7.Ekim. 2011

10 Aralık 2011 Cumartesi

Üçü Bir Arada: Don Kişot, Amazonlar ve Seslerle Anadolu

Don Kişot

O gece seyirci yeni bir Don Kişot yazdı. Süreç içinde Aleksandr Gorsky tarafından süresi kısaltılmış bu gösteriyi finaldeki alkışlarıyla, sanatçıları sürekli sahnede tutarak, tekrar tekrar selam vermek zorunda bırakarak 4. perdeye taşıdı.

Don Kişot'un oldukça kalabalık kadrosuyla altından kalkılması zor bir gösteri olduğu düşünüldüğünde; seyirci ilgisini iki saat boyunca diri tutarak coşkuyu finale taşıyabilen Samsun Opera ve Balesini kutlamak gerekiyor.

Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi aslında; yan koltuğumda oturan üç teyze her bir dans esnasında kendilerini zor zapt ediyor, hayranlık ifadeleri telaşlarına yansıyor ve her performans sonlandığında duyguları alkış sağanağına dönüyordu.

Onlar böyleydi de salon başka türlü müydü sanki. 2 saat boyunca bir türlü düşmüyordu seyircinin ilgisi..

Ludwig Minkus'un dinlemesi keyifli, oldukça hareketli müziği üzerinde yeni bir destan yazıyordu Bujor Honiç (ve Tolga Taviş*) yönetimindeki Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası.

Gösteri esnasında zaman zaman (Basil) S.Boğaçhan Bozcaada'nın zorluklarını düşündüm, öyle bir balerinle ikiliydi ki.... insan, hayranlıkla onu mu seyretse yoksa işine mi baksa ikilemi arasında kalırdı. Anna Goriashvili hem fiziksel duruşu hem de sahne performansıyla öylesine büyüleyiciydi ki elin ayağın tutulmaması mümkün değildi.

Gülden Sayıl'ın başarılı kostümleri ve dekorları, seyirciyi alıp götüren rüya bölümündekiler başta olmak üzere etkileyiciydi.

Nazmiye Kıratlı seyircinin en çok takdir ettiği sanatçılardan biri olarak, üstlendiği Çingene Kız karakteri ve yaptığı dans ile yine tüm salonu büyülemeyi başarıyordu. Oyunu iki farklı kadroyla izlemiş biri olarak seyirciyi en etkileyen karakterlerden birinin rüya bölümündeki sempatik dansıyla Merve Gürer Bozcaada olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir Marius Petipa koreografisi olması, özellikle son perdede her dansçıcının solo performanslarına tanık olmanızı da sağlıyor. İki farklı kadrodan izlediğim gösterinin prömiyer kadrosunun, karakter-oyuncu uyumu konusunda takıntılı olan bende daha derin izler bıraktığının altını ise çizmem gerekiyor.

*İkinci izlediğimde Orkestra Şefi Tolga Taviş'di

Amazonlar


Dünya prömiyeri Samsun'da yapılan, librettosu ve koreografisi Samsun Opera ve Bale sanatçılarına ait, bu anlamda tarihsel bir önemi de olan; heyecanlı, dinamik ve sert hikayesini romantizmle tatlandırmış son derece lezzetli, önemli ve kaçırılmaması gerekli bir bale gösterisi Amazonlar.

Vakhtang Kakhidze tarafından yapılmış müziği; orkestra tarafından çalınmamış olmasına rağmen olağanüstü... Medeia Magalashvili tarafından yazılmış son derece sağlam bir metin ve Nugzar Magalashvili'nin muhteşem koreografisinin bileşimi, görkemli, akıcı ve son derece dinamik bir gösteri.

İsmail Dede'nin canlı renklerle bezediği kostüm ve dekorlarına, O. Murat Yılmaz'ın başarılı ışığı ve öykünün akışına uygun anlara yerleştirilmiş Murat Turgut'un etkileyici video görüntüleri eklenince; izleyiciye sadece, iki saatlik, içinde aşk, aldatma, savaş olan rüya gibi balenin keyfini çıkarmak kalıyor. Oyunun girişinde salona yayılan sis her ne kadar astımlılar konusunda sorun yaşatabilecek olsa da, son derece etkileyici.

Penthesilea- Nazmiye Kıratlı-Khozaashvili, Hipopolyte- Anna Goriashvili ve Antiope- Elif Ilgaz canlandırdıkları karakterlerin hakkını sonuna kadar veriyorlar. Theseus- Boğaçhan Bozcaada, İason- David Khozaashvili oldukça başarılılar. Fakat sertliği, estetik güzelliği ve erkek vurgusu üst düzeyde olan, son derece dinamik solosundaki başarısından dolayı Herakles- Barış Erhan'ı bir adım öne çıkartmak gerekiyor.

Aslında üzerine daha detaylı ve uzun bir yazıyı fazlasıyla hak eden Amazonlar sezonun en dinamik, en akıcı, hikayesini en doğru ve güzel aktarabilen bale gösterisi. Kesinlikle izlenmeli.

Seslerle Anadolu

Seslerle Anadolu, TRT'nin eski müzik eğlence programlarının formatını hatırlatan, ülkenin değişik yörelerinden türkülerin Opera sanatçıları tarafından yeni bir formla söylendiği, danslarla tadlandırılmış, seyircinin hem katılıp hem de beğendiği bir gösteri. Sevtaç Demirer'in sade dekorları ve kostümleri, O. Murat Yılmaz'ın ışığı formatın ruhuna oldukça uygun.

Sopranosundan basına, tenorundan altosuna tüm sanatçılar  her türküyü başarıyla yorumlarken aynı zamanda fıkır fıkırlar. Türküler ülkenin farklı yörelerinden seçilmiş ve kulaklara en aşina olanlar. Meddah tarzı bir anlatımla her performans öncesinde türkünün hikayesi ile ilgili bilgiler veriliyor;  anlatıcı, aynı zamanda da gösteriyi sahneleyen Mehmet Yılmaz tarafından...

Video görüntüleri hikayeleri destekliyor. Türk Müziği enstrümanları ile zenginleştirilmiş Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası mükemmel. Roman havasındaki danslar kusursuz, son derece lezzetli ve esprili... Özden Aktürk'ün koreografisi hoş... Fakat, tüm öne çıkardığım başarılara rağmen;  okul müsameresi hissiyatı yaratan akış planı, seçilen  türkülerdeki popülizm, araya serpiştirilmiş, izleyiciyi etkileyeceği açıkça belli olan şekerlemelerle seyirciyi tavlama anlayışı, bir türlü içime sinmiyor.

Salonu  eğlenceye zaman zaman katan, çoğunluğun fazlasıyla eğlenip mutlu olduğu, yer yer coştuğu, sanatçı performansları mükemmel olan bu gösteri,  geçişleri ve sunumu anlamında -bende- akıcı ve kalıcı olmayı bir türlü başaramadı. Dekorlar, ışık ve sahne performanslarına baktığımda eski televizyon günlerine hoş bir gönderme diyerek sevindim. Ama sahneleme konusunda, özellikle ritmi düşüren ara anlatımların, ifade edişin lezzetsiz, sıradan ve ilkokul müsameresi hali, altını çizdiğim popülist yaklaşım; çok sevdiğim, her zaman yürekten alkışladığım, her geçen gün üzerine koyan gösterilere, esprilere, hoşluklara zemin oluşturmuş bu sahneye ve SDOB markasına yakışmadı. Sanki bu marka altında değil de başka bir  alanda sahnelenmesi gereken, eğitim amaçlı bir gösteri olmalıydı diye düşündüm hep. Ya da sadece orkestra, danslar ve solistler olmalıydı sahnede. O zaman çok coşkulu, sıkıntısız, yüreğe taş bastırmayan, son derece lezzetli kelimeler dökülecekti klavyeden... adım gibi eminim.

31 Aralık 2010 Cuma

Yeni Yıl Konseri: O ne şenlikdi Allahım!

Bu şehirde yaşıyor olduğuma bir kez daha şükrettiğim şahane bir akşamdı. Aslında tüm konser boyunca, geceyi hangi kelimelerle yansıtabileceğimi düşünmüştüm. Bir sürü kelime içinden en çok "muhteşem"in, dünkü güzellikleri gerektiği gibi yansıtabileceğini sanmıştım. Gecenin her saniyesinde iç sesim, diken diken olup sürekli aynı nidaları atsa da, yine de sözcüğü ortamı anlatabilmek için yeterli bulamamıştım.

Geceyi anlatabilecek bir sözcük arıyordum. Yoktu...

Evet! Geceyi, dün gecede hissettiklerimi, tanıklıklarımı anlatabilecek, geceyle eşleyebileceğim bir sözcük benim lugatımda, dili kullanabilme becerilerim içinde yoktu. Çaresizdim...

Bu sabah dahi, Bitsy ile geleneksel sabah ritüelimiz süreci boyunca, dudağımın kenarındaki gülümsemeye yerleşmiş olan kocaman bir mutluluk, kocaman bir umuttu.. Dün geceki konserin her bir saniyesini yeniden yaşıyor, yaşadığım kentle benim, hatta ailemin tüm fertlerinin kurduğu bağ, ve yeri tartışılmaz sadakat üzerine düşünüyordum.

Evet! Biz bu şehirde yaşamayı çok ama çok seviyoruz. Oysa ki köklerimiz, kökenimiz bu şehirden değil...

Ata topraklarına yaptığımız yolculuklardaki mutluluğumuzun, gittiğimiz farklı farklı kentlerin tadlarının dibine vurmamızın temel sebebi, tıpkı şairin dediği gibi, buraya döneceğimizi biliyor olmak...

İnanın kelimelerle oynamayı bu kadar seven ben bile bu bağı, Samsun Devlet Opera ve Bale'sinin bu şehire kattıklarını, onu nasıl çoğalttıklarını anlatmayı beceremiyorum. Şu anki duygularım; derli toplu, kısa ve öz bir yazı olsun çabalarım nedeniyle önüne koymaya çalıştığım tüm setlerimi yıkıp geçiyor; tüm direnç noktalarım bir bir yıkılıyor. Bir konser yazısı yazma niyetiyle oturduğum klavyenin başında, hangi anı, hangi anın önüne koyacağımın şaşkınlığını yaşıyorum. Dün geceki muhteşem coşkuyu, şahane katılımcılığı, esprili sahneleri, her biri birbirini tamamlayan bir sürü güzel anı anlatabilmek arzusu yüzünden, kendimi tanıyamadığım kadar anormal ama aynı zamanda son derece coşkulu, şapşaşkın bir karmaşa içindeyim. Tüm duygularım aklımla, duvardan duvara çarpan ateşli bir oynaşmanın engellenemez, lezzetli, bi o kadar ahlaksız, en terlemiş, en çoşkun anlarını yaşıyor. Bir türlü toparlayamıyorum yazıyı... Öylesine muhteşem bir tad ki bedenimin her hücresini sarıp sarmalayan...

Emin olun, dün akşamın, yani şahane akşamın; o salonda bulunan -istisnasız- herkese yaşatığı lezzet ile o salonda bulunanların yüreklerinden çıkıp havada uçuşan, sonra birbiriyle buluşup kollektif bir haza ulaşan duyguları üzerine bir yazar; içinde sevinçler, coşkular, kahkahalar olan kocaman bir roman yazabilir. İnanın birisi de o romanı alıp, kamerayı konser salonundan hiç çıkarmaksızın, Brezilya dizilerinin ruhuna rahmet okutacak uzunlukta bir seri çıkarabilir. Ve bir kez daha inanın, o anları hiç yaşamamış, konser salonlarında hiç bulunmamış, klasik müziğe son derece uzak, en ücralardan bir televizyon izleyicisi bile dizisini izlerken, çayını höpürtedip, keyiften göbeğini kaşıyabilir...

Şimdi siz, bu yazıya bir şekilde ulaşıp da okuyanlar, belki de sanıyorsun ki müthiş bir tarafgirlik ve abartı var şuraya dökülen hissiyatımda... Ahh şu an ve dün gece, o muhteşem anları yaşarken içimden geçenlerin ne olduğunu bir bilseniz! Ya da ufacık da olsa bir kamera kaydını koyabilseydim şuraya, beni anlardınız.

Dün, onca konser izlemiş ben en çok; tanıdığım, sevdiğim her insanı ellerinden tutup getirmek, o salondaki şahaneliğe tanıklık ettirmek istedim. Şimdi tüm bu satırları yazarken bile öyle bir coşku var ki içimde, tarifi olanaksız.

Evet bir süredir yeniyıl 2011'i öteki yıllardan daha farklı bir heyecanla bekliyorum. Hayatımda bir yılbaşında ilk kez tüm zamanlarımdakinden daha coşkuluyum. İçimde, yeni yılla ilgili tarifsiz sevinçler var. Ve biliyorum ki; eğer ölümler ya da çaresiz hastalıklar olmazsa, benim ve kocaman ailem için şahane bir yıl olacak...

Evet bu yılbaşı, üç yakışıklı delikanlımız, üç üniversiteli sırığımız aramızda yoklar... Onlar bi başka şehirde biraya gelip kutlayacaklar yılbaşını... Biliyorum ki kızlar yine etraflarında pervane olacak... Ve çok iyi biliyorum ki; biz gerçekten bir birinin keyiflerinden, neşelerinden beslenen de bir aileyiz. Bu akşam ki masamızdaki sohbette en çok onları konuşacağız. İt duruşlarına tebessüm edip genç heyecanlarını okşayacağız. Hatta Facebook sayfalarına koyacakları fotoğraflarına, ailemizden face kullanan bazı büyükler " Maaşallah 3 silahşörler gibisiniz" benzeri yorumlar yazacaklar.

Sanmayın ki ben bu kadar yoğun duygular, umutlar, heyecanlarla abarttım konseri...

Evet! Konser gelecek güzel yılın müjdecisi, işaret fişeği gibiydi.

Evet! Ana yemeğin güzelliğini sinyalleyen şahane bir antreydi.

Evet! En küçük hücreme kadar hissediyorum ki şahane bir yemek önümüzde ve ona yıllarla biriktirilmiş, şapşahane bir şarap eşlik edecek...

Dilerim herkese; mutlu, ama çok çok mutlu, içinde bir sürü bonusun saklı olduğu, yollarınızın o bonuslarla kesiştiği, güleryüzlü, yeni, yepyeni bir yıl... Kutlu olsun efendim, gelip yazılarınıza yorumlar bırakamasak da hepinizi-tüm samimiyetimle söylüyorum ki- çok ama çok seviyoruz.

Haa! Konserin kendisi tabi ki tüm ayrıntılarıyla; kahkahalı anları, sürprizleri, romantizmi ve konseri birlikte izlediğimiz Tırtıl'ın incileriyle birlikte yarına yazılacak...

Valla...

Söz:))

30 Nisan 2010 Cuma

Dansın Ritmi

Bir izleyicinin mutluluğunu, izlediği temsilden aldığı keyfi en iyi yansıtan dışavurumun alkışlar, alkışlara eklenen "bravo" nidaları olduğunu göz önüne alırsak... Dün akşam, sezonun son prömiyeri Dansın Ritmi'nin izleyicilerinin sahnedekilerden daha çok yorulduğunu, bunun nedeninin de dur durak bilmeyen alkışlar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İnanın bu cümlede en ufak bir abartı yok. Sahnede ter döken oyuncudan daha çok ter döktü izleyici... Üstelik kendine zarar vererek... Hem birinci perdedeki Paquita'nın sonunda, hem her solonun ardında, hem de gecenin sonunda elleri kızarmamış, omuzları ağrımamış izleyici yoktu sanırım salonda... Dakikalarca süren bir alkış sağanağı vardı dün akşam.

Dünya dans günü çerçevesinde düzenlenmişti iki perdelik bu bale... Yine tamamı dolu bir salonda sergilendi gösteri. Paquita ve Bir Yaz Gecesi Rüyası seçilmişti; iki perdelik, Dansın Ritmi başlıklı bu gösteri için. İki farklı konseptteki her iki perde de keyifli dakikalar yaşattı izleyiciye... Birinci perdede sergilenen Paquita'ya hakim olan renk sıcaklıktı... Bir anlamda ders niteliği de taşıyan gösteri, bale adımlarından çeşitlemeler sunarken, solo olanağı tanıyan versiyonu sayesinde, başarılı solistlerin* her birinin danslarıyla zenginleştiriyordu kendini...

Bir öykü anlatma derdi de olan Bir Yaz Gecesi Rüyası'nın aksine Paquita, tümüyle danslarıyla öne çıkan ve bu anlamda izleyiciyi çok çok memnun eden bir bölüm oldu. Marius Petipa kareografisi üzerinden tek perdelik çok başarılı bir sahne uyarlaması yapan Zeynep Sunal Odabaşı, çok eğlenceli ve coşkulu bir ilk perde yaşattı seyirciye.
Filiz Dinç'in bordoya dönük kırmızıyı tercih ettiği pırıltılı perdeler ve tavana asılmış tek bir avizeyle oluşturduğu sade dekor, aynı zamanda görkem de yaratıyordu. Kıyafetlerdeki renkler, ışık ve dekor birbirleriyle şahane bir uyum sağlamıştı. Minkus'un dinlemesi keyifli ve kolay müziğinin neşeli haliyle bütünlenen tüm bu güzellikler, şahane bir keyif oldu izleyici için.

İkinci perdenin açılmasıyla arka sırada oturan kadın grubundan yükselen "aaa!" nidası, İsmail Dede'nin tasarladığı dekorun onaylandığını gösteriyordu. W.Shakespeare'in yazdığı, karaegrofisi Nugzar Magalashvili tarafından yapılan ve Medeia Magalashvili'nin sahneye koyduğu Bir Yaz Gecesi Rüyası, ağırlıkla ormanda geçiyordu ve tam da yazın gündönümünde yaşanıyordu olan biten... Gecenin rengini göz önüne aldığınızda, sık ve sahne boyu ağaçların turkuazı çok güzeldi. Sahneye düşen ağaç gölgelerinin arasından sızan ayışığının rengi yumuşacıktı. Ağaçların arasından çakan şimşek ve gecenin serinine vurgu yapan sis efektleri başarılıydı. Sihirlerin dağıtıldığı çiçeğin ışıkla simgelenmesi güzeldi. Yine İsmail Dede imzası taşıyan kostümler ve seçilen renkler şıktı.

Hikaye zaten güzeldi ve sergilenen tek perdelik gösteri, hikayesini anlatmakta başarılıydı. Kareografinin içine yerleştirilmiş şakalar ve oyuncu tavırları eserin mizahına vurgu yapıyor ve izleyicinin yüzüne tebessüm, hatta kahkahalar kondurmayı başarıyordu.

"Gecede kusurlar yok muydu?" derseniz. Evet, biraz yandaş bir tavrım olduğunu biliyorum. İzlerken gözüme çarpan detaylar olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Hatta bazı noktalarda şiddetle de eleştiriyorum. Ama salondan çıkarken, tüm oyun boyunca aklımda oluşan iniş çıkışlara baskın çıkan şey, güzellikler oluyor. Ben bir eleştirmen değilim. Ben izlediğim her gösterinin bende yarattığı duyguyu ve salonda yarattığı genel havayı yansıtmayı, o salondaki keyfin yansımalarını kelimelere dökmeyi severim. İsterim ki güzel olan herneyse, daha çok kişiye ulaşsın ve o güzelliğe onca emek koyanlar, tek beklentileri olan alkışlarda çoğalsınlar.

Bu gecenin eleştirebileceğim, hatta özellikle eleştirmek istediğim yönü ses düzeniyle ilgiliydi. Tüm insanlar görevlerini başarıyla yapmışlardı. Bir kusur aranacaksa ve bu gösteriye herhangi bir izleyici tarafından bir ceza kesilecekse bunun sorumlusu cihazlardı. Müziğin canlı ve bizim orkestra tarafından çalınıyor olmaması zaten başlı başına bir dezavantajdı. Ama salona yayılan sesin metalik hali beni zaman zaman rahatsız etti. Özellikle kemanlar ve diğer yaylıların öne çıktığı anlarda hoparlörlerden gelen sesler, resmen tırmaladı beni. Belki de şahane orkestramızın, onun çok değerli ve gencecik elemanlarının doyumsuz çalışlarına alışkın kulaklarımızdı buna sebep, bilmiyorum.

Hatta, sadece o kısmı yani sesin bende yarattığı algıyı öne çıkarıp bir eleştiri yazsam kurmayı düşündüğüm paragrafın ilk cümlesi şuydu: Bir sinema salonundaki gibi...

Paquita'nın müziğinin daha kolay dinlenebilmesi ve en klasik müzik sevmeze bile kendini sevdirebilecek özellikler taşıyor olması, sahneye konma şekli itibariyle bir hikayeyi takip etmek zorunda bırakmaması, tümüyle dansların önde olduğu daha ritmik ve akışkan bir kurgu üzerinden ilerlemesi, ilk perdede çok da olumsuzluk duygusu yaratmadı; sesin duyulma biçimi anlamında... Ama bir öyküyü de anlatma derdi olan ve Mendelsshon'un müziğinin daha derin ve farklı ritmler de içeren bir zenginlikte olması nedeniyle, şahsen benim aklım bazen sahneden müziğe kaydı, Bir Yaz Gecesi Rüyasında... Ses çok öne çıktı ve sanki yer yer sahneye fon olmaktan ziyade baskın bir hal ortaya koyarak, ayrı gayrılık duygusu yarattı bende... Burada anlatmak istediğim şey sesin yüksekliği anlamında bir sorun değil, tonu anlamında bir sorundu. Belki de benim kulağımın oluşmuş algısındaydı sorun, müziği daha yumuşak ayarlarla dinlemeyi seviyordum. Üstelik, ekolayzerin orta kısmındaki düğmelere yaşamım boyunca hep soğuk durmuştum.

Zaman zaman dansların ve sunulanların güzelliğine kapılıp müziğin kulağıma takılan halinden uzağa düşsem de sahneye ilgim azaldığı anlarda, sesin bu haline dikkat kesilmeden duramadım. Zaman zaman da, bir televiyon ekranı var karşımda ve gelen sesler ekrandaki oyuncuların ağzından değil de yandan bir yerden geliyormuş gibi, ya da sanki bir başka yerde müzik çalıyormuş da insanlar bu sesin üzerine dans ediyormuş gibi, bir benzetmeyi eleştirel bir yazıya yerleştirmek fikrine kapılmadım dersem yalan olur. Şimdi bunları buraya yazmış olmam yazdım sayılmaz ama.. dedim ya duygularımla ifade etmeyi seviyorum yazılarımı diye, işte bu cümleler o kontenjandan bir ifade ediştir.

Tüm bu haller, sahnede sergilenin başarısını gölgeler mi? Tabii ki hayır. Tek tek baktığınızda dekorundan kostümüne, balet ve balerin başarılarından ışığa kadar herşey mükemmeldi. Seyirci coşkuluydu. Opera ve balenin tüm çalışanları her zamanki gibi cıvıl cıvıl ve güleryüzlüydü. O günkü oyun listesi, karakter isimleriyle birlikte yazılmış ve izleyici kimi izlediğini bilme anlamında bilgilendirilmişti. Yani, sezon başından beri altını çizdiğim anlamdaki başarısını yine devam ettirmişti, tüm Samsun Devlet Opera ve Balesi çalışanları ... Ve herşeyden önemlisi benim öne çıkardığım bu detay bile sorun yaratamamış, bu kentin şanslı izleyicileri yine çok keyifli bir gece yaşamışlardı. Şanslı izleyiciler de kendilerine bu keyfi yaşatan sanatçıların koyduğu emeğe ve gösterinin güzelliğine duyduğu memnuniyeti en güzel şekilde ifade etmiş, tam anlamıyla alkışa boğmuştu Samsun Devlet Opera ve Balesini... O zaman bana ne oluyordu ki.. eleştirdiğim durum göreceliydi ve benim dışımdaki herkes de bu tonda dinlemeyi seviyor olabilirdi.

Yani gece yine ve gerçekten muhteşemdi.

Bir de küçük dedikodu eklersem yazının sonuna, derim ki; balerinlerden birinin kıyafetinin etek ucundan ip sarkmıştı aşağıya, kiminki olduğunu söylemiyorum ama.

*Gece toptan bir başarıydı ve bu nedenle yazı içinde tek tek balerin adı ve balet adı vermedim. Gecenin kadrosu şöyleydi: Sülün Duyulur, Ekatarina Chubinidze, Ilgaz Erdağ, Arzu Kaya, İpek Özgüncü, Nazmiye Kıratlı, Merve Gürer, Damla Oktay, Elvan K. Eren, Zeynep Bengier, Buse Öztemiz, İdil Şengül, Lasha Khozashvili, David Khozashvili, Orçun Önal, Orkun Baydoğan, Y.Emre Örgüt

Ve, ışığıyla tüm bu güzellikleri parlatan: Oğuz Murat Yılmaz



.

30 Mart 2010 Salı

Kontes Mariza

Bileti aldığım ilk günden beri heyecanla beklediğim bir akşamdı. Çok keyifli bir gece olacağı konusunda beklentim oldukça yüksekti. Sezon başından beri takipçilerini hiç yanıltmayan, her gösteri sonrasında seyirciyi mutlu mesut salondan uğurlayan Samsun Devlet Opera ve Balesi sanatçılarına güvenim tamdı. Çok keyifli bir sezon geçiriyorduk. Kontes Mariza konusunda içimi en çok kıpırtadan, bana gün saydıran, çok ama çok beğendiğim afişi olmuştu. Özellikle, bütünüyle bir şölen olan "Mevlana -Çağrı"nın (bence) gösterinin güzelliğine hiç yakıştıramadığım afişinde kullanılan renklerden sonra...

Her zaman; kitapları, plakları ve cd'leri kapaklarına bakarak satın almayı severim deyip, onlar da beni hiç yanıltmazlar diye eklerim ya! İşte Kontes Mariza böyle bir operetti. Özellikle ikinci perde, sonrası ve finalde yaşadığım keyif, süreç boyunca aklımdan geçenler, gösteriden kalan lezzet, bahar yağmurunun ıslattığı gecede yürürken daha da çoğalmıştı. Kontes Mariza, bir kez daha seyredilme arzusu uyandırıyordu insanda... Bence, bu sezonun en güzel gösterisiydi. Buradan, sakın ötekileri daha aşağıda gördüğüm anlaşılmasın. Belki de yazının ilerleyen bölümlerinde sözünü edeceğim nedenlerden oluştu bu hissiyatım. Okuyup görececeğiz...

Yine dolu bir salondu... Dün gece oyunun galası olmasının bunda etkili olmadığının altını çizeyim.

Salon kapıları açılıp da içeri girildiğinde göze çarpan dekorun seyircide yarattığı etki; seçilen renklerin, bir salonu kısa ve öz simgeleyen koltukların, gerekli sahnelerde aynı dekoru başka mekanlara çevirmeyi başarabilen detayların ne kadar doğru düşünülüp uygulandığının kanıtıydı.

Dekorun oturtulduğu platformun dönmesiyle öne gelen iki oda ve o iki oda da yaşananları ışığı kullananarak birbirinden ayırma uygulaması çok güzeldi. Öyle bir dekor uygulamasıydı ki; o an hangi konsept yaratılıyorsa oyunda, dekor da o ana uygun bir mekan halini alıyordu algınızda. Alev Tol'du bu başarının altındaki imza...

Ve Sevtaç Demirer: Sanki bir defiledeydik, ilkbahar-Yaz kolleksiyonu sergileniyordu ve karaeografi bir davet şeklinde düzenlenmişti. Çok güzel bir müzik seçilmiş, danslarla zenginleştirilmiş, merdivenlerden inilen bir salon fon yapılmış, biz de podyumun kenarlarında oturmuş, pastel pembeler, pastel sarılar, morlar, maviler ve ekrularla bezenmiş birbirinden güzel kıyafetleri izliyorduk. Yani olağanüstü kelimesi anlatabilir mi; şık şapkalar ve aksesuarlarla desteklenmiş kostümlerdeki güzelliği ve başarıyı, bilmiyorum. Kontes Mariza'nın, sadece dekor kostüm uyumundaki başarısını alıp bir kenara koysanız, onu öne çıkarıp sadece oradan baksanız, sadece o bakış açısıyla izleseniz oyunu, diğer kısımları sizi ilgilendirmiyorsa bile memnun ayrılırsınız salondan.

Ve Neslihan Öztürk: Bale, modern dans, kankan... Hepsi, çok güzel harmanlanmıştı tüm güzelliklerin içine; asla kasmayan ve kasılmayan, son derece yumuşak ve naif, ritmik jimnastik ya da asker düzeni bir disiplin ve kusursuzluk kaygısı taşımayan kareografisiyle muhteşem bir katkı sunuyordu oyuna. Oyuncuların danslarındaki ufak senkronsuzluklar, kanımca bilinçli bir seçimdi ve böyle de olmalıydı. Oyunun genel doğallığını, seyirciyi hiç kasmayan samimiyetini ve sıcaklığını öne çıkaran ögelerden biri de bu nüansdı... Romantizmin bütün simgeleri, şirin bir anlatımla yedirilmişti ikili dans sahnelerine... Hüzünün, neşenin, aşkın dansları o kadar başarılı geçişlerle yerleştirilmişti ki kareografinin bütünlüğüne, bu başarı, oyunun genel akışkanlığına olağanüstü bir destek veriyordu.

Hikaye güzeldi, mizahı yerindeydi, neşeliydi ve müzikleri muhteşemdi. Macar topraklarından çıkarda içinde çigan olmaz mıydı? Hepsi vardı. Budapeşte'den başlayıp Viyana üzerinden Paris'e uzanmış Emmerich Kalman'ın(1892-1953), tüm bu yörelerin tınılarını kullandığı muhteşem bir müzik üzerinde oynanıyordu Kontes Mariza. Bazen gözlerimi kapatıp sadece bu keyifli müziği dinledim. Yazı ilerledikçe farkediyorum ki Kontes Mariza, onu bütünleyen her ögenin kendi başına başarılarının çok güzel harmanlanmasından ortaya çıkan çok başarılı, çok samimi, hiç kasılmayan şahane bir gösteri. Tüm bu güzellikleri derleyip toparlayıp bir araya getiren, bu mükemmel uyumu yaratan Rejisör Kenan Korbek için de; lütfen ayağa kalkarak bir alkış...

Ve... ve... ve... Eda Bingöl. Nam-ı diğer Kontes Mariza: Bu ne alım, bu ne fettanlık, bu ne sempatiklik, bu ne romantizm! Bu ne neşe, bu ne zarafet! Bu ne.. bu ne.. bu ne sayılarını çoğaltarak, "bir sürü kadın halini bir bedene sığdırmak nasıl bir yetenek Eda Bingöl ?" diye sorası geliyor insanın. Bütün bu hallerin seslerini yaratarak bir birinden güzel şarkılara hayat vermek, bütün o halleri danslara katmak, yine bütün o hallere oyunculuk eklemek ve hep sevimli olmak... Bu adı not alın ve yakaladığınız yerde izleyin! İleride bir gün, "ben bu sopranoyu izlemiştim" demek için.

Ve Tassilo- Onur Polat: Orkestranın sesinin sanatçıların sesinden bir miktar yukarıda kalarak baskın çıktığı ilk perdede bile (belkide kadın sanatçılara göre daha önde söylediği için şarkısını) sesini duyurmayı başarıp kelimeleri anlaşılır kılan muhteşem tenor. İlk perdenin bu küçük aksaklığı dolayısıyla karakterleri, algısında bir yerlere oturtmakta güçlük çeken izleyiciyi ilk ele geçiren performansın sahibi. Özellikle, kalabalığa katılmayarak bahçede kaldığı bölümde olduğu gibi; her hüzünlü anında, kemana teslim olarak söylediği şarkılarda doruk yapan güzel sesli kişi.

Lisa da Esra Çetiner, Popelescu da Şahan Gürkan, Zsupan da Bilal Doğan, Stephan da O. Onur Özcan, Tschekko da Özgün Şengül, Prenses Bozena da Tuba Akın, Penizek de Mehmet Erkoç ve Manja da Seda Ortaç muhteşemdiler.

Aslında, ilk perdede açıkcası karamsarlığa kapılmıştım. Orkestranın baskın hali, şarkıların sözcüklerini seçmekte zorluk yaratıyordu. Bir an, acaba bende mi sorun var diye düşündüm. Sonra, arka tarafımdan gelen konuşmadan yansıyan sözcüklerden kusurun bende olmadığını anladım. Birinci perdenin sonunda düşüncemi yanımda oturan genç kızla paylaştığımda, onun da aynı dertten muzdarip olduğunu fark ettim. Kontes Mariza'nın dekor, kostümler, renkler, şarkılar, oyunculuklarla yarattığı başarılı atmosferinde, bir ufak baharat eksik kalmıştı sanki. İçimde, şikayet eden biri türemişti, eksik kalan bir şeyi tamamlamaya gayret ediyordum sürekli. Yoksa, beklentilerimi yüksek tutmamın bedelini mi ödüyordum? Bu umutsuzlukla ilk kez kendimi bir oyun arasında, 1. perdenin sonunda fuayeye attım.

İkinci perdenin başında ısınırken ve şefi beklerken orkestra, çıkan seslerden bir şeylerin değiştiği anlaşılıyordu. İkinci perdenin ilk saniyesinden itibaren, öylesine kusursuz, öylesine dinamik, öylesine lezzetli bir gösteri vardı ki; kelimenin tam anlamıyla nefessiz kaldık. İzleyici olmaktan çıkıp oyunu yaşadık. Sürekli artan bir hayranlık, bir memnuniyet hakimdi salona... İlk perdedeki, ilgisi yer yer sahneden uzaklaşan izleyici gitmiş, kovsanız koltuğunu terk etmeyecek bir izleyici gelmişti yerine. 3 gün 3 gece sürse oyun, kimsenin şikayeti olmazdı. Öylesine bir taddı. İlk perdedeki serzenişlerinden, şımarıklığından utandı izleyici. Bütün salon, aynı ruh halinde nefes alıp veriyordu. İçten bir saygıyla kopup gelen alkışlarıyla gösteriyordu memnuniyetini. Burada bir küçük parantez açmam gerek, seslenmezsem çatlarım çünkü. Ön parterde oturan ve gece dolayısıyla muhtemelen protokolden olan ahali; bir dahakine nazik popolarınızı kaldırıp da ayakta alkışlayın lütfen...

Ve ışık... Sanki bir oyun listesinin en normal insanıymış gibi görünür hep. Tüm emeklere alkış kıyamet koparken, onların değeri ve önemi anlaşılmaz sanki... Oysa, bir insanı överken, onun güzelliğini vurgularken, en çok kullandığımız cümle şu değil midir? Öyle bir ışığı var ki!
O zaman, O. Murat Yılmaz'a kocaman bir alkış, bu güzel gecedeki bütün güzellikleri ışığıyla anlamlandırdığı için...

Marcus Baisch, yine en çok alkışı alan ve izleyicinin kopmasına neden olan kişiydi. Orkestra her zamanki gibi muhteşemdi. İlk perdedeki durumla ilgili eleştiri kötü çaldıkları anlamına gelmesin sakın. Çünkü gece, gerçekten muhteşem bitti.


*Cast'da varsa bir eksik ya da yanlışlık, tüm sorumluluk; günlük cast listesi yayınlamayıp, sadece fotoğraflarla yetinen ve izleyiciyi uğraştıran SDOB'a aittir, duyurulur:))

12 Mart 2010 Cuma

Saraydan Kız Kaçırma

Sonda söyleneceği baştan söylemek gerekirse, yine muhteşem bir geceydi. Seyirci de zaten alkış ve çığlıklarıyla ortaya koydu yaşadığı anın keyfini... Pazartesi gününün meşhur sendromunun gazını alarak güzel bir haftaya yolculadı tüm salonu, Devlet Opera ve Balesi sanatçıları... Eserin, içinde diyaloglar da barındıran neşeli ve sonu mutlu biten bir opera(singspiel) olmasının yanısıra... Konunun İstanbul'da geçmesinin, bize yakın karakterleri içinde barındırmasının, Mozart'ın Türk dinleyicinin kulağına en aşina besteci olmasının seyirci üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu düşünsek de; o gece, tüm bu referansları aşan bir büyü vardı salonda. Perdenin açılmasıyla birlikte özellikle kadın izleyiciden yükselen "a..aaa!" nidası, dekorların başarısını onaylıyordu. Sahne arkasındaki dev perdeden yansıyan mutedil dalgalı denizle tamamlanmış olan dekor etkileyiciydi. Oyunu daha da canlı ve renkli kılan başarılı kostüm uyarlamalarının altındaki imza Aydan Çınar'dı. Saltanat kayığının, dalgalı deniz görüntüsünün önünden saraya gelişi tüm dekorla uyumlu bir güzellik sergilerken, yarattığı sahicilik, çok başarılı ve hoştu. Ufak oynamalarla sarayın içi ve dışını aynı sahnede yaratabilmek ve onca şıklığı seyirciye benimsetebilmek önemli bir başarıydı. Oyunun, dolayısıyla oyuncuların performanslarını parlatan bu uyarlamaların altındaki imzanın sahibi Filiz Dinç; başta kadınlar olmak üzere seyirciden hakettiği karşılığı, perde aralarındaki fısıldaşmalara hakim olan takdir cümlelerinde fazlasıyla alıyordu. İki soprano, Zerrin Karslı(Constanze) ve Esra Erdoğan(Blondchen) olağanüstüydüler. Kısa bir süre önce dünyaca ünlü soprana Otelia Ipek'i izlemiş izleyicinin ona verdiği değeri gördüğümde -Türk insanının bizden olmayanı abartma ve kıyas duygusunu da göz önüne alarak- ana karakter Constanze'yi canlandıran Zerrin Karslı için endişelenmiştim. Özellikle, ikinci perdede ayışığının vurduğu balkonda söylediği hüzün yüklü aryada o kadar etkileyiciydi ki; şarkıyı bitirdiğinde, izleyicinin dünyaya dönmesi epey zaman aldı. Sihirbaz Oz'un başarılı Doroty'si Esra Erdoğan, 'bak sen ne çabuk da büyüyüp operalarda oynar olmuş' şirinliğinde çok başarılı bir Blondchen karakteri yaratırken, etkileyici sesiyle birbirinden güzel şarkılarda alıp götürdü izleyiciyi... Tenor Ari Edirne yine başarılı bir performansla Pedrillo'yu çok iyi canlandırıp karakteri sempatik kılarken, muhteşem sesiyle de keyifli dakikalar yaşatıyordu. Sevgilisini arayan Belmonte- Erdem Erdoğan hem karaktere tam oturuyor, hem bir aşığın hüznünü, hem de kavuşmanın sevincini sesine başarıyla yansıtarak, birbirinden güzel şarkılara imza atıyordu. Neden adam gibi (günlük) bir cast listesi hazırlamazlar da sadece panoya koydukları fotoğraflarla yetinirler serzenişinde bulunarak yetkili kişilere... Şu an adını hatırlayamadığım -Osmin karakterini oynayan- baritonun da ortaya koyduğu performansla, Kamelyalı Kadın'ın konuk oyuncusu Georgio Cebrian'ın izlerini silmeyi başararak, izleyiciden en çok alkışı alanlardan biri olduğunun altını çizmem gerekiyor. Aslında tek tek anlar ya da kişilerden bahsetmektense, bütünü üzerine daha çok konuşulması gereken bir gösteriydi pazartesi akşamı sergilenen... Sanki performanslardan ya da görsel ögelerden biri düşük ya da eksik kalsa, finaldeki seyirci çoşkusu da bunca renkli ve toptan olmazdı gibi geldi bana. Akışkan bir öykü üzerine Flavio TREVISAN tarafından öylesine dinamik ve güzel uyarlanmıştı ki eser; her anıyla, hiç teklemeyecek ve ritmi düşürmeyecek canlandırmalara ihtiyaç duyuyordu. Marcus Baisch yönetimindeki muhteşem orkestramız başta olmak üzere tüm sanatçılar ortaya koydukları alçak gönüllü, samimi ve kollektif uyumla bunu başarmakla kalmayıp bir adım öteye taşıyorlardı eseri. İkili, üçlü, dörtlü şarkıların olduğu bölümlerde türe yabancı olan müzikseverleri bile etkilemeyi başararak, operaya ve şarkılarına uzak izleyicinin önyargılarını kırıyorlardı. İlk kez opera seyredenleri bile operasever yapmayı başaran Samsun Devlet Opera ve Balesinin bu başarılı gösterisinin; bu yıl 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi çerçevesinde düzenlenecek 1.İstanbul Uluslararası Opera Festivali'nde yer alan yedi eserden biri olarak 19-20-21 Temmuz tarihlerinde Yıldız Sarayı'nda sahneleneceğini de, özellikle İstanbul'lu sanatseverler için hatırlatmak isterim.

7 Mart 2010 Pazar

Bir Konser Teması Üzerine Çeşitlemeler...

Baterinin müthiş bir solo yaptığı Görevimiz Tehlike dahil bir çok film müziği ile birlikte özenle oluşturulmuş repertuarı dinlerken, bir yandan da kendi -klasik- müzik serüvenimi düşünmüştüm. İlk klasik müzik konserine gidişim tamamıyla tesadüftü... Aynı apartmanın çocukları olarak, hiçbir sınıfsal ayrım yapmaksızın, şahane bir arkadaş grubu oluşturmuştuk. Zaten oturduğumuz ilk ve tek apartman olarak anılarımda derin izler bırakmasının nedeni; binanın, dış kapısıyla öteki dünyadan ayırıyor olmasıydı bizi. O kapıdan girdiğimizde, kapıcı dahil 16+1 daireli bir apartmana değil de 17 odası olan bir eve giriyoruz hissiyatına kapılırdık. Geniş girişi, biz çocukların lokali gibiydi... Merdivenlere oturur, sohbet eder, yer karolarının izlerini çizgi yaparak pinpon raketi ve toplarıyla tenis(!) oynardık. Kocaman camlarıyla dışarıyı içeri taşıyan kapımız, aynı zamanda, sıcacık mekânımıza insan ve kar manzaraları sunardı.

O gün de her olağan gün gibi lokalimizde toplanmış, sohbet ediyorduk. Akşamın işten dönüş saatiydi. Evlerine dönen büyükleri karşılıyor, selamlaşıp sohbet ederek onları dairelerine yolluyorduk. Henüz yemek için çağrılma vakitlerimiz gelmemişti. Merkez Bankası'nda çalışan, dersler konusundaki danışmanımız Şaduman Abla kapıdan girdiğinde, yaşamımıza çok şey katacak anlardan birinde olduğumuzun farkında bile değildik. O, çantasından bir sürü davetiye çıkarıp bize uzatarak, "Çocuklar cumartesi akşamı Konak Sineması'nda konser var, işte davetiyeleriniz," dedi. E konser kulağa hoş gelen bir ifadeydi ve benim algımdaki hali, bazı hafta sonları halamla birlikte gittiğimiz kapalı spor salonuna gelen sanatçıları ve grupları izlemekti. Müziği, pop ve rock olmak şartıyla seviyordum. Türk Sanat Müziği de, türküler de tıpkı klasik müzik gibi bana ırak şeylerdi. Çocukluğumun hızıyla bağdaştıramadığım için dinlemeye tahammülsüzdüm.

Cumartesi akşamı, sekiz çocuk elimizde davetiyelerle sinema salonuna girdiğimiz anda sanki yabancı bir ülkeye ilk kez gelen az gelişmiş ülke vatandaşları gibi kenetlendiğimizi hatırlıyorum. Tamam! Sinemalara insanların süslenip püslenip geldikleri dönemlerdi ve ailemin abone olduğu cumartesi 18 seansındaki filmlerin ilk gösterim gecelerine zaman zaman, eksik olanı tamamlamak adına katıldığım için, gala gecesi şıklığına alışıktım. Ama bu alem başkaydı! Sadece dönem filmlerinde gördüğüm salonlardaki ihtişama yakın bir durum vardı ortada... Ve biz, tüm alışkanlıklarımızın ve günlük hayatımızın dışı bir yere ışınlanmıştık sanki... Koyu renk takım elbiseli, papyonlu erkekler ve yine koyu renk giysili pırıltılı kadınlarla doluydu her taraf... Sahnedeki insanlar da benim izlediğim konserlerdeki sanatçılara hiç benzemeyen bir duruştaydılar. Kısa bir süre sonra herkes sustu ve işkencemiz başladı. Radyoda duyduğum anda başka kanala kaçtığım müzik çalıyordu. İlk andan itibaren kocaman bir hayal kırıklığı ve sıkıntı basmıştı hepimizi... Daha beşinci dakika dolmadan, kıkırdamalarımız ve kurtlanmalarımız etrafı rahatsız eder bir hale bürünmüştü. Kocaman bir ciddiyetin ortasında aykırı otlar gibiydik. Müziğin durduğunu sandığımız bir ara dışarı çıkmak için hamle yaptık, yanımızdaki amca çıkamayacağımızı söyledi. Konserin birinci bölümü bitene kadar neler çektiğimizi anlatmaya blog yetmez. İlk yarı biter bitmez kendimizi sokağa attığımızda yaşadığımız ferahlamanın bir örneği daha yoktur, hayatlarımızda...

Bu olaydan bir kaç yıl sonra, biraz daha büyüyüp militanlaşmaya başladığım yıllarda; her gün önünden geçerken vitrinlerine bakmaktan kendimi alamadığım plakçı dükkanlarından birinin vitrinindeki bir uzunçaların kapağı dikkatimi çekti: Hem üzerindeki fotoğrafın tadı, hem de renkleri göz alıcıydı. Hızla eve gidip, o plağı almak için gerekli para konusunda birini ayartmam gerekiyordu. Öğle yemeğine gelmiş olan babaya kestim faturayı ve sofraya bile oturmadan koştum plakçıya... Hiç tanımadığım ya da bilmediğim birilerinin kitap ya da CD'lerini almayı çok severim. Çünkü karşılaşacağımın ne olduğunu bilmemek hoşuma gider. Keşfetmeye bayılırım. Bu nedenle hiç dinlemeden sardırıp plağı, çıktım oradan... Merakın soluk soluğa adımlarıyla girdim kapıdan içeri... "Sofraya gel!" çağrılarına kulaklarım kapalı, oturdum pikabın başına... Çıkardım albümü, koydum pikaba... İlk parçanın girişi muhteşemdi. Aklımdan geçen "Queen tadında birileri bunlar,"dı. Bohemian Rhapsody'nin patladığı yıldı ve senfonik rock denen şeyi yeni yeni öğreniyorduk.

Bir an öncenin telaşında ve merakını giderme gayretindeki ben, şarkıları atlattıkça, yüzümün rengi değişiyordu. Bazı müziklerde şarkı söyleyen erkek ve kadın seslerini duydukça; yanlış tahtaya bastığımı anlamıştım. O anki hüsranım, dağları taşları yıkar geçerdi. Öylesine bir pişmanlık çökmüştü içime... Albüm Edward Grieg'in Peer Gynt müziklerini içeriyordu. Sadece Anitra'nın Dansı'nının giriş bölümü dikkatimi çekti. Sadece o kısmı dinliyordum. Bir günden bir güne tamamını dinlemedim. Her niyetlenip kendimi şartladığımda ve inatla direneceğim ve baştan sona dinleyeceğim, dediğimde bile başaramıyor, alıyordum pikaptan plağı..

Ama günlerden bir gün, şu an oturduğumuz eve taşındığımızda -ki TRT, fm bandından yayına daha yeni başlamıştı- camın önünden dışarıyı seyrediyordum. Şahane bir beyazlık yavaş yavaş kaplamaktaydı yeşil örtünün üzerini... Dışarıdaki soğuğu daha da anlamlı kılan şefkatli bir sıcak üfleniyordu kaloriferden yüzüme doğru... Başlayan programda, yumuşak sesli bir kadın, çalacakları eseri anlatıyordu. Karın yağışının hızından tutun da soğuğa kadar pek çok mevsimsel özelliğin resmini çiziyordu cümleleriyle.* Sunucunun anlatımı bitip müzik başladığında, dışarıda yağan karın ritmi, beyazlığın üzerine konan sığırcıkların hali ve manzaranın bütünüyle çalan müzik arasında kurduğum bağ, hayatımın dönüm noktası oldu. Farkettim ki o gün, klasik besteciler bir hikâyeyi, bir durumu, bir ânı resmediyorlar. Onlar, fırça yerine notaları kullanıyorlar.

O gün, tüm ön yargılarımın yıkıldığı gündü. İlk işim gidip Faruk Yener'in Müzik Kılavuzu adlı kitabını almak oldu. Artık televizyondaki pazar konserlerinin sıkı bir takipçisi olmuştum. Kitaptan bilgileniyor, hatta konser sırasında kitabı yanıma alıyor ve eserin neyi resmettiğini öğreniyordum. Bütün bunların sonucunda bir klasik müzik aşığı olmadım; ama severek dinlediğim müzikler kervanına bir tür daha eklenmiş oldu. Ayrıca, bilmeden öğrenmeden bir şeyi sevip sevmemeye karar vermemem gerektiğini öğrendim. Sonra Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği ile de barıştım. Her şeyden önemlisi; o ilk konserde dışarı çıkmamıza izin vermeyen amca, gerçek sanatın ve emek denen şeyin ne olduğunu zaman içinde anlamama sebep oldu. O salonda ne olursa olsun kalmak, sahnedeki insanların verdiği emeğe saygı adına gönüllü bir mecburiyetti.


Bütün bunları şahane orkestramızın bu yılki yeni yıl konserini izlerken düşünmüştüm. İçinde bulunduğum salonun görkemine bakmış, o sinema salonunun küçücük sahnesini hatırlamıştım. Binaya girerken hediye olarak verilen küçük kadife kesecikleri uzatan Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin Noel Baba kıyafeti giymiş kızlı erkekli çalışanlarının iyi yıllar dileyen karşılamasıyla ısınmıştım. O günkü konserin atmosferinden yola çıkmış, günümüzdeki katılımın yaş gruplarına mutlu olmuştum. Çok güzel bir kültür merkezine sahip güzel bir kentin şanslı insanı olma halimi sevmiştim.

Yeni Yıl Konseri'nin finalinde çalınan Jingle Bells'e izleyicinin coşkulu katılımını daha da renkli kılan balon ve konfetilerin arasından neşeyle dışarı çıkarken, yüzümü okşayan şefkatli soğukta son bir özet yapmış, elimi attığım cebimdeki kırmızı kadife keseciğin içinden çıkardığım nazar boncuğunu, güzel binamızın bahçesine savurmuştum.


*Anitra'nın Dansı-Edward Grieg

*Sunucunun bahsettiği eser; Vivaldi'nin mevsimlerinden kış idi.


23 Şubat 2010 Salı

MEVLANA "ÇAĞRI"

Bazen yazarken, insan nereden başlayacağını şaşırır. Özellikle farklı ve izi derin bir lezzetin aktarımında kafanız fazlasıyla karışır. O kadar büyük bir zenginlik, o kadar coşkulu bir taddır ki ruhunuzda kalan, bütünlüğün içindeki anların hangisini öne koyacağınızı bilemezsiniz, kıyamazsınız.

O anlar bütününün bazı anlarını eleştirseniz de, bazen sıkılsanız da, duygularınızın yoğunluğu, tüm o olumsuz bakışlarınızı süpürüp yaşamın denizlerine döker. Ve siz, ruhunuzda kalanların çoğaltımıyla zamanın kumbarasına atarsınız anlar bütününden biriktirdiklerinizi...

Çağrı'nın finali; tam da ifade etmeye çalıştığım ruh halini yansıtan, mutluluğu, memnuniyeti, şahane bir 95 dakika yaşatan sanatçıların emeğine duyulan saygıyı, huzur dolu duyguların saflığını, yüreklerden kopup gelen 'bravo'ları, sanatçıyla izleyiciyi bütünleştiren alkışları tümüyle içinde barındıran kocaman ve şahane bir fotoğraftı.

Oyun çıkışında; ilk canlı bale gösterisini izleyen, bir dönem baleye de bulaşmış olan, böyle bir gecede eşlik etmesinden onur duyduğumuz ünlü ressam Naz Özsamsun'a ne düşündüğünü sorduk. LA PARAGAS dışında hiç bir medya kuruluşuna demeç vermeyen sanatçı Naz Özsamsun, bazen durağan gelse de gösteriyi çok beğendiğinin altını çizdi. Birbirinden değerli resimleri sanat dünyamıza kazandıran sanatçının görsel kalitesini bildiğimiz için; ışık, kostümler, dekorlar uyumunu değerlendirmesini de istedik. Dilinden dökülen tek bir kelime, uzun cümleler kurularak ifade edilemeyecek bir özeti yapıyordu: Bayıldım.

Mevlana, bu topraklarda yüzyıllarca sonra bile bu kadar güzel anıldığı için gurur duyardı denilesi gösteri; Samsun Klasik Türk Müziği Korosu Orkestrasından dört sanatçının sahnenin yan tarafında kendileri için düzenlenmiş bölümde yerlerini almasıyla başladı. Özel tasarlanmış kıyafetleriyle çok hoş bir görüntü sergileyen sanatçıların keyifli giriş müziği; vurmalıların, elbette kudümün ritmi üzerine üflenen neyin ve udun muhteşem tınılarıyla harika bir konser tadı yaşattı salona...

Ortalığın birden ve tümüyle karanlığa gömülmesiyle ön perde açıldığında, üzerimize doğru gelen beyazlıklar, iri taneli bir tipiyi çağrıştırıyordu. Olağanüstü güzel, çarpıcı ve gittikçe yükselen bir ritmle salona akan kar beyazların arasından seçmeye başlamıştık ki semazen görüntülerini, bir anda duruverdi herşey... Video görüntülerin aktığı perde kalktığında ortaya çıkan ve sahnenin tümüne hakim olan aydınlık, hoş motiflerle bezenmiş şeffaf perdelerden oluşturulmuş mekanla yaratılan konsept, içindeki müritlerle birlikte evreni ve dergahı simgeliyordu.

Zaten gösterinin geneline bakıldığında simge kulanımının beden diliyle nasıl güzel birleştirilmiş olduğunu seziyordunuz. Ara ara Mevlana felsefesinin ana cümleleriyle de desteklenen gösteri, konuyla derinliğine ilgisi olmayanlara bile dans ve müzikle anlatabiliyordu hikayeyi... Zaten yeniden doğuşa vurgu yapan şeb-i aruz la başlamıştı herşey.

Can Atilla'nın zaman zaman elektronik ögeleride de kullandığı ve farklı ritmlere sahip temalarla bütünlediği müziğine dörtlünün canlı katkısı, ortaya şahane bir müzik ziyafeti çıkarıyordu. Şems'in ardından, yaşanan yalnızlığı vurgulayan, ana müziğin sustuğu, Mevlana'nın neyin sesine sığındığı sahnede, dörtlümüzün performansı müthişti.

Dünyevi aşkla, yüce aşkın alevler içinde anlatıldığı sahnedeki lazer kullanımı, itfaiyeyi arattıracak nitelikteydi. Son derece çarpıcı ve ışıltılı renklerin kullanıldığı ve nefsi simgeleyen sahnelerde fon olan elma ve onu elinde tutan kadın görüntüleri çok güzeldi.

Her olan biteni anlatma isteğim yüzünden kafam o kadar karışıyor ki, neyi öne koyacağımı şaşırıyor ve bir türlü toparlayamıyorum yazıyı. Bütün unsurlarıyla yerli olan bu güzel eserin dokunulası o kadar çok noktası var ki; Işık düzenlemesini yapan Robert Cramer'a ayrı bir paragaf, kostümleri tasarlayan Funda Çebi'ye ayrı bir paragraf, son derece geçişken ve efektif dekor tasarımını yapan Tayfun Çebi'ye ayrı bir paragraf, librettoyu yazan Şefik Kahraman Kaptan'a ayrı bir paragraf, kareograf Mehmet Balkan'a ayrı bir paragraf, video tasarımlarını yapan Şafak Türkel'e ayrı bir paragraf, sahneye koyan Lale Balkan içinde ayrı bir paragraf açmak gerekiyor.

Gösteriye zarafet ve estetik katan iki muhteşem balerin; Gevher- Nazmiye Kıratlı ve Şehvet- İpek Özgüncü'nün altını kalın kalın çizmek gerekiyor. Günlük dilde kadın güzelliğini vurgulama için kullanılan balerin gibi cümlesini sonuna kadar hak ettiklerini belirtmek gerekiyor. Mevlana- David Khozashvili, Şems- Lasha Khozashvili, Zerkup- Erkan İnan ve adını buraya sığdırmanın güç olduğu Samsun Opera ve Balesi'nin diğer tüm danscılarının performanslarıyla rüya gibi bir gece yaşattıklarını çok güzel cümlelerle anlatmak gerekiyor. İnsan yetemiyor.

Fakat yazı ne kadar uzun olacaksa olsun, okuyanı ne kadar sıkacaksa sıksın onlardan bahsetmeden yazıyı bitirmek duygulara ihanet olur. Kudüm : Nihat Gönül, Vurmalı: Okan O. Dolgunyürek, Ud: Mehmet Yetimoğlu, Ney: Pelin Başar'dan oluşan Samsun Devlet Klasik Türk Sanat Müziği Korosu Orkestra sanatçılarını yürekten kutlarken; ülkenin en bilinen neyzeninin köklerinin olduğu bu şehirde neyi doyumsuz bir güzellikle üfleyen Pelin Başar'ı da bir adım öne çıkarıp alkışlamak gerekiyor... Udun insanı teslim aldığı her anda aklımdan geçen isim, kıyas noktam: Anouar Brahem'di... Bundan sonra ud dinlediğimde aklımdan geçen ad Mehmet Yetimoğlu olacak.

Yani! Mevlana felsefesinin tüm unsurlarını içinde barındıran, onun öğütlerinden yola çıkılarak oluşturulmuş güçlü bir metni, yerel ve evrensel seslerin harmanlandığı şahane bir müziği, modern dansla balenin çok güzel birleştirildiği, adında Mevlana olan her oyunda akla gelen sema gösterilerine sırtını dayamadan ama onun unsurlarını danslarına yedirmiş, finalinde dört semazenle dozunu ayarlamış, tek perdelik yüzde yüz yerli bir bale Mevlana- Çağrı... Hangi tür müziği, hangi tür sanatı seviyorsanız sevin, çağrıya mutlaka kulak verin ve bu baleyi izleyin!

21 Şubat 2010 Pazar

Kamelyalı Kadın- La Traviata

Şef Marcus Baisch yönetimindeki SDOB orkestrası, daha perde açılmadan başlayan ve dalga dalga yayılan lirik müzikle izleyiciyi adeta ellerinden tutarak; kadehlerin neşeyle kalktığı, şuh kahkahaların atıldığı kalabalık ve renkli bir partinin içine taşıyordu. Son derece eğlenceli bu giriş, operanın sıkıcılığı konusunda ön yargıları olan seyirciyi ânında yargılarından kopartıyor, zevkli ve eğlenceli bir seyir vaadiyle koltukların keyfine teslim ediyordu.

İşi espriye vurduğumuzda, Türk filmlerinde sıklıkla rastlanılası bir öykü üzerine kurulu olan La Traviata'nın, operaya uzak izleyici gözünde dahi kabul görmesinde; bazı aryaların söylendiği uzun ve tek kişilik sahnelerde düşen ilgiyi tekrar ayağa kaldıran bir kurgu oluşturan Rejisör Murat Göksu'nun başarısının yanı sıra, dekor tasarımını yapan Filiz Dinç ile kostümleri hazırlayan Aydan Çınar'ın esere kattıkları görsel zenginliğin etkisinin, epeyice fazla olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Özelikle çok kalabalık tutulmayan ama hedefi on ikiden vuran sade dekorların yer aldığı sahneye -sanki salonun duvarında asılıymış hissiyatı veren- çerçeveli ve kocaman bir ayna koyma fikri; hem derinlik katıyor hem de doğru renklerin seçildiği başarılı ışık kullanımıyla birlikte çok hoş fotoğraflar sunuyordu. Öne açılı dev ayna; özellikle kalabalık davet sahnelerinde, arkada kalanların hareketlerinin de görülmesini sağlıyordu. Bu derinlik, eserin en durağan yerlerini bile canlı kılıp temposunu artıyor, her şeyden önemlisi de operayla tanışmamış ve sıkıcı bulan izleyicinin ilgisini çoğaltıyordu

Eserin bir bölümünde yukarıdan inerek sahneyi bölen şeffaf siyah perde, Alfredo ile Violetta'yı, kalabalığın içinden baş başa bir âna sürüklerken, ikisinin düeti boyunca arka planda kalan ve kıpırdamaksızın duran kalabalığı da bir tablo gibi yansıtıyordu. Arkadaki oyuncuların verdiği kıpırtısız resim o kadar başarılı ve sahiciydi ki, insan perde üzerine yapılmış bir resim mi bu acaba diye düşünmeden edemiyordu.
Birinci perdenin sonunda izleyenlerin soprano Otilia Ipek'in performansına bakarak ilk akıllarından geçirdikleri cümle ve sordukları soru muhtemelen şuydu: Bizim sanatçı diye altına unvan yazdığımız popüler şarkıcılarımızdan herhangi biri sesini bu kadar oynatarak, bu kadar uzun parçalar söyleyebilir mi? Üstelikte çıplak sesle... Ve onlar sanatçıysa bunlar ne?

Kamelyalı Kadın rolündeki İtalyan soprano Otilia Ipek, söylediği birbirinden güzel aryalarda ortaya koyduğu performansla uçurmuştu zaten ilgili ilgisiz tüm izleyiciyi... Ve sanatının gücüyle teslim almıştı tüm salonu. Ben dahil salondaki pek çok insan karşılarındakinin dünyaca ünlü bir soprano olduğunun farkında bile değildi. Dolayısıyla bir sopranonun sanat gücünü ve samimiyetini izleyiciye geçirmeyi başaran yeteneğinin, ön yargısız ve içtenlikli karşılıklarıydı alkışlar.

Yine konuk sanatçı, Alfredo'nun babası rolündeki bariton Georgio Cebrian; canlandırdığı karakterin gereği aşkın önüne engel koyan kötü adam duygusunu yaşatan antipatik bir kişilik gibi dursa da sanatıyla ve ortaya koyduğu başarılı performansla seyircinin en sempatik baktığı ve final seremonisinde elleri kızarırcasına alkışladığı sanatçı olmayı başarıyordu.

Ve Alfredo Ari Edirne: Karakterin hakkını veriyor olmanın yanı sıra tenor seslere daha yatkın kulağımdaki tüm pasları, söylediği aryalarla alıp bir kenara atıyordu. Onun oyunculuğunun bu kadar öne çıkmasında Otilia Ipek gibi dünya çapında bir soprano ile oynuyor olmasının etkisi var mıdır bilmiyorum. Bu anlamda yorumlar yapabilecek kadar ne opera izlemişliğim ne de özel ve derin bir ilgim var sanata... Zaten nereye ne yazsam teknik bir gözün değil de izlediğimin bende ve etrafta yarattığı hissiyatın bir yansıması oluyor sözcüklerim.

Oğul Alexandre Dumas'nın gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı, 19. yüzyılda yayınlanan ve döneme damgasını vuran Kamelyalı Kadın adlı romanından Francesco Maria Piave'nin uyarladığı metni besteleyen G. Verdi'nin ilk kez 1853'de Venedik'te sahnelenen operasını, yaklaşık yüz altmış sene sonranın olanaklarıyla kendi şehrimin güzel sahnesinde Mussano'yla birlikte izleyebilmek ve onun ilk canlı operasının dünya çapında üne sahip iki önemli sanatçının konukluğuna denk gelmesi, ayrı bir güzellikti.

İtalyanca cümlelerin, hikâyeyi anlamakta sorun yaşayacak izleyici için sahnenin üst kısmına lazer yardımıyla aktarılması, her perdeden önce çok güzel bir ses tarafından öykünün anlatılması, özellikle operayla yeni tanışan ve hikâyeyi bilmeyen izleyiciler açısından önemli bir avantajdı. Geçen sezondan beri tekrar edilen bu eserin yine kalabalık bir izleyiciye sergileniyor olması da, yaşadığım şehirle gurur duymamı sağlayan kocaman bir sevinçti.

Kamelyalı Kadın; hayatında bir kez bile opera izlememiş insanları, en azından sanatla tanıştırmayı başarabilecek renklilikte ve görsel zenginlikte koyuluyor sahneye... Klasik müziğe, özellikle aryalara tahammülsüz ve konuda inadım inat diyen izleyicinin dahi kulaklarını tıkayıp, sadece sahnede olan biteni seyretmekten zevk alabileceği renkli, hareketli ve baleyle desteklenmiş bir kurgusu var Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin La Traviata'sının. Özellikle takipte olmak gerek!

1 Şubat 2010 Pazartesi

Senfonik Konser: L.V. Beethoven

Konser cumartesi akşamı 20'de büyük sahnedeydi. Hafta içi yağan kara inat enfes bir bahar havası vardı ve salon, verilen emeklere yakışır bir şıklıktaydı. Repertuvarı oluşturan eserler özenle ve bilinçle seçilmişti.

Üzerine bir sürü övgü dizilmeyi ve bir konser yazısının içinde özel bir paragrafta söz edilmeyi fazlasıyla hakeden kişi: Yeni Yıl Konserinde oluşturduğu şahane ve coşkulu repertuvarla kentin hevesli izleyicisini ele geçirmeyi başaran, işini kocaman bir yürek ve aşkla yapan, bir klasik konseri algılara yer etmiş resmiyetinden alıp sıcacık bir hale sokmayı başaran Samsun Opera ve Balesinin güleryüzlü Orkestra Şefi ve Müzik Direktörü Markus Baisch'dır.

Gece, Almanya doğumlu şahane insan Markus Baisch'in geleneksel hale getirdiği keyifli ve örnekli açıklamalarıyla başladı. Kendine has Türkçesiyle Baisch, Beethoven'la ilgili genel bilgiler verdikten sonra, konserde çalınacak parçaların temaları üzerine açıklamalar yapıp aynı zamanda o bölümlerden kısa kısa parçalar çaldırarak izleyiciyi bilgilendirdi.

Konser, Goethe'nin aslının tersi bir karakter olarak betimlediği ve bu durumu 'ozanların tarihçi olmadığını unutmayalım' cümleleriyle açıkladığı kişilik üzerine yazılmış Egmont-Üvertür Op.84 ile başladı. Egmont öyküsünün ve Beethoven'ın genel karakterinin bir yansıması olan kader sürecinin ilk aşamasındaki belirsizliğin ürkütücü sesleriydi, salonda ilk yankılanan.

Sonra, kaderi değiştirmek için verilen mücadelenin özgürlük yolundaki tadını duyumsatan seslerin ardından zaferin notaları duyulduğunda, salonda yükselen konsantrasyon; izleyicinin, konser boyunca çalınan her eserle çıkacağı keyifli müzik yolculuklarından aynı lezzetle salona döneceğinin işaretiydi.

Konserin ikinci parçası, uzun ve çalınmasının güç olduğundan dolayı piyanistlerin pek el atmayı düşünmedikleri vurgusu yapılan Piyano Konçertosu No.5 Op 73 idi. Solist Yeşim Gökalp öyle bir el attı ki besteye, orkestranın görkemli girişinin ardından piyanonun tuşlarına dokunan sihirli parmaklarından çıkan her ses, lirik bir su gibi akmaya başladı. Olağanüstü keyifli doğaçlamalarla aldı götürdü tüm salonu Yeşim Gökalp... İkinci bölümdeki yaylıların resmedişi müthişti ve ardından gelen üçüncü bölümün canlı ve şenlikli havası muhteşem bir tat bıraktı salona.

İkinci yarıya geçmeden önce Macar baş kemancı (Konzertmeister) Ildigo Moog'la ilgili bir paragraf açmak istiyorum. Şahane bir müzik kariyerinin ardından şehrimiz orkestrasında görev almış olması ekstra bir şans kent insanları için... Zarafeti ile salona olağanüstü bir renk katıyor kendileri... Eser başlangıçlarında gözlüklerini takışındaki edaya bayılıyor, sahnedeki duruşunun orkestranın genç haline neler kattığını çok iyi seziyorum.

Şahane bir ikinci yarıydı. Kısa bir eser tanıtımının ardından Marcus Baisch'in ''Şimdi bu muhteşem orkestra bu eseri sizler için çalacak,'' cümlesi, coşkunun ve ihtişamın sinyalini vermişti. Senfoni No.5 Op.67 bütün bölümleriyle olağanüstü güzel çalındı. Ama eserin ikinci bölümünde oldukça lirik haline vurgu yapan başta viyolonsel ve kontrbas olmak üzere tüm yaylıların neşesi olağanüstüydü. Tüm çalgı gruplarıyla birlikte nefeslilerin de sahne aldığı zafer bölümü, orkestranın coşkulu çalışının doğal bir yansıması olarak seyircinin yüreğinden kopup gelen alkışlarla sonlandığında, salonda uçuşan duyguların armonisi muhteşemdi.

Herkesin cumartesi gecesine bu konseri ve seçilen eserleri çok yakıştırdığı yüzlerinden okunuyordu. Salonun yaş dağılımı ve genel ilgi, şehrin bu sanata sahip çıkışına hoş bir vurgu yapıyordu. Uzun bir suskunluk döneminin ardından resmi açılışı yapılan binanın tüm alanlarıyla canlı ve yaşıyor olduğunu hissetmek büyük bir keyifti. İşin özü; orada olanlar için sipper* bir cumartesi gecesiydi.

*süperin en coşkulu ve ötesi haline vurgu yapan, ve bu blogda sıkça kullanılan imalat bir sözcüktür.

17 Ocak 2010 Pazar

Sihirbaz Oz

L. Frank Baum'un bizim kitaplıktaki adına göre Oz Büyücüsü adlı kitabından uyarlanan, Hale Küntay tarafından dilimize çevrilen ve Doğan Çelik'in Sihirbaz Oz adıyla sahneye koyduğu oyunu dün devlet opera ve balesinin büyük sahnesinde izledik. İnsanın yaşadığı yerin; bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki -opera binasına sahip- kentlerden biri olması kıvanç verici bir şey... Ve bu binanın konumu ve manzarası anlamında Türkiye'deki tek olduğunun altını da özenle çizmek gerek...

Bu hoşlukları bir yana bırakıp oyuna gelirsek: Sahneye koyan Doğan Çelik'in çizgi film formatıyla canlı performansı birleştirme fikri; oyun içinde kullanılan dekor ve özellikle kasırga efektlerinin sahnenin arkasındaki dev sinema perdesinden yansıtılması, perdede akan görüntüleri ve dekorları senkronize bir biçimde destekleyen ses ve ışık oyunları ile bütünleşince muhteşem bir görsel şölen kaçınılmaz oldu. Bu noktada dekor ve kostümleri tasarlayıp uygulayan Aydan Çınar ve ekibini -bu oyun dışında bu tür bir oyun kurgusunun denenmemişliğini de göz önüne aldığımızda- kutlamak gerek.

Oyunun tümünde, bütün karakterlerdeki oyuncu performansları üst düzeydeydi. La Paragas çocuk oyunları ve animasyon danışmanı Tırtıl'ın, haftasonunu şehir dışında geçirecek olan Naz'ın son dakikada bize katılamaması dolayısıyla oyunu izleyememiş olması hali üzerine "Naz çok şey kaçırdı" cümlesini kurması, oyunun kendileri tarafından çok beğenildiğinin bir göstergesi oldu. Buradan yola çıkarak oyuncu performanslarını beş yıldız üzerinden değerlendirmesini talep ettiğimizde, Dorothy, Kötülük Perisi, Korkuluk ve Teneke Adam beş yıldıza hak kazandılar... Sihirbaz Oz (oyunculuktan ziyade karakterde en azından bizim algımıza oturmayan bir oyuncu kullanılmasından dolayı)üç yıldızı biraz zorlamayla dört yıldıza çevirken , oyunda çok az görünmüş olmalarına rağmen Em teyze ve Henry Amca iyi oyuncular olduklarını belli ederek beş yıldıza layık görüldüler. İyilik Perisi ve Aslan dört yıldızla yetinmek zorunda kalırken, müzikleri düzenleyen Ömer Özcan, Kareografiyi yapan Zeynep Bengier / İdil Şengül danışmanımızdan beş yıldız almayı çoktan haketmişlerdi.

Sihirbaz Oz'un, çocukları da zaman zaman sorular sorarak oyuna katan bir kurgu üzerinden şekillenmiş olması önemli bir artıydı. Salondaki doluluğu oluşturan çocukların yaş gruplarının farklılığı hoştu. Birinci perdenin sonunda annelerin yanlarında getirdikleri mamalarla 1,5- 2 yaş civarındaki çocuklarını beslemeleri salona renk kattı. Ama bir salonda, oyun başlayınca dijital saatlerin ve cep telefonlarının kapatılması ve hiç bir şekilde fotoğraf çekilmemesi konusunda uyarı anons yapılması uygar insanların olduğu yerlerde akla gelmeyen bir şey olsa da, bizim büyüklerimize bu türden anonslar az geliyordu.

Çocuklar oyun boyunca bütün konsantrasyonları ile oyunu izleyip yaşarken... Coşkularını açık edip oyuna katılırken... Büyüklerin bir kısmı, birer kötü örnek olarak flaş patlata patlata fotoğraf çekip cep telefonlarıyla kayıt yapmaktaydılar. İçimden bir başka canlı türünün adıyla hitap etmek gelse de bu şahsiyetsizlere, hayvanların bile bir düzen içinde yaşadıklarını göz önüne alarak onlara saygımdan suskun durdum. Oyuna vaktinde gelip salonda yerini almış izleyiciyi hiçe sayan görmemişin soysuzlarına da, oyunun 10 dakika geç başlamasına neden oldukları için ne diyeceğimi bilemedim.

Bütün bu olumsuzluklar sinir katsayıma katkı yapmış olsa da bir ikisini bakışlarımla berteraf etmeyi başardım. Sdob'un gayretli halkla ilişkiler müdüresinin çabalarına bakıp, en azından salonun dolu olmasının olumluluk halini göz önüne aldım. Gün gelir terbiye olurlar umuduyla densizlerin olumsuzluklarını silerek...

Güzel bir oyunla taçlanmış günün keyfini devam ettirmek için; belediye tarafından İ.B.Belediyesinden satınalınıp kafe ve lokanta amaçlı düzenlenen tarihi şehirhatları vapurunun kafesinde dalgaların ninnisini hissede hissede pizza yiyip kola-bira içmek üzere, yağmura düşen akşam ışıklarıyla birlikte sahile doğru yürüdük; Tırtıl ve Ben.

Okuyucuya Not: Işığı, ses ve görsel efektleriyle müzik ve danslarıyla daha önce denenmemiş konseptiyle başarılı bir oyunun ve günün keyfini çıkarmak istiyorsanız: zaten sağlam bir öyküsü olan bu oyunun takipçisi olun ve çocuklara izlettirin.

Günün En Hoşluğu: Nazı'da hesap ederek üç bilet almıştık internet üzerinden. Son dakikada Naz'ın gelişi iptal olunca biletlerden birini bir başka oyun için değiştirmek niyetiyle gişenin önündeydim. O sırada 11-13 yaşlarında dört çocuk geldi ve gişe önünde kuyruk oldular. En öndeki, elindeki üç lirayı uzatıp bilet istediğinde gişe görevlisi fiyatın beş lira olduğunu söyledi. İzlenimimce yetiştirme yurdundan ya da yoksulluktan geldiklerini hissettiğim çocuklardan önde olanı 'öğretmenlerinin biletlerin üç lira olduğunu söylediğini' iletti.(Büyük oyunlarında ya da konserlerindeki öğrenci indirimi kastedilen). Gişedeki görevli de durumu açıkladı onlara... Hayatlarında ilk defa oyun izleyecek bu çocukların, bir çok cocuğun kapısından bile geçmeyi düşünmeyeceği bir mekana girmeleri ve bu konuda ki arzuları etkileyiciydi. Onca hevesin ve heyecanın yıkılmışlık hali ve yüzlerindeki umutsuzluk görülmeye değerdi. Durdurdum çocukları, dört kişi 12 lirayı göze almışsınız zaten dedim, üç lira daha toparlayabiliyor musunuz aranızda diye ekledim. Sonra elimdeki fazla bileti değiştirmekten vazgeçip onlara verdim. Bu eylem gerçekleşmeden önce çocuklardan birinin 'size bir bilet ben vereceğim' teklifim üzerine şaşkın bir soru şeklinde 'beleş mi' diye sorması da düşündürücü ve aynı zamanda çok hoştu.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP