Bundan, onbeş-onaltı yıl önce, belki de bir iki yıl daha önce...
Zor günler; içinde çocukların da olduğu bir yumağı ilmek ilmek çözmeye çalışıyorum. Dünyam epey zorda, kafamda rakamlar uçuşuyor. Sürekli dört işlem hali! Ülke tarihin en büyük krizinin altında. Bazen evden çıkıyor, onbeş kilometre yolu yürüyerek gidiyorum. Bazen duruyor, düz yolu bırakıp eski yola tırmanıyor, en tepesindeki derilip çatılmış banka oturuyor, uzun ufuklara bakıyorum. Gözlerimden bağımsız, kafam bir yığın problem için çözüm formülleri arıyor. O an şirkette olan kardeşimi de düşünüyorum. Biliyorum ki rahat, Abim bunu da çözer noktasında bir tereddütü yok ama onun için de üzülüyorum. Akşam eve döndüğümüz, mesailerin bittiği, kepenklerin çekildiği anlar en mutlu anlarım... ta ki yeni sabah başlayana kadar. Bir masaüstü bilgisayar almışım kendime. Onu çözmeye çalışıyorum. Kısa sürede de beceriyorum. Sonralarda alemlerin en siberini keşfediyor, onun sayesinde problemlerden uzaklaşıyor, başka dünyalarda rehabilite oluyorum. Hayatımın en kıymetli dostluklar hanesine atılmış çentiklerin sayısını bu süreçte çoğaltıyor, çok kıymetli ve çok güzel anılar da biriktiriyorum. Bir defter kapanıyor. Aşık bile oluyorum, belki de olmak istediğim için oluyorum. Birisinin, Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadının, Canımsınıyım. MSN'den sesli ama görüntüsüz bağlanıp, rakı masaları bile kuruyoruz. Sonra onun şehrinde buluşuyoruz da... Bir konser akşamının ardından Kaktüs'de bira bile içiyoruz. O ara blogları keşfediyorum. Tesadüfen... Şu masaüstünü alana dek elim klavyeye değmiş değil. İnternet nedir bilmem, beni başka bir dünyaya taşıyacağından da habersizim. Tutunuyorum!
İki yıl sonra, blog dünyası ile yeni tanışmışken ve bir çevre ki çok kıymetli insanlardan oluşmuş bir çevre oluşturmuşken; orayı birincil dünyam yapıyor, iş ve sorunlar dışındaki gerçek dünyamı da iyice daraltıyorum. İşte bu zamanlarda, güzel bir eylül akşamında, dolaşırken ramazan panayırında, bir çadır çekiyor beni. Giriyorum ve bir kitap alıyorum. Bir tek kitap! Hayatıma neler katacağını bilmediğim bir masal kitabı!.. Bir yazıda "Yazarını, kendini, bilmeden tanımadan, sadece kitapçı rafında rastlaşıp kanımın ısındığı, sayfalarına usulca göz gezdirdiğimde aynı yolun yolcusu olduğumuzu düşündüğüm ve satın aldığım kitaplar vardır: Tıpkı, kimsenin fark edemediği arkadaşlar edinmek gibi, uzun ve sıcak dostluklar kurduğum..." diye bahsettiğim bir kitap. Eve gelir gelmez ve o gece okuyorum kitabı. Sonra da blogda yukarıdaki satırları da içeren bir yazı* yazıyorum.
Sonra bir gün... yazımın altındaki yorumu okuyunca... gözlerime inanamıyorum. O kadar mutlu oluyorum, o kadar iyi geliyor ki bu bana, anlatamam. Ekran büyüdükçe ben küçülüyorum. O kadar kıymetli.
Mektuplaşmaya başlıyoruz. Blogum için yazılar gönderiyor bana, her birine ayrı ayrı bayıldığım yazılarını... Onun adıyla bir etiket* oluşturuyorum. Derken, günlerden bir gün telefonum çalıyor ki cep telefonunun henüz elime tıkıştırılmadığı zamanlar... Bir hanımefendi, sanırım dayımı ya da iniştemi, diyor, arar mısınız, size ulaşamıyormuş? Arıyorum. Bana yeni yazdığı öykülerini okuyor, "Sen benim hikayelerimi seviyorsun" diyor. Fikrimi merak ediyor. Ama ben... ben kimim ki? O koca bir yazar.
Dinlemiyorumki... o okurken yaşıyorum her bir satırı. Biraz önce telefondaki hanımefendiyi dinlerken de -yeminle- duymamış, bizzat köyü ve o coğrafyayı yaşamıştım. Okuduğum satırlar ve o kitap sayesinde o coğrafyayı yerlilerinden daha hissetmiş, ona tutunmuş bir şanslı kuldum ben.
Derken... günlerden bir gün... sanki ben gidiyormuşum gibi sevindiğim ve uğraş verdiğim, en güzeli olsun diye eksiksiz bırakmaya çalıştığım, bundan olağanüstü bir tat aldığım Mussano'nun Erasmus sürecindeyken... Posta kutum da ruhumu şenlendirmek için elinden geleni yapıyor. Işıklarım birer birer yanmaya başlıyor. Posta kutumda başka ve yeni dahil olduğum, ellerimle kurduğum, steril bir dünya var; hep güzel şeyler ve umut vadeden... Bir fotoğraf geliyor bir gün; bir mektup ile birlikte. Yine özenli, yine imlasından bir şeyler kapmaya çalıştığım bir mektup; içinde "ölünce sende bir hatıram olsun" vurgusu da olan bir mektup. Kalıyorum. Ama bir küçük çocuk gururu da hissediyorum. Bir yazar, hiç karşı karşıya gelmediğimiz bir yazar, bir insan bana, bir tek kitapla bir fikir oluşturmuş bana bir fotoğraf ve belki de son bir fotoğrafı, hikayelerde adı geçen tepede, yine hikaye karakterlerinden ikisiyle çekilmiş bir fotoğrafı emanet ediyor. Ne güzel ki hayat bana sunmaya aralıksız devam ediyor!
Bir gün demişti ki; "O güzel şehrin havasından bir derin nefes de benim için solur musun?" Mussano'nun uyarısı ile Cumhuriyet'de çıkan bir röportajını okumuş, Atatürk ve Milli Mücadele hayranlığını ve dile olan özenini de görmüştüm. Bir toparlanmış, önümü iliklemiş, sonrasında da yazılardaki imlamı düzeltmek için büyük bir gayrete girmiş, daha özenli yazmaya başlamıştım.
Onu ziyaret etmeyi çok istiyordum. Ataköy'de oturduğunu söylemişti. Kendimi Yeşilköy'e inmiş, bir taksiyle evi bulmuş ve onunla sohbet ederken görüyordum çok kere... Ama zor günleri aşma noktasındaydım ve bugün yarın derken... şunu da halledim derken... Bir süre sessizlik oldu, korktum; hissediyordum, bir sorun vardı, çok kere de hissetmiştim zaten. Ben görmezsem, duymazsam olmuyormuşu oynadım. Sonra bir kez daha hayatıma, bir keşke çentiği daha atmak durumunda kaldım.
Islıkla Çalınamayan Öyküler
Kitap kitaplığımda diğer kitabın yanında uzun yıllar kaldı, elim gitmiyordu. Rafa her uzandığımda göz göze geliyor, sımsıcak gülümsüyorduk. Süreç içinde radikal kararlar almış, projeler geliştirmiş, bir cerahatı kesip atmış, bir hayali gerçekleştirmiş, bir yılı tek bir yazı bile yazmadan geçirmiş, ekonomik gücü eskisinden çok çok yukarılara taşımış, dev krizlerin teğet bile geçemeyeceği ve sarsılamayacak bir noktaya taşımıştım. Üstelik yanımda kısık gözlerindeki gülüşüne bittiğim, içimi güvenle döktüğüm, hayatı fazlası ile yaşanır kılan Enn Sevdiğim Kadın vardı artık.
Tüm bunlar, şu günlerde özellikle ticaretle uğraşan ahlaklı insanlar konusunda fazlası ile üzüyor beni. Bu yaşadığımız, benim yaşadığım kriz sürecini de aşan, ardı çok çok daha büyük krizlere gebe ve bir tek kişinin sorunu olan bir durum da değil. İşyerleri kapalı, ticaret döngüsünün satış kısmı yok, alacaklar tahsil edilemiyor, borçlar duruyor, giderler durmuyor. O babaları, o insanları, o minicik ve çevrilebilen borç yükünün nasıl dev halini aldığını ve yarattığı baskıyı hissediyorum; bize laylay lom bu hayatın tadı, sokak aralarında, boş caddelerde dolaşırken buruk, hem de çok buruk... Dün fırından dönerken ve her daim kanlı canlı mekanların donuk haline bakarken birden dank ediyor: Ticaretle uğraşan, başka şehirlerdeki arkadaşlarımı da arıyorum. Bir telefon kadar yakınım diyerek...
Yine de, her şeye rağmen; ıslıkla çalınabilsin öyküler...
Kitabı bir ay önce alıyorum raftan. İlk bölümde ilk kitapla karşılaşmak şaşırtıyor beni... sonra bu kitabın bir kaç kitabının bir araya getirilmesi ile oluşturulduğunu fark ediyorum. Bir külliyat da diyebiliriz buna. İstanbul'u onun gözünden okumaksa harikalar ötesi oluyor. Bayılıyorum. Onunla banklarda, kahvelerde, Sultanahmette, parklarda, deniz kenarlarında oturuyorum. İçimi döküyor, eksik kalmış cümlelerimi tamamlıyor, piposundan çıkan dumanı seviyorum. Öyle bir sohbet ki bu, bütün boşluklarım kapanıyor.
Şimdi ben bir kez daha susuyorum....
Kitabın arka kapağı konuşuyor:
Ekmel Denizer öyküleri birer yolculuk... sadece bir başlangıç değil, sonu da olan bir hayatta, hayatın anlamı kadar huzurun sırlarını da arayan bir yolculuk... Denizer'in öykülerinde, onunla birlikte, tarlalarda, sokaklarda, parklarda, kule diplerinde, sınırları artık kaybolmuş semtlerde geziniriz; Yenikapı'da, Kadıköy'de, Bakırköy'ün bir yerinde, artık suyu akmayan semt çeşmelerinin, yarı viran hanların, sahibini tanıttığı mezar taşlarının, doğanın gizlediği, bakmadan önünden geçtiğimiz nesnelerin, Samatya'daki birahaneye adını veren gülünç kelaynakların ve nesneler töreninin içine çekiliriz.
*Bahse konu yazı
*Ekmel Denizer yazıları