26 Mart 2024 Salı

Maviye İz Süren Şifacının Kalbi


Çabalarını, dolayısı ile tırmandıkları noktayı fazlası ile takdir ettiğim iki blogger. Anime benim merakım değildi ama Duygu'nun yazıları, çizgiye tutkusu takdire şayandı. Önce kıyısından bulaştım animeli mevzulara, sanılmasın ki sabah akşam anime izliyorum. Hiç de izlemiyordum. Fakat blog arkadaşımızın emeğine, anime sevgisine, bir kitap yazmasına ve onun basılmasına ve bu yoldaki çabasına hayranım. Kitabını da bir merakla aldım. Blog yazılarından hareketle üslubu konusunda bir fikrim var elbette, fakat bu tür kitaplar okumayan ben için de şahane bir deneyim olacak bu. Sevip sevmediğim konusunda acımasız bir sonuç bildirgesi yayınlayacağım elbette... Yalnız şöyle bir tehlike var, düşüncelerini ve eleştirilerini kim olursa olsun söze ve yazıya döken de biriyim!:)


Bahar ise şu anlamda daha avantajlı, yazdıkları öykü ve tahminimce gündelik hayatın içinden; bana uzak olmayan bir alan. Yabancım değil konular. Üslubu konusunda içgüdülerimden kaynaklı bir fikrim de var. İki kitabın da kapaklarını çevirmiş değilim. Tümüyle hislerimin bir yansıması yazdıklarım ve asla bir yarış da değil bu. Sade bir okurun ilgisini çeken ve severek okuduğu iki blog yazarının kitaplarını alıp okumak istemesinin ardındaki temiz, saf duygular bunlar. Süreçte benim açımdan çok hoş bir tesadüf de oldu. Kitapları Amazon üzerinden sipariş vermiştim. Duygu'nun kitabı direk İstanbul'dan gelmişken Bahar'ın kitabı enn sevdiğim kadında ve bendeki yeri çok ama çok özel olan Hatay'dan.


Son olarak: Kitapları ne hızda okuyabileceğimi şimdilik bilmiyorum. Severek okuyacağımdansa eminim. Blog yazarı arkadaşlarımızın kitap yazıyor olmaları ve onların basılıp vitrine çıkması zaten başlıbaşına bir mutluluk benim için ve bunun bir yarış olmadığının da altını bir kez daha çizmek isterim. Bir okur olarak kitaplardan ve mevzulardan nasıl bir tat aldığımı içtenlikle yazacağım. Ve bu sürecin benim açımdan çok keyifli geçeceğinden de eminim.

24 Mart 2024 Pazar

Aklımın Gitmeleri

Geçmiş Zaman Olur Ki

16 Ekim 2008'den



Öğleden sonra bisiklete binip alışveriş merkezinde klark çekim bir sevgilim neyim olur hayalleri kuran ben sahilde esen rüzgârın ve "usul usul yağacağım bak, ayağını denk al,'' diyen yağmurun yüzünden denize düşüp yılana sarıldım. Bisikletimin yönünü rüzgârın tersine, arkadaşlarımın dükkânına doğru çevirdim.

Arkamdan esen rüzgârın şişirdiği yelkenlerle, fazla da güç harcamadan, hayallerimi yanıma alıp tek kulağımda müzik, öteki kulağımda kulağıma küpe ettiklerim, yok yok denizin sesi; düşlerimle sohbetler ede ede oraya doğru pedal bastım.

İki neskafe bir sodalı sohbetlerin yanına ufak tefek kayıntılar yakıştırdık en lezzetlisinden.

Sonra, hava kararmaya yüz tutarken, zaten giyinip kuşanıp "makyajımı" yaparak çıktığım için evden; oğlanın yazın burada bıraktığı parfümünden birazcık havaya sıkıp, havada yakalayıp parfümü; kulaklarımın arkasına, boynuma, enseme sürmüştüm. Neye yarayacaksa! Clark atacak adama bu snob tavır yakışır diye ama!

Yoksa menim özüm sadedir.

Ve çok sevdiğim bir balıkçıda, camın kenarından eski binalı sokağa bakan masaya oturdum. İçinde beyaz peynir, kaşar peyniri, tulum peyniri olan bir tabak; sonra bir patlıcan salatası - şöyle şakşukaya da yakın bir karışımlı ama!- Sonra, közlenmiş bütün bütün kırmızı biberlerin bol sarmısaklı süzme yoğurtla karıştırılmış hallisinden ısmarladım. Sonra, börülceye yakın incelikte ve küçüklükte fasulyelerden yapılmış bir zeytinyağlı söyledim.

Ve bol yeşillikli, bol soğanlı bir salata (süperdi), turşu kavurması, -mısır ekmeği standart zaten- ve küçük bir tepsi sebzeli somon buğulama siparişi verdim.

Vedeeee Efe'nin yeşil üzümlü rakısından...

Şahane bir kahve, yanında bir sigara ve minicik kadehte bir nane likörüyle de final yaptım.

Elbetteki tüm bunları bugün yapmadım. Yaptığım bir günden buraya taşıdım. Kafamı biraz siyasetin içine döndürdüğümde ortalıktaki karmaşaya, Çetin Altan'ın yazısının son paragrafındaki; Okullarda 'vatana layık olma' ilkesinin yerini, 'mesleğine layık olma' ilkesi alabilmiş olsaydı, cümlesine takıldım.

Düşündüm.

Başbakanın konuşması gerekirken, İçişleri Bakanı ortalıklarda zaten yokken konuşmak zorunda kalan askerlerin haklı mı haksız mı olduğuna karar veremiyor olmanın sıkıntısını yaşadım. Etik olarak doğru bulmadım. Sorumluluklarını başkalarına havale edip, olası risklerden kaçanlar yüzünden konuşana bakıp, kendimi inkâr ederek, kendimle çarpışmak zorunda kalıyor olmama üzüldüm.

Yine o klişe laf geldi aklımın başköşesine: ''Filler tepişir çimenler ezilir.''

Zaten kapalı da olan hava yüzünden içim açılsın diye önce ufak notlar halinde oraya buraya yazıp bıraktıklarımda dolaştım biraz...

Bir yukarı yazdığımda nefes aldım, bir de yağan yağmurun hayrından sanırım; uzun bir mektubun son paragrafında...

''Neyse ki bloglar var'' dedim ve kendimi oralardaki duyguların kucağına teslim ettim.

Elimde kahve kokusu Efsa'ya bakıyorum; minik kızının minik sorununa çözüm önerirken yüzümde tebessümler açıyor. Sonra Vili'nin ''Son'' adlı şiirini blogrollda görünce içim cız ediyor. Bunun bir veda olduğunu hissediyorum. Bugünü Yaşama Arzu-su'nun yazısı Paradoks üzerine, kendimden bakarak düşünüyorum; tebessümler ederek.

Sonra yazılarını okuyup, düşünüp, kelimeleriyle oynaştığım Beenmaya'nın ellerinde ısıtıyorum ellerimi.

Ve bu günden en büyük sevincim şu olacaktır: Efsa'dan gelen mesajdaki "Sorun çözüldü tamamdır." cümlesi... İnşallah yarabbim!

Onun güzel kızının yüzündeki tebessüm, benim tebessümüm olacak...

Bu ne değerlidir, bilir misiniz?



19 Mart 2024 Salı

Enfes Browni Ve Üzümlü Pastalar

Uzun bir sola gidişin ve sahilden hiç ayrılmayışın ardından büfeye varıyorum. Lakin yürüyüşteki insanların aksine büfe ıssız. Bebeliğini bildiğim Bekir yok, iki lafın belini kırmak eksik. O halde geri dönmeden, martıların oynaklığını hem izleyerek hem de ritm kaçırmayarak yola devam. Kısmen havanın kararmasına oyalanıyorum. Bir ân en sevdiğim kitap okuma mekânımda görüyorum kendimi.

Ve bir yandan miss gibi denizi çekerken hücrelerime, bir yandan gözümden geçenler arasından seçimlerimi netleştiriyorum.

Artık geri dönebilirim.

Zaman ayarım muhteşem. Ân itibariyle kadim çamlara varmadan sağa kıvrılsam eve ulaşacağım. Devam edersem de hedefe vardığımda top atılmış olacak. Oruç tutmuyor olsam da hem Ramazan'a hem de oruç tutanlara saygım sonsuz ve daha ötesi bu geleneğin tadını -kalabalık bir ailede- doya doya çıkarmış biri olarak, varlığı ve tadı asla eksilmesin diyenlerdenim.


Ağır aksak adımlara bir süre daha devam. Ezan başladı. Kafam karışık. Bir ân uğrak mekânlarımdan biri ki muhteşem tavuk suyu çorba yapar, fikrimi şöyle bir sarsıyor. Hımmm bol karabiber eklemek, içine limon sıkmak, sıcacık ve minicik tırnak pide eşliğinde onu götürmek. Belki ardına da içine yeşillikler sararak enfes lahmacunlarından bir tane eklemek?! İkilem lahmacun çorba tarafındayken adımlarımsa çok kararlı... ve Afiyet'deyiz, bir kez daha.

"Bir browni lütfen."

"İki de üzümlü pastalardan."

"Ve bir de çay lütfen."



Üzümlü pastalar her ne kadar hayali kurulanlardan değilse de sonuçta üzümlü pasta. Fakat browni muhteşemmm. Daha iyisini yaparım diyen bir pastane varsa beri gelsin. Afiyet'i seviyorum çünkü büyük iddiaları olan bir mekân değil. Ona yolumun üzerindeki ve etrafımızdaki pek çok yeri ekerek geliyorum. Müşteri kitlesini çok seviyorum. Her ne kadar hoca olmadığımı beyan etmiş olsam da çalışanların hocam diye hitap etmelerine de alıştım sanki. Sahipleri ile siyasal fikirlerimizin uyuşması mümkün değil ki onlar işi genellikle elemanlara bırakıyorlar ve nadir karşılaşıyoruz. Ama karşılıklı sevgi ve saygı çok sevimli.

Az önce İngilizce dersi alan, bir sınava hazırlanan çok tatlı genç kız ve öğretmeni de geldiler. Bulunduğum masayı teklif ediyorum çünkü önceki gelişimde onlar dersi bulunduğum masada işlemişlerdi. Tüm ısrarlarıma rağmen komşu masama geçiyorlar. Siyahi gençlerimiz yine aynı masalarındalar. Kitabım çoookkkkk keyifli, komik ve şahane. Muhtemelen bu kitabı da enn sevdiğim kadın aldı bana diye düşünüyorum. Üzerinden dört yıl geçmiş. Soracağım.

Soruyorum o da hatırlamıyor. O kadar kitap alıyor ki bana, lütfen demiştim, senin kadar hızlı okuyamıyorum ve kalıyorlar, bu kadar sıklıkla alma.

Neler neler yok ki...

O'nu o kadar çok seviyorum ki....


Şu an bile şöyle bir durdum.

Yüzümde enfes bir gülümseme,

O'nu düşünüyorum.

17 Mart 2024 Pazar

İki İnatçı Keçi

Açılım


Yıl 1983, 23 yaşlarında bir erkek ve bir genç kadın; erkek olan şehirin yerlisi, genç kadın ise ülkenin sevilesi ama farklı bir deniz şehirinden.

Bir akşam ülkenin farklı bir deniz şehirinden olan genç kadın, nişanlı bir çift, yine erkek olanın ve bahsedilen çiftin en can arkadaşı erkek ile bir eğlence mekânına giderler; hadi gelin ona gazino diyelim.

Aslında bir genç kadın daha katılacaktır geceye; o da ülkenin farklı deniz şehirinden genç kadının hem meslektaşı hem en yakın arkadaşıdır ki erkek olanın en can arkadaşı ile tanışacaktır ama bir engel çıkar ve gelemez.

Gençlerimiz geceyi yakan bir şıklıktadırlar. Sohbetleri dinlenir, keyifle yenir içilir eğlenilir gençlerdir ve arkadaşlıkları farklı deniz şehirinden olan genç kadın hariç lise yıllarındandır.

Bedene yapışan deri pantolon, hoş montu tamamlayan şık beyaz bluzu ile mankenleri çatlatacak güzellikteki genç kadın ise o gece şehirin yerlisi olan 23 yaşlarındaki genç erkek tarafından arkadaşlarına tanıştırılır. Fakat 23 yaşlarındaki genç mutaassıp biri olmamasına rağmen o yılların koşullarından bakan bir manyaklıkla öyle gelmemesini istemesine rağmen, onu evinden almaya gittiğinde, son derece şık ve kuaför görmüş saçları mankenleri çatlatacak farklı deniz şehirinden genç kadını deri pantolon, onu tamamlayan şık beyaz bluz, ince ve yüksek topuklu şık ayakkabılar ve çok hoş montla görmüş ve gerilmiştir ve hatta laf da çakmış olabilir.

Genç kadın yine de öyle gelmiştir ki o dakikadan sonra yapılacak bir şey de yoktur.

Elbette aslında mutaassıp olmayan hıyar onu evinden aldığında farkındadır ki bu ben özgür bir kadınım vurgusudur.


İki İnatçı Keçi - Bölüm 2 için buradan lütfen...

6 Mart 2024 Çarşamba

Gizemli Küre Ve Üzümsüz Pastalar

Öncesi

İlginç bir yaşam çizgim var benim. Kesişmeleri muhteşem. En büyük avantajım baba mesleği ki çok erken ölünce baba iş başa düşmüştü. Şahane insanlar dünyasındaydım, devrin adamları ise kaliteliydi. Çok farklı mesleklerden çok insan tanıdım. Elbette pek çok kamu kurumunun da işleyişini gördüm. Ve tanıdığım insanların pek çoğu yaşamla ilişkileri kuvvetli ve zarif insanlardı. Bir tıfıldım ama iyiyi anlama kabiliyetim yüksekti ve çocukluktan itibaren çok hikâye biriktirdim; güzel adamlar kuşağına dair.

Önemli müşterilerimizden biri o zamanki adıyla Rasathane Müdürlüğü idi ve ilginçtir oturduğumuz mahalle de Rasathane Mahallesi idi, ben ilkokulun başındaydım ve doğal olarak şehrin kısmen yüksek bir yerindeyik.


Sonra, kader işte, Rasathane şehrin dışına, bizim içine bir ev yaptırdığımız arsamızın yanına taşındı ve komşuluğumuz kaldığı yerden devam etti. Artık adı Meteoroloji Bölge Müdürlüğü'ydü.

Ben okula onların servisleri ile gitmeye başladım. Kolejde okuyan kızkardeşim ve en küçüğümüz erkek kardeşimse daha geç saatte babamla gitmeye... Sonra servisteki bir kızın ilgisi ilgimi çekti; babası kurumda mühendisti ve enfes bir ilişki gelişti aramızda ki ona dair uzun da bir yazı yazmıştım.

Yani sevgili dostlar ben alaylı bir meteorologum. Çocuklukta ve lise yıllarımda balonların en yakın arkadaşı, onlar görevlendirme ile göğe gönderilirken, çoğu zaman, el sıkışıp alkışlarla uğurlayanlardanım.


Elbette o yıllardan bu yıllara teknolojide çok şey gelişti, işin içine bilgisayarlar girdi. O yuvarlak odanın konuşlandığı binanın tabelasında Hidrojen Jenaratörü yazıyor artık. Ve balonlar onunla şişiriliyor. O zamanlar şöyle bir laf vardı ve biz çocuklar için bir macera tadındaydı. O balonun altındaki ölçüm aletlerinin çok kıymetli olduğu söylenirdi, çoğu tarlalara düşerdi ve bulup getirene de ödül verilirdi. Muhtemel şimdi o tür şeyler bir masal olarak arşivlere geçti, bilgisayarlar her şeyi şıppadanak kaydeder hale geldi ve işin romantizmi de makineleşti.


Elbette sadece bir fotoğraf diye yola çıkmışken, o yıllara ait ne abiler gözden geçti. Bir kantini vardı kurumun aynı alan içinde. Ve onun üst katı da kafeterya idi. Dışarıdan gelen tanıdık misafirler girebilir onun dışında kimse giremezdi. Alttaki kantinde alkollü içki bile satılırdı ve tüm çalışanlar bir ailenin ferdi gibi yaşardı. Kurumun arabaları ağırlıkla Amerikan'dı ve kurum bizim en iyi müşterlerimizden biriydi. Servis bazen çalışmazdı, pek çok yazımda söz ettiğim gibi servisteki tek araba kullanabilen ben olduğum için Dodge pikabın direksiyonuna geçer, onu otobüsün tamponuna dayar, iteklemeye başlardım ve yeteri kadar eter yemiş ve ısınmış Ünimog'un motoru debriajdan ayağını aniden çeken sürücünün vurdurması ile çalışır, sonrasında servis alkıştan yıkılırdı. Ve ben son derece havalı bir şekilde pikap'ı park eder, otobüse bindiğim anda kopan alkışlarla birlikte o tatlı kızın yanına oturur, onun tutmakta olduğu kitaplarımı kucağıma alırdım.

İşte dün akşam ben sevdiğim pastane Afiyet'de kitabımı okurken ve çayımı yudumlarken o günleri bir kez daha anmanın yanı sıra, artık bir doktor olan ve başka bir şehirde yaşayan ve lise çağında bana çok güzel anlar yaşatan o kızla geçen hoş zamanlarımı düşündüm.

İçinde onun olduğu yazılarımı okudum.

3 Mart 2024 Pazar

Avarelik Günlüğü

28 Şubat, 2.Avarelik Günü

Bir kaç gün önce yoğun saatlerde AVM'de geçirdiğim gün hoşuma gidiyor. Bugün de avarelik yapasım var.

Komiğim, çünkü burnumun dibinde eczane varken yıllardır 12 kilometre uzağımdaki eczaneye gidiyorum. Trendeyim ve sırt çantamda da mahallemdeki pastane Pastacım'dan aldığım gül böreklerim ve bir de üzümlü pastam var;

elbette okumakta olduğum bir de kitabım.

Varınca hedef coğrafyaya önce caminin bahçesindeki çay ocağından bir çay alıp onları güle oynaya yemeyi düşünüyorum.

Sonra bundan vazgeçiyorum;

börekçi abiye ayıp etmiş olmamak adına.

Şimdi geniş bulvarın geniş kaldırımındaki banklardan birindeyim. Yavaş yavaş yoğunlaşmaya başlayan trafiğin akışını izlerken götürüyorum börekleri. Sonra Piazza'ya doğru yürüyorum çünkü açılmak üzere. Üstelik amaçlarımdan biri çekemediğim gemi fotoğraflarını çekmek. O sırada köprünün hemen kenarındaki mini parkı fark ediyorum; yerleştirmelere seviniyor ve basıyorum deklanşöre.


Ve köprünün üzerindeyim. Açıkta gemiler, fakat günün ışığından gemiler adına memnun olmamanın yanı sıra mini makinenin de istediğim sonucu çıkaramayacağını düşünüyorum ve buna rağmen çekiyorum fotoğrafları ki sonuç benim için sevindirici olmuyor. Artık bir başka sefere diyor, hemen yakındaki Piazza'nın ilk kapısından içeri giriyorum.


Çalışanlar sabah mahmuru, ben dışında bir kaç kişi daha var. Migros'tan kuru pasta türevi atıştırmalık bir şeyler alıp yanına 22 TL'lik kapuçino eklemeyi düşünüyorum ve bir de enn sevdiğim kadına bir paket Etyopya'lı filtre kahve alıyorum raftan. Onları almış ve elim doluyken de telefonum çalıyor ve ben elimdekiler nedeniyle açana kadar kapanıyor.

Kız Kardeşim.

Geri arıyorum; benim mutfaktaki ocak üstü havalandırmanın modelini soruyor ki benim mutfak salona açık olduğu için sizinkilerden farklı diyorum.


AVM sabah mahmuru. An itibariyle çalışanlar dışında bir kaç kişi var. Bir kaç gün önceki aynı masama oturuyor, sırt çantamı bıraktıktan sonra da kahvemi almak üzere dönerciye doğru yürüyorum. Çalışan önündeki bir takım kağıtlarla meşgul, beni fark edince onları bırakıyor. Lütfen diyorum, siz devam edin, benim için bir sorun yok. O yine de bırakıyor ve benim kahvemi makinenin düğmesine basarak karton bardağıma dolduruyor. Teşekkür ediyorum, ödememi yapıyor ve masama dönüyorum. O sırada ön tarafı tamamen açık yan mağazadaki genç kızın beni izlediğini fark ediyorum ki önceki gelişimden de bir tanışıklığımız var. Ona günaydın diyorum. Gülümseyerek karşılık veriyor. Kahvem masamda, az sonra uzanıp da sırt çantamdan alacağım kitabım sabahın sakinliğinde.

Bu sakinliği terk etmek istemiyorum. Zaten iş saatlerim başlamış durumda ki umurumda değil. Yüreğimin götürdüğü yerdeyim ve onun peşine takılmak hoşuma gidiyor. İkinci kahve için bir kez daha araftayım. AVM hareketlenmeye başlıyor. Gün henüz öğlene varmadı. Usulca masamı terk ediyor, katların her birini ağır adımlarla yürüyerek zemine iniyor ve binadan çıkıyorum.

Trendeyim.




Gecenin Gizemli Saatleri




Havaların soğuması nedeniyle uzun zamandır gitmediğim, verandasına bayıldığım kitap okuma noktalarımdan Afiyet'e doğru evden çıkıyorum. Gün artık akşam karanlığında. Zihnimde kuru pastalar dönüyor. Sahile varıp sağa döndüğümde karanlığın içindeki bu cismi görüyorum. Yalnız şöyle enteresan bir durum var: Benim dışımdaki herkes duyarsız. Diyorum normal, sonuçta sen neredeyse bebeliğinden beri buradasın. Belki de sadece sana görünüyorlar!

Uzun süre kadim çamları siper alarak izliyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyorum. O ara içimdeki benlerden biri, "Bir ziyaret etseydik," diyor. "Hem belki bir de tur attırırlardı bize." Ona diyorum ki ya geri getirmezlerse? Kalıyor.

Yola devam ediyorum. O sıra Afiyet'in kapalı bölümü geliyor aklıma. Giriyorum içeri ki sıcacık. Şu ışıklı küreyi çoktan unuttum.

İçeride başka memleketlerden gelmiş genç, siyahi çocuklar var, muhtemel ki üniversiteli. Konuştukları dili anlamıyorum. Bir de genç bir kızla öğretmen ki onlar hemen arka masamdalar ve öğretmen genç kıza İngilizce çalıştırıyor.

Mahallenin pastanesi ve bu kozmopolit hal çok hoşuma gidiyor.

Lakin gizemli küre de aklımın bir köşesinde. Sipariş pastalarım geliyor. Kitabı açmıyorum çünkü ortam çok hoşuma gidiyor ve az önce komşu masama görme engelli bir çift ve hiçbir engelleri olmayan, onların arkadaşı çift geldiler, yan masadaki siyahi ve tatlı gençler onlara yardımcı olmak için hemen ayaklandılar. Ve ben onların ve diğer çiftlerin neşeli sohbetlerine bayılmış durumdayım.

Bu hoş, renkli ve sıcacık ortamın keyfini çıkarıyorum. Elimdeki kitabı bile kenara bırakmış ve hatta gizemli küreyi bile unutmuş durumdaydım.

Lakin içimde pek yerinde duramayan bir haylaz da var; ve o sürekli bu konuyu önüme getiriyor ve soruyor:

Küre ne iş?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP