Ekmel Denizer Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekmel Denizer Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Temmuz 2010 Pazartesi

“Son Yılın Üç Mevsimi”nden

Başlığı ‘Son yaz’ olan bir yazıda aklıma düşeni, sonu nereye varacak diye düşünmeden yazıp duruyorum.

Şu İstanbul yarımadasının, Kadırga’dan Küçükcekmece’ye kadar uzanan coğrafyasının ve -kuşağımın bir bölümünün- etnografyasının son tanıklarından biriyim. Dilimin döndüğünce anlatmamın gereğini inanıyorum.

Nerelisin diye sorulduğunda, neden hep içimden Aksaraylıyım demek geliyor. Bunu zaman zaman düşündüğüm olmuştur. Benim Akasaray’ımdan bugün eser yok. O günlerin Aksaraylısı oraya buraya dağılmış. Yıllardır sadece gelip geçiyorum. Onbir yıl oturduğumuz apartmanın önünde çok ender, eğleşiyor, eski günleri anıyorum. Gençliğe orada adım attım, askere oradan gidip döndüm, iş yaşamına oradayken başladım. Köklü arkadaşlıklarım o dönemde edindiklerim. Yıkıntıların onarıldığı, acıların ve yaraların sarıldığı, savaşın oldukça geride kaldığı yıllardı, o yıllar. Tüm insanlık büyük bir coşku içindeydi ve dünya güllük gülistanlıktı. Tabii bu bana göre öyleydi. Bizim için batının kurtulması insanlığın kurtulmasıydı. İletişimsizlikten ne Afrika’da, ne Güney Amerika’da, ne de dünyanın neresinde neler döndüğünü bilmiyorduk. Maccarthyciliğin ne olduğunu, Rosenberglerin başına neler geldiğini bilip karşı çıkan büyüklerimizin seslerini kısıyorlardı. Bunları, -iş işten geçtikten- sonraları öğrendik. Çoğumuz Liz Taylor’a aşıktık, Marlon Brando’yu, James Dean’i taklit ediyor, Clark Gable gibi bakıyor, Nat King Cole ya da Frank Sinatra gibi şarkı söylüyorduk. Hepimiz en kısa zamanda Holywood’a kapağı atacaktık. İçimizden Paris’e yerleşmiş ressam arkadaşlara uğrayacak şaraplarını tadacaktık. Duygu yönümüzün bir parçası böyleydi. Ama Samatya’da içki içerken değişiyorduk, kimimiz Sait Faik’in yaşamına özeniyor, kimimiz Rüştü Onur gibi gencecik ölmeye. Birkaç kadehten sonra Ahmet Rasim’leşiyor, “Sakın geç kalma erken gel”lerle alaturkalığımıza bürünüyorduk. Veysel’e tutkunduk. Caz da saz da bizimdi. Divan, Attila İlhan kadar yakındı. Annabel Lee’yi Yahya Kemal, Vuslat’ı Poe yazmış gibi özümlemiştik.

Kırk, elli hatta üç yüz sayfa okuyup da bitiremediklerimin dışında, yılda elli küsur kitap okuyorum. Haftada ortalama bir kitap.

Çeşitli konuda yerli yabancı çok kitap yayınlanıyor. Dünyanın her köşesinden yeni yeni yazarlar tanıyorum. Eskiden bütün yayınevlerinin adlarını da yeni çıkan her kitabı da bilirdim. Şimdilerde alabildiğine yayınevi, alabildiğine kitap…

Dünyanın yazarları, edebiyatı, düşüncenin de, duygunun da sınırlarından aşırıp bir büyük okyanusa ulaştırmışlar. Bazı yapıtın koca bir mimarın elinden çıktığını görüyorum. Bazılarını da yine büyük bir iç mimarın bezediğini. O zaman bir kapalı iç denizde büyüdüğümün ayrımına varıyorum. Nasıl iç geçirmem? Zaman dar, artık çok geç, işte bu ‘Son yaz’ diyorum. Aklıma Pindarus’un sözü düşüyor: “Ruhum ölümsüzlüğü isteme, mümkün olanın alanını tüket!..”

İçimden geldiği gibi yazmaya devam edeceğim. Duygularımı ve düşüncelerimi zorlayıp kurgulamaya gücüm olaydı eğer, çok uzun zamandan beri içimden, yaz, yaz Skylos’u yaz, diye bağıran sese kulak tıkamaz, Skylos’u çağımıza taşıyan bir yapıtın uğraşına koyulurdum.

Skylos varlıklı bir göçer, bir İskit prensiydi. Karadeniz’de surlar içindeki Olbia kolonisinde Yunanlı bir karısı vardı. Kente girdiğinde değişiyor Yunanlı oluyordu. Bir Dionysos ayinini gizlice gözetleyen birkaç İskit onu Yunanlı kıyafetleriyle ayinin önünde döne döne yürürken görünce kendilerine ihanet etmiş saydılar ve Skylos’u öldürdüler. Neal Ascherson “Karadeniz” adlı kitabında “İki dünya arasında seçim yapmak istemediği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü” diye yazar. Hep bir arada türküler çağırdığımız sıra gecelerinden de, hüzzamlarla, hicazlarla meşk etmekten de, cazcıların doğaçlamaları jam session’lardan da aynı tadı alacak, çok yönlü bir kültürle büyümek ve aralarındaki gel gitlerle bulamaç bir kişiliği giyinmek…

İstanbul yarımadasında yetişmiş yaşıtlarımla belirsiz bir yaşam biçimiydi dramımız…

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış “Son Yılın Üç Mevsimi”nden...

28 Haziran 2010 Pazartesi

Unkapanı’na doğru

Kış, kimi zaman Balkanlar’dan, kimi zaman Kafkaslar’dan tüm zorbalığıyla saldırır, amanını keser İstanbul’un. Kışın zorlu geçtiği böyle bir şubat günü, Burhan Felek ya da Ulunay’ın eski kışları anlatan bir yazısından, Saraçhane’de karın at boyuna eriştiği aklımda kalmıştı.

Aksaray, Saraçhane, Şehzadebaşı, Zeyrek çocukluk anılarımı bıraktığım yerlerdi. İçimden turist rehberiymişim gibi, bir dolaşma isteği geçti. Yukarıya, Saraçhane’ye doğru düşsel adımlar atmaya başladım. İşte şurada, Pertevniyal Lisesi’nin bitiminde, Horhor’a doğru inen yolun hemen sağında, bir eski mezarlık olacaktı. Mezarların arasına kaçan topumuzu alırdık. Yanılsama mı bilmem, orada küçük bir cami olduğunu da anımsıyorum. Kimlerin mezarlarıydı ve varsa ne camiiydi ve ne diye yok edildi, onu da bilmiyorum. Saraçhane’de Hava Şehitleri parkıyla karşı karşıya iki güzel park vardı. Belediye binasının Nato toplantısıyla yapılacak olan açılışı 1960 ihtilaline rastladı. Hava şehitleri parkının arkasındaki itfaiye ve askerlik şubesi binaları mimarileri ile turizme kazandırılacak değerdedir. Şimdilerde karikatür müzesi olarak kullanılan Gazanfer türbe ve külliyesinin, binaları, yüzük taşı gibi küçük ve tipik Osmanlı güzelliğiyle, koca Bozdoğan kemerine yaslanmış, anasının kuzuları gibi görünür. Karşısında Vefa’ya yönelen yolun başında, çocukken hem okumakta zorlandığım hem anlamını bilemediğim Hıfzısıhha Enstitüsü’nden sonra ilk binasında Kuzgun Acar’ın madeni bir rölyefi bulunan, İtalyan mimarın yaptığı İMÇ binaları Unkapanı’na kadar bir zincirin halkalarıymışçasına salınır. Mimarın, çarşının ardındaki görüntüyü kapatmama düşüncesi hep saygımı çekmiştir. Binalar zincirine bir yerde ara vermiş, Süleymaniye’nin önüne geçmemiştir. Eski bir çeşme yok edilmemiş, süsleyecek şekilde binalardan birinin duvarına gömülmüştür. Unkapanı’na yaklaştıkça Bedri Rahmi’nin olduğunu sandığım, duvar süslemeleri görülür. Küçükpazar’a giden yolun başında -bu kez yalın- bir Osmanlı yapıtı; Şep Sefa Hatun Camii ve Külliyesi vardır. Tam karşısında Bizans sarnıcının kalıntıları ve onun biraz üzerinde Sedat Hakkı Eldem’in Ağa Han Mimarlık Ödülünü almış olan SSK binaları bir selsebil gibi akar. Ne var ki, -dış cephenin bakımsızlığının üstüne tuz biber eker gibi- önüne dev bir reklam panosu kondurulmuştur. Mimarinin görünüşünü engelleyen bu saygısızlık, bir bakıma utancımızı gizliyormuş gibidir. Bir kaç yüz metrelik yokuşta, biri diğerinin omzuna yaslanmış, ayakta durmaya çalışan binalarıyla yorgun bir tarih izlenir. Bizans sarnıcının kalıntılarının üzerinde Zeyrek Mehmet Efendi Camii’nin, İstanbul alındıktan sonra camiye çevrilen ilk kilise olduğunu ve adı Pentokrator olan bu kilisede bazı imparatorların taç giydiğini okumuştum. Bu yükseltiden bakıldığında gözlenen görüntü; Harem’den Sarayburnu’na bakıldığında görülen güzellikle yarışan, insana resmini yapma isteği uyandıran bir görüntüdür. Sonra adının neden Filyokuşu olduğunu bilmediğim dik bir yokuş ve bundan sonrasına “Merhaba Cibali!” denir.

Bir insan, sevdiği mimari bir yapıyı ya da bir heykeli sabahtan akşama kadar etrafında döne döne seyredebilir. Sonra aydınlatılmış meydanda akşamdan sabaha kadar tekrar seyredebilir. Bu yapılara, ışığın değiştiği her açıda, hangi açıdan bakılırsa nasıl değiştiğini görmek için usanmadan bakılabilir. Resim seven biri için de geçerli bu. Koltuğunun karşısındaki duvarda asılı duran tabloya yıllar boyu bıkmaksızın bakabilir, keyifle kahvesini yudumlayabilir. Bir insan, sevdiği bir şiiri öğrendikten ölünceye dek yüzlerce kez söyleyebilir. Bu, bir şarkıyı seven biri için de geçerlidir. Hatta, elleriyle ayaklarıyla ritim tutup ıslıkla bile mırıldanabilir. Roman ve yedinci sanatın ürünleri bu bakımdan şanslı sayılmaz. En sevilen film kaç kez seyredilebilir? 1960’lı yıllarda okuyup da beğendiğim “Gazap Üzümleri”ni tekrar okumak isteyişimde, kitabın kalınlığı gözümün önüne geldikçe, isteğimden caymışımdır hep. Okuyamadığım daha bunca kitap varken onu ancak başka bir kitabın bulunmadığı ıssız adada yada hapsedildiğim bir odada tekrar okuyabilirim, diye düşünürüm. Tekrar tekrar okuduğum kısa romanlar ve seyrettiğim filmler yok değildir. Teknolojinin çılgınca gelişmesine baktıkça en kalın kitapların da beş dakikada okunabileceği günlerin -hem de çok yakında- geleceği şaşırtmıyor beni. Ne ki, yaşamımın o günlere erişmeyeceğini biliyorum..

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış Son Yılın Üç Mevsiminden...

21 Haziran 2010 Pazartesi

Babasız büyümemek

L.N., savaş başladığında ondört, bittiğinde yirmi yaşındaydı. Sonra, bir 27 yıl daha savaş içindeki altı yılını yaşadı. Dört roman, otuzyedi öykü ve sayısız şiir yazdı. Yapıtlarının tümünde, altı yılın sadece bir gününü anlatıyordu. Tamamını yazması için daha haftalar, aylar ve pek çok 27 yıl gerekiyordu. Ama bir gece, elindeki kalem yere, başı defterdeki bitmemiş bir yazının “Silah tacirleri evlat acısı tatmadı, torpille cepheden uzak tuttular onları” tümcesi üzerine düştü.

T.R, savaş başladığında altı aylıktı, yaşını dolduramadan ya da ne olduğuna akıl erdiremeden, annesinin altında ezildi. Görenler anneannesi sandılar annesini, öldüğüne mutlu olmuştur, diye anlam verdiler, oysa yirmibirine yeni basmıştı ve ölürken, üstüne kapaklanarak yavrusunu kurtardığını, kendisinin son bulan “şimdi”sini bebeğinin geleceğine bıraktığı sanısıyla gülümsüyordu.

Savaş başladığında ellisekiz yaşında bir babaydı T.E.A, bittiğinde hem oğlunu, hem aklını yitirmişti. Sağ eliyle bir çocuğun elinden tutmuş da yürüyormuş gibi yürürdü. Daha ne kadar yaşadığı (yaşadı sayılır mı) bilinmez.

W.B., savaş bittikten sonra iki yıl daha, “Savaşa hayır”ın bildirisi; “Kapıların Dışında”yı yazmak için yaşadı. Öldüğü gün, oyununun yedi ülkede sahnelendiğinden habersizdi.

H.B: “Ve O Hiçbir Şey Demedi”


E.L’
ye göre, başladı bitti. Hep öndeydi, soluklanamadı doğru dürüst. Burnuna gelen barut kokusunu koklamamak için, ikide bir parmaklarıyla burnunu kıstırırdı. Böyle bir tikle ve her şeyi bilgece karşılayıp, karısının çocuğuna babalık yapmaya çalışarak yaşadı. Savaş konulu yüzlerce filmin hiç birini seyretmedi.

A.A., milyonlarda bir yetişen bilim adamıydı. Yurdunu terk edip, savaşsız bir ülkeye gitti. Bir daha geri dönmedi. Bir olasılıkla dargındı öldüğünde.

“Emredersin!”, R.B’nin ağzından çıkan ve aynı anda komutanı M.R’nin duyduğu son sözdü...

S.D.’nin ölümünü bay ve bayan M.D.’lere bildiremediler. Tanrı, onları evlat acısından esirgeyip, çok önce, daha ilk bombardımanda yanına almıştı.

M.B., savaş başladığında dokuz, bittiğinde, -annesiz, babasız, ablasız ve sağ bacaksız- bir sahra hastanesinde onbeş yaşında yeniden doğdu. Savaşı anlatan ne bir roman okudu ne de bir öykü...

R.R.D., düşünde ırmağın kıyısındaki evlerinin bahçesinde çocuklarıyla voleybol oynuyordu. Top tam sardunya öbeğinin ortasına düştüğünde düşünden de, uykusundan da sonsuza dek uyanamadı

Ne B.Y. salavat getirebildi, ne M.N. istavroz çıkarabildi, karşılıklı siperlerde ölümün eşitliğine yuvarlandılar...

E.H., Son savaştan onüçyıl önce “Güneş de Doğar” demişti.

İ.İ., savaş başladığında ellibeş yaşında, bir devlet başkanıydı. Ne savaşlardan çıkmış, çok gerilerde bırakmıştı Batı Cephesini. Ülkesini bu savaşa sokmamak için olağanüstü bir sabır ve gayretle yapayalnız savaştı. Bittiğinde savaşın tek galibiydi. Ülkesinin çocuklarına “Sizi aç bıraktım ama, babasız büyümeyeceksiniz” diye seslendi.

Ekmel Denizer


.

14 Haziran 2010 Pazartesi

hap..hap..hap…

Bin öykünün yolculuğunda-VI-

Varmış bir zamanlar bir ülkenin başında bir Abuş. Okumuş küçücükcücükken Köroğlu’nun öyküsünü. Büyüyünce Köroğlu olcam ben, diye tutturmuş. Gün olmuş devran dönmüş, danalar girmiş bostana, kovmuş bostancı danayı, Abuş büyümüş. Büyüyünce anımsamış küçücükçükken ne olmak istediğini. Ayvaz’sız Köroğlu mu olunurmuş, o da bulmuş Fettuş’unu. Fettuş da onu aramaz mıymış meğer, ümmetkarınızım, diyerekten.

Bir gün Teksas’ta atıyla gidiyorken Abuş, bakmış bir ağacın altında kaval çalıyor bir çoban, koyunlar otluyormuş.

Çoban emmi çoban emmi merhaba.. ben Köroğlu’yum, şurdan bir koyun ver de bizim kovboylara bir ziyafet çekeyim akşama, demiş. Der demez, fırladığı gibi Con Vayne, “seni bilmem ne yaptığımın oğlu” deyip basmış kıçına tekmeyi. Dar atmış atına kendini Abuş, kıskıs gülerek gelmiş çocukların yanına. Hayr’ola, demiş kovboylar ve Fettuş. Hiç sorma, demiş Abuş, anlatmış olanları.

Sen şimdi atla atına da git bul, selamımı söyle çobana, bu akşam çocuklara bir ziyafet çekecek, bir koyun verir mi sor, demiş. Fettuş da Köroğlu’nun dediği gibi yapmış, atlamış atına biraz gittikten sonra bakmış ki, bizim yaşlı çoban yine orda. Söylemiş bakalım Fettuş, ne demiş.

Aldı Fettuş: Selamünaleyküm Çoban emmi! Nassın, eymisin?

Dedi Çoban: Aleykümselam oğul. Nassolsun, Allah ümmete dövlete zeval vermesin!..

Aldı Ayvaz: Çoban emmi, Çoban emmi!..

Dedi Çoban: He oğlum, de oğlum?

Aldı Fettuş: (Ağlayaraktan) Abuş’un selamı var. Bu akşam bir cemiyetimiz var da, vargit çoban emmimize bir koyun verebilir mi, bir sor dedi!

Aldı çoban: O nasıl söz öyle, emri başım üstüne, lafı mı olur bir koyunun, sürüm feda Köroğlu ağama, yeter ki sen ağlama. Zıpırın biri geldi demin, demez mi ki; ben Köroğlu’yum ver bir kuzu bana, bastım kıçına tekmeyi zibidinin.

Böylece almış koyunu Fettuş gitmiş, anlatmış olanları Abuş’a…

Sonra mı ne olmuş? Daha ne olacak: Fettuş Ayvaz, Abuş Köroğlu rolünde bir film çevirmişler Holivutta, çobanın koyunlarını deve yapmışlar. Siz, ister “yok ya?” deyin bağıraraktan, ister, “yok deve!” deyin çağıraraktan…

Diyelim ki, şimdi bundan ne mana çıkar, diye sormuş olsun yazar, taklit ederekten Fettuş’u. Ve sonra yanıtlamış olsun kendi sorusunu, her zamanki gibi burnunu çekerekten silerekten yeşil harmanisinin yenine gözlerini. Ne mana çıkacak bundan: ‘çıkar’ı vermiş Abuş’a, ‘mana’yı geçirmiş zimmetine…

Anlayacağınız; “filfitili”ne döndüm, şınladım onkolojide ışınlandığımdan bu yana. Ararken kafiyeyi, Hüseyin Mayadağ’dan söylüyor taş plakta, dinliyorum Safiye’yi

Neye baksam ne görsem,
gelir bana gam olur.
Felekten bir gün çalsam,
vakitsiz akşam olur


Böylece ansıyorum Nef’i’yi, çekiyorum enfiyeyi bol bol hapşırıyorum. Hap..

hap.. hapşu!...


Ekmel Denizer


Ataköy, 04 Ocak, 2008

7 Haziran 2010 Pazartesi

Arkadaşlık ve dostluk üzerine…

bin öykünün yolculuğunda:-XLV-


Balkonda oturmuş, bir elimde kalemim, tütünümü tüttürürken, aksakallı yaşlı bir adamı, Kavaklıpark’ın çay içilen yerindeki bir masaya, karşısındaki genç bir adamla birlikte oturtup, sözü ona bıraktım.

Kutsal bir öykü anlatmak istiyorum, diye söze başladı yaşlı adam.

Öykünün kutsalı mı olur, diyen genç adama, olmaz olur mu, dedikten sonra, ben, arkadaşlığı, içe çekilen temiz bir hava gibi soluyarak doya doya yaşamış bir adamım.

Bugün sana arkadaşlık ve dostluktan söz etmek istiyorum.Çayını iç ve dinle genç adam!

Bu kavram, bana babadan kalma bir miras ve yaşamım boyunca uyanıkken gördüğüm bir düştür.

Sana arkadaşlıktan söz açmayı düşünürken, bir itiş kakıştır gidiyor, neler neleri çağrıştırıyor, öyle yoğunlaşıyor ki kafamın içindekiler; neresinden başlayacağımı şaşırıyorum.

Yine de, sözlüklerdeki, öykülerdeki, romanlardakileri değil, demek istediğim. Arkadaşlığı, topyekün ya da, doyulmamış arkadaşlığı anlatmak istiyorum… yani, iyi ve güzel ne varsa paylaşılan, sevgi, hoşgörü, özveri, kimi zaman şen, kimi zaman acıyla sürdürülen birlikteliği…

Bu, karşılıksız paylaşılan birliktelikte yıllar geçer giderken günün birinde bir de bakarsınız ki, saygı, ilişkinizdeki sevgiyi sarmalamış… İşte o zaman, yaşların geçkinliğiyle, bambaşka bir boyutuna girdiğiniz arkadaşlığınıza titrer, aklınıza düştükçe kovaladığınız bir takım kaygılara kapılırsınız.

Önce, yakışır, deyip, Mevlana’nın olduğunu sandığım, bir meselle başlayalım.

Türlü türlü anlatılan bu meselin, ben, “Fesleğenlerin Altındakiler” diye bilineni anlatacağım.

Sonra’sı, anlattıkça sürüp gidecek bir sonra’dır.

Çocuk, babasına birini öldürdüğünü ne yapacağını sorar. Babası, git, falanca pazarda tezgahı olan arkadaşımı bul, selamımı söyle, durumu anlat, der. Çocuk tarif edilen adamı bulur, babasının selamını ve derdini söyler. Adam, önlüğünü çözer, tezgahını kapatıp gel benimle, der. Ölünün olduğu yere giderler. Adam, cesedi bir çuvala koyup sırtladığı gibi evinin bahçesine götürür. Bir çukur kazıp gömer. Üstüne toprak döküp fesleğen eker. Tamam, şimdi git, babana selamımı götür, der. Çocuk, eve döndüğünde olanları babasına anlatır. Aradan bir zaman geçtikten sonra babası oğluna, o adamın tezgahındaki patates çuvalını devir, der. Çocuk, denileni yapar ve gelip babasına anlatır. Yine bir zaman sonra babası çocuğa, pazarcıya zarar verecek başka bir şeyi yapmasını söyler ve yine çocuk denileni yapıp, olan biteni babasına anlatır. Adam, daha da bir zaman sonra adama bir yumruk atmasını söyler. Yumruğu yiyen baba dostu yaşlı pazarcı: “Ne yaparsan yap, fesleğenlerin altındakini Allahtan, senden ve benden başkası bilmeyecek” der.

İşte, bu öykünün iletisi arkadaşlık mıdır, sır saklamasını bilmek midir, diye düşünürüm. Bana kalırsa sır saklamayı da içeren arkadaşlık, bir erdemliliktir. Evet, arkadaşlık, sırrın açıldığı anda başlayan ve saklandıkça erdemleşen bir kavramdır. İlk adım sırrını açabilmekle başlar, onunla denenir arkadaşlık. Bilgelik, sır saklamayı gerektirir. Sır saklamasını bilmek, bilgeliğin ilk adımındaki sınavdır. Arkadaşlığın ve bilgeliğin ortak olduğu bir öğedir sır saklamasını bilmek.

Kafamdaki itiş kakıştan söz etmiştim ya, belki sadece Bedri Rahmi’nin dostluk ve arkadaşlık adına yazdığı şiiri okumadan önce Nietzsche’nin Wagner’le dostlukları için: “Bunca yıl aramızdan bir bulut bile geçmedi” sözünü söylemeliyim.

Bedri Rahmi’nin, “Arkadaşın var mı ondan haber ver / Ondan ötesi kaç para eder” adlı, arkadaşlık destanının şu dizelerine kulak ver:


Uzaktan uzağa iğde ağacı
Altın tozlu gümüş yüzlü
Usul usul yetim yetim kokardı
Sen yoktun ama arkadaşlık vardı
Bir mavi dumandır tüter
Bir garip serçedir öter
Bir kulak ikide bir çınlardı
Her şeyin yanında içinde her şeyin üstünde canında ciğerinde
Bir şey var özlü tatlı ılık
Adına kurban olduğum arkadaşlık
Sen yoktun ama arkadaşlık vardı
Çok şükür
Ol kimse ki arkadaşı yoktur
Yüzüne tükür
Hayır dur tükürme ayıptır ona bir arkadaş bul.


Sonra’sı bitmez bu konuda yaşlı adamı daha fazla yormamak için, saatine baktırıp, çok geç olmuş, dedirttikten sonra kalemimi parmaklarımdan güçlükle ayırdım.

Ekmel Denizer

Ataköy,03,04.06.2010-00:48

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Kırık Bir Öykü

bin öykünün yolculuğunda: -vııı-

Sözcükler karınca yuvasına döndürdü kafamın içini, sekerek geziniyorum üzerlerinde. Her sözcük güzel bir düş gibi süsleyip kendini, işte ben bir öyküyüm, diyor. Tam peşine düşmüşken bir başkası, ben daha güzel bir öyküyüm, diyor, ona geçiyorum. Arkadan başkaları kandırıyor beni ve dağılıp gidiyorum. Akla gelebilecek her şeyin; herhangi bir nesnenin, bir çiçeğin, bir kuşun, bir semtin ya da bir arkadaşın adı olan sözcük, ardında sayfalarca anıyı sürükleyerek çağrıştırıp durdukça çıkmaz bir sokakta şaşkın kalakalıyorum.

Sözcüğün gizemi yazmak eyleminin amacında saklı. Bir yontucunun önünde, ne şekil alacağı belirsiz bir taşmış gibi, aklımda devinip duran sözcüğü -yazmak adına- evirip çevirip bir konuya yönlendirebilmek, emeklenmiş birkaç adım oluyor ve böylece biçimleniyor öykü.

Elim telefona gidiyor:

Banttan bir ses, aradığım numaranın geçici olarak görüşmelere kapatıldığını söylüyor. Neden sonra bir kez daha deniyorum. Üçüncü ya da dördüncü numarayı çevirirken aklıma onun geçen gün ölmüş olduğu geliyor. Her gün değilse bile günaşırı telefonlaşır, hal hatır sorardık. Günde birkaç kez aradığımız da olurdu birbirimizi. Tuhaflaşmaz mıyım? Cep telefonum elimde titriyorum. Şairin, “Adını silemiyoruz telefon defterinden” dediği gibi, çoğumuzun da eli gitmiyordur sevdiklerimizin numaralarını silmeye. Gün gelecek, bizimkileri de bir zaman silemeyenler olacaktır sanırım.

Öleli bir hafta bile olmamıştı, acısı tazeydi, soğumamıştı daha.

Yanıt almayı beklemeksizin numaranın sonuna kadar devam ediyorum ve düdük sesinden sonra da bir garip bekliyorum.

İşte, tadı kekremsi bir gün böyle başlıyor, alıp başımı, neresi olursa oraya gidiyorum. Beyoğlu’na, Aksaray’a, Samatya’ya… Geçmiş yıllar bir semt adı olup çıkıyor.. geçmiş yıllara gidiyorum. Birilerinin “Bir tel kopar bütün ahenk bozulur”, “Bir adam ölür, bütün dünya boşalır” diyerek ancak dile getirebildikleri bir duygunun solunması bu…

Tütüne uzanıyorum. Paketin üzerinde “Sigara insanı öldürür” yazıyor ve sözcük, öyküyü sonuna kadar taşıyamayacak kırık bir öykü olarak kalıyor.

Ekmel Denizer

Ataköy, 25 Eylül 2007

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Zeytindağı*

İki, üç kitap okumuştuk ya, her şeyin iyisini biz bilirdik.

Yaşımız o yaştı.

Bir gün, Falih Rıfkı için ağzımdan “amerikanofil” lafını kaçırınca, öfkeye kapılan babam, “Kalbini kırarım. Kalk git, Zeytindağı’nı oku da gel”, diye marş marş çekmiş, arkamdan “Siz hicret mi gördünüz” diye söylenmeye devam etmişti. Sarf ettiğim sözün utancını ömrüm oldukça taşıyacak olmama rağmen, iyi ki babamla aramızda böyle bir olay geçmişti de, Zeytindağı’nı okumakla, Cumhuriyet’in büyük kuramcı ve yazarlarından Falih Rıfkı’yı tanımıştım.

Babamların kuşağı Rus işgalini yaşamış, evlerini barklarını terk edip, kendi deyimiyle hicret yani göç etmiş, daha sonraları, Mütareke’de ve Kurtuluş Savaşı’nda topraklarında yabancı bayrak ve çizme görmüş kuşaktı.

Kurtuluş Savaşı’nı okumaya başlamadan önce, Zeytindağı okunmalı, hatta hepimizin evinde bu kitaptan bir tane bulunmalı, zaman zaman okuyarak, bize tertemiz bırakılan bu ülke topraklarına ödenen bedelin anısı belleğimizde taze tutulmalı, derim.

Bugüne kadar kaç tane hediye ettiğimi bilmiyorum. Kitaplığımda kalmamış. İlk fırsatta bir Zeytindağı edinmeliyim.

Bana kalırsa Zeytindağı ders kitabı olarak da okutulmalı.

Suriye, Filistin, Cephesi’nden dönen bozgun treninin peşinden “Ahmedimi gördünüz mü, Ahmedimi gördünüz mü?” diye koşuşturan kadının “Allahaısmarladık” bölümünü okumak: Süveyş’te, Çanakkale’de, Galiçya’da, Hicaz’da, Sarıkamış’ta bıraktıklarımızın önünde saygı duruşunda bulunmak, ne aziz ruhlarına Fatiha okumak, ne “bu taşındır” diyerek Kabe’yi başlarına dikmek yetmez, dahası… demektir.


Ekmel Denizer

*"İkinoktaüstüste"
kitabından...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Öykü Çığırtkanı -ı-

Çok çok azı deha, çok azı usta, birazı yetenekli ve daha azı da yatkın doğar… ben sonuncu sınıf bir öykücüyüm. Alçakgönüllülük filan değil; okuduğum ve hala okumakta olduğum bunca kitap bunun böyle olduğunu söylüyor bana.

Yoksa masamın başında yaklaşan seçimler adına bir öykü yazmak için böylesine kafa yorup durur muydum?

İstediğim de; bana özgün düşünceler olsun yazdıklarım…

Gel gelelim, inadım inat; beni yaz beni yaz, diye kafamın etini yiyen “Kötü yöneticiler oy kullanmayan iyi yurttaşlarca seçilir” diyen o Fransız atasözünü yazmayacağım… Ama boşuna direnişim, kendime sık sık yinelediğimi söyledim yine: öykücü geçiniyorsun ama… ama da kalıp morarmaya başladım. Evet ben olsam olsam sonuncu sınıf bir öykücü olabilirim. O bile değil: öykü çığırtkanı… İşte bu, gerçek mi gerçek yakıştırma hoşuma gitti. Yakıştı, dedim. Bir eski çağ filozofunun “Oylar sayılmalı değil, tartılmalı” ve Platon’un “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır” sözlerini sıralayarak rahatça bağırabilirim:

“Duyduk duymadık demeyin… Ey, seçimlerden sorumlu kurullar, seçmenler, sandık başı görevlileri, seçimden önce “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”*“Duyduk duymadık demeyin… Ey, seçimlerden sorumlu kurullar, seçmenler, sandık başı görevlileri, seçimden önce “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”* birkaç kez okunacak!.. Okuyanlar okumayanlara okuyacaklar!..”

Şimdilik, (Öykü Çığırtkanlığı adına) o kitaptan sadece bir paragraflık alıntı yapacağım:

“Gerçekten de, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen sürede oy vermenin zorunlu olmasından sonra hastaneler ve yoksul yurtları Hıristiyan Demokrat Parti’nin oy depoları görevini yapmaktaydı; özellikle Cottolengo’daki seçim sırasında, doğuştan geri zekalılara, ölüm döşeğindeki yaşlı kadınlara, damar sertliğinden her tarafı tutulmuş felçli adamlara veya herhangi bir nedenle aklını kullanamayacak durumda olanlara oy verdirildiğine çok rastlanırdı. Bu olaylar yüzünden, gülünçten acıklıya kadar çeşitli fıkralar uydurulmuştu: Oy pusulasını yiyen seçmenler, elinde bir kağıt parçasıyla kabine girince kendini helada sanıp işini görenler ya da ‘Bir iki üç, Quadrello! Bir iki üç, Quadrello!’ diye liste numarasıyla adayın adını koro halinde yüksek sesle söyleyerek içeri giren azıcık daha kafası işleyenler…"


Ekmel DENİZER


*CALVİNO, İtalo, “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”, YKY, Çeviren: SAYIT, Semin, s. 11,12

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Üzeyir’in Emekliliği*

Lütfen biraz sessiz olalım beyler, dedim. Kimin umurunda. Bu kez lütfensiz, beylersiz ve biraz sertçe ve yineledim; sessiz olalım! Bunun üzerine bir duraklama oldu. Kimi; günün koşullarından söz etmemi istiyordu, kimi bana ne günün koşullarından, Süheyla’yı yazmalıyız, diyordu. Bazıları ciddi, bazıları da yeter ciddiyet biraz gülümser olmalı, şu olmalı, bu olmalı derken, Üzeyir’in emekliliğinde karar kıldık. Çünkü bu hepsinden çok önceliği olan bir konuydu.

Masamda, kalemim, kağıdım, kadehim ve “Yeni Rakı” amblemli kar gibi porselen bir tuzluk vardı. İkinci dubleden sonra Üzeyir’in emekliliği üzerine bir öyküye başlayacaktım. Öyle de yaptım. Ve ayrıntılarıyla geçen salı gününü gözümün önüne getirdim.

Birahanenin önüne geldiğimizde, -Üzeyirce kafayı çekmek anlamına- hadi süslenelim, dediler. Bu birahaneyi ilk kez görüyordum. Yanıbaşımdaki bir birahanenin bunca zaman kendini benden nasıl sakladığına şaşırdım. Sesimi yükseltip “jömör de suaf o pre dü la fonten”* dedim. Arkadaş arkadaşın ne bildiğini, ayni zamanda ne bilmediğini de bilir. Üçünün de İngilizceleri iyi fakat Fransızca bilmediklerini bilmez miydim? Çeşmenin yanında susuzluktan öldüğümü söyleyince, bir bravo’dur gitti. Meğer bu dize, böylesi özel bir günde, bu birahanenin önünde söylenmek üzere içmeye kıyılmayan, kıymetli bir şarap gibi kırk yıldır gizlenir, gizlendikçe güzelleşir dururmuş belleğimde. Böylece, içeri bir dublenin alkolü kanımıza karışmışçasına girdik. Daha yerlerimize yerleşmeden, ayakta bir süre kol saatine bakadurdu ve “Tamam” deyip kravatını çözdüğü gibi özenle katlayıp cebine koyduktan sonra, “İşte bitiii…şimdi tamamen emekliyim” dedi. Üçümüz de kadehlerimizi Üzeyir’in biz emeklilerin arasına “hoşgelişi”ne; yaşlanmış, kahverengi lekeler bürümüş ellerimiz ve neşeli ama titreyen parmaklarımızla kaldırdık. Süslendikçe hüznün üstünü bir güzel örtüp neşelendik.

Günün birinde yazdığım öykünün bir yerine yine Üzeyir’i getirip sıkıştırmıştım. O gün öyküde sıkışıp kalan Üzeyir’in isyanı üzerine hiçbir öyküme sokmayacağım diye söz vermiştim kendime. Üzeyir de Üzeyir değildi aslen. Aslen Zonguldaklıydı sanırım ve ona bu adı Şişman, Şişman’a da Şişman adını Üzeyir takmıştı. Birbirlerinin isim babalarıydılar yani. Şişman öldükten sonra bir tek ben Üzeyir diyordum. O da sadece öykülerimin zora düştüğüm yerlerinde. Bugün belki son kez yazacağım ve Üzeyir yazılarımdan da emekli olacak.

Bu arada Şişmanı da anmamak olmazdı. Yaşamı boyunca emekli olarak yaşamış ve yaşamdan da ilk o emekli olmuştu. Yaşasın arkadaşlık, dedik ve onu da andık.

Birahanenin sahibi gence, üzeri “Yeni rakı” amblemli tuzluğu gösterip, şundan bir tane verebilir misiniz, dedim. Biraz sonra bir peçeteye sarmış getirdi. Senin yaşındayken istemez, aşırırdım, dedim. Güldü…

Şimdi tuzluğa bakıp gülümsüyorum. Tuzluğa da gülümsenir, hatta konuşulur; günün anısı olarak gerçekten yakışıyorsun bu akşamki soframa, dedim…
Ataköy, 25 Nisan 2010, 23.00. (akşamı kafayı çekerken.)

Ben bunu hep yaparım; yazımın sonuna tarih atar, saatime bakar -şimdi yaptığım gibi- 23.30’sa, 23.30, parantez içine de ortamı yazdıktan sonra noktayı koyar ya gerinir ya da bir duble daha atarım.

Ekmel Denizer

*“Je meurs de soif au pres de la fontaine”. Eyuboğlu, Sabahattin, “Şiirle Fransızca” Çan Yayınları, 1964.

*Gerçek bir öyküdür.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Dalkavukluk

Beğenisi zor, aksi varsılın biri ilanla dalkavuk aramış. Başvuranların hiçbirini beğenmemiş. İşin peşini bırakmışken, adamın biri karşısına dikilmiş.
- Buyur, ne istiyorsun?
Adam:
- İş istiyorum, demiş.
- Peki, ne iş yaparsın?, diye sormuş.
Adam:
- Dalkavuğum, demiş.
Zengin, adamı baştan aşağı süzmüş ve
- Hiç benzemiyorsun, deyince,
Adam:
- Haklısınız, benzemem efendim, demiş ve işe alınmış.

İnsanlık tarihi kadar eskidir, zor zanaattır dalkavukluk.

Osmanlılarda sarıksız kavuklu esnafına denilirdi. Batıda olduğu gibi Doğuda da türlü adlar altında, sultanları, kralları varsılları, beyleri çıkarları karşılığında eğlendirirlerdi. Artık esnaflıktan çıktılar, sarıkları da kavukları da kalmadı ama aldanmayalım, yağcılıkla adlandırdığımız kişilikleriyle bugün de varlar, -insanlık tarihi boyunca oldukları gibi- yarın da olacaklar.

Günün birinde, Sadrazam Ali Paşa vükelaya (bakanlarına) yalısında bir ziyafet verir. Yemeğin sonunda ortaya gelen çileği yanlışlıkla tuza banıp yer. Farkına varır ama, azametine yediremediğinden davetlilerine,
- Hiç de fena olmuyor, der.
Bütün nazırlar, Minas Efendi hariç, hepsi çilekleri tuza banıp yedikten sonra hoş görünmek için “Enfes!” diyerek sadrazamı tasdik ederler. Ali Paşa Minas Efendi’nin ses çıkarmadığını görünce:
- Sen ne diyorsun Minas Efendi?, diye sorar.
Minas Efendi:
- Çilek sofrasında bir diyeceğim yok ama ayni şey bazen meclisi vükelada da oluyor, diye yanıtlar.

Ne denir, “Yalan da olsa söyle, hoşuma gidiyor”. Söylensin. Hoşumuza gitsin. Yalan olduğunu aklımızdan çıkarmadıkça zararı yok.


*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmış "İkinoktaüstüste" adlı kitabındandır.

19 Nisan 2010 Pazartesi

"Son Yılın Üç Mevsimi"nden*

Geçen akşam anma konserine davetliydim. En az kırk yılımın her günü şarkısının biri “dilime dolanan bir ızdırap olur” Selahattin Pınar’ın…

Pasternak, Skriyabin’in müziği için:
“O yapıtların ezgileri başlar başlamaz gözlerinizden yaşlar boşanır ve bu yaşlar yanaklarınızdan dudaklarınızın ucuna değin iner. Gözyaşları ile karışan bu ezgiler sinirleriniz boyunca yüreğinize varır, kederli olduğunuz için değil, yüreğinizin en doğru, en anlayışlı yolu bulunduğu için ağlıyorsunuzdur.” dediği gibi.

Koronun ilk şarkısında iki gözüm iki çeşme.. “Aylar geçiyor, sen bana hala geleceksin”.. ak akabildiğin kadar, diyorum göz yaşlarıma. Salon karanlık, engellemiyorum ağlayışımı.. “Yetmez mi bu hasret, daha yıllarca mı sürsün?”.

İkinci şarkıda da devam “Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen”… Şarkıya içimden eşlik ediyorum. Yaşlarımın tümü tükeniyor, duruyor. Etraftan görülmedikçe ağlamalı, ağlamasını engellememeli insan. Benlikte birikmiş tüm gerginliklerden arındırıyor. Gözyaşları sözcüksüz dualardır.

Aynı duygularla olacak, şarkısında ne güzel dile getirmiş Sezen Aksu: “Ağlamak güzeldir” diye…

İnsanın, ağlamasını dile getirmesi zor. Yaşlanınca biraz sulugöz olunuyor galiba. Ne fırtınalar, umarsız ne günler atlattım, nice travmaları ağlamaksızın geçtim. Hepsinde Quassimodo’nun anasına seslendiği şiirin sözcüklerini gözyaşlarımmış gibi mırıldandım;
“Sağlığını diliyorum şimdi yürekten,
kendi yumuşak alaycılığını
iliştirdiğin için dudaklarıma.
Acıdan, ağlamaktan o gülüş korudu beni.”

Şarkı söylemeden duramayan bir adamım ben. Bilmiyorum ama öyle sanıyorum ki, uykumda bile söylüyorumdur. Bir şarkının herhangi bir dizesini mırıldanarak uyandığım çok olmuştur. Şarkı söylemeyi yaşamın koşullarından biriymiş gibi düşünürüm. Güzel söyleyemem, o başka… Ama söylerim. Tamamını hatasız ve güzelce söylediğimi sandığım bazıları da vardır.

Kanuni hakkını verdiği bir ara taksimi geçiyor.. alkışlıyoruz.. İyi söyleyebilmeyi öğrenmek için bir eğitim almadığıma hep üzülmüşümdür. Teyzemin olağanüstü, doyumsuz, tiz bir sesi vardı. Kırmazdı beni, hadi Meliş’im, der, çokçası Osman Nihat’ın bir şarkısını söyletirdim. Şimdi çok özlüyorum sesini, kayıt etmediğim için hayıflanıyorum.

Ablam da öyle; Melahat Pars’ın öğrencisiydi. Başka türlü bir edası vardı, pesten bir sesle söylerdi. Evlendikten sonra İzmir’e yerleşti. Bir şarkıyı keyifle okurken telefona sarılır, bir şarkının bir yerinden söylemeye başlarım, örneğin; “Acaba şen misin kederin var mı?..” Ablam devamını mırıldanır telefonun öbür ucundan; “Ne kadar dertliyim, haberin var mı?” ve hemen, “Bimen Şen’in… Hicaz.. usulü curcuna..”der. “Ya güfte?” diye sorarım. Düşünür, çıkaramazsa “Orası senin alanın” der ve Bimen Şen’in bir başka şarkısını söyler. Keşke telefonlar paralı olmasaydı! Yemeği ateşte unutmamıştır inşallah, derim.

Amcamınoğlu konservatuara gitti. Dünyanın on ünlü bas bariton sanatçısından biri. İtalya gibi şarkıcı bir ülkede seçici kurul üyeliği yapacak kadar büyük bir yetenek. Gurur kaynağım…
Gırtlak kanseri geçirdiğimde aklıma ilk düşen; onun başına böyle bir şeyin gelmesinin korkusu, gelmemesinin tesellisi gibi karmaşık duygular. Bunu açıkça hiç söyleyemedim. Ama şimdi kendi kendime açıklıyorum, onun değil, iyi ki benim başıma geldi, diye avunmuşumdur.

Dinleyiciler yer yer iştirak ediyorlar sanatçıya, ben edemiyorum. Bağlama olsun, ut olsun, saksafon ya da neyse, ne olursa olsun bir çalgı çalabilmeyi de çok istemişidir. Kanuni taksimini geçerken, bari bir çalgı çalmasını becerebilseydim diye geçiriyordum içimden. Ama şarkı söylemenin aynı şey olmadığının ilk kez ayrımına varıyorum. En güzel enstruman insan gırtlağıdır. Bu sözün, lisedeki müzik öğretmenimizce kafama çakıldığını anımsıyorum. Aklıma Haytov’un “Bayram Ali” öyküsü düşüyor. İlk fırsatta tekrar okumalıyım.

Şimdi, solist en zor şarkılardan birini kusursuz okuyor. Çocukluğunu biliyorum solistin; Naci Tektel’in torunu. Hani hiç unutulmayacak; “Uzayıp giden o tren yolları”… Babası kanuni Yılmaz Tektel. Dedesinden, babasından eğitimli, mutlu oluyorum. Yürekten alkışlıyorum.

İyi bir sergi gezdikten, iyi bir film seyrettikten ve iyi bir öykü ya da roman okuduktan sonra birkaç gün tadını yaşarım. Şimdiki gibi duygulanır, ırmak olur, deniz olurum.

Öyküsünden söz etmiştim ya:
Bayram Ali, Bulgaristan’da çobanlık yapan babayiğit bir delikanlıdır. Dillere destandır sesi. Şarkı söylemeden duramaz. Günün birinde ağasının kara çalmasına ve gazabına uğrar, başı belaya girer, işkenceler görür. Sonunda dağa çıkar ve canından bezdirir elezerleri. Çok da zengin olur. Başka illere göçer, izini kaybettirir. Günün birinde tanınmamacasına köye döner. Meyhanede şenlik vardır katılır. Kimse aymaz. Ama sonunda dayanamaz şarkı söyler. Tanınır ve sonu olur. Ölümüne söylenmiş bir şarkıdır söylediği. İşte benim de anlatmak istediğim budur; -ayrımına varılarak- yaşamanın bir koşuludur şarkı söylemek. Bu Tanrı armağanın ayrımına varılsın diye yazıyorum. Ne sesinizin güzel olmadığına, ne de iyi söyleyemediğinize aldırmayın, söyleyin. Ben içlilerinden hoşlanıyorum. Siz neşelilerini söyleyin. Şarkı söyleyin. İlk duyduğumdan bu yana her zaman, her yerde yinelerim Almanların atasözünü: “Bir yerde şarkı söyleniyorsa oraya yerleş, kötü insanların şarkısı olmaz!” diye.

* Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış "Son Yılın Üç Mevsimi"nden...

12 Nisan 2010 Pazartesi

Devvare*

Toplamının hepsi ya da hepsinin toplamı bir hesap.. yani tamam; ayvaz kasap, bir hesap. Hasip’mi, Ayvaz’mı derken kasabın adı, kasap atladığı gibi arabasına gitti kasabasında kayınbabasına. Kasabada ne işi mi vardı kasabın? İşte önemli olan burası zaten. Burası öykünün kırılma noktası anlatacağımızın.

Düşünüyoruz şimdi bir açıklık getirelim bu işe diye. Yok mu, oyunlarda, filmlerde konuk sanatçılar; biz de öykümüze bir konuk kahraman getirelim dedik.. katkı maddesi gibi.., diyoruz falan, okuyucuyu oyalayaraktan.

Hani bir gün, başı cumhurun, işini bilir benim memurum, demişti ya, bir zamanlar. Hayatından ve adından memnun değilse de adı Memnun’du adamın. Kazada sıkışıp kalmıştı kaportasına, nalları dikmiş minibüsün.. zar zor çıkarmışlardı Memnun’u. Ölmediğine memnundu Memnun, ama ölmemişti işte. Aklına geldikçe gülüyordu hep, kurtarılışını beklerken susmamıştı kasetteki şarkı, dönüp sarıp baştan başlıyordu, gık’ını çıkaracak yoktu da hali, sanki onun yerine söylüyordu Mukadder: “Kader kime şikayet edeyim seni, bilemem”.

Zor da olsa gelelim asıl konumuza…

- Bir kez kere daha ve son defa söylüyorum arkadaşlar: kim döndürüyorsa devvareyi durdursun.. ben iniyorum!

Tıs, yok. Herkes birbirine bakıyor, yanlış mı duydum; tayyare mi demek istiyor bu adam, diyor.
Ben, “devvare bunlar devvare!..”

Niye devvare diyorum ben onlara?..

Kim biliyor bunu?

Her şeyi bir bilene sormak mı lazım? Bir bilene mi sormak lazım herşeyi?.. Her bilmeyen Sokrat’mıdır ki; bilmesin bilmediğini?. Sözlük de olsa, bir kezcik olsun, açsın baksın bir kitaptan, bir sözcük okusunlar, neymiş devvare, diye…Gerçi onlar, niye devvare dediğimi düşünmezler.. boş ver, deyip döndürülmelerine koyulurlar. Tutup başından döndüren olmadıkça kendi kendine döner mi devvare? Bir anakaranın başındadır döndüre döndüre döndüren, onları. Anakara ile Ankara’nın arası bir a’lık uzaklıktır kızıl telefonla yada neyleyse…

Semazenlerin de başında vardır bir döndüreni, ama o mübarek, tutup da başlarından döndürmez, böyle şeylere temsil, temessül, tevessül, tenezzül etmez, alet yerine koymaz semazenciklerini.

Okuduysanız eğer, Borges’in “Düşsel Varlıklar” kitabını biliyorsunuzdur bir tepenin tepesinde daireler çizip duran Pinnacle Grous adlı, tek kanatlı kuşu. İşte bu kuşa benzer bizim ulusumuz; sağduyusu iyidir de, cumhura uğrattıkları için sol duyusunu, dön baba dön, döner böyle pergel gibi.

Öğrendik mi şimdi ne demek olduğunu devvarenin?

Bu arada, dönmedi memuriyetine, uydurdu işini, malulen emekliye ayırdı kendini Memnun. Minibüs sahibinin ödeyeceği zarar ziyanın ve kaskonun üstüne ekleyip tazminatını aldı minibüsü. Çalışıyor şimdi Bakırköy-Bağcılar hattında. Katkı maddesi Ayvaz ise kayınbabasının vefatından kalan malları kattı -bereket- sürüsüne ve döndü geldi yine İstanbul’a. Şimdi havayı kokluyor girecek bir partiye ama hangisine? Merak edecek bir şey yok yan işleri iyicesine…

*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış bir yazısıdır.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Satı Kadın’ın Pembe Daktilosu*

Yaşamda, kanıksanan, garipsenmeyen oysa hiç de hoş olmayan durumlar oluyor. Örneğin; her gün önünden geçerken içime ılık bir sevinç bırakan üç katlı o eski ahşap ev artık yok. Galvanizli metal bir çitin ardında çalışmalar çoktan başlamış. Otobüsten okunmuyor, ama çitin üzerindeki tabelada “çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” yazdığını ezberden biliyorum. Kimi zaman tersi de oluyor bunun; yine her gün önünden geçtiğim kurnası çöple dolu, musluksuz, zavallılaşmış bir çeşmenin alınlığında ne yazdığını ve kimin yaptırdığının ayrımında olmuyorum. Ta ki, bir gün yaşlı biri söyleyinceye, ya da bir kitapta; azatlık bir kadının ömrü boyunca biriktirdikleriyle özenle yaptırdığı bu çeşmenin suyunu kurutanın öteki dünyada iki elinin yakasında olacağı ilencini öğreninceye kadar. İşte o zaman gözlerimi patlatarak biri şaşkın, diğeri ayıplayan iki kez “Yapma ya!, diyorum.

Yapma Yaa?..

Bu durum evdeki değişikliklerde de oluyor. Akşam eve gelmişim, koskoca büfe üçlü koltukla yer değiştirmiş. Eşimin gözümün içine bir süre gücenik bakışından da aymıyorum. Neden sonra, “şimdi o bit kadar daktiloyu kaldırmış olaydım, hemen fark ederdin” diye mızıldanmasına hak vermemek elde değil. Ama içimdeki sesin, bir şey yazmadan masadan kalkamazsın dayatmasıyla masamdan kalkmamaya karşı koyarken gözümü ondan alamıyorum. Ve buraya dek yazdıklarım onun; (o pembe renkli daktilonun) öyküsünü yazmanın girişi oluyor.

Adı bende kalsın; eskicilik yapan benden küçük bir dostum var. Günün birinde telefon açıp bana, uğramalısın, dedi. Telefonu kapattıktan çok çok on dakika sonra yanındaydım. Bunu sana sakladım, deyip masanın arkasından daktiloyu çıkardı koydu önüme. Siz hiç pembe renkli daktilo görmüş müydünüz? Ben görmemiştim. Bundan böyle karaları bile müzelerde görülecek zaten. Sorumu ağzıma tıkadı: Bu daktilo meclisin ilk kadın milletvekillerinden birininmiş. Sadece klavyesindeki eski yazılar yeni yazılarla değişmişmiş. Mirasçılara söz vermiş; kim olduklarını sormamamı istedi. Üstelemekle kendime saygısızlık etmiş olurdum. İyi ki de öğrenmemişim; böylece yıllardır dolandı durdu, düşlerimi süsledi kafamın içinde. Doğumumdan sekiz yıl önce; 1934 yılında kadınlara seçme seçilme hakkı tanındıktan sonra meclise önce on dört bayan milletvekili girmiş, sonra ara seçimlerle bu sayının on sekize çıktığını her yerde okumuşumdur. Çoğu öğretmen, ikisi çiftçi bu milletvekillerinden hangisinindi daktilo? Nakiye Elgün’ün mü, Meliha Uras’ın mı?.. Ben Satı Kadın’a yakıştırdım. Ogün bugün Satı Kadın’ın pembe daktilosudur benim için.

Arkadaşım evin diğer eşyalarından oldukça kazançlı çıkmış, para almadı diyebilirim. Yalnız, bu daktiloyla güzel bir öykü yazmamın sözünü aldı benden. Daktilonun pembesine bulaşan coşkuma diyecek yoktu, neşelenmiştim: Ya, bunu sen bizim daüssılacı ünlü yumuşaklara götüreydin inan ki, hem çok para alırdın hem de benimkinin misli misli şiirler, öyküler, romanlar çıkardı ortaya, dedim.
Çıngıraklı bir kahkaha patlatıp,
-Bunu yazma abi tefe koyarlar…
-Olsun; makasa uysun diye odun derim, dedim…
Bir kahkaha daha patlattı…

O gün evde nereye yerleştireceğimize zor karar verdik ve masada oturduğum yeri çaprazdan gören ceviz sandığın üstüne koyduktu. Yıllardır bir mücevher gibi dururdu gözümün önünde. Çalışır olduğu halde yazılarıma iyi bir öyküyü onunla denemek üzere şimdilik kullanmıyor, bizim arapla sürdürüyordum çalışmacıklarımı. Gel gelelim dün yerinde göremeyince, "nerdee?" diye çocuklar gibi dövünesiye bağırdım. Meğer, hanım, torun hırpalıyor diye çok olmuş kaldıralı.

İşte böyle bazen sevdiğimiz bir şeyin yokluğunu geç fark ettiğimiz de oluyor.

*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış bir öyküsüdür.

29 Mart 2010 Pazartesi

Silivri’nin Kaymaklı Yoğurdu*

Gazetede yazılana göre tam bir tilki divanı kurulmuş; adamın toprağını üç milyon dolara kapatmışlar, araya bir milletvekilini sokup anakent belediyesinde imar değişikliği yapıp değerini arttırdıktan sonra on dokuz milyon dolara satmışlar. Her şey tıkırında gidiyor gibiyken içlerinden hakkı yenilen biri de kızgınlığıyla elindeki belgeleri karşı taraftakilere verivermiş…

Durur muyum?..

“Mahkeme Kapısı”ndaki hikayeleri daha ilk okuduğumda karar vermiştim; büyüyünce ben de adliye muhabiri olacağım, diyordum ya, işte şimdi kağıt önümde kalem elimdeydi ve ben bugüne bugün çiçeği burnunda bir adliye muhabiriydim. Bugün dediğim; savcılara müddeiumumi dendiği zamanların bugünüydü. Hatta güneşli güzel bir teşrinevvel günü….

Nasıl ki Cervantes’in kalemi,”Yalnız benim için doğdu Don Kişot, ben de onun için; o yapmayı bildi, ben de yazmayı” demiş, ben de yaz kalemim yaz, dedim…

Otuz beş yaşlarında, sarı saçlı, mavi gözlü, yanakları al al, biraz dişlek, kasketi elinde, baştan ayağa bir Trakyalıydı. Hakim, gözlüklerinin üzerinden bakıp, olayı bir daha baştan anlat bakayım oğlum, deyince, efendim, diye söze tekrar başladı. Benim bu işte bir suçum yok, ben şoförüm. Aslında bacanağın kaynatası vefat edince Edincik’e gitti. Bir haftalığına muvakkaten onun yerine çalışıyorum. O sabah patronu evinden almaya gittim ama yazıhane yerine, arabayı tarif ettiğince sürüp, İnhisarların arkasındaki sokakta, dur, dediği yerde durdum, kendisi inip bir yazıhaneden içeri girdi. Yarım saat kadar sonra elinde büyük bir bavulla çıktı. O güne kadar öyle bir bavul görmedim; deve hamutu gibi; daha çok çuvala benzeyen bir bavul… koştum elinden alıp bagaja koydum. Kapıyı açtım arka koltuğa oturdu, Londra asfaltından yola devamla üç saatte Şehremanetine geldik. Al bavulu benimle gel, dedi. O önde ben arkasında binadan içeri girdik. Şehreminin odasının kapısında bavulu benden aldı, git arabada bekle, dedi bana. Ben de dediğini yaptım. Bir zaman sonra geldi ve Mahmutpaşa’dan, Sirkeci’den, Eminönü’nden epeyce bir alışveriş yaptı, Mısır Çarşısı’ndan bana da bir nevale düzdü, yemek ısmarladıktan sonra dönüşe geçtik. Çok keyifliydi. Hep aynı türküyü mırıldanıyordu. Hakim, hangi türküydü hatırlıyor musun, diye sordu. Şoför biraz düşündükten sonra “seni kimler duurdu” diye yuurtlu bir türkü var ya onu efendim, deyince, (burada hakim, günümüz Türkçesiyle koptu) ben de korktum, hakimi de, şoför Sefer Devran’ı da kalemi de bir tarafa bıraktım, içine edilirse edilsin hikayenin deyip bastım sansürü. Recep, şaban, ramazan…Şunun şurasında üç ayların sonuncusu bitiyor, oruçluyuz, üstelik mübarek kadir gecesi kimsenin günahını, almayalım dedim. Aslında hikayeyi Hollandalıların, “Hırsızlar kavga eder, çiftlik ineğine kavuşur” atasözüyle bitirecektim ama aklıma nerden geldiyse Neyzen babanın hani, “partiye ettim telefon / o şimdi mebus dediler” dizeleriyle biten ünlü hicvi geldi. Çıktım evden yürüdüm Kavaklıpark’a kadar, girdim çay içilen bölümden içeri oturdum bir masaya. Zaten adliye koridorlarını aşındırmadan, oturduğun yerden muhabirlikmiş mi olurmuş? Benim yapacağım; haberi öyküleştirmekti. Ama beceremedim. Böylece canım sıkkın düşünüyor, güme gitti-gitmedi bizim öykü derken, Vayni’de, merhaba, deyip karşıma oturmaz mı?.. Niyetliymiş çayımı içmedi. Kiremitlerin altında neler var biliyor musun, dedim. Bilmiyorum hocam, deyince başladım anlatmaya. Nerede okuduğumu, kişilerin adları neydi unutmuşum. Lakedomanya kralı Atinalıları yenince kazandığı paraları torbalara doldurup generalin birine verip ülkesine yollamış. Kral seferine devam ededursun, ülkesine dönen general çuvalların altını söküp epeyce bir miktar parayı tırtıklayıp çatısındaki kiremitlerin altına saklamış. Torbaların içindekileri teslim alan yetkililer, her torbada ne kadar para olduğunu yazan notlar bulunduğu için eksikliği görmüşler. Hırsızlığın meydana çıktığı bu sırada generale bir nedenle gıcığı olan hizmetçisi de, (o zamanlar Atina paralarının bir yüzünde baykuş resmi varmış ya) “kiremitlerin altında daha çok baykuş var” diye bas bas bağırırmış.

Derin bir soluk alıp, öğrendin mi şimdi kiremitlerin altında ne olduğunu, dedim. Doğrusu çok kitap devirmiş, kibar adamdır Vayni, bilmiyormuş gibi sonuna kadar beni sabırla dinlediğini biliyorum.

*Sayın Ekmel Denizer'in 2009 yılında Silivri Aktüel'de yayımlanmış yazısıdır.

22 Mart 2010 Pazartesi

Epiktetos’un Kandili*

Ender de olsa, insanların kendilerini dışlanmış, bir işe yaramaz, çok kötü hissettikleri zamanlar olur. Yine böyle durumlarda insanlar kendilerini yollara, sokaklara atar, ne yapacaklarını bilmeksizin, kararsız ve bilinçsizce bir süre yürüye dururlar.

“Epiktetos’un Kandili”
ndeki anlatımıyla Şevket Süreyya da öyle bir günündeydi.

Vatan hainliği suçlamalarına bile alınmayan, darılmaksızın ülkesine hizmete kaldığı yerden devam eden ince ruhlu bu insan, ilk defa incinmişlik duygusuyla, kırgın yürüyordu. Gençliğini yaşamaksızın Kafkas cephesine koşmuş, ülkenin kurtarılmasına çalışmış, kovuşturmalar, soruşturmalar, suçlamalar onu hizmetten alakoymamış, geceli gündüzlü, durdurak demeden çalışmıştı.

Ulusal eğitimin başta gelen öğretimcilerindendi. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için onun, bir tarihlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlamış, “Köyde Mezarı Olan Yegane Aydın: Öğretmen” adlı yazısını okumak gerek. Okumak gerek ki, dil uzatanlar, maarifin nelere karşın, ne koşullarla gerçekleştirildiğini görsünlerdi.

Türk devriminin kuramları üzerindeki çalışmaları demek olan “Kadro” uğraşısı, Türk düşünce tarihinde önemli bir yer tutar. “İnkılâp ve Kadro” kitabının “Sonsöz”ü, bozkırın yeşermiş, kalkınmış bir yurt ve üzerinde yaşayanların sağlıklı, mutlu, eğitimli insanlar olması için gösterilecek çabayı ibadet görmeyi, bunu bir ülkü, bir tutku haline getirmişliği öylesine içten bir anlatımla dile getirir ki, boğazınıza takılan şey teşekkür mü, hayranlık mıdır, ne bilinir, ne tarif edilir bir duygudur.

Emekliye ayırarak, “Hizmetlerinize teşekkür ederiz” deyip, o gün Şevket Süreyya Aydemir’in işine son verilmişti. Oysa o, bunca hizmetleri gerçekleştirmiş biri gibi değil, işinin başlangıcındaymış da, verebileceği hizmetlerden alakonulmuşluğun acısını duyuyordu yüreğinde. Nedeni buydu yıkıntısının...

Akşamın karanlığı Ankara’ya inerken ayakları onu kentin dışına sürükledi, patika yollardan aşırıp bir bağ evinin kapısına getirdi. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğinde, o ana kadarki gerginliği, iç hesaplaşmasının fırtınasıyla burun buruna geldi. Koltuklardan birine kendini bıraktığında şöminenin üzerindeki kandile takıldı gözü. Yıllar önce ona “Epiktetos’un kandili” adını takmıştı.

Hiyerapolis’li (Denizli) Epiktetos köle olarak dünyaya gelmiş, Neron zamanında Roma’ya sürülmüş, zalim ve kaba efendisi tarafından eğlence olsun diye ayağı kırılmış bir filozoftu. O Epiktetos ki; “Efendisi Epafroditos birgün kendisine işkence yapmak ister, ayağını bir mengene ile burkmaya başlar. Epiktetos, ‘dur ayağımı kıracaksın’ der. Efendisi aldırmaz. Sonunda Epiktetos’un dediği olur. Ama Epiktetos hiç istifini bozmaz, sadece şu karşılığı verir: ‘Kırılır dememiş miydim?” İşte şimdi o Epiktetos karşısında belirmiş;
“Kaybettim deme, geri verdim de!”
Ve,
“Hayat bir ziyafetten başka bir şey değildir. Yemek ne kadar sürmüşse ziyafet orada biter. Kolun bu sofrada ne kadar uzanmışsa nasibin o kadardır. Bütün sofraya gelenleri değil, yalnız önüne uzatılan tabaktan kendi hisseni iste!” diyor, devam ediyordu; “Hem bu hissen için de müsamahalı ol. Senin yağını mı döktüler? Senin şarabını mı çaldılar? Kendi kendine de ki, bunlar huzur’un pahasıdır”.

Epiktetos konuştukça önce söylediklerini dinlemek istemiyor Şevket Süreyya. Hakaret ediyor, “Sen hem köle, hem miskin bir filozofsun” diye haykırıyor. Aralarında, müşterek hiç bir şey olmadığını söylüyor. Yüzüne karşı, kendi değerini, kendini inkar eden birisi olduğunu, mücadele hırsının, inşa hırsının, hürriyet hırsının ne olduğunu bilmediğini bağırıyor. Yumruklarını sıkıp dışarı çıkıyor.

Fakat Epiktetos, sakin ve telaşsız, asasına sarılarak topallaya topallaya arkasından gidiyor. Gecenin garip aydınlığı içinde ana yolda, bahçe aralarında ve dere kenarlarındaki patikalar arasında onu takip ve konuşmasına devam ederek, insanların kendilerine ya çok pahalı, ya ucuz kıymet biçtiklerini, onunsa sadece bir değerlendirme hatası içinde olduğunu, hayatında daima, başarabileceğini değil, başarmak istediğini düşündüğünü, olabileceği değil, olması istediğini aradığını söylüyor. “Onun için senin yenilgin, hakikatin yenilişi demek değildir. Yenilen, yalnız senin ölçüsüzlüğün ve dalâletindir. Halbuki kaleleri bekleyen nöbetçiler, yanlarına gelen herkese parolayı sorarlar. Sen de muhayyilene gelen şeylere parolayı sorsaydın, baskına uğramazdın!”

Şevket Süreyya, bu sözlerin gerçekliği ve aydınlığı karşısında şaşırmıştır. O ise sözlerini sürdürmektedir. “Senin hakkında yanlış bir karar aldıklarını mı düşünüyorsun? Fakat bu kararı alanların, buna mecbur olduklarını düşünmeye çalış! Ne kendini, ne başkasını itham etme. Hem üzülmek niçin? Bir iş ve inşa mı istiyorsun? Aslında içimizde yıkacak ve yeniden inşa edilecek o kadar çok şey var ki? Senin huzursuzluğun başkaları ile değil, kendi kendinle bağdaşmadığın içindir. Senden alınan şeylere karşı, senden alınamayacak olanları koysana! Bu, senin iradenin hürriyetine ise, Jüpiter bile müdahale edemez. İşte asıl hürriyet budur.”

Şevket Süreyya ancak “Yazık! Bu gece Epiktetos beni burada gafil avladı” diye mırıldanabilir.

Epiktetos’un sözleri etrafa serin bir rüzgar gibi yayılır: “Yalnızlıktan korkma! Asıl korkulacak şey, korkudur. Düşün ki Allah’da yalnızdır. Ama kendisinden memnundur. Her şeyi de gene kendisinde bulur... Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz halde malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, birgün kendimizde bulmak kudretidir. Kendine dön oğlum. Kendine inan ve yalnız kendinde olanı ara...”

Şevket Süreyya Aydemir o günkü yıkılmışlığını Epiktetos’la yaptığı söyleşiyle geçiştirirken, birkaç adım atarak açtığı bir kapıdan belki de devlet hizmetinden daha da değerli eserlere kollarını sıvadı. Başta üç ciltlik “Tek Adam” olmak üzere, bir çok başyapıta imza attı. Ülkenin sorunlarıyla uğraşısı hiçbir zaman dinmedi. Pazartesi günleri Cumhuriyet Gazetesi'’nin ikinci sayfasındaki makalelerine ölünceye kadar devam etti. Konusunda en yetkin insan tarafından kaleme alınmış bu akademik yazıların, kitap haline getirilerek, bugünün genç aydınlarına kazandırılması bir ülke hizmetidir.

Çağdaş eğitimimizin kurucularından Şevket Süreyya, “Suyu Arayan Adam” kitabının sonuna eklediği “Epiktetos’un Kandili” bölümüyle bize hayatta birçok kez karşılaşabileceğimiz böylesi karamsar durumlarımızda, yılgınlığımızı giderecek bir reçete sunmaktadır ve bu bilge adamın reçetesinden kaç kereler yararlandığımı hatırlamıyorum bile.

İşte Cumhuriyeti kuranlar ve onun hemen takipçileri böylesi bir yüce ruha sahiptiler.

Falih Rıfkı Atay bu insanları şöyle değerlendiriyor; “Yeni Türk kafasının birbirini tamamlayan iki sırrı vardır:
- Her şey yapılır.

Ve hemen arkasından:
- İşte böyle yapılır.”

Onlar “olmaz”ı olduranlardır. Neler yaptıklarına bakmaksızın, daha neler yapacaklarının yoluna koyulurlar. Şimdi neredeler mi? Bilmem. “Beyaz atlarına binip gittiler” yıllar önce...

*İnkılap ve Kadro (İnkılabın ideolojisi) Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, İst.1932.
**(Salah Birsel. Kendimle Konuşmalar. Papirus Yayınları. 1969. S.18)


* Sayın Ekmel Denizer'in bir konferans için hazırladığı ve Köyümüz dergisinde daha önce yayımlanmış yazıdır.

15 Mart 2010 Pazartesi

Gençler Caddesi’nden Geçme Ihlamurlar Kokarken*

Ne ülkenin nasıl düzeleceğinden, ne avrilin beşinden, ne önce ekmeklerin bozulduğundan, ne şarkılardan, ne de hiçbir şeyden kimselere söz etmeyeceksin.

Vakıflar idaresindeki işinden istifa edebilirsin.

Baharın, hele çiçeklerin; papatyaların sarısının, beyazının adı geçmeyecek. Ne pelemürün, ne köygüçürenin, ne çobanaldatanın, ne sütleğen ne de fesleğenin.

Bir bahar akşamı kimseye rastlamayacak, baharda bu yıl melal var demeyeceksin. Baharın gülleri açtı, diye mırıldanmak yok.

Ne evveli, ne ahiri, ne kimyonu, ne kekiği, tümüyle baharat dokunuyor sana.
Şu saat baharı olmayan bir kente bir bilet kestir kendine. Yoksa dellencen oğlum.
Yaşını başını almış bir adamsın bahar gelmişmiş… neyine?

Bir daha da Gençler Caddesi’nden geçme ıhlamurlar kokarken.

* Gençler Caddesi, Bakırköy’ün demiryolu boyunca uzanan ve bildim bileli aşıklar yolu denilen caddesidir

*Yazı Sayın Ekmel Denizer'indir.

8 Mart 2010 Pazartesi

Parmak Uçları Kesik Eldivenler*

Moda olsa gerek; son günlerde sıkça rastlıyorum, gençler parmak uçları kesik eldivenler giyiyor. Bilginin değeri kadar, bilgiyi bize ulaştıranların değerleri yükseliyor düşüncemde. Parmak uçları kesik eldivenlerin bilgi ile ilintisini biliyorlar mı, diye sorasım geliyor...

Soramıyorum…

Soramıyorum madem, bari yazayım diyorum.

Yüzlerce, hatta binlerce yıl sözcük üstüne sözcük koyarak, neredeyse imbiklediklerini bir-iki tuşa dokunarak ekranımıza çağırıp kullanıyoruz. Bir çay kaşığının yüzden fazla pirinç tanesi aldığını biliyorum. Bunu biliyor olmanın ne yararı var, denmemeli. Bir sayfalık bir sorunun yanıtı bazen tek heceli bir sözcük olabilir. Hiçbir şeyin küçük oluşu onun gerçek değerinin boyutunu göstermez. Küçüklük görecelidir. Özellikle bilgi küçük de olsa küçümsenmemeli. Japonların aklımdan çıkmayan uzun bir atasözü vardır: “Bir savsaklama yüzünden bir çivi yitip gider; bir çivi yüzünden bir nal yiter; bir nal yüzünden bir bacak gider; bir bacak yüzünden bir at yiter; bir at yüzünden bir savaş yitirilir; bir savaş yüzünden bir ülke yitirilir” derler. Bir küçük çivi bir ülkenin yitirilmesine neden olabilir. Bir çay kaşığı, yüzü aşkın pirinç tanesi alır. Ve bir tencere pilav kaç çay kaşığı dolusu pirinçle pişer?.. İşte, bilgi çağına gelişimizde, her bir pirinç tanesi kadar çilekeşin varlığını şaşkınlıkla takdir eder, borçluluğumu duyumsarım. Birçok yüce dağın, tek tek deniz kabuklusundan oluştuğuna şaşmak gibi bir şey bu. Bilgi birikiyor, biriktikçe okyanuslar aşırıyor, göklere çıkarıyor, göklerin ardında evrende dolaştırıyor insanoğlunu. Yazık ki, kötü güçlüler eline geçiriyor bilgiyi ve kendi yasaları gereği kullanıyorlar. Bir ilkçağ filozofu; Thrasymakhos’un “kanunları güçlüler yapar, onlar da kendilerine yontar” dediği gibi, çoğunluğun zararına da işliyor bilgi. İnsanlık işleri kötüye sardıkça, Tanrı elçileri, bilgeler, düşünürler, sanatçılar, yazarlar, çizerler, mucitler, kaşifler, bilim adamları çıkıyor. Hepsi insanoğlunun en güzel meyvesi, bilgi için çalışıyor. Kimi ekiyor, kimi suluyor. Kimi süslüyor, kimi koruyor. Bir umut… Yeni yeni şeyler buluyor, söylüyorlar. İnsanlık, yolculuğunun ilk adımına bilgi edinmeyle başlıyor. Biriktirdiği bilgiler arttıkça onları sınıflandırıyor. Tasnif edilmiş bilgiler sistemleştikçe konularının bilimleri, sanat türleri, türlerin ekolleri doğuyor. Bilimler bilimleri doğuruyor. Ve bugün de bizi şaşırtacak bir hızla sürüyor bu. Bilginin ulaştırdığı iyilik, kötülüğün hızına erişemiyor. Ancak, büyük büyük patlamaların acıları bir süre için dengeliyor hayırla şerri. Çok sürmüyor yine açılıyor araları, kötü güçlüler kendi çıkarlarına çeviriyor yeni söylemleri. Barışa katkısı olmuyor bilginin. Bilgelerin kemikleri sızlıyor.

Bilginin nasıl ve ne gibi zorluklarla elde edildiğinin ayrımına ilk kez,-şimdi Feriköy mezarlığında yatan- Abdizade Hüseyin Hüsamettin Efendi’nin yaşamöyküsünü okurken varmıştım. “Amasya Tarihi”nin yazarı… Bir kentin 12 ciltlik tarihini yazmak için ne belgeler incelemek, ne kitaplar okumak gerekiyor. Görevden göreve atanıp durdukça, İstanbul’dan Şam’a, Şam’dan Girit’e imparatorluk coğrafyasını karışlıyor. “Üsküdar Tarihi”nin yazarı, İbrahim Hakkı Konyalı da öyle.. bize, Kaşgarlı’nın “Divanü lügat it-türk”ünü kazandıran Millet Kütüphanesi’ni kuran ve bu kütüphaneye 15000 yazma ve basılı kitap bağışlayan Ali Emiri de öyle... Hiç farkı yok; Balzac’da, Tolstoy’da... Ulaşımın katırlarla, develerle yapıldığı dönemlerde, belki sadece bir paragraflık bilgi için bir diyardan, bir diyara aylarca, yıllarca süren yolculuklar... Başvuracakları sandık sandık belge ve kitaplarını da yanlarında taşımak durumunda kalarak. Kuş uçmaz kervan geçmez yolları, uçurum kenarlarındaki patikaları aşarak ulaştılar edinecekleri bilgilere. Hepsi insanlığa bir ürün vermenin, aydınlatmanın tutkusuyla, günümüzün konforundan çok uzak koşullarda, binlerce sayfalık kitaplarını yazıyor. Kimi zaman mum ışığında, kimi zaman buz gibi odalarda... Yaşamları sona erdikçe, yere düşürmeden bir başkası kapıyor bayrağı. İstif istif bilgi, dağlar oluyor, dilden dile çevrilip, birbirine eklenerek öylece ulaşıyor bugünkü dizüstü bilgisayarlarımızla bize.

Bruno’lar meydanlarda yakılıyor, Campanella’lar kazıklara geçirilip, ölmüştür, diye, hendeklere atılıyor. Bilginin değeri kadar, bize ulaştıranların değerleri nasıl yükselmez düşüncemde? Örneğin: 1600 ‘lü yıllarda, Deyrüzzaferan’daki bir keşiş aradığı bilginin Sibirya’daki bir manastırın kitaplığında olduğunu öğreniyor. Mardin’den kalkıp, binbir zorluk ve aylar süren bir yolculukla ulaşıyor oraya. El yazması kitapları kopya etmenin -yazılı olmasa da- bir kuralı var: bir nüsha da kopya ettiği kitaplık için çıkarması gerekiyor. Henüz karbon kağıdı bulunmamış, kalem yok. Manastırın buza kesmiş duvarları arasında eldivenli elle kaztüyü mü tutulur; işte böylece kesiliyor eldivenlerin parmak uçları...

*Sayın Ekmel Denizer'in "Bilgi, bilge ve Bilgelik" başlığı altında verdiği
konferansın, daha önce Ataköy Gazetesi'nde yayımlanan bir bölümüdür.

1 Mart 2010 Pazartesi

Ovaya Bakmak*

Tırmandığım yokuşun yorgunluğunu çıkarıyormuşum gibi on adım kala, onu seyretmeye durdum bir zaman. Bir deri bir kemik kalmış görünümüyle gövdesine dayanılacak bir ağaç olmaktan uzaktı. Arkadaşlığını son yıllarda edindiğim ahlatla, bana göre sadece bir dahaki yaza kadar son görüşmemiz olacaktı. Ahlat ağacı olup olmadığını da bilmiyordum ya, öyle diyordum. Onu seviyordum. Onu bana sevdiren, önümde, ufuktaki yükseltiye kadar uzanan ovaydı belki de. Yamaçtaki bu yaşlı ağaca dinlenmek için sırtımı dayayıp ayaklarımı uzatmasaydım, ova yoktu benim için. Ağacı bana sevdiren ovaydı. Ağaç ve ova… Ekili biçili, sürülü sürülmemiş tarlalar. Dönen, kıvrılan, sapan -inceli kalınlı çizgiler gibi- tekrar tekrar dönen, kıvrılan, sapan, kentlere köylere giden yollar. Karıncalar gibi ve onlar kadar görünen tarım işçileri, traktörleri, römorkları, araç ve gereçleri…

Buradan bakıldığında yavaşça alçalan ve uzunca bir düzlükten sonra tekrar yükselen bir araziydi görünen. Doğanın genişliği insanın her şeyine işliyor, soludukça adeta ciğerlerini de kendine benzetiyordu. İnsan burada, uzak, derin ve geniş düşünüyordu. Kaç yıldır öğleden sonraları burada bulurdum kendimi. Bir metal gibi genleşir, genişlerdim. Sırtımı aceleyle gövdesine yasladıktan sonra gölgesiyle havadan sudan konuşurdum; neler görmüş ağaç, bil bakalım, karşıdan gelen şu otobüs Tekirdağ’a mı, Edirne’ye mi sapacak, derdim. Kimi zaman altında uyuyakalırdım. Yapraklarından çok yaşlı dallarıyla gölgelendirirdi beni. İncitmekten çekinir, çoluk çocuktan söz etmez, torunlar nasıl, demezdim. Bu görünüşüyle onu bazen çilekeş bir dervişe, bazen lime lime olmuş giysileriyle erkini yitirmiş yaşlı bir soyluya benzetirdim. Kimi zaman ise, söze, üç padişah gördüm, Çanakkale’yi de, Yemen’i de, diye başlayan, ulusal utku günlerinin haki poturlu, kalpaklı, kabalaklı, palaskalı, madalyalı gazilerine…

Yarım yüzyılı geçkin, yorgun yaşamımın sonunda edindiğim bir arkadaş… Ona sırtımı dayıyordum. Arkadaş sözcüğündeki arka’nın tam anlamıyla arkalığımdı. Yüzünü görmeksizin gölgesiyle konuşuyordum, uzandığım yerden. Ağaç çok önceleri yaşadığım bendim. Kaydedilmemiş deneyimlerimin aynasında düşündükçe düşünceleşiyordum, gölgesinde. Günler geçtikçe, yazın, ovanın üzerinde buharlaştığını görüyordum. ‘Bu yazda böyle geçti’nin içten içe, incelikli hüznüyle, ‘umarsız kabulleniş’in sessizliğine uyuyordum. Gülünecek bir şey olmaksızın, içimden coşkulu bir gülme duygusu yükseliyordu. Erinçti bu. Kabullenişin, bir güzel boyuneğmişliğin mutluluğuydu. Bu kargacık burgacık ağaç, kentin en ulu ağaçlarından da ulu, bir bilge ağaçtı benim için. Altında söylediğimde en içli ezgiler bile ağlatamazdı beni…

Söyle bana ağaç, diyordum, aşağıda duran bir göl gibi (ki, kimi günlerin akşamlarına doğru ben onu “yağcıbedir”lere de benzetirim) uzanan bu ova kışında böylesi alımlı mıdır? Yanıtsız kalan sorum yinelendikçe de yanıtlanmazdı. Yanıt; sessizlik, sessizlik; ‘gel de gör’dü… Evet, bir kış günü, hatta bir çok kış günü de gelip görmeliydim. Mutlak geleceğim söz, dediğim hiçbir kış gidemedim.

Alkolsüz bir hoşluk içersindeydim burada. Ağacın altından görüntü; ‘bir ömre bedel’ görüntüydü. Ne begonya, ne sardunya… Çiçeksiz bahçemdi burası, esin kaynağımdı. En beğendiğim öykümü buradaki bakıştan esinlenerek yazmış, son noktayı koyduktan sonra halay çekecekmişim gibi buruşuk dallarına sarılmıştım. Doğayla, dolayısıyla kendimle dostluğumun yol göstericisiydi, görmüş geçirmiş bu yaşlı ağaç. Bana bir melamet neşesi veriyordu. Yine de duygularımın aşırılığını, renkli bir gözlük gibi güneş ışığının parlağından, görüntünün göz kamaştırıcı esrikliğinden esirgiyordu beni…

Kendi sözü mü, bir alıntı mıydı; “Yükseklerde söylenen şarkı hep aynıdır” diyordu, Cemil Meriç. Coğrafi de olsa yüksekteydim ve zaman zaman kendimi büyük filozoflarla aynı şarkıyı söyler buluyordum.

Ova güzeldi. Ova, buradan bakıldıkça güzeldi. Sırtım yaşlı ahlatın gövdesine yaslanmış baktıkça, ova çok güzeldi. Ve ne güzeldi güzellik…

Ahlat ağacının altı, ovaya bakmaktı benim için. Yıllardır, yaz öğlesi sonralarından akşamüzerlerine değin ovaya bakmak… Ovaya bakmaksa dinlenmek demekti. Derin düşüncelere dalıyormuş gibi (dalmaksızın) bir emekli oyalanmasıydı. Çoğu emekliler, bir anıt gibi durup öylece uzaklara bakarlar. Yüzlerini bir erinç kaplamışsa bilin ki; bir yaşlı ahlat ağacına yaslanmış içten içe ovalarını seyrediyorlardır.

*Sayın Ekmel DENİZER'in yayınlanmış bir öyküsüdür. Köyümüz Dergisi (Bakırköy)

11 Şubat 2010 Perşembe

"Son Yılın Üç Mevsimi"nden*

Yirmisekiz yaşımdan altmışdörde… 1970’denberi buralardayım. Sahildeki ev yapılmadan önceleri eşim ve kızımı çiftliğe babasının yanına getirir, ben sabah akşam otobüsle gider gelirdim. İşim Tophane’ye yakındı. Akşam üzerleri Karaköy’den, uzun bir dolmuş kuyruğu ile Aksaray ve oradan minibüsle Topkapı’ya, otogardan yer bulabildiğim otobüslerle bir buçuk iki saatte çiftliğe gelirdim. Rumelilerin porta dedikleri avluya açılan büyük kapının önünde beklenişimin mutluluğu çektiğim eziyeti unuttururdu. O güne kadar tanışmadığım bir dünyanın içindeydim. Sağım solum çiftçi ve konu; uzun uzadıya çiftçilikti. Burada erkekler harman zamanı dışında öğleye kadar yatar, sonra gece yarılarına kadar oturur söyleşiye koyulurlardı. Onlar uykularına yeni yeni dalmışken ben sabah erken uyanır yolu tutardım. Bir buçuk kilometre kadar yürüyüp kavşağa ve oradan bindiğim otobüsle Topkapı’ya gelir, sur içinden Karaköy dolmuşuna binerdim. Yılların tüm yazları böyle sürdü gitti…

Otobüs yolculukları bana güdümlü bir okuma olanağı sundu. Her yaz bir yazarın toplu yapıtını bitirirdim. Aytmatov’unkiler ve özellikle “Toprak Ana”nın tadı damağımdadır. Bu kitabı zaman zaman alır, Tolgunay Ana’nın toprak anayla söyleşisini okurum.

Kitap okuma modam vardır benim. Bir süre anılara dadanırım. Bir zaman öykülere romanlara, ve kimi mevsimi yakın tarihimizle geçiririm… Balkan bozgununa ait anıları ağıt söyler gibi okurum. Rumeli’de kaybettiklerimize yanarım. Ve bir an gelir gözlerim dolar, boğazıma bir yumruk oturur yutkunamam. Kitabı fırlatır atar gibi kapatır, bir daha o günlere ait kitap okumamaya karar veririm. Neden sonra “Koca Balkan”ın öyküsüne isteklenir, elime bir kitap geçirip okur, değişmeyen aynı ruh halini tekrar yaşarım. Bu böyle devam ederken bir gün düşündüm ve kararlılıkla kendi kendime dedim ki; niye üzülüyorsun; kaçınılmazmış o acılar, çekilecekmiş, çekilmiş. Ama gün gelecek sınırlar atılacak, bayraklar flamalaşacak ve sen kaybettiğine üzüldüğün Selanik’e ve Manastır’a, Konya’ya da, Afyon’a gider gibi gideceksin. Bu karşı taraf için de öyle olacak; onlar da Atina’dan, Pire’ye gelircesine İstanbul’a, İzmir’e gelecekler. Filibeli, Tikveşli, Üsküplü…Tüm Rumeli için geçerli olacak. İnsanlık ailesinin kaçınılmazı bu. Öyle değilse eğer, yazarlar niye yazarlık yapıyor?...

Görüntü tatsız.. “Dahili ve harici bedhahlar” ülkeyi karıştırmak için birbirleriyle yarış içindeler. Kardeş kavgasına bulaşalım isteniyor.

Devletler, bazı konuları zamanın yumuşatmasına bırakmayı siyasetleştirmeliler ve bunun için, yazarları desteklemeseler de kösteklememeliler. Su yolunu bulur. Yazarlar, sonucu mutluluk olan yolu gösterirler…

Silahı eline alana bir çift sözüm var: hangi ulustan, etnik guruptan olursan ol, seni kışkırtanın umurunda olmadığını bil.. O, senin kardeşini kaybettiğine değil, tetiği her çekişinde cebine girecek paraya bakar.

Bazı eskiler şu iki sözcüğü bastıra bastıra vurgulayarak söylerlerdi: Bulgar gavuru…. Cami içine topladıkları insanları nasıl yaktıklarını. Kadın, çocuk demeden öldürdüklerini… Hele Çatalca bozgunu içimize oturmuş, kanayan bir yaraydı. Yaşlı biri bir gün dedi ki, Bulgarlardan öcümüzü almış değiliz, kuyruk acımız var. Çocukluğumdan beri Bulgarların acımasızca yaptıklarını dinleye, okuya büyüdük. Tek bir yazar, okuduğum kitabıyla, Bulgarlar için kemikleşmiş yargılarımı yumuşattı benim. Nikolay Haytov. “Dünya Poturunu Çıkarıyor” adlı öykü kitabında bir çok öyküsünün kahramanını Türklerden seçiyor. Sevgice yaklaşıp yüceltiyor onları. Yiğitleştiriyor. Üstelik Haytov, bu öykülerini komünist rejimde ve Bulgarlarla aramızın limoni olduğu soğuk savaş yıllarında yazıyor. Konuları Balkanlarda dirlik düzenin bozulduğu zamanların köylerinde geçiyor.

Bu küçük kitabı Fehmi Karagözoğlu’nun kapak deseni öylesine sevimleştirir ki, bakar durur, dalar gider, işte Dramalı Hasan bu, derim ve Muzaffer Buyrukçu’ya dostlarının o ünlü “Drama Köprüsü” türküsünü söyletişleri gelir aklıma:

Saat üçten soora bir baca endım aman aman
Asan Efendi'yi uykida buldum
Kalk bre Asan Efendi bir kave içelım aman aman
Siz için komitalar ben içmiş oldum.



“At martini bre Hasan dağlar inlesin!..”


“…Aşk en eski köprüsüdür Balkanların, en eski.”
Cevat Çapan’a bu dizeleri yazdıran Balkan tutkusuyla, Haytov’a “Bayram Ali” öyküsünü yazdıran duygular aynıdır.

* Sayın Ekmel Denizer'in, LA PARAGAS okuyucuları ile paylaşmamıza izin verdiği; yayımlanmamış "Son Yılın Üç Mevsimi"nden...

4 Ekim 2008 Cumartesi

Bir Trakya Masalı: Yüreğin içinden geçen yol...


Yazarını, kendini, bilmeden tanımadan, sadece kitapçı rafında rastlaşıp kanımın ısındığı, sayfalarına usulca göz gezdirdiğimde aynı yolun yolcusu olduğumuzu düşündüğüm ve satın aldığım kitaplar vardır: Tıpkı, kimsenin fark edemediği arkadaşlar edinmek gibi, uzun ve sıcak dostluklar kurduğum...

Bir Trakya Masalı'yla bundan bir kaç yıl önce bir ramazan akşamında, şehrin meydanına kurulan dükkanların, lunaparkın, macuncuların renklendirdiği hoşlukların arasındaki, en popüler olanlarla depolardan toplanarak sokağa terk edilmişlikten bir nebze kurtarılmış kimsesiz kitapların satıldığı bir kitapçıda göz göze gelmiştik.

Kapağı, rengi, ebatları, üzerindeki resim, adının yazılışındaki harflerin karakterleri, kendini onca star kitabın ötesinde bir yerden ortalara atmayan ama kendinden emin duruşu; aramızda sıcacık, zarif bir iletişimin kurulmasına neden olmuştu.

En keyifle satın aldığım kitaplardan biriydi. Okumaya başladığım ilk satırdan itibaren, yüzüm şefkatli bir tebessümle birlikte, gurbette rastlaşmış, aynı aidiyetleri paylaşan insanların o anki sıcaklığına bürünmüştü.

Şimdi; ben susuyorum, bu kısacık ama hoş kitapın arka kapağı konuşuyor:

Ekmel Denizer, anlatılmayı ummayanların anlatıcısıdır; ya da bir öyküde, bir masalda yer almaya layık görülmemişlerin. Onlara kendi öykülerini kurdurur; kendileri gibi iddiasız, sıkılgan, alçakgönüllü öykülerini.

Bir yamaçta, adını kendisine söyleyecek, güzelliğini kendisine anlatacak dili bekleyen bir çiçektir bu; bir başka yerde, emeğin hakkını gururla vermiş, bereketli, ama artık unutulmuş tarlalardır; çirkin beton mimarinin arkasında, kimileyin bir semtin dışında bırakılmış bir türbe, bir mezar taşı; bir zamanlar gelen geçenlere sırtını vermiş, âşıkları kavuşturmuş, ayırmış, bugün yabani otların altına gizlenmiş bir yoldur; ya da terk edilmiş bir evde, ele geçirilme umudunu çoktan yitirmiş bir anı defteri, bir hikâye kitabıdır.

Bir şairin, bir bestecinin, farkında bile olmadan önünden geçip gittiğimiz mezarlıkların içindeki, selviler büyütmüş kabridir. Öyküleri, denemeleri değişik dergi ve seçkilerde çoktan hak etmiş olduğu yeri bulan Ekmel Denizer, “Bir Trakya Masalı”yla usta işi bir metin sunuyor.





  İlitintili bir devam yazısı: Kitabın Sadece Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP