30 Kasım 2009 Pazartesi

Café Estilo Laparagas

Ten bir gecenin sabahında, keyifli keyifli bakınırken dalgaların her bir kırılmadan sonra botlara değen uzantılarına ve onların üzerine koyularak gönderilmiş düşlere...

Olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde çakan üstün zekâ(!) yine ve hızla tahrik etmeye başladı.

Sabah tembeli Tembel'in ötekisi, sınır çizgilerinde yaşama merakı ve bilinmeze duyulan heyecanıyla harekete geçip, aşka gelip, paçalarına yapıştı. ''Hadi hadi!''

Ortaya çıkan yeni kişi, hiç üşenmeden bir masa ve iki sandalyeyi dalgaların kırıldıktan sonra uzandıkları kumun üzerindeki sınır çizgisine koydu. Sonra bir sevilenin yanağına üflenen şahane bir öpücükle kalk borusunu çaldı.

Oradan çıkamayıp sıcağında kalakaldı.

Bu durumdan fazlaca şikayetçi olmadan, sıcağındaki sıcacığa durumu şöyle açıkladı: Açıkta, yorgun ve üşümüş bir gecenin sabahına peyniri, zeytini ve çayı katık etmiş balıkçı tekneleri... Denize karışan küçük derenin deltasında, sabah dedikodusuna geveze martılar... Karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskelenin dibinde, sabah mahmuru güneşin tembel ve üşengeç göz kırpmaları...

Fırından yeni çıkmış poğaçalarla bir kahvaltının ardından, dalgaların kırıldıktan sonraki uzantılarının botlara değdiği sınır çizgisinde sürpriz bir kahveye var mısın?


a) hımmm? b) sipper c) kahve kokusu? Hımmm... d) yokum e) masal

Café Estilo Laparagas*: Orta ebat bir fincanın içine iki çay kaşığı hazır kahve koyulur. Fincanın içine iki adet resimde görülen (Şölen Tual) çikolata atılır. Fincana kaynamış su hiç dinlendirilmeden ilave edilir ve çikolatalar eriyene kadar karıştırılır. Bitter çikolata ile yapılanı da sert içkilerin(konyak, viski ve hatta likör)yanında tavsiye edilir. Ölçüler denenerek ve farklı çikolatalarla kişiye özel tatlar oluşturulabilir ve hatta üzerine krema ilave edilebilir. Daha tatlı ve sıcaksa istediğiniz, çikolata sayısını üç yapabilirsiniz.

Öylesine ve iş olsun diye denendi... Büyük bir keşif değil yani!

* Havalı bir ad olsun diye Google Translate'e soruldu: La Paragas usulü kahvenin ispanyolcası ne? diye. O da, Café Estilo Laparagas dedi.

27 Kasım 2009 Cuma

Son Ültimatom

Bu filme evvel zaman önce bir bayram günü, nostaljik bir bayram keyfi için, tam da harçlıkların bayramlıkların cebinden iki film birdenli ''10.30'' matinelerinde sinema gişelerine aktığı yılların tadında bir heyecanla, özellikle günün en erken seansını tercih ederek gitmiştim.

Filmi, yıllar önce yine bir bayram keyfi olarak aklıma kazınmış ''İtalyan Usulü Soygun'' daki hazla ve sıklıkla için için kıkırdayarak, aynı çocuk coşkusuyla ama bu kez bir yetişkin olarak izlemiştim; tıpkı bizim tarafa alkış tutan bir izleyici gibi...

Sinemadan çıktığımda; yine bir bayram gününde, bu duyguyla izlenmiş bir film daha olur mu hayatımda diye düşünmüştüm. Yani arkadaşlar, bir bayram gününde tüm aile keyifli bir sinema günü geçirmek istiyorsanız (gazozunuzu ve patlamış mısırınızı unutmayın) seçiminiz bu film olsun. Yoksa, sinema keyfi adına çok şey kaçırmış olursunuz. Ki bu filmin etkisiyle, daha sonra serinin önceki filmlerini bu kez dvd den izledim. Ama Paul Greengrass'ın yönettiği serinin iki filmini; diken üstü bir heyecanı sürekli ayakta tutan hareketli kamera kullanımıyla izleyeni bütünüyle filmin içine sokan, aksiyon sahnelerinde oyuncuyla birlikte sizi de koşturan özel anlatımı açısından daha çok tercih ettiğimi özellikle vurgulamak isterim.

Aksiyonu ve ajan filmlerinin incelikli olay örgülerini ve merak ettiren sorularını seviyorsanız, bayram keyfinize katık edin Son Ültimatomu. Hatta Bourne serisinin tamamını ve (tercihen) bu filmden geriye doğru!

Benden söylemesi...

Not: Serinin diğer iki filmi; Geçmişi Olmayan Adam ve Medusa Darbesi

25 Kasım 2009 Çarşamba

Yalnızca Fahişeler Kırmızı Ruj Sürer!..

Bir gün üstat “algı önemli şeydir” dediğinde doğru demiş. Neye nasıl baktığının ve ne algıladığının önemi büyükmüş.

Bir üniversite kütüphanesinin kırmızı noktalı rafları olmamalıymış ve sen o kırmızı noktalı raflardan kitap edindiğinde etiketlenmemeliymişsin.

Herkes hayata aynı pencereden bakamazmış. Bir taşra çocuğu cahil cühela değilmiş, bir metropol insanı ise sosyal…

Politik tavrı belli bir yazarı elinde taşırken, kitabın önünü kapatmak zorunda olmak çok koyarmış insana. Ya da dersine giren bir doçentin, daha ilk cümleleriyle faşist tavrını ortaya koyması dokunurmuş bünyene.

El ele tutuşmak yasaklanmış sokaklarda, yapılan edepsizlikmiş. Hiçbir yönden topuk şıkırtısı gelmiyormuş artık.

Suç sayılabilen bir fiilin propagandasını yapmak da suç iken bu hukuk ülkesinde; “düşünceye özgürlük” -evet tam anlamıyla bu- “düşünceye özgürlük” diye yazılıp, uzun uzun paragraflarda, maddelerde geçen bu terim, kelimenin tam anlamıyla bir çelişkiymiş.

Hala bilmem kaç tarihli, tozlanmış, yıpranmış, yaralanmış bir psikoloji ile hareket etmek ve birilerinin kıçını kollayarak, sırf görüşleri yüzünden, “o da” sizin gibi düşündüğünü telkin ediyor diye tekme tokat dövülmek, her daim rastlanabilen sıradan bir olaymış. Üstelik bunu yapanlar, senelerdir fakülte görmüş bir öğrenci kitlesiymiş.

Çoğunluk; binlerce ayrı mezhepten insanı, farklı görüşlerden kimlikleri, ayrı dinlerden bünyeleri barındırırken; çoğunluğa hakim olan çoğunluğun, tek tip insan yaratma çabası, mücadelesi ve işleyişi mükemmelmiş. Dinsel dogmaların taşıyıcısıymış bir çoğu hiç sorup sorgulamadan. Bir çoğu içinde bulunduğu toplumsal yapıyı, yönetildiği biçimi ve onu bu yönetim biçimlerine taşıyan kimlikleri çoktan unutuvermiş.

Dedim ya etiketlenmek… Sen hiç bir şeyden haberdar değilken, elindeki herhangi bir kitap sebebiyle o kitabın, o kitabı yazanın düşünsel çalışmalarının ortağı sayılırmışsın. Bilmem ne gazetesini okumak, ters bakışların hedefi kılarmış seni. Konuşurken, oradan ya da buradan konuşursan, oradan ya da buradan kabul edilirmişsin. Masalardan kaldırılıp, “bilader senin bu masaya oturman yasak” nidalarıyla korkutulabilirmişsin. Ataerkil bir biçimin kalıpları içinde hareket etmek zorundaymışsın ve bir erkek, gece çok kolay dışarı çıkma hakkına sahipken, bir kadınsan ve aynı saatte dışarıdaysan vay halineymiş.

Dekolte bırakan bir kızla konuşulmazmış.

Yalnızca fahişeler kırmızı ruj sürermiş.

Ya da sokak başında sigara içiyorsa bir kadın, muhtemelen aktrismiş….

24 Kasım 2009 Salı

Öğretmenler ...

En sevdiğim kadın...


Sizi kültürel anlamda geliştiren, olgunlaştıran olay doğduğunuz evde başlar:

Aile fertlerinin size karşı tutumları...

Evinizin küçük, mütevazi kitaplığında gördüğünüz kitaplar...

Amcanızın siz okumayı yeni söktüğünüzde elinizden tutarak götürdüğü kitapçıda sizin için aldığı, eve gelir gelmez soluk soluğa okuduğunuz, cildini kapağını sevdiğiniz, okşadığınız, sizi başka bir boyuta taşıyan, hayaller kurduran ilk kitap...

Sonra, halanızın her ay sonunda maaşının bir kısmıyla sizin için aldığı kitaplar...

Dayınızın, her sizi ziyarete geldiğinde sizin için aldığı kitaplar...

Bir diğer amcanızın sizi götürdüğü maçlar...

İlkokul öğretmeninizin sizi fark eden sevecenliği ve ilgisi...

Sinemaya giden bir aile...

Size plaklar almanız için para veren bir babaanne...

İlkokul okumuş, ama ufku ve düşünce dünyası geniş, elinden geldiğince önünüzü açan bir anne baba...

Tüm birikiminizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar, sevgililer...

Teşekkürler.



.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Şenkal Hamdi Usta...

Cumartesi günü; sanki gelecek kar yağışının önünden yağan yağmur gibi keskin ve soğuk akıyor gökyüzü... Şehrin en eski camilerinden birinin avlusunda, çoğu tanıdık bir kalabalığın arasındayım. Musalla taşında bir tabut var.

Geçenlerde bir gün, bizden bir kaç yaş ufak, en arkadaşlarımdan birinin kuzeni bir doktorla sohbet ediyoruz. Ortak tanıdığımız bir büyüğün ölümünden söz ediyor ve ekliyor: ''Ne kadar çok ölüm var bu ara, ne kadar çok cenazeye gidiyoruz.'' Aslında o kadar çok cenazenin eskiden de olduğundan söz ediyorum, o zaman cenazelere büyüklerimizin gittiğini, dolayısıyla bizim haberdar olmadığımızı, büyümenin böyle bir farkındalık ve sorumluluk yüklediğini ekliyorum.

Cenazeler; kişinin sağlığında biriktirdiklerinin sağlamasının yapıldığı, onun nasıl bir insan olduğunu, değerini ve çevredeki insanlar için anlamını ortaya koyan en önemli aynalardır. Ben öyle inanırım.

Cenazelerde insanlar, yaşamlarında olağanlıkla var olan insanların, yarınlarından çekilip alınmış ve artık yok hallerine bakarak, uzun bir geçmiş muhasebesi yapar ve kendi yaşamlarında yeri olan bir taşın eksildiğini farkederler. Ölene ait ne kadar anı varsa bir bir geçer gözlerin önünden.

Hiç tanımadığınız bir cenazede bile, ölenin değerini, insan olma özelliklerini, orada toplanmış kalabalığa bakarak anlayabilirsiniz. Kasttediğim kalabalık sayıca bir çokluk ifadesi değildir. Duyguların yüzlerdeki, seslerdeki ve anılardaki yansımalarıdır.

Hamdi Usta bu şehrin sahip olduğu en iyi oto boyacısıdır. Hatta ülkenin en iyilerinden biri diyebilirim. Eskinin usta çırak ilişkileri çerçevesinde yetişmiş, o kültürü almış, o kültürün devamı olarak ustalar yetiştirip hayata salmış bir neslin son kuşağının son temsilcilerinden biridir.

Beni ve kardeşimi baba dostuyuz diye seven Hamdi Usta, bu şehirde oluşmuş en önemli markalardandır. Benim kuşağımın Hamdi Abisi, önündeki kuşağın Hamdisi, akranlarının Hamdi Ustasıdır. Tıpkı kıyafetlerini taşımanın prestij olduğu terziler gibidir. Arabayı ona boyatabilmiş olmak önemli bir ayrıcalıktır. Boya profösörü diye çokca yer almışlığı vardır gazetelerde...

O gün, onca yağan yağmurun altındaki kalabalık; en küçük tamirci çırağından en büyük ustasına, yedek parçacısından hırdavatçısına, doktorundan profösürüne, sigorta eksperinden kömürcüsüne, sporcusundan belediye başkanına, televizyon sahibinden sanatçısına farklı mesleklerden, farklı sosyal yapılardan, farklı ekonomik düzeylerden pek çok insan: aynı duygularla, aynı saygı ve vefayla aynı saflarda yanyana durmuşlardı. Bu şehirde kocaman bir izdi, büyük bir markaydı, iyi, şen ve sosyal bir insandı Hamdi Şenkal. Öyle de uğurlandı.

Görsel: Deviantart

22 Kasım 2009 Pazar

Bir Pazar Günü;



Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu

....

Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu.

Dizeler Edip Cansever'in Masa da Masaymış Ha! adlı şiirindendir.

20 Kasım 2009 Cuma

Güncel ve Gelecek Üzerine Ütopik Sayıklamalar...

Çok uzun zamandır, olmasının gerektiğine fazlasıyla inandığım bir şey var: Okullarda edebiyat dersleri içinde yer alan münazaraların sadece teorik olarak anlatılması. Öğrencileri iki gruba ayırıp bir tanesini, bir olmazı savunmak zorunda bırakarak, demagojik saptırmalar üzerinden asla tartıştırmamak gerektiğine inanıyorum artık. Sanıyorum ki, her olay karşısında, hayatın her alanında genel tartışma üslubumuzun temel hallerinden biri, edindiğimiz bu alışkanlık. Her tartışmayı münazaraya çevirmek, saflaşmak, bu saflaşmalarla olayları analiz edip, sadece kendi doğrularımızdan hareketle kendi inancımıza yakın olanları haklılamak. Oysa felsefenin şahane bir sorusu vardır: o da niye diye sormaktır. Hem de sonuna kadar.

Son günlerde, adına Kürt Açılımı başta olmak üzere çeşit çeşit adlar koyulan ''bahşedici'' tartışma halinin son noktası Dersim de, tam bu bakış ve davranış özellikleri yüzünden heba olup gidiyor. Yani devleti savunduğunu düşünen milliyetçi bakış açıları, ciddi anlamda saf tutup 'ne yapsaydı devlet' diyerek bir görmezlik içine girerken... Diğer milliyetçiler de tek bir yandan bakarak; tıpkı ötekilerin 'neylerse devlet güzel eyler' mantığının aynısı bir bakış açısıyla, o günkü aşiret ağalarının dinsel temelli ve ırksal özellikler yüklenmiş ayrılıkçı, çıkarsal ve dış destekli ayaklanmalarını görmezden geliyorlar. Ya da kendi bakışlarından görerek farklı anlamlar yüklüyorlar. Oysa herkes bir soluklansa, o gün yaşananlara hiç bir ideolojik ve ırksal savunu yüklemeden, bu kötü olayı bir hesaplaşma haline büründürmeden, bölgede yaşayan her etnik kimlikten insanı, aileyi bir şekilde etkilemiş insanlık ayıbı bir durum olarak bakabilse; eleştirilerini o durum üzerine yapabilse; hem tarihe, hem ülkeye hem de adı dillerden düşmeyen barışa ne çok katkı yapabilecekler.

Ne yazık ki bu ülkenin bir çok döneminde iktidarı ele geçirenler, kendi ideolojik bakışlarından hareketle ve insan odaklı olmayan düşünüşlerle, eline silah alıp dağa çıkanlarla masum halkı aynı kefeye koyup, kendi ön yargılı ve taraf çözümlerini ortaya sürerek, potansiyel zulümler yapmışlardır. Bu bir gerçektir. Aynı şekilde kendi düzenleri ve iktidarlarını kurmak isteyen siyaset yapıcılar, iktidar heveslileri, isyancılar da; kendi çıkarları uğruna halkı provoke edebilecek başta dinsel ve ırksal argümanlar olmak üzere tüm hassasiyetleri pervazsızca ve yalanlarla bezeyerek kullanmaktan çekinmemiş ve halkları her zaman ateşin ortasında bırakmışlardır.

Şu anki tablo da vahimdir. Kürt Açılımı Diye Diye Herkes Açıldı. Ben de Bir Açılayım Bakim, Dedim başlıklı yazımdaki tablo daha da derinleşerek devam etmektedir. Asla cesur davranamayan bir hükümet, sorun çözme niyeti olmayan bir muhalefet ve ne koparsam kâr diye sırtını -bir başka silahlı gücü her anlamda eleştirirken- bir başka silahlı gücün varlığına dayayan ve isteklerini yeteri açıklıkla ortaya koymayan bir etnik siyaset anlayışı vardır ortada. Herkes kendi siyasi artırımı için bencil ve tam anlamıyla makyevelist (amaca ulaşmak için her yol meşru) bir tutum içindedir.

Evet, bu ülkede iktidarı ele geçirenler her seferinde toplumu kendi siyasal bakışlarından hareketle ve zorlayarak, bireysel hakları yok sayarak biçimlendirmişlerdir. Çok sayıda darbeyle bu ülkenin her türden insanının üzerinden geçip gencecik yaşamları işkencelerde tüketmişlerdir. Bu ülkede her dönemde farklı düşünenler zulüm görmüştür. Eğer bir özür söz konusuysa devlet bu ülkede yaşayan herkesten özür dilemelidir. Ama gün artık özür beklemek günü değildir. Eski model bir siyasi anlayışın dayatmacı ve kazanım amaçlı, diz çöktürücü egosantrik ve basit tatminlerinden vazgeçilmelidir.

Sorun çözmenin ve hayatın şöyle de bir gerçeği vardır : Eğer gerçekten bir çözümse aranan, hazır ortamı ve fırsatı yakalamışken ; geçmişin sözleriyle bugüne, bugünün sözleriyle de düne bakmamak gerekir. Çünkü o zaman bütün enerji bugüne hiç katkısı olmayacak bir geçmiş tartışmasına, çözüm üretmesi mümkün olmayan bir laf kalabalığına, bir türlü bitmeyecek bir hesaplaşmaya harcanıyor. Bu hesaplaşma mantıklı tartışmalar sadece polemikleri üretip besliyor ve ne yazık ki bireyleri, oluşan safların arkasına iterek taraflaştırıyor, ve ne yazık ki toplumu ayrıştırıyor. Kavgayı büyütüyor.

Bu ülkede yaşayan her yurttaşın temel sorunudur demokrasi. Bu her etnik kökenden yurttaş için geçerli olan bir eksikliktir ve mevcut sorunların çözümü yolundaki olmazsa olmazdır.. Ve eğer her birimiz ayrılığı düşünmeksizin bu ülkenin yurttaşları sayıyorsak kendimizi, mücadeleyi etnik bir temelde lokalize etmeksizin, tüm ezilenler ve yok sayılanlar için kolektif bir çabayla vermeliyiz. Dillerden düşürülmeyen empati sözcüğünün gerçek anlamı hayata geçirilmek isteniyorsa, toplumun hassasiyetlerini kaşıyıp onları saflaştıracak söylemlerden uzaklaşılmalı ve en önemli hassasiyet de bu olmalı.

Eğer her bir siyasi yapı sürekli kendi siyasal geleceğinin koltuk hesabını yaparak böyle hassas bir konu üzerinden kendi seçmen kitlesine oynamaya bu şiddette devam ederse: korkarım birileri, tıpkı daha öncelerde olduğu gibi durumu fazlasıyla kaşıyacak, aynı ülkenin farklı düşünen insanları arasında geçmişte yaşanan kavgalar ve kamplaşmalardan çok daha fazlasını gelecek günlerde yaşayacağız. Korktuğum budur!

19 Kasım 2009 Perşembe

Yeşil Yol

İyi ve kötü olmanın; toplumsal ayrışmalar, saf tutmalarla değil de insan olmakla, özellikle vicdanlı olmakla ilgili bir bireysel durum olduğunu göz önüne sererek, özellikle ve öncelikle önyargılar üzerine derinlikli bir sorgulama ortaya koyduğunu vurgulamak gerekir filmin.


Önyargılara bağlı negatif algılamaların insanları nasıl büyük ve dönülemez yanlışlara sürüklediğini, ve bir takım odakların da, ırksal ya da dinsel nitelikli hassasiyetleri kullanarak, toplumsal algılamaları nasıl yönlendirebildiğini ortaya koyduğu örneklerle çok güzel anlatan bu film: Kendi yaşama biçimlerimiz ve toplumsal önyargılarılarımızın olası sonuçlarını görmemizi, farketmemizi ve üzerine düşünmemizi de sağlıyor .

18 Kasım 2009 Çarşamba

Banklar ;



Eğer dostluğumuz zaman ve uzaklıkla sınırlıysa, o yok demektir.*

Müthiş yeşil, müthiş mavi, müthiş pempe, müthiş kırmızı, müthiş nar renkli, müthiş zeytin ağaçlı müthiş bir günde; Chianti'yle güldüler- Toscana'yla güldüler.

Yeşil güldüler, mavi güldüler, pembe güldüler, kırmızı güldüler, nar renkli güldüler, zeytin ağaçlı güldüler...

En çok da güldüler...

*Richard Bach- Martı

İki Bank:



''Zaman ve uzaklıkla sınırlı olmayanı yaşıyoruz biz.
Uzaklığı yenince hep aynı yerdeyiz,
zamanı yenince hep aynı anın içindeyiz.''

Richard Bach- Martı

17 Kasım 2009 Salı

Bank;


Öyle bir hikaye var ki yüzünde...
Durduğun yer ve yaşadıklarım yüzünden.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Aman Dikkat!

İnsanlar konusunda sezgilerime çok güvenirim. Elbette bu güvenin oluşmasının temel dayanağı tecrübe... Çok uzun yıllar içinde sayısını hatırlayamadığım kadar insanla yüz yüze gelerek, iş dahil olmak üzere bir çok alanda her meslekten, her kimlikten, her yaştan kişiyle konuşarak, onları dinleyerek, el sıkışarak, zaaflarını ve artılarını fark ederek elde edilmiş bir tecrübe bu: Yargı sonuç ilişkisinin gerçekleşmiş olma hallerinin fazlaca sınanması ve o sonuçların sağlamasıyla oluşmuş, okuyarak, düşünerek, konuşarak, tartışarak, izleyerek olgunlaştırılmış uzun bir emek süreci... İnsansa; tüm duyguların analizi, bunların davranışlara yansımasının test edilmesi anlamında kendimi sınadığım ve hayatla oynadığımız eğlenceli oyunun en eğlenceli ögesi... İnsana dair bunca tecrübeyi elde etme yolunda kullandığım en önemli kobay da kendim.

Bunca yağlamayı sabah sabah kendime niye yaptım: Geçen gün televizyonda, şimdi ismini hatırlayamadığım bir ünlünün konuğuydu; kitabı dünyada bir çok yerde bestseller(!) olmuş ünlü yazar(!) Serdar Özkan... Bütün dünyanın farkına varıp da bizim bir türlü farkına varamadığımız kitabı Kayıp Gül'ü anlatıyordu...

Böyle bir kitabın varlığından haberdar olamayan kendime fazlasıyla kızarak programa takılı kaldım. Çünkü anladım ki tecrübelerimi besleyeceğim, yargı-totomun sonucunu görebileceğim ve bu sonucun doğru çıkması halinde de pek sevinip eğlenebileceğim bir olayla karşı karşıyaydım.

Bir ürünü ve kendini parlatmanın çeşit çeşit yolu vardır; mesela geçenlerde, oldukça büyük arsalarına bir site yapma fikrinde olan şehrin hatırı sayılır zenginlerinden yan arsa komşusunun; yapmayı düşündükleri sitenin çok elit olacağını, bizim de onlarla birlikte böyle bir projenin içinde yer almamızın bize katacağı artı değeri kendince ince ince cümlelerle ve pek uyanık esnaf edasıyla yapıyor olmasını: Özellikle elit sözcüğüne yüklediği anlamla ve kelimenin farklılığını üst perdeden bir bilmişlikle göze sokarak bu kelimeyi, ajitasyonunun vurgu sözcüğü haline getirip fark ettirme uyanıklığıyla benim yiyebileceğimi, en düz ve basit bir mantıkla bakıldığında bile teklifi onun yapmış olmasının benim çıkarımdan ziyade kendi çıkarını gözeten bir hal olduğunu anlayamayacağımı düşünmesi çok hoşuma gitmişti.

İki olayın ve benzer iki insanın ellerindeki ürünleri pazarlama halinin çakışması programa ilgimi daha da artırınca, Serdar Özkan denen şanının ve kaleminin farkına varamadığım yazarı daha bir ilgi ve zevkle dinlemeye başladım.

İnsanların bu minvaldeki hamlelerini, o doğrultuda kullandıkları üslubu çok ahlaki bulmasam da insani bulur, eylemin zeka düzeyine bakıp farkındalığın hoş tebessümüyle tatlı tatlı dinlemeyi de severim. Ayrıca becerinin kalitesine bakıp saygı da duyarım...

Bahse konu ünlü yazar da bu zeka parıltılarının, zarif ve tatlı tatlı algıları ele geçirme hamlelerinin esamisini bile göremedim... İlkokul düzeyinde bir uyanıklıkla ve zeka yoksunu bir şark kurnazlığıyla kendi ve kitabıyla ilgili olarak benim gibi kıt akıllıları öyle bir aydınlatıyordu ki; bu mertebelere gelmiş bir kitabın, kendimi geçtim hiç bir arkadaşım tarafından bilinememiş dolayısıyla herhangi bir sohbette ortaya gelip beni haberdar etmemiş olmasına şaşıyordum.

Geçen gün Tırtıl'a kitap bakınırken, benden o programdaki tavrı ve üslubuyla geçer not alamamış bu yazarın kapağında bir sürü övgü alıntıları olan sözde Bestseller kitabı Kayıp Gül'ü, ünlü kitap evinin en çok satanlar bölümünde gördüm. Ki kitapları kapaklarıyla kurduğu iletişimle almayı seven, popülizmin rüzgarına takılmayı pek sevmeyen, özellikle ismi duyulmamış yazarları keşfetmeye bayılan, onlara özel bir ilgisi olan ben; merak edip aldım kitabı elime ve göz gezdirmeye başladım sayfaların arasında... Bırakın (edebi anlamda) Bestseller olmayı, herhangi birinin ben roman yazacağım diyerek kalemi eline alıp yazabileceği bir kitaptan öte bir duygu yaratmadı bende... Yani diyeceğim odur ki; en safiyane argoyla; sakın gaza gelmeyin!..

Dün Ezgi Başaran'ın kitabın Bestseller serüveninin izini sürdüğü şu yazısını da mutlaka okuyun.

13 Kasım 2009 Cuma

Nispet


Kendini teselli etmekle kolkoladır !..

Görsel:Jamie Ibarra - widelec.org

11 Kasım 2009 Çarşamba

Eli Öpülesi Bir Adam


Türk Sinemasının ticari alanlarının hep uzağında kalmış, belgesel özellikler taşıyan dönem filmleri ve dizilerinin standart üstü yönetmenidir benim için... Sessizce köşesinde oturup hiçbir polemiğin , kayırmacılığın ve piyasa koşulları denen olgunun içinde yer almadan,Türk Sinemasının önemli ve büyük yapımlarına imza atmış (benim gözümde) ermişler katından bir sinema emekçisidir. Bir sinemaseverin, Ziya Öztan külliyatına baktığında saygı duymayacağı bir yapım yoktur kanımca....

Kocaman bütçeli ve her türlü teknik olanağa sahip Hollywood Sinemasıyla kıyaslandığında oldukça mütevazi olanaklara sahip, tarihi yok etme konusunda kimselerin eline su dökemeyeceği insanların yaşadığı bir ülkede; tarihi dokuyla iç içe girmiş, çoğu yerde o dokuyu yok etmiş yapılaşmaların fazlaca olduğu, kamerayı istediği yana çevirme özgürlüğünden son derece yoksun platolarda; kostümünden karakterlerine, mekanlarından dönem mimarisine kadar olağanüstü setler kurmuş, tarih (her filminde bir aşk olduğunu gözönüne alınca) ve aşk filmlerinin unutulmaz, eli öpülesi ve mütevazi yönetmenidir benim için..

Birgün ciddi bir sponsor katkısıyla kamerasını özgürce kullanabileceği-hayalindeki- ''güncel''aşk filmini gerçekleştirmesini beklediğim ve dilediğim, 'Tarihi film çekmek, o dönemin sokaklarını bir bir yeniden yaratmak çok heyecanlıdır da, bir yandan da sinemacılığı sınırlayan bir şeydir. Ben bu savaşı seviyorum, Cumhuriyetin bir toplumu çağdaş dünyaya yönlendirmesinin heyecanını yaşıyorum.''idealizmindeki Ziya Öztan; yarınlara bıraktığı filmler ve eğittiği öğrencileriyle hakettiği değeri elbet bir gün görecektir diye umuyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Ah Algı Sen Nelere Kadirsin!

Herhangi bir yerde
bir sahada,
birisi çalışmakta.
Şut atıyor, top kapıyor
koşuyor ve sıçrıyor.
Seninle karşılaşacağı gün için
antreman yapıyor.
Bir okul maçında,
bir Türkiye şampiyonasında
veya bir NBA maçında olabilir.
Fakat muhakkak olacak!
...Ve karşılaştığınızda,
bütün o şut atılan, top kapılan
koşulan, zıplanılan saatler sınanacak.
Eğer senden fazla çalıştıysa,
sen kaybedeceksin.
Hiç bir zaman yeterli çalıştığını zannetme,
çünkü birisi daha iyi olmak için,
daha fazla çalışıyor.
Öğren, çalış, güven ve kazan!
İyi çalışmalar, iyi şanslar!

Yukarıdaki metin, önceki gün, önemli bir proje için eski evrakların içinde dolaşırken, gerekli bir belge için dosyaları karıştırırken elime geçti. Aslında uzun zaman önce arayıp da bulamadığım bir metindi. Hatta birgün, önemli bir basketbol kulübünün bölge antrönörüne bahsetmiş, onun talebi üzerine ona götürmeye söz vermiş ama bir türlü bulamamıştım.

Bu yazı; bundan yaklaşık altı yıl önce, Mavi jean'in ve Türkiye Basketbol Fedarasyonu'nun Kayseri'de düzenlediği The Best Five Basketbol Kampına seçilen Mussano'ya bir çok hediyeyle birlikte verilen ve o kampa katıldığını belirten bir belgenin üzerindeydi. O zaman bu yazı, bugünkünden farklı bir algıyla baktığım, daha doğrusu sporun gerçekliği ve rekabet ortamı üzerinden değerlendirdiğim, bana çok doğru ve bir çocuğu motive etmek anlamında yararlı olacağını düşündüğüm ve bu amaçla saklanması ve paylaşılması gerektiğine inandığım bir öğütler manzumesi gibi gelmişti. Hatta okul takımıyla il şampiyonu olup gittikleri grup maçlarında karşılaştıkları başka kentten bir takımın coach'uyla bu kampta da karşılaşmış olmasına, metnin ''muhakkak olacak'' bölümüne bakıp, o cümledeki olasılıklardan birinin hayatın içinde doğrulanmış olma haline; espriler yaparak gülüşmüştük.

Sonra o günkü safiyane bakışla bu metnin aslında hayatın her alanı üzerine uygulanabilecek, hatta her çocuğun başucuna koyulması gereken bir metin olduğuna karar vermiştim. Dün yazıyı yeniden okuduğumda, o gün farklı bir saflıkla baktığım ve sevdiğim metnin aslında; içinde yaşadığımız sistemin bugünkü halinin, yani kapitalizmin her birimize biçtiği rolün ya da dayatmaların bir yansıması; ve oldukça olağanlaştırdığımız bir bakışın, bir halin ve algının fotoğrafı olduğunu düşündüm. Tıpkı Matrix filmi için yaptığım yorumun içine yerleştirdiğim şu paragraftaki gibi: Zaten verilen eğitimlerle... Dış ya da iç odakların sürekli algılarımıza yükledikleriyle... Reklamlarla hafızalarımıza giren insanların her alandaki tüketim eğilimlerimize yön vermeleriyle... Çalıştığımız işlerde verilen eğitimlerle görev tanımlarımız ve sınırlarımızın çizilmesiyle... Basamaklara yerleştirilen yemler yüzünden etrafımızdaki insanlara karşı verdiğimiz (dayanışmadan uzak) kariyer şavaşlarıyla her birimiz: Yönetim erkini ellerinde tutanların - patronlar, diğer yönetenler, anneler babalar aklınıza kim gelirse- istekleri doğrultusunda; işte , okulda, hayatın tüm alanlarında tanımlanmış sınırlar içinde haraket etmesi istenen, o yönde biçimlendirilen insanlar olarak yaşamıyor muyuz?

Belki de bugün algım kirli benim. Ya da gerçekten eğriyle doğrunun birbirine karıştığı bir hayatın içinde kafamız fazlasıyla karışık... Tıpkı gündemde olan ve tartışılan bir çok olaydaki gibi diye bir not düşerek, lafı daha fazla uzatmadan, Matrix yorumunun son paragrafına yazdıklarımla birlikte yeniden değerlendirmeler için burada kesip, akıp giden zamana bırakıyorum yazıyı...

Sanıyorum ve düşünüyorum ki herbirimiz ''Matrix'' de yaşıyoruz. Belki bazılarımız bunu farkedip o düzenin bir parçası olmaya direnerek kendi özgür kimliğini yaratıyor ya da buna çabalıyor, bazılarımız da kader deyip susuyor. Belki de bütün bu çelişkiler doğruya ulaşma yolunda sorgulamalara, yeniden tanımlamalara yol açan heyecanlı ve olması gereken bir işleyiş. Hayat denen şey de bu belki!

Görsel: Jacek Yerka- Widelec.org

3 Kasım 2009 Salı

Sylvia

“Bir şeyden sürekli korkarsan, onun gerçekleşmesine sebep olursun.”

Sylvia: İngiliz edebiyatında, yaşamından sonra değerlenecek bir şairin(Sylvia Plath) ve döneminde oldukça popüler şair eşinin; aşk, kaygı, ihanet ve tutku içinde geçirdikleri evliliklerinin gerçek hikayesidir.

Sarhoş ve aşık bir gencin gece yarısı camlara taş atmasıyla başlayıp, bir kış ortasında son bulur…

Kaybetme kaygısının; zamanla, üstelik evlilik içinde nasılda depresif bir hal aldığını, bu duruma çiftlerin yaklaşımını, kurtarma çabalarını ve geçen zamanı görürsünüz filmde.

Üstelik kadın karakterimiz o güzel yüzü, açık kumral dalgalı saçları, naif elbiseleri ve oyunculuğuyla ayrı bir tat katar. Film aslında Sylvia(Plath) karakterinin yaşamı olduğundan, tüm kurgu kadınımız üzerinedir ve her şey kadın etrafında döner. Her şeye kadın gözüyle bakılır.

Slyvia: Oldukça etkileyici bir biyografidir. İngiltere'nin sıcağında, baharında, bozkırında ve bembeyaz kışında geçer. Kadının her düşünceye dalışında ve ağlayışında iç acıtır. Eve çok geç gelen siyah paltolu adamı, yalnızca dar koridora yeten bir ışığın aydınlığında bekler.

Film bir çok kez intiharı düşündürtür, sorgulatır.

Ve biraz da empati kurdurur.

Bu yüzden Sylvia, sakin bir zaman aralığında izlenilmesi şart olan; 1 saat 50 dakikalık, 2003 yapımı bir İngiliz filmidir.

1 Kasım 2009 Pazar

Sizi Gidi Cinsiyet Ayrımcıları Sizi !..

Bir gazeteci ki kendi sahasında kendince yazılar yazar. Pek gazeteciden ve adamdan sayılmasa da kendisi, ne hikmetse bir şekilde kıyıdan köşeden bir yer bulur gündemde, bir tartışma yaratır, cevap verilir, sonra da şikayetçi olunur kendisinden her seferinde... Halbuki ve madem adamdan saymazsınız kendisini, fikriyatını, kalemini... Görmezden gelin yoktan sayın, duyurmayın, kıymet-i harbiyesini parlatmayın dolayıyla da bas bas bağırmayın. Di mi ama!

Şimdilerde bir gün, bu gazeteci ki erkek bir gazeteci; bir ünlü ve güzel kadın üzerinden bir yazı yazdı. Onu dağa kaldırmaktan falan bahsetti... Sonra, ülkede kızılca kıyamet koptu. Benim gibi pek çok insanın da bu büyük tartışmadan böylece haberi oldu!

Başlangıçta, bahse konu dağa kaldırma olayının kahramanı: Ayakları yere basan, kendince bir söyleme sahip, ideolojisi sağlam, güçlü, kendine güveni olan dimdik ve güzel kadın; en mazlumundan bir imaja bürünüp, en acılı yerlerden girerek, hiç de ajitasyon kokusu alamadığımız(!) bir mealde ve en kolayını seçerek ve kaşıyarak, etnik ayrımcılıktan başlayıp cinsiyet ayrımcılığından çıktı. Ha bu arada, (erkek algısı işte) hani erkekçe bir şüpheyle ya da yakıştırmayla bakarsak eğer; bahse konu kadın olmaktan, arzulanmaktan, beğenilmekten, bu özelliklerin öne çıkarıldığı bir yazıya konu olmaktan alttan alta ve kadınca bir haz duymuş mudur diye de sorası geliyor insanın açıkçası.


Sonra ülkedeki kadın cenahından, hani kendi parasını kendi kazanan, özgür, demokrat, kadın hakları savunucusu, cinsiyet ayrımcılığına karşı, etnik ve kimlik başta olmak üzere asla insan ayrımı yapmayan, söz söyleme hakkını savunan, linççi olmayan, fikirleri fikirlerle döven, feminist, başta cinsellik olmak üzere kadının tüm haklarını pratikte de erkekle eşitleyen, sokakta göze soka soka sigara içen, argonun en erkeğini sapına kadar hakkını vererek kullanan, en en en özgür ve kendini erkek dünyasıyla ayrımcılık duygusunu fazlasıyla aşmış ve ermiş bir düzeyden bakarak eşit gören, daha doğrusu ve açığı olaya cinsiyetten değil de insandan bakan, bu mealde yorumlar yapan, başı dik çeşit çeşit kadın, topyekun ve birer birer yüklendiler bu gazeteci erkeğe.

Ben pek bilmem ve anlamam ama; sanki o adamın şahsında, bu çeşit çeşit kadından her bir çeşidi ayrı ayrı; kendi hayatlarına bela sokmuş, canlarını yakmış, aşklarını acıtmış, her biri birer öküz er kişilerin hıncını alır, hesabını sorarcasına bu zavallı günah keçisi adama yüklendiler. Biraz daha ileri gidip, aklımı dürten şeytanın avukatlığına soyunursam; o adamın şahsında, bu linci tüm erkek alemine - Haşa cinsiyet ayrımcılığı yapmadan. Hatta onun en ufak bir izini bile taşımadan. Her bir hatun kişinin, kendi özeline ait kinlerin, gıcıklıkların, eksik kalmış, intikamı alınamamış öfkelerin bilinçaltılarındaki dürtülerinden zerrece etkilenmeden, sadece ve sadece ahlak açısından bakarak yaptıklarına dair safiyane bir düşünce oluştu bende! Gerçekten öyledir di mi?

Aslında farklı bir algıyla bakıldığında gülüp geçilecek bu basit ama bağrışçılar tarafından çoğaltılan olay karşısında bangır bangır bağıran bir sürü güzel kadının pek çoğunu; bu ülkenin pek çok sokağında her gün, her saat çekilen ama bir gazete köşesinde yer bulamayan dolayısıyla sessiz kalan çığlıkların, kadın ve çocuk eksenli acıların çözümüne yönelik bağrışlarda bu kadar yüksek sesle konuşurken göremiyorum da ondan yukarıdaki soruyu sorasım geldi.

Sonra bir de şu geldi aklıma: Hani bir kadın bir erkek için yazsaydı benzer bir yazı, er kişi ne hissederdi ki... Cinsiyet ayrımcılığı ya da diğer etiketlerden yola çıkarak bağırır mıydı, sızlanır mıydı? Hakikaten ne derdi?

Yoksa biz, mizahi bir anlam yükleyebileceğimiz, magazin basının yaptıklarının yanında esamisi bile okunamayacak bu olayı kendi özelinde cinsiyet ayrımcılığı diye etiketlerken ayağımıza kurşun mu sıkıyoruz? Yoksa mizah duygusunu fazlasıyla tüketmiş, özgüveni yoksun, derinliği olmayan sığlaşmış bir toplum mu oluyoruz? Yoksa onlar bir avuç insan da biz herkes mi sanıyoruz?


Görsel: Jasona Levesek (widelec.org)

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP