yemekler... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yemekler... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

Zorunlu Keşif

*Aşağıda linki verilmiş konser eşliğinde okumak tercihe bırakılmıştır!


Sonuçta bildiğimiz yumurta....

Kahvaltı işe başlama saatine yakın bir zamana denk gelirse ve zaman darsa, kolayıma gelen bir hızla, Annemin ve Babannemin deyimiyle Yağda Yumurta kurtarıcım olur. Kimilerinin sahanda yumurta dedikleri fast yemek yani...

Standart başlangıç ocak üzerinde önce boş döküm tavanın, sonra ilave edilen yağın ki tercih edileni tereyağıdır, kokusu ortalığa yayılana kadar ısıtılması...

Hatta biraz yanmadan yakılması, sonrasında yumurtanın kırılması makbüldür.

Beyazı pişmeli, sarısı ise ekmek dokunulunca dağılma derecesinde olmalıdır!

Bir kaç seferdir, kahvaltının acele halledilmesi gereken bir kaç sabahta yumurtayı önce beyazı gibi bir ayrım yapmadan doğrudan koyup sonra çatalla şöyle bir karıştırıp, üzerine de minik ve kübik kaşar dilimleri ekleyip biraz sonra tavanın altını kapatarak peynirlerin tavanın ısısında erimesini beklerken ve  kızarmakta olan dilim ekmekler tamam noktasına gelince ve yumurtanın krema tadındaki haline ve de aromalanmış yağına banarak yemeyi sevince... Bu sabah, daha hızlı halletmem gerekti kahvaltıyı ve sanırım bu da iyi oldu!

Tıpkı Arşimet'in suyun kaldırma gücünü bulması gibi tavayı önce boş haliyle ıstmak için ocağa koyduğumda ve orta gözü en kısıktan biraz fazla açtığımdan; haddinden fazla ısındı tava. Sonra yağı, -aslında tereyağı olmalı ama ben sızma zeytinyağını tercih ediyorum ve bu tat hoşuma gidiyor- koyup da altını kısmayı unutarak başka bir şeyle meşgul olunca, tava ufak çaplı bir isyanla ve çıtırdayan bir sesle, işe dalmış beni feryat figan çağırdı. Biraz telaşlandım elbette... Fakat yanaşıp da dinleyince anladım ki o kadar da abartılacak bir durum yok; sadece, durum gereği yeni bir kısa yola ihtiyaç var.

Tavayı aldım ocaktan ekmek tahtasının üzerine koydum ve O patlayan seslerle cızırdarken yumurtayı kırdım. Çatalla, beyazın ve sarının kendilerini ifade edebilecekleri ama aynı zamanda kolektif bir tat oluşturacakları şekilde, hızlı ama narince karıştırdım ve hâlâ cızırdamakta olan tavaya küçük ve kübik dilimlenmiş kaşarları yaydım.

Kahve için vakit yoktu, onu bu ritüele katamadım ama sonuç muhteşemdi ve böylece bir kaza sonucunda oluşmuş kremamsı ve nüanslı bu tat, kişisel literatürümde yerini almış oldu.

Güzel bir işbaşı ve elde kahve kokusu...

Güneş muhteşem!

Açıkta bir yük gemisi... Deniz pırıl pırıl. Sol taraftan iki beyaz balıkçı teknesi bu kareye kafa uzatıp, usulca dahil oluyorlar.

Kıyıda sessiz ve uysal birer çocuk oynaşlığında dalgalar... 

 



Odaya yayılansa  Anja Lechner- François Couturier ikilisinden harika bir müzik!*
 

 



*Yaklaşık birbuçuk saatlik enfes bir konser içinse buradan lütfen: Anja Lechner-François Couturier.



 


5 Eylül 2020 Cumartesi

14 Dakikada Şarap Menü

Komik bir durum!..
Yazıyı yazarken müzik dinliyorum, favorilerimi elbette: sonra onlar bitiyor ve hiç dinlemediğim, dinlediklerim üzerinden önerilen ve ilk kez karşılaştığım bir şarkıcıyı tıklıyorum, Spotify'da... bildik ve eski bir şarkının, bilmedik bir şarkıcı tarafından yorumlanmış hali ilginç geliyor ve hemen yazının sonuna ekliyorum. Şimdi, onca yıl blog yazdıktan sonra ilk kez bir okur gibi ayarlanmış saatte yayınlanmasını bekliyorum yazımın: şarkıyı tıklayıp dinlerken, onun eşliğinde okumak için!


                                                                                  ****

Hikâye bir İzmir dönüşü, ekmeği şeklen İzmir usulü Kumru, daha özü, süslü olanlardan değil de Tarihi Alsancak Gevrek Fırını sadeliğinde geleneksel Kumru yapmam; bu vesileyle de nispeten özlem gidermem, hem de kahvaltı meselesini kolaya getirmemle başlıyor. Sonra bunu biraz daha tembel işine çevirip bu kez adını yerelleştirerek Alanos Usulü Kumru'ya eviriyorum ki bundaki maksadım daha az ekmek tüketmek! Başlangıçta orjinale sadakatle sadece domates dilimleri ve İzmir-Bergama Tulumu kullanırken, olayı özellikle kahvaltıda, peynir cinsleri dahil olmak üzere çeşitlendirmeye başlıyorum.

                                                                               .................

Derken, geçenlerde CarrefourSA'da bir şarapla karşılaşıyorum: tadı ruhta olağanüstü izler bırakmış bir bağda içilen şarabın,* "alt segment" kardeşlerinden birisi bu!

Bir Cabernet Sauvignon-Merlot kupajı ki fiyat* kalite noktasında benim diyen çok şarabı arkasında sıra yapacak kadar başarılı bulacağımı, bilmiyorum henüz!

Gelince eve ve ilk kez deneyeceğim üzere ve tembele bağladığımdan: yakışacağını düşünerek aldığım Lays Fırından, yoğurt ve mevsim yeşillikleri katkılı patates cipslerini bir kaseye döküyor, serinlemiş kadehteki şarabı da masaya taşıyorum.

Şarap görüntüsü ve ilk yudumu ile aklımı alıyor, bayılınca ona bir ışık da yanıyor! Fazla uğraşa gerek olmadan, toplam 14 dakikada hazırlanacak atıştırmalıkla keyifli bir gece geçirilebileceği noktasında yol gösterici bir menü oluşuyor zihnimde.


Dün akşam -ankastre- fırını açıp, 195 dereceye ayarlıyorum. Sonra mahallemin fırınından yarımını dilimleterek aldığım, lezzetini bu tür atıştırmalıklar için ideal bulduğum, üstelik dayanıklı Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinin büyükçe ve ince iki dilimini içine pişirme kağıdı koyduğum döküm fırın kabına yerleştiriyorum. Üzerine bir miktar sızma zeytinyağı gezdiriyor, onun üzerine bir dilim Namet-hindi füme yerleştiriyor, onların üzerine de pişerken kurumasınlar diye ince dilimlenmiş domatesleri, onların üzerine de dilimlediğim küçük dolmalık biber halkalarını koyuyor, köyden aldığım kurutulup öğütülmüş, nane esintili kekikten bir miktar serpip, üzerlerinde bir miktar daha zeytinyağı gezdirdikten sonra....


Çoğu zaman iki büyük ve ince dilim, bazen de örnekteki gibi bir büyük bir de küçük parça İzmir-Bergama tulumu yerleştirip, bir miktar kırmız pul biber ekliyorum ki tüm bu işlemler bittiğinde fırın da ısınmış oluyor.


Kabı fırının orta sırasına yerleştiriyor, süreyi 14 dakikaya ayarlıyorum. O arada bir kadehe keyfe keder ölçüde şarabı koyup, kadehin üzerini buzdolabındaki diğer kokuları almayacak ölçüde tecrit eden bir bardak ya da kase ile kapatıp buzdolabının üst rafında serinlemeye bırakıyorum.

Şarap ilk aldığım gün, açıp kadehe koyduğum anda beni şaşırtmış, rengi ve kıvamı ile de teslim almıştı.  Hem görsel olarak etkilemiş, serinledikten sonra biraz daha havalansın diye bırakmış, ilk yudumla da notunu vermiştim. Genizde biraz yakıcı bulsam da damakta ben kaliteyim demişti. Merlot, Cabernet karşısında ezilmemiş, bu ortaklığın içinde ben de varım demiş, özgün kimliğinin altını çizmişti. Onun meyvemsi izleri ile çaprazlanmış Cabernet Sauvignon'un asaleti bu işe gönül koymuş Lucien Arkas'ın zevki, özeni ve kalitesiyle birleşince ortaya çıkan tat rüya gibiydi. Bir kez daha bir şarap, İdol-2018: fiyat kalite noktasında beni şaşırtmayı başarıyordu. Kendi damağının keyfine değil de aldığı şarabın fiyatına, markasına ve bilinirliğine bakan birine kör tadım yaptırsak ve ederi nedir bunun diye sorsak, eminim ki ağızdan çıkan kelam çok yukarılarda olacaktı.

Sonraki içimde havalandırma süresini biraz daha uzatıyor, genizdeki yakıcılık azalıyor ve kendi idealimi buluyorum, ve ilk şişeyi henüz bitirmemiş olsam da rengine ve kıvamın dolgunluğuna hayran şaşkınlığım devam ediyor... Seyrine bayılıyorum.

                                                                              .................

Ondördüncü dakikada fırın beni çağırıyor, önce kapağını açıyor, ilk sıcaklığı dışarı atıyor, sonra da tutacakla fırın kabını alıp biraz dinlendirip, sonrasında atıştırmalıkları ekmek tahtasının üzerine yerleştirip, dolaptan aldığım serinlemiş şarapla tanıştırıyor, sonra da televizyonun karşısına taşıyorum. Hemen kaynaştıklarını söylemeliyim.


Uzun zamanlara yayılmış bu mutlu, telefonda paylaşmalı geceyi; nüanslarında dolaştığım, yeni yeni keşifler yaptığım tek bir kadehle doya doya yaşıyorum.

Fikrimdeyse kırmızı, dili körletmeyecek kadar  acı biber halkalı kavurma üzeri, Bergama tulumlusunu denemek var!
                           
                                                                                ..................

195 derecede 14 dakika çünkü: Ekmeğin üzeri ve altı ince bir tabaka halinde çıtırlaşırken ara bölüm bir tık daha yumuşak kalıyor, fümeler sertleşmediği gibi domatesler sularını yitirmiyor, kekik kararmıyor ve biberler sertleşmeden ızgara tadında izlerle sakin ve dumansı bir tatla, tulum peyniri de tam olması gereken, kendini tam anlamıyla salmamış ama kremsi bir dokuda kalıyor.

Sonrasıysa... 

iyilik, güzellik!




 *CarrefourSa'da an itibariyle 45,90 TL

*Bağ ve o Şarap'tan bahis, La Mahzen'de Consensus başlıklı yazının üçüncü fotoğrafından sonra!

15 Haziran 2020 Pazartesi

Tatlı Ekşi Soslu Sahanda Yumurta

Geçen hafta bir gün bu kez peynirsiz, domatessiz, kısacası hiçbir şeysiz klasik bir sahanda yumurta yemek istiyorum; bir yazım var gözden geçirdiğim, dolayısıyla kahvaltı için üşengeç bir sabahtayım, oyalanmak istemiyorum. Bu amaçla ocağın orta gözlerinden birini en kısıkta yakıyor, döküm tavam biraz ısınınca her zamanki gibi içine  kekik, biraz da kırmızı pul biber serpiyor, tatları patlasın diye, bir süreliğine öylece bırakıyorum. Klasik bir sahanda yumurta, yani!.. Fakat içimden bir çakma şef çıkıyor yine, onda bir fikrin ışığı yanıyor, beni ayartıyor ve tavanın içine üç dilim de jalapeno turşusu atıyorum; biraz çevirdikten sonra, ince bir kat, tavanın tamamını kaplayacak şekilde zeytinyağı döküyorum, bir süre sonra da yumurtayı kırıyorum; önce beyazını, kısa süre sonra da sarısını rafadan kalması için tavaya bırakırken aklım beni çeliyor ve yine de kaşar peyniri parçaları ekliyorum. Sarısı istediğim kıvama gelince de üzerine birazcık taze karabiber çekiyorum. Sonuç memnuniyet verici. Bir yandan ekrandaki yazımı düzeltirken bir yandan da beğendiğim bu tadı geliştirebileceğimi de düşünüyorum ki bu yeni ilave fikrimin müsebbibi Enn Sevdiğim Kadındır. Çünkü bir kavanoz, ilk kez tanıştığım bir reçel yapıp getirmişti bir gün bana ve onun önerisi ile de denemiştim sahanda yumurtada...


Şu hayatta en sevdiğim keyiflerden biri, bitmiş yazımı önizlemeye alıp yayındaki haliyle gözden geçirip düzeltirken, kahvaltımın ve kahvemin tadını çıkarmak... Gün Cuma ve yazı yayım saatine programlanacak az sonra. Önce kahvaltı hazırlanmalı! Bir öncekine küçük bir dokunuşla, daha havalı bir yazı başlığı ortaya çıkaracak, New Age bir sahanda yumurta olmalı bu...

Yöntem aynı, önce tava orta gözlerden birinde ısınmaya bırakılıyor, az ısınınca kekik, pul biber serpiliyor ki pul biber bu kez daha az... Sonra incecik ama tavanın tamamını kaplayacak kadar zeytinyağı ve bu kez ikisi daha küçük olmak üzere dört dilim jalapeno... O arada bir başka tavayı yine orta gözlerden birinde, küçük ateşle ortanın arasında bir yere ayarlı olarak ısınmaya bırakıyorum. O ısınırken döküm tavamdaki Jalapeno'ları kekik ve pul biberle birlikte biraz çeviriyor, sonra kavanozu dolaptan alıyor, içindeki muhteşem kırmızı acı biber reçelinden, çatal ucu ile üç ufacık miktarı tavanın değişik noktalarına bırakıyor, sonra da şöyle bir harmanlıyor tavayı, jalapenoları birbirinden ayırıyor ve pişmeye bırakıyorum. Sürekli kısık ateşte ocak bu arada ve içindeki hiçbir şeyin kızarmasına izin vermiyorum!..

O ara Türkan'dan alınmış, ekşi mayalı tam buğday ekmeklerini dilimliyor, ısınmış diğer tavama yerleştiriyorum. Biraz... ama biraz kızarmalılar....


Döküm tavada herşey yolunda, paydaşlar kıvamda... Yumurtayı kırıyorum, önce beyazı dağıtarak döküyor, sonra da sarısını rafadan kalacak şekilde orta yere bırakıyorum. Onlar coşkuyla, laflayarak, güle oynaya kıvam alırken ben de salatalık dilimleri, biber ve kekik ile tatlandırılmış zeytinlerden bir garnitür hazırlıyor, kahvemi demlenmeye bırakıyor, garnitürümün üzerinde biraz zeytinyağı gezdiriyor ve ekranımın karşısına taşınmak üzere kahvaltımı hazırlıyorum.


Gözüm bloglarda ve gazetelerdeki yazılarda, bir yandan da yayıma hazırlanan yazımdaki hataları buldukça düzeltiyor; okurken doğru gördüğüm pek çok kelimenin okuduğum gibi olmadığını ama harf eksikliğine rağmen her seferinde doğruymuş gibi okumuş olmama gülüyor, sabahın keyfini, güne eşlik eden müziğin tadını, dibine kadar çıkarıyorum. Kargalar yavru uçuruyorlar, kombinin borusunun üzerinde bugün daha genç bir kuş var ve cıvıltısı muhteşem....  Olga'nın su gibi akan, çok eğlenerek yazdığını düşündüğüm ama önceki iki kitabı ile kıyaslamayacağım romanını alıp kısa süreliğine, mesaim başlayana kadar, kanepeye çekiliyorum.

24 Şubat 2020 Pazartesi

Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet

 Ama sadece bir Omlet yazısı değil, isterseniz alt başlığa geçin!

"Fransa esintili, Alanos usulü ve tembel işi bir omletim var ki onu yaparken kendimi literatüre yöntem katmış şef gibi hissediyorum! Onu da bir fotoroman edası ile aşamalı resimleyip yazmayı düşlüyorum." diyerek bitirmiştim Alanos Usulü İzmir Kumru* yazımı ki aradan neredeyse beş ay geçmiş. Elbette çok kere yaptım ve kısmen de fotoğrafladım geçen süreçte, lakin yazmak bugüne kısmetmiş...

Yıllar önce aldığım standart dergilere ek olarak bazıları sürekli olmasa da ara ara yemek dergileri de alıyordum ve yeni yetme delikanlı merakıyla yemeklere ve kokteyllere sarmıştım.  Aslında yemek zevki ailenin bir sıçrama yapmasını arzulayan en amcamdan bulaşmıştı bana. Yemek ve giyim zevki olan, entelektüel gelişimi kıvamında ve o yıllarda bekâr en amca bankayı teftiş için şehre her geldiğinde işi dolayısıyla ve genelde de çok şık giyiniyor, hiç istemememe rağmen beni de şık giydiriyordu. En güzide mekanlara götürüyor, şehrin en güzel lokantalarının ki buna Cumhuriyet Lokantası da dahil mutfaklarına giriyor, yemeklerimizi şefler ve sahibi Aslan Kaptan ile  üzerlerine konuşarak, seçiyorduk. Aslında o bende, giyimi kuşamı ve mesleği ile hayalindeki insanı yaratmak istiyordu. Buna ailedeki ilk çocuk olmanın avantajı mı yoksa dezavantajı mı demeli, bilmiyorum. Aslında biliyorum da yazıya dramatik bir hava katıp biraz da eksik bıraktıklarımı, ya da zorunda kaldıklarımı savunmak istiyorum belki de... Kim bilir?!


Aslında muttfak camı ile paralel ve tarabalarına bayıldığım bir bahçesi olan kalabalık ailemizin kira evinde ve kuzinede çok güzel yemekler pişerdi... İçli Köfte ve Patile'nin, Bumbar Dolması, reyhan kokulu İşkene, sarımsaklı yoğurdu ya da Kurut'u ve üzerine dökülmüş miss gibi tereyağı ile ve bizim dilimizdeki adı ile Sürun'un; kavurmanın hamurun içine gömüldüğü, öylece fırınlandığı ve nihayetinde üst kapağı kesilerek ortaya çıkan görüntüsüne paha biçilemeyecek Gömme'nin; üzerine sarımsaklı yoğurt, onun üzerine de biberli ve yakılmaya az kalmış tereyağının döküldüğü bulgurlu köftelerin ve elbette ev yapımı, bir tık kalın özel yufkaların, soğanla ve çok az mukaşerle pişmiş lezzetli tavuk etiyle -bazen de tavşan ya da keklik ile ve miss gibi tereyağıyla buluşturulduğu Öfeleme'nin;  taze fasulye, bulgur ve et suyu ile yine kuzinede yapılan Helle'nin, Kurban Bayramlardaki muhteşem ötesi kavurmanın ve  -Ermeni Mutfağı etkileşimli- başta Işkın olmak üzere çeşit çeşit otlarla yapılmış yöre yemeklerinin âlâsı olurdu bizim evde. O zaman Kız Enstitüsünde öğrenci olan halaların bi tanesi mutfağın modern yüzüydü; Çılbırı onunla tattık mesela, üzeri vanilyalı ay şeklindeki ve içinde fındık parçaları olan minik pastaları, kekleri ve elbette Krem Karameli muhteşemdi. Çapkınlık derslerini aldığım, ilk maçlarıma onunla gittiğim, ailenin en ele avuca gelmezi ve haylazı en küçük amcamın eşi Nurhan Yengem çok iyi yaptığı bir iki şey dışında diğer şeflerden bir tık aşağıda olsa da Balkan Yemekleri sorumlusuydu... En Amcamsa et uzmanıydı ki ona da babanneden sirayet etmişti bu yetenek; içinde tel ızgarası olan, kek tenceresi gibi kapanan ve üzerinde dalgıç penceresi gibi camı olan elektrikli mutfak aletinde  üzeri kekiklenmiş ve elbette eti özenle seçilmiş kuzu pirzolalar yapardı ki mutfağa yayılan enfes kokusundan ve tadından yenmezdi. Her daim bizim evde sağlam bir mutfak ekibi vardı yani. Anneme ise ayrı bir sayfa açmak gerekir ki, babanneden sonra mutfağın uzun yıllar muhteşem şefi  oydu. Amcam evlendi sonuçta tabii ki, Keriman Yengemle; o biz için peri masallarından bir kızdır. Elbette mutfağı muhteşemdi ki masallardaki gibi soylu, çiftlik sahibi, senatör bir babanın ve yine gerçek bir soylu, o oranda da tatlı bir annenin kızıydı. Onun bizim ailemize katılmasıyla birlikte onun ailesinden öğrendiğimiz çok da şey var, aslında. Amcamın beni yine şımşıkır giydirdiği ve henüz nişanlıyken onlar, evlerine yaptığımız ziyaret, evdeki şömine, bizim kira ev kadar salon-salomanjesi, ve yemek masasının güzelliği ve ev halleri ben için bir Kül Kedisi hikayesi gibiydi. Tina çizgi roman dergilerini orada görmüştüm, çok hoşuma gitmişti...

Elbetteki tüm bu beceriler sonraki nesillere de sirayet etti...  Onlarınki kadar ve o yılların lezzetinde olmasa da güzel işler çıkaran, beş yıldızlı mutfak tadında masalar kuran bir kaç kişimiz var ki bire kız kardeşi, ikiye de en küçüğümüz olan erkek kardeşi yazmak gerek!

Ben mi?!..

                                     Fransız Omleti; ıspanaklı, peynirli, karabiber ve muskat dokunuşlu.
                                                   
           


Nihayetinde Gelebilirsem Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet'e!

Aslında gerçek Fransız Omleti'ni yapabiliyorum ben ki o zaman kesinlikle tereyağı kullanıyorum; hem de çok güzel yapabiliyorum, öyle başarılı ki dağılmadan dilimlenebiliyor -tekrar bakınız, yukarıdaki  foto. Şimdilerde pek uğraşmak istemiyorum ama o yöntemden yararlanarak, tek tava ve bir çırpıda hallediyorum bu işi. Yani Alanos Usulü Omlet'i.

Önce, yıllar önce okuduğum ve muhtemelen Tat Dergisi'ndeki ya da Alacarte'daki tariften hareketle bir kişi için iki yumurtayı bir küçük kaseye kırıyor, işin sırrı olarak da iki yumurta için iki çorba kaşığı su ilave ediyorum; Fransız Omleti'nde olduğu gibi! Bazen, kullanacağım malzemeye göre içine çok olmamak kaydıyla muskat rendeliyor, yine malzemelere göre biraz karabiber, çok az pul biber, bazen de taze fesleğen falan ekliyorum. Elbette zevke göre tuz da ilave edilmeli ki ben peynirden ve diğer tuzlu ürünlerden dolayı tuza gerek duymuyorum. Sonra da yine Fransız dokunuşu olarak yumurtaları bir çatalla sarılar ve beyazlar çok biribirine geçmeyecek ve tümüyle sarıya bürünmeyecek şekilde, biraz çırpıyorum.

Ama önce tek kişilik döküm tavamı ocağın orta gözünde ve çeyrek ateşte ısınmaya bırakıyorum, o arada da diğer malzemelerimi hazırlıyorum ki bugünkü tarifim, malzemelerinden ve pizzadan esinlenerek adını Napolitanos koyduğum omlet.


Avuç içimi ara ara tavanın üzerine yaklaştırarak ısısını kontrol ediyorum; hemen cızırdatmayacak, tavanın tabanına el değebilecek bir ısıdayken yüzeyi kaplayacak kadar zeytinyağı döküyorum. Eğer  et ve türevi ürünleri peynirle birlikte kullanacağım bir omletse yapacağım, yağdan önce tatları da patlasın diye tavaya kekik ve pul biber ilave ediyorum ki Napolitanos Omlet için buna gerek yok.


Sonra soyulmuş ve istenen ölçüde doğranmış domatesleri kısa süreli cızırdatıyorum tavada ve kuru fesleğen ekliyorum bir miktar üzerlerine; sonra bir kez karıştırıyorum. İstenirse ayrı bir tavada da yapılabilir bu işlem ki gerçek bir Fransız Omleti'nde öyle yapıyorum. Domatesler kesinlikle öldürülmemeli ama!


Sonra kasedeki yumurtayı tavaya döküyorum, o ilk cızırdamayı duyunca altta incecik bir taban oluşuyor ve sıvının kaldırma gücü ile de domatesler yüzeyde kalıyor, sonra da beyaz peynir parçalarını dağıtıyorum üzerlerine ki burada peynir seçimi sizin. Benim çok sevdiğim, kısmen keçi sütü katılmış, çok yumuşak olmayan, Trakya yöresinden bir beyaz peynirim var ki onu kullanıyorum, domatesli omletlerimde.


Yumurta tabandan itibaren katılaşmaya, yani pişmeye başlıyor sonra, o zaman altını en kısığa alıyorum ocağın. O usul usul pişerken peynirler de erimeye başlıyor o ara. Bir dilim ekmeği kızarmaya bırakıyor, bir yandan da filtre kahvemi hazırlıyorum bu süreçte.


Buradan ötesi yine sizin zevkinize ki ben yüzeyini, kızarmış ekmek parçalarını banmak için biraz sulu bırakıyorum. Onun için de belli bir noktada altını kapatıp ocağın, döküm ayaklarının ve tavanın kendi ısısı ile tadının kolektifleşip, zenginleşmesini bekliyorum bir süre.

Bazen sosis, kaşar peyniri; bazen de sosis, adı her ne kadar hindi füme olsa da bir tür salam dilimleri ve eski kaşar ile de yapıyorum ki bazen de içlerine domates ve biber dilimleri de katıyorum. İşte o zaman peynir hariç tüm bu malzemleri yine yağda belli bir noktaya kadar çeviriyor, sonra tavaya döktüğüm yumurtanın üzerine dağıtıyorum.

Bir de küçücük kasede salatalık dilimleri, zeytin çeşitleri, eğer domates kullanmamışsam domates parçaları, kekik ve zeytinyağı ilaveli bir garnitür hazırlıyor, kahvemi de yanıma alıyorum.

Salona açık mutfağımın manzaraya paralel masasına geçiyor, sabaha yayılan Radio Swiss Classic'in enfes melodileri eşliğinde doğanın - bu sabah kuzey denizlerinden, yine bir kuzey olan bizim denize getirdiği- enfes "buzdağını" seyrediyorum. Bir gemi giriyor sonraki karede fotoğrafa... Bahar dalları açmış ve kuşlar denize bakan penceremin üzerindeki damlalığa  yerleşmiş! Yeni miniklerimiz olacağı kesin. 

Elimde kahve kokusu, kombinin bacasının üzerinde cikleyen kuşa bakıyorum. Aynı kuş musun sen, diyesim var; halkalasak mı bunları acaba?!**



*Alanos Usulü İzmir Kumru

Amca, ben ve bankaya dair cümlelerin olduğu bir yazı: Benim Kars'ım

** Geçen yıldan kuşlar ailesi bahisli yazı

26 Eylül 2019 Perşembe

Alanos Usulü İzmir Kumru

Bir İzmir dönüşü, orada yenmiş klasiğin tadı damaktayken... kadim fırınımızda da -en azından şeklen- uygun ekmekleri ki baston dediğimizin kumru şeklinde pişirilmiş, küçük ve maksadı sandviç olanını görünce... ampul yanıyor! Alıyorum susamlısından... Gelince eve, kesiyorum ekmeği ortadan ikiye... tabanının üzerine bir cerrah titizliği ile ve uygun bıçakla incecik ve enine dilimlediğim domatesleri, onların üzerine de peynircimde âlâsını bulabildiğim, yağı yerinde, kaşar gibi düzgün kesilebilen ve öyle de dilimlediğim İzmir tulumu parçalarını yerleştiriyorum... Peyniri bol olsun istediğim için üst parçaya da bir miktar ilave ediyorum.

Dikdörtgen ve döküm fırın kabımın içine ortadan ikiye böldüğüm yağlı kağıdın bir parçasını yerleştiriyor, onun üzerine de hazırlanmış ekmekleri ayrı ayrı koyuyorum. 195 derece ısının,Tarihi Alsancak Gevrek Fırını'nın* orijinal kumruları tadında pişireceğini düşünüyorum. Ayarlıyorum fırını.  Isınınca... orta gözdeki ızgaranın üzerine yerleştiriyorum kabı... 15 dakikalık sürenin; o muhteşem ama kıvamında kıtırlığı sağlarken, ekmeğin beyaz kısmını da nispeten yumuşak bırakmak adına yeterli olduğunu düşünüyorum! Ayarlıyorum dakikayı. Finaldeki görüntü muhteşem. Eğer o fırının kumruya özel ekmeğinden bulmuş olsaydım, doğrudan İzmir Kumrusu havası atabilirdim... Kesinlikle!.. Ekmekleri tekrar birleştiriyor, yanına da âlâ bir filtre kahve ekliyor ve deniz esintili kahvaltımın tadını çıkarıyorum.

Artık bir reçetem var, buna seviniyorum. Üstelik ilk atışta tam isabet. Bir kaç kere böyle devam ediyorum. Bazen süreyi ki genelde dilim ekmeklerde 12 dakikaya düşürüyorum. Günlerden bir gün, bir sabah, en sevdiğim gurmeye de yapıyorum; onunla balkonun, sabahın, kahvenin, mahmurluğun, sohbetin ve kahvaltının tadını çıkarmaya bayılıyorum. O yerken, gözlerinde ip uçları arıyorum. Fakat onlar da rollerini güzel oynuyorlar; ser verip sır vermiyorlar. Muhteşem bir sabah, deniz enfes, güneş şefkatli, paraşütler renk ahenk, sahil usul usul dolmakta, İstanbul'dan gelen uçak denize doğru alçalmakta, açıkta bir gemi seyir halinde, kuş korosu yerlerini almış ki kaç, kaç yıllardır bu manzara... Sonucu bekliyorum. Gözlerinden okumaya çalışıyorum. Çaktırmadığı ama usul usul çaktığım hınzır tebessümü birazdan koyverecek; seziyorum.

Başardım! Yaşasın!

Sonraki günlerde varyasyonlara geçiyorum. Bazen domatese yeşil biber ekliyor, bazen tabana hindi füme, üzerine dilimlenmiş pişmiş yumurta, üzerine domates dilimleri ve yeşil biber, onların üzerlerine de tulum, bazen de farklı peynirler koyuyorum. Zeytinyağı gezdiriyorum tabanda bazen... Sonra domates dilimlerinin üzerine taze fesleğen parçaları, onların üzerinde de biraz zeytinyağı gezdirip üzerine de Ezine dilimleri koyarak deniyorum. Bazen de zeytinyağı gezdirdiğim tabana kekik ve pul biber serpiyor, sonra üzerine malzemeleri yerleştiriyorum. Fakat!

Fark ediyorum ki sandviç maksatlı da olsa... bizim fırının aslında dönerciler için yapılan ekmeği fazla geliyor; üstelik ekmek tüketimim artıyor. O zaman başka fikirler tecelli ediyor ki genelde tam buğday ekmeği tüketen biri olarak ve tembel işi olduğu için yeni yol, bu yöntemi değiştiriyorum.

Fırına dilimlettiğim ekmekleri koyuyorum artık fırın kabımın içine, yine aynı titizlikle kestiğim domatesleri, onların üzerine de tulum peynirlerini... Ve dilim ekmek kullandığımda kesinlikle zeytinyağı gezdiriyorum üzerlerinde... arada sırada da baharat. Bazen, canım isterse, minik döküm tavada yumurta yapıyorum onların yanına; anne ve babaannemin deyimi ile ama kendi dokunuşlarımla Yağda Yumurta! Önce tavayı ısıtıyorum, o ara bir miktar pul biber ve kekik ekliyor, çok az süre yağsız bırakarak patlatıyorum tatlarını, sonra üzerlerine zeytinyağını döküyorum; tavanın tüm yüzeyini kaplayacak kadar. Önce yumurtanın beyazını, az süre sonra da sarısını koyup, rafadan bırakarak kapatıyorum ocağın altını. Üzerine taze çekilmiş karabiber kesin! Sonra taşıyorum onları salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına. Ekranımı açıyorum. Mesaime başlamadan önce Dünya hallerine göz atıyorum. Arada bir de domatesli ve erimiş peynirli kızarmış ekmek lokmalarını tavanın baharatlı yağına batırıp, yumurtasına şöyle bir değdiriyorum. Sonrası iyilik güzellik. Bir de Fransa esintili, Alanos usulü ve tembel işi bir omletim** var ki onu yaparken kendimi literatüre yöntem katmış şef gibi hissediyorum! Onu da bir fotoroman edası ile aşamalı resimleyip yazmayı düşlüyorum.


*Tarihi Alsancak Fırını kumrusu

**Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet
  
**Alanos, 12 Eylül sonrası, bir çok yerde olduğu gibi, bulunduğumuz yerin, sonrasında iki kez daha değiştirilmiş adının hâlâ kullanmayı çok sevdiğim ilk halidir.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Masada Bir Frittatamsı...


Selam verip geçen karın ardındaki hava, güneşli bir ürperti yaratıyordu. Deniz kenarından yürüdüm pazara doğru...

Yaşlı kadının, kocaman binalara anarşist bahçesinde yetiştirdiği (ince) pırasalardan aldım yeteri kadar.

Doğradım onları parmaktan ince... Döktüm zeytinyağını tavaya... Ekledim pırasaları ısınınca yağ... Kattım tuzunu, karabiberini... Kapattım üzerini... Arada bir karıştırdım sebzeyi... Aldım raftan bir kap; rendeledim içine beyaz, kaşar, köy peyniri... Ekledim maydonozla dereotu... Kırdım içine yumurtaları... Tuzuydu, karasıydı, kırmızısıydı derken çeşniledim mamayı... Kattım içine pişen pırasaları... Karıştırdım hepsini ... Isıttım fırını ikiyüze... Döktüm karışımı borcama... Sürdüm borcamı fırına... Kanaat getirdim olduğuna... Aldım getirdim sofraya...

30 Kasım 2009 Pazartesi

Café Estilo Laparagas

Ten bir gecenin sabahında, keyifli keyifli bakınırken dalgaların her bir kırılmadan sonra botlara değen uzantılarına ve onların üzerine koyularak gönderilmiş düşlere...

Olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde çakan üstün zekâ(!) yine ve hızla tahrik etmeye başladı.

Sabah tembeli Tembel'in ötekisi, sınır çizgilerinde yaşama merakı ve bilinmeze duyulan heyecanıyla harekete geçip, aşka gelip, paçalarına yapıştı. ''Hadi hadi!''

Ortaya çıkan yeni kişi, hiç üşenmeden bir masa ve iki sandalyeyi dalgaların kırıldıktan sonra uzandıkları kumun üzerindeki sınır çizgisine koydu. Sonra bir sevilenin yanağına üflenen şahane bir öpücükle kalk borusunu çaldı.

Oradan çıkamayıp sıcağında kalakaldı.

Bu durumdan fazlaca şikayetçi olmadan, sıcağındaki sıcacığa durumu şöyle açıkladı: Açıkta, yorgun ve üşümüş bir gecenin sabahına peyniri, zeytini ve çayı katık etmiş balıkçı tekneleri... Denize karışan küçük derenin deltasında, sabah dedikodusuna geveze martılar... Karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskelenin dibinde, sabah mahmuru güneşin tembel ve üşengeç göz kırpmaları...

Fırından yeni çıkmış poğaçalarla bir kahvaltının ardından, dalgaların kırıldıktan sonraki uzantılarının botlara değdiği sınır çizgisinde sürpriz bir kahveye var mısın?


a) hımmm? b) sipper c) kahve kokusu? Hımmm... d) yokum e) masal

Café Estilo Laparagas*: Orta ebat bir fincanın içine iki çay kaşığı hazır kahve koyulur. Fincanın içine iki adet resimde görülen (Şölen Tual) çikolata atılır. Fincana kaynamış su hiç dinlendirilmeden ilave edilir ve çikolatalar eriyene kadar karıştırılır. Bitter çikolata ile yapılanı da sert içkilerin(konyak, viski ve hatta likör)yanında tavsiye edilir. Ölçüler denenerek ve farklı çikolatalarla kişiye özel tatlar oluşturulabilir ve hatta üzerine krema ilave edilebilir. Daha tatlı ve sıcaksa istediğiniz, çikolata sayısını üç yapabilirsiniz.

Öylesine ve iş olsun diye denendi... Büyük bir keşif değil yani!

* Havalı bir ad olsun diye Google Translate'e soruldu: La Paragas usulü kahvenin ispanyolcası ne? diye. O da, Café Estilo Laparagas dedi.

15 Mayıs 2009 Cuma

Yemekteyiz...Fırında Makarna Kesin, Diğerleri Sürpriz!...

Saat akşam üstüne yakın ve günlerden hafta sonu. Yan yoldan bahçeye doğru kıvrıldığımda, köpeklerin en gevezesi Fadik ortalığı yıkıyordu. Onun dünyanın öbür ucundan yönünü bize çevirmiş insanın kokusunu alıp havlamaya başladığını göz önünde tutarsanız. Telaşlanmadım. Tam duvarın dibinden dönüp evin girişine doğru ilerlerken, bizim Bitsy'ye göz attım; sesi çıkmıyor ama telaşı göze çarpıyordu. Kuyruğun hareketine bakıldığında durumun anlattığı şuydu, evin civarında biri var. Bu tehlikeli değil hoş biri. Kadın olma olasılığı da yüksek ve hatta şahane bir kadın olma olasılığı kesin.

Arabayı evin giriş kapısına yakın bir yerde durdurduğumda kargo pantolonlu, beyaz plastik sandalyelerden birini ön bahçenin papatyalar dolu bölgesinde nar ağacının altına çekip çantasından çıkardığı kitabı okuyan ve üstelik bunu gözüne taktığı şık güneş gözlükleriyle yüzünü güneşe dönmüş bir halde yapan kadını gördüm ki güneşin batıya yöneldiği bir saate denk de geldiği için, tüm papatyaların da o tarafa yöneldiği o anda, güneşin kahırlara bürünmüş halini de fark ettim. Çatladı çatlayacak haldeki güneşin bana isyanı: '' Çekin o şahaneyi oradan kıskanıyorum''du. Kadına dikkatli baktığımda ilk kez gördüğüm biri olduğunu hemen söyledi hafıza kartım. İlk kez gördüğüm ama ilk kez görüyormuş hissi almadığım ve hatta oldukça da iyi tanıdığımı düşündüğüm kadının kim olduğunu anlamama bir kaç saniye yetti.

Arabanın kapısını kapatmamla yüzünü benden tarafa dönüp gülümseyen kadın; ona doğru, merakımı çözmeye meyil adımlarla yaklaşmaya başlamamla, gülümseyerek ayağa kalktı. Onun bana yönelmesiyle görüş alanından çıktığı güneş de, kıskançlığın gölgesinden usul bir tebessüm ve rakipsizliğin keyfiyle çıkıp rahatladı. Kumral saçlarından, aydınlık yüzü ve kendine has gülümsemesinden, girişken ve şirin el uzatışından kim olduğunu hemen anladım. Elimi uzatıp sizsiz bir cümle kurdum: ''Hoş geldin.'' Bu sizsiz cümle kısmı önemli. Bu duyguyu bana veren kadının son derece doğal ve dost hareketleriydi. Tabii ki bendeki şaşkınlığın ve üstüne eklenmiş sevincin çocuk halli telaşları geçmeden ve ayak üstü, '' Ne hoş sürpriz? Hem şaşırdım hem şaşırmadım.  Ama çok sevindim. '' cümlelerim eşliğinde üç beş kelamdan sonra, onun, ''Hadi çok açım.'' cümleleri üzerine, enfes kahkahasıyla birlikte ve o ilk an'ın şaşkınlıkları da dağılınca, ''Tamam, sen otur, ben içeri geçip ortalığı bir toparlim.'' dedim.

İçeri girmemiz birlikte oldu. Sürekli bir şeylerden konuşuyor, kısıtlı bir zamanın dayatmaları ve birikmiş meraklarının tonunda, sürekli bir şaşkınlığın tebessümü ile şaşkın bir ritimde, ne konu gelirse konuşuyoruz. Ufak çapta alem dedikodularından tutun, şu yazında onu demiştin bu yazıda şunu demiştin türü bir sürü laf...

"'Açım.''la başlayan cümle aklımda mutfağa yöneliyorum. Genelde günlük ya da iki günlük yemek arzularına göre alışveriş yapan ben, ilk iş olarak, dolapla "Sende ne var ne yok." diyaloğuna giriyorum. Aldığım yanıtla hazırlamayı düşündüğüm menü arasında bir sürü eksik olduğunu fark ediyorum. Hızla onları kafama listeleyip, ''Sen keyfine bak ben bir koşu şunları alıp geliyorum.'' dediğim konuğum,''Ya ben de gelim, hem de etrafı görmüş olurum.'' diyor. O esnada mutfak camının önüne doğru gelen, yüzünde hoş bir tebessümle birlikte endişeler de olan, genç, biraz fındık kurdu kadını fark ediyorum. Benim şaşkın halimin aksine konuğum şaşkın değil, genç kadının telaşına ''Hayırdır?'' diyor. ''Kızı kaybettim onu arıyorum.'' yanıtını veriyor genç ve fındık kurdu kadın. ''Yaa ben bunu tanıyorum.''lar hızla aklımdan geçiyor. Hızlı bir taramadan sonra akıl defterimin fotoğraf albümünden buluyorum kadını. Sonra hızlı bir film şeridi gibi evin içinden dışarı çıkarılmış şezlong, yere serilmiş örtü ve minderler geçiyor gözümün hafızasından. Ampul yanıyor! Eve nasıl girilebileceğini bilen ve kendini bu aileden de sayan biri dank ediyor kafama. ''Vay vay vay, kimler de gelmiş.'' nidaları eşliğinde sarılıp öpüşüyoruz mutfağın camından uzanarak. İki üç kelamlık hoşbeşten sonra soruyorum ben de: ''Hayırdır, neye telaşın?''

''Kızı bulamıyorum.'' diyor, ''Saklambaç oynuyorduk. Daha doğrusu ben uzanmış dergileri karıştırıyordum, o da oraya buraya saklanıp bana numara yapıyordu.''

"Her yere baktın mı?" diyorum. ''Evet.'' diyor. ''Kız cin farkında değil misin? Bezelyelerin içine saklanmıştır.'' diyorum.

O ara ağzına doldurduğu kocaman kahkahalarla geliyor şahane bir kız çocuğu. ''Hadi siz oturun biz gidip alışveriş yapalım.'' deyip; ''Ne yemek var?'' sorularını sürprizin sessizliğine bırakıyorum. Bisiklet garajından iki bisiklet kapıp sahil boyundan yönleniyoruz markete doğru; kargo pantolonlu güneş gözlüklü kadınla.


Gelecek bölüm için yemeklerden birinin, daha doğrusu, biraz da ana yemeğin yanına garnitür yerine düşündüğüm fırın makarna olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Ana yemek için kafam şu an bisikletle sahil boyunda rüzgarın keyfini çıkara çıkara düşünmekte ve bir füzyon oluşturmakta. İlk kez denenecek, tümüyle spontane gelişen tarif aklımın yönetim kurulundan okeyi alıp yüzüme tebessümü kondurunca karar kesinleşti. Bunun ışığını yanımdaki şahane dost da fark etti. Marketten gerekli olan malzemeyi alıp, köy zamanından kalmış fırına yöneleceğiz birazdan; farklı farklı ekmekler almak için. Görüşürüz. Bakalım daha ne sürprizler var?

8 Mayıs 2009 Cuma

Öğlen İşte!..


Yakaladığım bir boşlukta, camdan güllere, papatyalara, bahar dallarının pembesine, otların arasında kalmış çiçeklerin morlarına, yağan yağmura bakarken, ve gecikmiş nisan yağmuru tadındaki sicim sicim hale eşlik ederken Manga'nın son ve şahane albümü Şehr-i Hüzün. Düşündüğüm, istediğim bir hafta sonu seyahatinin ertelenmesi mecburiyeti hasıl olunca bir de, yağmur ve çalan şarkılar lambayı yaktı, içimdeki serseri ona eşlik etti ve duacıyım şimdi, o hafta sonu Tırtıl'ın isteyeceği bir animasyon olmasın diye. Çünkü fikrim geldi ve uzun zamandır yapmadığım bir şeye karar verdim .

Yanıma bir fotoğraf makinesi, sevdiğim pastanenin sevdiğim pastalarından bir çeşit yapıp, sıcak suyu da trende kendilerine çay demleyen makinistlerden tedarik ederek, elimde kahve kokusu, trenle eski kente gideceğim bir hafta sonu. Mayısın başı en şahanesi bu güzergahın. Hazır toprak renklenip, yağan yağmurlar dağlardan kopup gelen suları ırmaklara, usul derelere karıştırırken; çiçeklenmiş ağaçların şenlendirdiği istasyon binalarını izlemek, kadınların ter döktüğü tarlaların öğlen sıcağını seyretmek, tren yolcuları öğrenciler, amcalar, teyzeler, çocuklarla konuşmak, tren yolu kara yoluna yaklaştığında arabalarla yarışmak keyifli. Ve elbette eski kentte, ve en tepesindeki yerde, kuş bakışı manzaralar sunan lokantada yenilecek germeç de.

Evet, verilen bu kararın keyfi bu öğlen usuldan karnımı acıktırınca; ve aslında, daha önce verilmiş karşılıklı sözlerin bu yolculukla ilgili düşünü hatırlayınca; ve aslında, aslı gibi anlaşılmamış sözlerin yok ettiği düşleri de göz ardı etmeksizin ama onlara da takılı kalmaksızın; canım hem atıştırıp, hem de bunu zamana tebessüm eden bir öğlen keyfine döndürebileceğim bir şey önerdi bana. Tost yapmaya karar verdim.

Ama bu kez yapılacak tost bir uyarlama olacak.

Elde tost ekmeği olmadığından ve aslında patıl denen ve yöresel bir ekmek olandan da mevcut da olmadığından; aslında yakın bir kasabaya özgü, hatta tren güzergahında olan bu yerde Atatürk Sivas ve Erzurum'a giderken konakladığında, onun için yapılmış ünlü Ata ekmeğiyle çok daha mükemmel olacağı kesin La Paragas usulü bu melez-i tostu: Mecburen, mevcuttaki normal ekmekle yapmak durumunda kaldım.

Durum şudur: Bir yarım ekmek yan ortasından yarılır. O arada enlemesine ve ince ince doğranmış mantarlar tereyağında az miktarda kavrulmaya bırakılır. İnce ince dilimlenmiş yeteri kadar sucuk ekmeğin arasına yerleştirilir. Onların üzerine incecik doğranmış çarliston biber halkaları dizilir. Onların üzerine dilim salamlardan fıstıklı olan yerleştirilir. O arada tavada hallolan ve tam kavrulmadan hafif sularında kalmış mantarlar salamın üzerine dağıtılır. Bir siyah zeytinin çekirdeği çıkarılır ve ince daireleri halinde doğranıp mantarların üzerine koyulur. Çok ince dilimlenmiş iki adet domates en üste koyulup, tüm karışımın üzerine bir çay kaşığı zeytinyağının içine bir miktar (tazesi olmadığından) kuru kekik ilave edilerek dağıtılır. En üste de kalınca bir kaşar dilimi koyulup, ekmek ısınmış olan tost makinesine yerleştirilir. Domateslerin varlığı gözetilerek bastırılır; tost makinesinin üst tarafından. Ekmeğin iki tarafına biraz tereyağı sürüp cızırdattıktan ve arzulanan kızarıklığa getirdikten sonra alınıp bir tabağa tost; kahve, bir fincan çay ya da bir bardak kola eşliğinde keyfi çıkarılır.



Kişiye özel not: Fırında makarnanın malzemeleri hazır. Hatta bir menü de! İçecek tercihiniz var mı? Yoksa menüyü hazır edene mi bırakırsınız?:))

9 Nisan 2009 Perşembe

Çilek...Ananas...Lyambiko


Bacaklarımı uzatıp keyfime baksam, günün tüm yorgunluğunu, sıkıntılarımı üzerimden atsam arzularınız varsa an itibariyle. Bu blog, bir öneride bulunuyor; bu gece ya da istediğiniz herhangi bir gece için. Daha önce verdiğimiz ragla tarifinde olduğu gibi, yine hazırlanması son derece basit, içimi aynı oranda keyifli ve eğlenceli bir içki bu da.

Bir şarap, konyak ya da martini kadehine hiç olmadı limonata bardağına bolca buz, 3/1 oranında çilek likörü, 3/2 oranında ananas suyu koyup biraz karıştırarak oluşturacağınız bu içkinizi hazır ettikten sonra mumlarınızı yakıp, ışıklarınızı kapatıp, müzik setinize de sevdiğiniz bir CD'yi koyarsanız; ilk yudumdan ve ilk şarkıdan sonra gündelik hayatınızdan kopup, tropikal rüzgarların estiği bir denizin kıyısında yıldızlara yatmış bulabilirsiniz kendinizi.

Bu içkinin yanına kimin şarkılarını önerirsin ey blog derseniz de. Blog size, son albümü Saffronia'dan, ilk Nina Simone tarafından söylenmiş, bizlerin Santa Esmeralda'dan hatırlayacağımız Don't Let Me Be Misunderstood yorumunu şu an dinlediğiniz; Almanya doğumlu, Tanzanyalı müzisyen bir babanın kızı, caz dünyasının Afrika tınılı güzel sesi Lyambiko'yu önerir. Ve iyi eğlenceler diler.

Not: Önerilen karışım oranı damak zevkine göre deneme yanılma yoluyla ayarlanabilir. Ve istenirse bir miktar soda ya da gazoz ilave edilebilir.

4 Nisan 2009 Cumartesi

Düş Buğulardeyken Balık Buğulama.. Yanında Rakı Da Var!

Sabah elimde kahve kokusu ofisimsinin dışında yaza hazırlanan bahçeye bakarak, baharın kıpırdatmaya başladığı farklı farklı konukların seslerini dinlerken, çiçek açan ağaçlarla laflayıp bir kaç saat sonra dağların arkasına çekilip günü geceye bağlayacak güneşle şakalaşıyordum. Bir kağıdın usul bir rüzgara takılmış çiçek tozlarının içinden ayrılıp bana doğru geldiğini, ayağımın dibine düşüp paçamdan çekerek gözlerime gözlerini dikip ''Hadi yine iyisin,'' yüklü çapkın bir gülümsemeyle göz kırptığını fark ettim. Tebessüm ettim sadece bu afacan haline... Gözlerim karşı dağlarda, bir Düş'ün düş halini alışını düşünmeye devam ettim...

Hayat yeşeriyordu ve kalabalıklaşacaktı ev; her yaz gibi. Mesela şu karşıdaki masalar çoğu akşamlar birleştirilecek, mangal yakılacak, sokak arası düğünlerinin lambaları ışıldayacaktı. Çocuklar ayrı masada cıvıl cıvılken; büyüklerin alkol kokulu kahkahaları, dedikoduları, ortaya karışık tevazu yüklenmiş hava atmaları karışacaktı saf temiz gülüşlerin içine.

Ayağımın dibinden bacağıma yapışan kağıt sürekli ve ısrarcı bir tavırla ve gülerek paçamdan çekip dikkatimi ona vermemi istiyordu. İlgilenmeden kurtulamayacağımı anlayıp okşamaya başladığımda saçlarını ve ''Kargonuz var,'' deyip dönünce öbür yüzünü, üzerine yazılmış şu notu gördüm: ''Akşam sana geliyorum haberin olsun. Düş.''  Notu okur okumaz, akşama Düş geliyor vay be'lerinin sevinci taşırken beni bir başka boyuta, aklımın motorlarına da hareket verdim.

"Düş ve akşam vay be!" diye diye çoktan mutfağın yolunu tutmuştum. Düş ve akşam yemeği düşünün vay be'leri bıyık ucu bir tebessüm olarak takılı kaldı yüzüme...Ve takılmış bir plak gibi tekrarlar sardı ortalığı; ''Düş ve akşam vay be!..''

''Düş ve akşam, Düş ve akşam, Düş ve akşam, vay be!.. Ve Ben...Yaşasın!''

Ne yapsam ne yapsam derken yüreğimin telaşlarında, gün Cumartesi olunca üstelik, güneşin gün batımına ne yakışır hesapları yaparken bir de, denizden imdada gelen esinti şefkatle yanağımı okşayıp ''Balık yap,'' dedi istersen. "Hatta isteme, yap" diye de ekledi. Buna erik ağacı ve altındaki masa da katıldı. Biraz uzakta kalan ve o an itibariyle neşeli bir sohbetin dibine vurmuş mor çiçekler seslendiler benim kararsızlığıma: ''Evet rakı ve balık.''  O ara güneşin keyfine gevşemiş, akşam kahvesi tadında bir neşeyle hararetli bir konuşmanın yamacındaki papatyalar da bu fark edişle, mutfak camından bakmakta olan kararsızlığıma dönüp ''Evet evet, rakı balık!'' dediler.

Hepsine anlaşıldı gülümsemesi atıp yöneliverdim buzdolabına. Izgara niyetine dilimlenmiş, yani önce fileto edilip kılçıkları çıkarıldıktan sonra her bir parçası biraz büyükçe dilimlenmiş somonları çıkarıp tezgahın üzerine koydum. Akşam Düş geldiğinde, ızgarayla uğraşırken sohbetin keyfinden uzak kalmayalım diye ve hatta balık pişene kadar, yarısına soğuk su koyulmuş bardakların üzerini rakı ile tamamlayıp, ilk kadehlerin keyfine katık ederken en şefkatlisinden günün ne var ne yoklarını, kesintiye uğramasın diye özlemin dindirilmesi bir de; vazgeçip ızgaradan, karar verdim buğulamaya balıkları.

Önce, mini fırın tepsinin altına çok az, neredeyse bir çorba kaşığı kadar sıvı yağ döktüm. Sonra, soyup çok ince daireler şeklinde doğradığım bir orta boy soğanı tepsiye dizdim. Sonra, yine soyup soğuk bir suyun içine bıraktığım patatesleri, yine çok ince dilimler halinde ve büyük parçalar olsun diye boylamasına doğradım ve soğanların üzerine bir kat yerleştirdim. O esnada camın önüne konan kuş beni izlerken yüzünde telaşıma tebessümle ''Hey dostum fırın!'' diye seslendi. Ne var ki fırında bakışıyla dikmişken gözlerimi kuşa; o, anlıyorum heyecanını bakışına, yakmadın ki mesajını yüklemişti çoktan. "Haklısın," dedim dostum, "takmışım Düş'ü aklıma."

Fırını 270 dereceye ayarlayıp döndüm tezgahın başına. Balıkları dizdim patateslerin üzerine. Onların üzerine de bir miktar rendelenmiş havucu dağıttım güzelce. Ve soyup şöyle avucumla bastırıp hafifçe ezdiğim beş altı diş sarımsağı ilave ettim tepsiye. Sonra, biraz ince parçalar halinde doğradığım biberleri, onun üzerine ince ve daire şeklinde doğranmış domatesleri, onların da üzerine bir kaç ince dilim, yine daire şeklinde kesilmiş limon, bir kaç dal maydanoz koyup biraz karabiber, biraz tuz ilave ettikten sonra yarım bardak kadar suyu üzerlerinden döküp bir kaç parça da tereyağı ilave ettim. Tepsinin kenarından iki adet defne yaprağını son dakikada ilave etmeyi de ihmale bırakmadım; aferin bana!

Bir alüminyum folyo ile kapatıp tepsiyi, ocağın büyük gözünün üzerine oturttum. Bir süre orada pişirip bütün aromaların birbirine geçmesini sağlayıp kıvamın kokusunu alırken, Düş'ün düşüncelerinin kaymalarını düşündüm. Sorularını duydum, bunlara anlayışla güldüm.

Sonra, folyonun bir kenarından açıp patateslerin kıvamını kontrol ettim. Orta pişmiş olduğunu fark edince patateslerin; ''Hadi bakalım çocuklar gidiyoruz!'' deyip tepsiyi ısınmış olan fırına koydum. O arada bir türkü tutturdum. Ben tutturunca bir türkü, dışarıdaki kuş korosu da katıldı buna. Uzaktan gelen sürülerin çıngıraklı vokalleri çok hoştu. Bir süre sonra fırından fokurdama sesini alınca, bak bunlar da katıldı koroya diye düşünürken, aslında beni uyardıklarını fark ettim. Kapağını aralayıp tepsiyi dışarı aldım ve folyonun kenarından hafifçe kaldırıp bir kontrol daha yaptım. Hımmm, dedim biraz daha! Tepsiyi, tekrar, biraz çektirsin diye bu kez folyosuz fırına koyduğumda, dolaba yöneldim. Beyaz peynirsiz rakı olmaz deyip, iki farklı beyaz peyniri salatalık ve domates dilimleriyle süsleyip, koyun ve tam yağlı olmayanın üzerine bir kaç dal kekik, biraz közlenmiş ve incecik kıyılmış acı kırmızı biber koyup, bir iki damla da közlenmiş biberin yağından ilave ettim. Bembeyaz kocaman tabağın üzerindeki bu kolektif coşkuya acayip keyiflendim. Ve hatta bir parça gravyerle biraz da tulum ilave ettim. Onların katılımıyla hep birlikte saz çaldırırken yüreklere; yürek akıl, akıl yürek ilişkisi üzerine düşünüyordum. Sonucu, yola devam etme isteğini; güven, samimiyet, dürüstlük, merak, bilinmeze yolculuk arzusu, farkındalık ve cesarete bağlıyordum. Hatta bir gün bir eski şoförün şu sözü çıkıp geldi aklımın not defterinden gözümün önüne; korkma demişti geri vitesin olduğu sürece ve aracın kontrolü de sende olduğuna göre, çıkmaz olduğunu gördüğün noktaya kadar git; merak edeceğine.

Bu arada, tereyağında kavrulmak üzere ağırlıklı fasulyeden oluşan turşuyu bir küçük domates ve iki üç biber ilavesiyle tezgaha çıkarıyorum. Ve zaman yaklaştıkça Düş'ün düşüyle dolaştığımı fark ediyorum. Üzerine tereyağı koyulmuş mısır ekmeksiz balık sofrası olmaz deyip son dakikada pişirilmek üzere hazır ediyorum malzemelerini. Tahin helvası zaten pusuda.

Zaman yaklaşıyor. Telaşıma için için güldüklerini görüyorum uzaktaki mor eriklerin çiçek açmış gölgelerinde fiskoslaşan fuşyaların. Peynir tabağındaki domates ve salatalık dilimlerinin üzerine maydanozlar için çıkıyorum bahçeye. Nergislerin önünden geçerken fark ediyorum, fark edilmek isteyen süslenmelerin telaşlarını; ''Düş geliyor hıı!'' diyorlar ve bir ince kıskançlık var gibi geliyor hallerinde. Gülümsüyorum.

Üç beş maydanoz kopartıyorum, ''Ben ben!'' diyenlerden. Düş düşümde, dönüyorum mutfağa. Fırından gelen koku bizim işimiz aşağı yukarı tamam diyor. Masanın tabaklarını hazır ediyorum; rakının bardaklarını, çatalı bıçağı birde... Çıkarmıyorum dışarı masaya. Düş geldiğinde, ele ele, ten tene değmelerin tadında taşıyalım istiyorum her şeyi. Düş mutfak rafından tuzluk ve karabiberliğe uzanırken, elim değsin eline istiyorum. Ya da ben mutfaktan bardakları götürürken masaya, tabakları bırakmış dönen onla mesela ofisimside dokunsun bedenlerimiz birbirine istiyorum. O mutfakta bulamadığı bir şeyi ararken, ben ona mesela şu kapağı aç orada derken, o uzanmaya çalışırken ve yetişemezken; ben arkasından gelip uzansam, o esnada o yetişmiş olsa, elim eline yardım etse, bedenim bedenine değerken saçlarının kokusunda başım dönse istiyorum.

Tekrar dışarı çıkıyorum. Masayı hamağın bağlı olduğu erik ağacıyla zeytin ağacı tarafına zeytinin altına çekiyorum. Müzik setinin hoparlörlerini kabloları ilave ederek bahçeye taşıyorum. Kıştayken onlarla birlikte önce çiçek açıp sonra yeşersinler diye dallarına astığım erik ağacındaki cümlelerimin geceye hazırlık yaptıklarını, üstlerini başlarını düzeltirken saçlarına şekil verdiklerini görüyorum. İstiyorum ki buz gibi anason kokulu sözcüklerin dibine vurulmuş, şarkılarla, şiirlerle bezenmiş yemek sonrasında, taa gecelerin uzağında saatlere denk düşmüşken sözlerimiz; Düş hamağa uzansın, ben düğmeyi çevirip gökyüzünün ışıklarını yakim, her bir cümlem en halleriyle üzerine düşsün. O her bir cümleye uzun uzun baksın, baktıkça açık kalmış cümlelerim kapansın. Cümleler kapandıkça yüzünden anlim bunu... Sonra Düş uykuya dalsın... Ben usulca yatağına taşırken uyansın... Uyandığında bir kahkaha atsın... Ve ''Sen delisin!'' desin...

Bunu sesle söylemesin...

Kelimeleri dudaklarıma değsin.


Resim, home made...

7 Mart 2009 Cumartesi

Şu An Bir Şeyler İçmek İsteyip de Kararsızsanız... Bir Öneri:Ragla

Votka, Bira, Miles Davis ve dışarıda harika bir rüzgar varken ve ben bunların tadını çıkarırken... Bu saatte bir şeyler içmek isteyip de kararsız olanlara bir hayrım dokunsun diye, çok da keyifli bir içkiyi önermek geldi içimden.

Adı Ragla olan bu karışım; çok eğlenceli ve hazırlanması da son derece kolay bir içki. Büyükçe bir kadehin yarısına kadar limon aromalı bir gazoz ki tercihen Sprite ya da Sensun doldurup, üzerini bira ile tamamlıyorsunuz.

Tabii ki mümkün olduğunca soğutulmuş olması lezzet için önemli. Dilerseniz de buz ilave ediyorsunuz. Deneyin seveceksiniz (beni).

Geceye, yaza, özellikle arkadaş toplantılarına, kalabalık film izleme seanslarına çok yakışır. İyi eğlenceler.

Not: Gazoz bira oranı deneme yanılma yoluyla ayarlanarak, kendi damak zevkiniz için uygun bir hale getirilebilir.

27 Şubat 2009 Cuma

Bulgur Pilavına Siyaset Karıştı Bence Çok da Lezzetli Oldu...

Karnım acıkınca, her zaman olduğu gibi mutfağa daldım. Niyetimde bulgur pilavı yapmak vardı. Durup dururken, olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde uyarı ışığını yakan üstün zekam; sınır çizgilerinde yaşamayı, onun merakı ve bilinmez sonuçlarının heyecanını seven kişiyi de ayartıp paçalarıma yapıştırınca... Hep vurguladığım gibi bu serseri hale ortak olmaya, katılmaya ve bir sonu bilinmez heyecana sürüklenmeye aşkla bağlı olduğumdan, zamanı ıska geçemedim. "Bu pilav, bugüne kadarkilerden daha farklı olsun, sınırı aşalım." diyen öteki sürekli dürterek, zaten meyletmeye dünden razı beni ikna edip anarşizm yolunda adımlar attırmaya başladı. Ve hep birlikte, bugüne kadar hiç bir resmi tarifte yer almayan, aslında var olan ama bulgur pilavı için yok sayılan lezzetleri buluşturmaya karar verdik.

Hep derim; çok coşkulu ve fırlama bir yanım olduğu gibi derin ve duygusal bir düşünüşüm de vardır. Ve tüm kendime dağınıklığımın ötesinde, başkaları söz konusu olduğunda umulmadık derecede düzenliyimdir, saygılıyımdır. Bu ön sözden hareketle daha çabuk, daha sistemli ve daha kolay olması için her şeyin; tüm malzemeleri yerlerinden alıp, mutfak tezgahının üzerine konuşlandırdım.

Tek tek liste yapıp bir mecburiyet ve asker düzeni oluşturmadan, aslında kendi mecralarında gönüllüce ve sevgiyle renklerini yaratan, yaratacak ve ortaya çok daha kuvvetli bir tat çıkaracak olanları, statükocu bir tavıra mahkum etmek istemedim.

Önce, Amasya'dan büyükçe bir soğanı yemeklik doğradım. O kenarda dururken iki adet orta boy Konya'lı havucu kabuklarını soyduktan sonra rendenin en iri tarafında, sonra da yine aynı şekilde Nevşehir'den orta boy bir patatesi havuçlara karışmayacak bir başka tabağa rendeledim. Bu arada musluktan akan Yeşilırmak suyunu yaklaşık beş bardak şeklinde ısıtıcıda kaynamaya bıraktım.

Genelde izlemesi daha kolay ve zevkli olduğundan pilav yaparken, geniş ve cam kapaklı teflon tencere kullanmayı tercih ediyorum. Tencereyi hazır ederken, iki büyükçe su bardağı bulguru ince tel süzgecin içine doldurup, içindeki kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra bir kenara bıraktım. Tencerenin içine bir miktar Trakya yöresinden ayçiçek yağı döktüm, yemeğe ekstra bir tat katsın diye Vakfıkebir tereyağından bir çorba kaşığı kadar ilave ettim. Onlar eriyip cızırdamaya başlayınca, doğranmış ve hazırda bekleyen soğanları boca edip, yüksek ateşte kavurmaya başladım. Bu esnada, Antalya'lı sivri biberlerden- ben tatlısını tercih ettiğimden- iki tanesini çok ince halkalar halinde doğrayıp soğanlara kattım.

Tenceredekileri Devrek'te yapılmış tahta kaşıkla çevirip kavururken bir yandan; Büyük Millet Meclisi'ndeki grup toplantısında Kürtçe konuşan, aslında feodalitenin göbeğinden, geçmişte başka bir partiyle doğunun aşiret ağa düzeninden gelerek milletvekilliği yapmış aşiret mensubunun, bölgedeki yükseliş başka bir mecraya yönelmiş olsa orada siyaset yapma olasılığı yüksek adamın, şahsına ve niyetlerine kızsam da Kürtçe konuşma yapmış olmasına hiç kızmadım. Hatta o adamın değişmiş saflığını ve kültürsüzlüğünü sevdim. İngilizce konuşsa hiç tartışma konusu olmayacak bir hale ötekiler tarafındaki şiddetli karşı duruşun ne olduğunu anlasam da bu tavrı çok yersiz buldum. O grup toplantısında konuşuyordu ve seslendiği yörede ana dili Kürtçe olan insanlar vardı. Nasıl ki işitme engelliler için bir tercüman sürekli aktarıyorsa anlasınlar diye, bu da, ondan daha farklı bir şey değildi.

Soğanların pembeleşmiş kokusu burnuma değince, biberlerin de kıvam aldığını fark ettim. Kenarda çözülmeye bıraktığım, daha önce haşlanıp deep freeze'e atılmış Ege yöresinden bezelyeleri tencereye katıp güzelce çevirmeye başladım. Gittikçe renklenen tencereye farklı sebzeler, kendi kimlikleriyle, hiç hormonlanmamış halleriyle ilave oldukça oluşmaya başlayan pilavın kokusu beni keyiflendirmeye, içimi kıpırdatmaya yetti.

Artan coşkularım elimden tutup ofisimsiye doğru sürüklemeye başlayınca beni, anladım ki "Hani müzik." diyorlar! Onları asla kıramayacağımdan, müzik çalarıma bu ülkenin yetiştirdiği en yetenekli, poptan caza, funk'tan reggea ve house'a farklı türlerde söyleyebilen en güçlü seslerinden Nilüfer Akbal'ın CD' sini koydum.

O söylemeye başlayınca bu ülkenin toprağından şarkıları, ben çoğalmış olarak yemeğimin başına dönüp, rendelenmiş havuçları şefkatle tencereye kattım. Havuçların turuncusuyla birlikte renklilik ve koku daha da çoğalarak sarmaya başladı herbir yanı. Keyfim, içerden gelen şarkıların diline kendi dilimden eşlik etmeye başladı. Nilüfer Akbal, ben ve yaşamın tüm renkleri hoş bir koro olup, an'ı aynı coşkuyla paylaşmaya başladık. Kelimelerimiz aynı oldu. Tezgahın üzerinde kıpır kıpır, bu kolektif coşkuya katılmayı bekleyen rendelenmiş patateslerin "Hadi!" seslerine kulak verip, ekledim onları da tencereye. Bir özgün güzellik, bir farklı renk daha boca olmuştu lezzete.

Onlar birbiriyle karışırken ben, gittikçe çoğalan coşkuyu, bu kabul görürlüğün neşesini daha da derinden hissetmeye başladım. Ağzımda türkü, yağmur damlalarının çiçeklerini açmış erik ağacındaki parlaklığına bakarken, anaların göz yaşlarına durdum.

Musluğun altında ıslattığım bulgurların içinden kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra süzülmek üzere bir kenara bıraktım. Artık Tokat domatesinden yapılmış salçadan iki tatlı kaşığı eklemenin zamanı gelmişti. Salçayı attığım tencere, daha önce katılmış olanları çalan şarkının neşesinde sarmaş dolaş yaparken; önceki gece Fox TV' deki tartışmanın güzelliğini düşünmeye başladım. Hep karşı durduğum, gördüğüm anlarındaki sert ve radikal duruşundan dolayı kızgın olduğum, arkadaşlarıma her zaman "Şu adamı TV' lere çıkarıp ne olduğunu göstermek lazım." dediğim Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, bu kez bana gösterdi.

Özgürlüklere karşı hiç değilim ve siyasetçilerin mesele yaptıklarının hiç biri benim meselem değil. Ama bir görüşün, bir duruşun, bir ifade edişin kin taşımasından, hesaplaşma mantığı gütmesinden rahatsız olurum. Medyanın bana sunduğu Osman Baydemir'i hep böyle bilmiştim. Etnik siyaset yapan iki yandaki bazıları gibi sanmıştım. Fena halde yanıldığımı gördüm. Süzülmüş bulgurları tencereye katıp kavurmaya, salçayla ve diğer sebzelerle sarmaş dolaş yapmaya devam ederken, empati denen duygunun bir söz olmaktan çıkarılıp içi duyguyla, düşünceyle, samimiyetle doldurulduğunda ortaya çıkanın: Yiğit Bulut'un oturumda, ''Bugün söyledikleriniz dağda sıkılmış onbinlerce mermiden daha etkili.'' sözcüklerinde anlamını bulan şahane gücünü gördüm. Buna gelecek adına sevindim.

Bu sevincime biraz Urfa'dan pul biber, bir miktar Adana karabiberi, çok az da köfte baharı katarak, kaynamış suyumdan dört bardağı iki et tablet ilave edip erittikten sonra tencereye döküp, yarım bardak kadar daha su ilavesiyle hepsini güzelce karıştırdım. Sonra, tencerenin kapağını kapattım. Suyunu çekip de yağın cızırtısı duyana kadar bekledim. Cızırtılar başladıktan sonra en kısığa alıp bir süre daha beklemenin ardından, altını kapatıp bir süre dinlenmeye bıraktım pilavı.

Dinlenmekte olan çok renkli pilavı büyük bir keyifle izlerken keşke ahçılar kurnazlıklarını, ince hesaplarını bir kenara bırakıp yemeklere samimiyetlerini, içtenliklerini, duygularını, insan olma özelliklerini katsalar da sofrada oturanlar: Şarkıların ortak dillinde, yanmamış yüreklerle, ellerindekini, dillerindekilerini pay etseydiler ötekileri ötekileştirmeden diye hayıflandım.

Birilerini etnik milliyetçilik yapıyor diye suçlayanlar, bas bas bağıranlar, birilerini eleştirenler: Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki Bulgar ve Yunan vatandaşı Türkler'in varolan-bu kelimenin altını çiziyorum-adları değiştirilmeye, Türkçe eğitimlerine son verilmeye başlandığında, çok haklı olarak karşı durmamışlar mıydı? Durmamış mıydık?

Neden herkes bu ülkenin bir mozaik olduğunu söylerken o mozayığın parçalarını kendi görmek istediği gibi bir araya getiriyor diye düşünürken dalıp giderek on dakikayı tükettiğimi fark ettim. Tencereyi açıp, aromaları birbirlerine daha çok geçsin diye pilavı şöyle bir harmanlayıp tekrar kendi haline bıraktım.

Tabağıma koyduğum pilavın muhteşem kokusu tüm dünyaya yayılırken; kulağımda Nilüfer Akbal; Adapazarı'nın yoğurduna şehrimin suyunu katarak kıvamlı bir ayran yaptım. Alanos'un fırınından aldığım ekmeği, dört adet Tekirdağ köftesini de tost makinesinda ızgara edip pilavın yanına ekleyerek, afiyetle yedim.

Ben ülkemin kokularından oluşmuş kokusunu hep sevdim, seviyorum. Sevmeyenler neyi kaçırdıklarının farkında olurlar bir gün umarım...


Alanos, benim şehrimde, yaşadığım yerin değiştirilmeden önceki adıdır
.
Not:Muzicone'a bişeyler olduğu için elimdeki cd den kendi dilinden Nilüfer Akbal yükleyip dinletemedim. Bunun içinde üzgünüm:))

16 Ocak 2009 Cuma

Tatlım Gelince Samanlık Seyran Oldu...



Her şey Birden Başladı:

Dün, öğlenin bir vaktinde keyifli bir mesajlaşma esnasında, bir anda tatlım geldi. Durup dururken üstün zekâm olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde çakar, aklıma bir şey düşürür ve sürekli onu yapma konusunda tahrik etmeye başlar. Genelde tembellik olarak değerlendirilebilecek karasızlıklar yaşasam da sınır çizgilerinde yaşamayı, onun merakı ve bilinmez sonuçlarının heyecanını seven kişi hemen harekete geçip paçalarıma yapışır; ''Hadi hadi,'' diye... Açıkçası onun bu serseri haline ortak olmayı, katılmayı ve bir sonu bilinmez heyecana sürüklenmeyi severim. Hatta bayılırım. Aklım tembel halden çıkıp kararı oluşturduktan sonra da bir başka kişi çıkar ortaya; hızlı hareket eden, bodoslama dalan, hızlı düşünen ve genelde o anın bütün keyfini yaşarken, sonuç ne olursa olsun onun da tadına varan bir ben. İşte o benin dün aklına düşen vişneli ekmek tatlısıydı, vişneli ekmek tatlısı akla düşünce: Çok kısa süreye sığdırılmış çok hoş, çok aşk ve çok keyifli bir ilişkinin güzeli Üzerine dondurma konmuş vişneli ekmek tatlısı kadın da hatırlandı, kaçınılmaz bir şekilde. Anlar kare kare olup film gibi akmaya başladı göz içlerimden. Dudağıma oturan keyifli tebessüm elini uzatıp kalbime değdi, sıcacık şefkatiyle usul usul sevdi onu...

Sonra geçmişin bu lezzetinden çıkılıp, her yaşananın bir yeniyi daha lezzetli, daha fark edilir ve daha keyifli kıldığının bilinciyle içine üç öpücük yüklenmiş mesaj tazeliğin güzel kokusuna yollandı. İlk ikisi tedavi maksatlıyken, üçüncüsü hedefi şaşırıp -aslında fırlamalıktan- bir kazaymışçasına yanlış yere gitti ve çok yapışkan bir ukala olduğu için orada fazlasıyla takılır genellikle... yine öyle yaptı.

Sonrası:

Bütün bu duygular ve düşünceler, iş arası bir zamana denk gelmesine rağmen, içimdeki anarşisti afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinin çevikliğinde, alt sokağın köşe duvarında yankılanan polis aracının siren lambasını fark etmiş tazı hızında harekete geçirdi. Elbette an itibariyle eldeki olanaklar ve zaman göz önüne alındığında orijinal bir vişneli ekmek tatlısı yapmak olası değildi. Ama çok sevdiğim, beni oluşturan değerli parçalarımdan biri olan pratik akıl reçeteyi hemen oluşturup elime tutuşturdu.

Emri almış ben, yakındaki markete doğru sahil boyunu tercih ederek, ilkbahar tadındaki havanın keyfine göl mavisi denizi de katıp hayallerim yanımda yürüdüm.

Markette Olanlar:

Bir paket mi iki paket mi alsam tereddütünü kısa bir sürede değerlendirip iki paket almaya karar verdiğim etimekleri sepete atıp, orijinalini yaptığımda üzerine mutlaka dondurma koyduğumdan, bu kez daha hızlı ve pratik bir şey yapmam gerektiğini düşünerek; bunun, biraz da kremalı pastaya, bir de sütlü herhangi bir tatlıya yakın olması arzusu pudinglere yöneltti beni.

Aklımın verdiği listede vanilyalı yazılı olmasına rağmen içimdeki kışkırtıcı yüzünden o mu bu olsa diye düşünürken, akıl müdahale etti ve sert bir ifadeyle ne yapmam gerektiğini dikte etti. Tırsak bir hale bürünen ben, kendime yakışanı yapıp vanilyalıda karar kıldım. Sonra 1lt'lik bir süt alıp ertesi sabah için ihtiyaç duyduğum bir iki şeyi de sepete ekleyip gerekli ödemeyi kasaya döküldükten sonra marketten çıktım.

Olay Yeri: Mutfak

Mutfağa daldığımda camı açıp kışa inat tomurcuklanmış şarap rengi gülün kokusunu mutfağa konuk ettim. Ve normalde pudingin kendi reçetesinde 750 ml süt kullanılması önerilse de etimekleri o an için önceden ıslatma fikrim olmadığından ve yapacağım tatlının biraz da pasta kıvamında dişe gelmesini istediğimden; pudingi, biraz daha sulu yapmak fikriyle 1lt süt kullanmaya karar verdim. Sütü, küçük bir tencereye koyup puding poşetini içine boşaltıp iyice karıştırdıktan sonra pişirmek üzere ocağa koydum. Süt miktarını fazlalaştırdığım için, etimeklerin de şekersizliğini göz önünde tutarak, ocağın üzerindeki tencereye altı tane kesme şeker attım.

Ofisimsideki müzik setinde çalmakta olan Nazan Öncel'in son CD'sindeki şarkılara eşlik ederek, onun ritmiyle tenceredeki pudingle bir sağa bir sola ve bazen hızlı bazen yavaş dönüşlerle dans etmeye başladık. Bu karşılıklı hal pudingin kanını iyice kaynatmaya başladıktan bir iki dakika sonra, ilişkinin onun cephesinden aldığı tehlikeli hali fark edince, bir iki dakika daha kaynamasına izin verip, tabii ki sonlanacak ilişkimizin yarası çabuk kabuk bağlamasın diye bir süre daha karıştırmaya devam ederek, bu hali tek taraflı sonlandırdım.

Kısa bir kararsızlık dönemi sonucu üzerinde karar kıldığım kaba bir kat etimeki dizdim. Aslında vaktim olsa üzerine karemelize edilmiş şeker dökmek isterdim. Hatta karemelize edilmiş şeker yerine biraz kaynatılmış, çok az vanilya ilave edilip çektirilmiş vişne suyuna batırıp etimekleri öyle dizmeyi de tercih edebilirdim. Hatta daha da ileri gidip, hepsinden vazgeçişle ev yapımı ve kaynatılmış liköre batırmayı kesin isterdim. İstedim.

Ama vakitsizlik yüzünden tüm bunları bir başka sefere erteleyerek, tencerede hafif ılınmaya bırakılmış pudingi bir kaşık yardımıyla güzelce ve bolca, birinci kat etimeklerin üzerine döktüm. Bu haliyle kısa bir süre dolapta soğutup çıkardıktan sonra, ikinci kat etimekleri dizerek üzerine tekrar puding döküp, sonra bir kaç dakika buzlukta soğuttum. Çıkarıp üzerinde vişne reçeli gezdirdikten sonra, her dilimin üzerine kendi arzum çerçevesinde vişne tanesi koyarak, soğumak üzere tekrar dolaba kaldırdım. Bu arada elimdeki bir iki işi çıkartıp, tatlı vaktimin zili çalınca beynimde; bir parça tabağıma alıp, fotoğraflarını çekip, olaya başlamadan önce mesajlaştığım arkadaşıma afiyet olsun yazılı bir maile ekleyerek yolladım. Gelen yanıt çok tatlıydı: ''Manyaksın sen yaaaa :)) Sana afiyet olsun asıl .:))

Bu sevgisine buradan öpücüklerle karşılık veriyorum, hemi de üçüncü türden. Ve son olarak, zahmet edip okuyan ve yapmayı düşünenlere bunun farklı meyvelerle yapılacak versiyonları konusunda başarılar diliyorum; en mükemmelinin likörle yapılanı olacağını düşünerek. Onun, çok güzel bir yemek akşamının sonunda, üzerine koyulmuş iki top dondurma ve iki nane yaprağı ile süslenmiş, kat arasında meyve şekerlemeleri olan halinin düşünü kurarak...

Müzik Nazan Öncel'in son albümünden Canım Benim Nasılsın? adlı şarkı.
Resim hatırladığım kadarıyla Hürriyet com.tr den

7 Ocak 2009 Çarşamba

Hiç Bilmeyenlere, Özellikle Öğrencilere Bir La Paragas Hizmeti: Ayrıntılı Bir Tarifle Mercimek Çorbası



Öğlenin bir vaktinde kahve yapmak için mutfağa geçtiğimde raflardan birinde gözüme çarpan bir torba mercimek, ''Gel hadi bir çorba yapalım.'' diye göz kırpmaya başlayınca. O güne kadar hazır çorba dışında çorba yapmamış ben heyecanlandım. Mutfağı kullanmak ve yemek yapmak konusunda normaldeki tüm dağınıklığımın aksine sistematik ve tertemiz bir çalışma üslubum vardır, bunu biliyorum. Çok daha zor yemekleri denemiş, bunda başarılı olmuş ben, bugüne kadar hazır çorbalar dışında bir çorbayı bina edememiş ve denememişken, sınırda dolaşmanın o ince heyecanı da paçalarımı çekiştire çekiştire hadi yapalım haline bürününce; bu iki taraflı isteği kıramayıp, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbası kıvamında bir mercimek çorbası yapabilir miyim diye bu işe soyunmaya karar verdim.

Önce onun bu çorbayı nasıl yaptığı üzerine düşünürken, bir yandan da Google'a verdiğim mercimek çorbası siparişine karşı onun sunduğu menüden tek tek tatlarını koklamaya başladım. Hangi rengin hangi tonunun, hangi rengin hangi tonuyla iyi gideceğini bilen uzmanlar gibi, hangi tadın hangi tatla bir araya geldiğinde hoşluklar sunacağı konusunda da yetenekli olduğum söylenebilir, hatta öyleyim canım, tevazuya gerek yok.

Bir sürü seçenek içinde hayalimdeki çorbayı göremeyince, kendi çorbanı kendin yaptan yola çıkıp bir sürü tariften de beslenerek, ama en çok da kırmızı arabanın önünden geçen kızınkini düşleyerek, doğaçlama işe girişmeye karar verdim.

Önce kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbasındaki tatları damağımda hissederek kimyasal analizlerini yaptım. Evet şu var, şu da var, ve şu da var diyerek listeyi ve miktarları kafamda oluşturdum. Sonra, onun bu çorbayı yaparken blendırdan geçirdiğini de gözünde tutarak, tüm akılda kalanları Google'un sunduğu menülerdekilerle birleştirip, yol haritamı oluşturup, serüvenin göbeğine gözü kapalı daldım.

Gün boyu yağan yağmurdan ıslak havada, dışarıdaki soğuğun camdan görünen haline inat sıcacık ofisimsiden soğuk mutfağa hareket ettim. Öncelikle perdeleri sonuna kadar açarak yemyeşil bahçeyi mutfağa doldurdum. Sonra, mercimekten bir su bardağı alarak pirinçleri ısladığım uç tarafı süzgeçli kaba boşaltıp, içindeki ufak tefek arızaları temizledikten sonra bir kaç su yıkayıp iyice süzdüm. Onları kendileriyle baş başa manzaranın seyrinde bir sohbetin derinine bırakırken, soymaya başladığım orta büyüklükte iki patatesi iri parçalar halinde doğrayıp, çorbayı yapacağım büyükçe bir tencereye koydum. Niyetim fazla miktarda çorba yapıp üç dört gün yemek işiyle uğraşmamak. Buradan yola çıkarak nüfus sayısına göre bir sonuç çıkarmak olası. Sonra, bir orta boy, şöyle söylesem sanki daha doğru olur: Patateslerin yarısı kadar olacak şekilde havucu da güzelce soyup, çok küçük olmamak koşuluyla enlemesine doğradım ve tencereye ilave ettim.

Bir orta boy ağlatmayan iyi kalpli soğanı alıp - ki o da yaklaşık patateslerden birine eş değer büyüklükte- kabuklarını soyup dört parça halinde tencereye attım. Bir bardak yıkanmış mercimeği de ilave edip, üzerine yedi bardak su koydum ve tencereyi ocağın büyük bölümüne oturtup en yüksek ayarında pişmeye bıraktım. Arada bir karıştırarak ve bir miktar- ki iki çay kaşığına eş değer- tuz koyup , çok az da karabiberle tatlandırıp, bir et bulyon ilave ettim. Kaynamaya başladıktan bir süre sonra üzerinde oluşan köpükleri alıp kısık ateşte havuçlar pişene kadar bekledim. Havuçlardan birini alıp yaptığım kontrolden okey çıkınca, tencereyi kapatıp blendırı fişe taktım.

Miktarı çok olduğu için ve bir seferde blendırdan geçirme şansım olmadığından, yedek bir tencereyi üzerine süzgeç oturtarak sağ yanıma konuşlandırdım. Blendıra kepçe kepçe koyduğum oluşumun tamamını iyice çektirdikten sonra, üzerindeki süzgeçle bekleyen tencereye süzgeçten geçirerek doldurdum. Bütün işlem bitince, ilk tencereyi güzelce yıkayıp ilk günkü haline getirdim. İçine yaklaşık bir margarin paketinin beşte biri - ki o da elli grama karşılık geliyor- tereyağı koyup köpükleri gidene kadar erittikten sonra, içine iki tatlı kaşığı unu atıp hızlı hızlı çevirerek topaklanmasına izin vermeden kavurdum .Kıvama geldiğine karar verince, süzdüğüm çorbadan yine süzgeçten geçirerek önce bir kepçe ilave edip iyice yedirdim unu. Sonra, yavaş yavaş ve karıştırarak süzülmüş çorbayı yine süzgeçten geçirerek ilave ettim. Oluşan köpükleri alıp çorba yeniden kaynamaya başladıktan bir süre sonra altını kapatıp dinlenmeye bıraktım.

Bu arada tost ekmeklerini küçük kareler halinde kesip, küçük bir tavada erittiğim tereyağında çevirmeye başladım. Üzerlerine çok az pul biber döküp, çıtır bir hal aldıklarında kaseye servis edilmiş çorbanın üzerine dökerek, bir miktarda karabiber ilavesiyle sofrada eserimin son halini bir süre seyrettim. Aldığım ilk kaşıktan sonra tamamdır bu, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbası gibi olmuş dedim. Ve kendi kendimi tebrik edip, çorbanın ardından ve teşekkür babından kendime bir kapuçino ikram ettim. Deneyin, pişman olmazsınız.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Yemekteydik! Yazının Promosyonu Kievski ve Eggs Florentine Tarifleri

Yani bu ara kısmetim açık mı desem ne desem, bilmiyorum. Dünün öğleden sonrasının akşama dönmeye başladığı saatlerinde, son günlerde susmak bilmeyen telefonum ''Gözün aydın misafirin var.'' tonunda çalmaya başladı. Sesin sahibiyle telefon üstü hoş beşten sonra akşam buluşup biraz kaynatalım tonuna bürünen konuşma hiçbir yere kımıldamaya gönlü olmayan ben tarafından ''Akşama gelin.'' şekline bürününce, zaten hazır kıta bekleyen karşının ''Tamam falancayla geliyoruz.'' yanıtıyla son buldu.

Başka bir şehirde mesleğini icra etmekte olan bu arkadaşla, mesleğinin gereği yaz tatillerini burada geçirdiğinden sıklıkla görüşürüz aslında. Bu sefer bayramı raporla birleştirip uzattığı için süreyi, mevsim normallerinin dışına çıkıp da gelivermiş.

Tek başına muhabbeti pek çekilmeyeceğinden, böyle anların can kurtaranı bir başka arkadaşımı ''Durum bu, hemen geliyorsun.'' diyerek aradım. Kısa bir ayak sürümeden sonra ''Lan keşke o gün öldürselerdi de ömür boyu sana hayır diyemeyecek adam halinde kalmasaydım.'' lafını da sokarak, ''Kulüp toplantım da vardı.'' serzenişini araya sıkıştırırken, aslında, gitmemek için bahaneye baktığı toplantıya gerekçeyi bulmuş olmanın keyfiyle ''Tamam gelirim bir şey lazım mı?'' diyerek telefonu kapattı.

Sonra düşünmeye başladım; ''Ne yemek yapsam?'' diye. Cephanelikteki mühimmata göz atarken menü de şekillenmeye başladı kafamda. Her ne kadar şikayetçi gibi gözüksem de aslında hoşuma gitmişti bu ziyaret. Mutfakta uğraşırken düşünmeyi seven bir yapım olduğu için oyuncağıyla buluşmuş çocuk kıvamına geliverdim hemen.

Hava soğuk olduğundan ofis olarak kullanılan bölümdeki klimayı açıp, odayı dört kişilik bir restoran kıvamına getirdim öncelikle. Sonra, akşam yemeğinin mühimmatını cephanelikten usul usul çıkarmaya başladım. Bir koşu gidip manavdan eksik listemde olan ıspanağı aldım.

Mutfak tezgahının üzerine kullanacağım tüm malzemeleri ayrı ayrı tabaklara koyup dizdim.

Düşündüğüm menüdeki yemekler bana göre yapımları kolay ve bir akşam yemeği, özelikle sohbetlerle uzayacak davetler için çok uygun.

Sohbetin derin olacağı belli akşam için içecek olarak kimsenin fazla da itiraz etmeyeceği votka ve birayı tercih ettim. Votkayı deep freeze atıp, yeterli miktarda bira olmadığını fark edince, zor anların kurtarıcısını arayıp ''Gelirken bira al, ama sakın abartıp da adamın dükkanını alıp gelme.'' diye ekledim.

Kısa bir süre sonra gelen biraları da dolaba atıp mutfağa daldım. Ön hazırlıkları zaten yaptığım mutfağa girmemle birlikte, beşli çetenin erken uyarı sistemi çalışmaya başladı. Genelde diğerleri olur olmaz her şeye havladıkları için bizim Bitsy havlayana kadar ben popomu kaldırmam. O havladı mı kesin yabancı bir madde sınır ihlali yapmıştır derim. Kapının önünde stop eden motor sesine çıkan kurtarıcım konukları içeri alırken, ben de mutfaktan seslenip karşılama törenine ön girişi yaptıktan sonra, mutfak kapısında da sarılıp öpüştüm.

Bu ana gelene kadarki süre içinde, genelde göğüs eti kullanılmasına rağmen daha yağlı ve yumuşak olduğu için tercih ettiğim tavuk butlarının kemiklerinden sıyrılmış ve hiç dağıtılmamış etlerini iyice döverek incelttim. İçe gelecek yüzeylerine kendi tercihim olarak toz karabiber yerine tane karabiberleri ve tuzu döktüm. Çekilmemiş karabiberleri içki tercihim votka ve bira olduğu için kullandım. Eğer roze şarap olsaydı daha az miktarda ve toz karabiber kullanırdım. Sonra, içlerine tereyağı parçacıkları ve dilim kaşar koyup uçları kapalı bohça şeklinde beklemeye bıraktım.

Eggs Florentine için önceden hafifçe haşlayıp sularını sıktığım ıspanakları, tereyağında ölümün eşiğine getirdiğim soğanlar ve yağı daha ısıtmaya başlamadan içine attığım bir iki dış sarımsakla buluşturdum. Karabiber, tuz ekleyip kavurmaya başladım. Bu esnada, bir kızartma kabında ısınmakta olan sıvı yağ kıvama geldiği için, iki uçlarını kapatarak bohça yaptığım etleri önce una, sonra yumurta sarısına, sonra etimekleri döverek elde ettiğim ''galeta'' ununa bulayıp kızgın yağın içinde sıklıkla çevirerek, klasik cümleyi hemen kurayım "altın sarısı bir renk" alana kadar kızartım.

Dışarıda, erik ağacının dibindeki masanın kenarında, soğuğa meydan okuyan bir başkaldırının fuşya çiçeği gecenin yakışıklı laciverdine uyurken usul usul; '' bir ışık vardı/ ben ona bakıyordum./ O ışık sallanıyor sanıyordum./ Oysa hemen anladım, Ki ben kımıldanıyordum./'' halindeyken, kavrulmakta olan ıspanaklar son aşamaya yaklaştığı için hindistan cevizi ilave ettim. Az miktarda!

Onun henüz altını kapatma aşamasına gelmeden Hollandez sosun yapımına başladım. Sıcak su dolu olan bir kabın içine bir başka kase oturtup -ocağı en kısık haline alıp- suya oturttuğum kabın içine yumurta sarılarını kırdım. Yumuşamış tereyağını usul usul ve sürekli çarparak ilave etmeye başladım. Tuzunu karabiberini atıp, yumurtalar iyice ısındıktan sonra -ki dikkat edilecek nokta pişmemesi gerekiyor- çırpmaya devam ederek limonun suyunu ilave ettim. Tüm bunları yaparken de, içine çılbırdaki gibi yumurtalar elde etmek için sirke damlatılmış kaynayan bir başka kaptaki suya yumurtaları dağıtmadan kırdım. Ve ayrıca, dört beş santim boyunda küçük parmak kalınlığında kesilmiş, tabak başına iki tane düşecek şekilde havuç haşladım.

Tüm bu işlemleri hiç biri diğerinden geri kalmayacak bir ritimle yaparken, aklım da sokak arası meyhanelerden birinde halka küpeliyi hayal ederken; dilimde ''Uzun bir gün varsa, ve de kısa bir gece../ Başladıktan sonra, bitme'den öncedir./ Kısa bir gün varsa, ve de uzun bir gece../ Bittikten sonra, başlama'dan öncedir./'' dizeleri, büyükçe tabaklara ikişer adet kievski koyup, yanlarına kavurduğum ıspanaklardan yerleştirdim. Ispanağın üzerine, suda içi rafadan kalacak şekilde pişmiş yumurtalardan birer tane, kenarına tavşan kulağı gibi duracak ikişer de havuç koyup üzerine bir iki kaşık hollandez sos döktükten sonra, zaman sorunu yüzünden kızartamadığım parmak patatesler yerine, mikrodalgada ısıtılmış tırtıklı cipsleri ayrı bir tabakta olmak üzere servis ettim.

Müzikçalara Vladamir Vysotsky'nin CD'sini koyup, shot kadehlerle donmak üzere kıvamda votkaları tek yudumda içip, ufacık lokmalar halinde ağıza atılan kievskileri çiğnerken, patlayan karabiberlerin acılığını birayla dindirip, bir sürü güzel şey konuştuğumuz, lise yıllarında gezdiğimiz sohbetin de dibine vurduk. Bet seslerimizin artık hayallerimizde kalmış marşlarını üzerine dondurma koyulmuş çıtır kadayıflarla tükettikten sonra, o küçük hallerimizden çıkıp koca adamlar olarak vedalaşıp; her birimiz, bugünümüze döndük damağımızdaki lezzetlerle.

Masayı olduğu gibi bırakıp bir şişe birayı kaparak odama çıktım. Karşı dağların uykuda ışıklarına bakarak; ''Önce büyük düşündüm./ Sonra büyük büyük yaşadım/ dizeleri dilimin ucunda, Sana söyleyince söyledim sanıyorum./ Söyleyince sana sanıyorum söyledim./ Söyledim sanıyorum söyleyince sana./ Sanıyorum söyledim sana söyleyince/'' şiiriyle uykuya daldım.

Dizeler, Özdemir Asaf'ın Kımıltı,Aşka Gerekli Üç Anlatım,Bir Şeyin Adı ve Dum adlı şiirlerindendir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP