akıp giden zamana fotoğraflar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akıp giden zamana fotoğraflar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ağustos 2023 Cumartesi

Katliam

Açıkta, yorgun ve üşümüş bir gecenin sabahına peyniri, zeytini ve çayı katık etmiş balıkçı tekneleri; denize karışan küçük derenin deltasında, sabah dedikodusuna geveze martılar... Karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskelenin dibinde, sabah mahmuru güneşin tembel ve üşengeç göz kırpmaları...


Fırından yeni çıkmış poğaçalarla bir kahvaltının ardından, dalgaların kırıldıktan sonraki uzantılarının ayaklara değdiği sınır çizgisinde, sürpriz bir kahveye var mısın?



12 Temmuz 2023 Çarşamba

Kalbimdeki Deniz

Telefonda ilkokul arkadaşımın mesajını görüyorum, bir mekân adı da var. Kısa! 17 Temmuz sonrasında ve saat 13'den sonra bizlerin belirleyeceği bir gün ve saatte bizi ağırlamak istiyor. Tüm grup davetliyiz...

Gülüyorum ve hemen geri arıyorum.

Yaa... diyorum, ben o pastaneyi bir kaç ay önce keşfettim. Önünden geçerken dikkatimi çekmişti; sonra günlerden bir gün daldım, çok hoşlandım ve hatta üzerine iki yazı yazdım ve orada bir sepetin içinde yumurtayken tanıdığım, sonrasında aynı minik, şirin sepete doğan iki yavru kumrunun adını da ben koydum: Engüç ile Mengüç.

Nasıl gülüyor doktorların bir tanesi...

Can arkadaşım.

Üstelik o sadece sınıf arkadaşım değil, ay farkı ile benden büyük olsa da aynı mahallede, bizim kiracı onların ev sahibi olduğu karşılıklı evlerde büyümüş, okul yolunu yıllarca aynı sokaktan bir kaç arkadaş ile birlikte arşınladığımız, Kuran derslerimizi yaz tatillerinde eli öpülesi Mümin Dayı'dan aldığımız bebeklik arkadaşım.

Diyorum ben hep çok tatlı bir hanımefendiyle, çalışanları ile karşılaştım. Bir keresinde bir hanımefendi daha vardı, onun da mekân sahibi olduğunu düşündüm. Demek arkadaşımızın eşiymiş.


Hoş bir buluşma olacağı kesin. En son öğretmenimizin evinde ve akabinde cenazesinde buluşmuştuk. Bu kez günü fazlasıyla eğlenerek ve coşkuyla yakıp yıkacağımızsa daha da kesin!


Durumla ilgisi olmayan alttaki  fotoğraf köprüden geçerken anında bir hikâye yazmıştı, bir kaç hafta önce. Kalplerimiz -onların haberi olmasa da- ortaklaşmıştı bu iki gençle... Sel sonrası denize akan derenin denizle buluştuğu noktada oluşmuştu bu adacık. Hallerine bayılmış, sanırım duygularını da en iyi ben anlamıştım.

Önceki gün gördüm ki yağan yağmurlarla yoğun bir akış olunca denize doğru; ömrü kısa ada da yok olmuş.

Fotoğraftan gençlerin haberi yok.

Bilseydim keşke, ada yok olacak...

Keşke bilebilseydim!





28 Nisan 2023 Cuma

Fotoğraf

Daha acemi birliğindeyken, son görüşmemizden bir ay sonra baba öldü. En amcamın kararıyla küçük kardeşimin mağazaya geçmesine karar verildi, ben istemedim. Sonra hayatımın en zor işini yaptım, benim de hocam olan Pembe Hanım'dan, onun tüm ısrarlarına rağmen, takır takır sınıf geçen kardeşimin, lise birinci sınıf yarı yılında tasdiknamesini istedim ki bir daha okula dönmek istemeyeceğini biliyordum.

Yavaş Hayat başlıklı yazıdan.
Onu bir tarih hocasından çok bir ev hanımına benzetirdim. Derinlikleri konusunda ıssızdı. Güçlü bir hikâyenin ortasına oturtamazdım. Siyasi görüşü nötr'dü benim için. Hayata soldan bakan hocaların "bazıları" daha çok sevilirdi. O ise merak uyandıran bir sessizlikle, işini yapardı. Hiçbir hikâye kalıbının içine oturtamadığım, sakin, entelektüel sözcüğünün pek yaygın ve havalı bir ünvan olarak dillere pelesenk olduğu yıllarda kategorinin dışında tutulan, eşini kaybetmiş bu ıssız kadını hep merak eder, hikâyesini kendimce adlandırırdım.

Ta ki kelimeleri çerçevelediğim üsteki sürece varana ve yüz yüze bir görüşme için odasının kapısını çalıp içeri adımımı attığım âna kadar.

O kadar çabaladı ki ve o kadar anaç, ikna edici ve şefkatliydi ki sözleri... Ama koşullar çok ağırdı ve 20 yaşındaki, üstelik uzun askerlik sürecinin henüz başındaki, kocaman hayallerini rafa kaldırmak zorunda kalan gencecik bir çocuğun da üstlenmek zorunda olduğu yükümlülükten bakınca ve güncel koşulları düşününce karar noktasında başkaca da bir çare yoktu.

Küçük kardeş daha 15 yaşındayken okuldan ayrılacaktı ve mağazaya geçecekti, o yaşta ve bunun bir zorunluluk olduğunun farkındalığı ile üstelik.

Müdür muavini odasında yaşanan o ânda ise; biri eşini kaybetmiş, çocukları olan ve koşulları bilen kadın, diğeri de baba makamını da devralan bir abi olmak üzere iki yürek de bu zor ama zorunlu kararın altında ezilecekti...

Hayatımın en acı kararının verildiği o günden sonra hocayı hiç görmedim. Ta ki çok yakın bir zamanda Lise'nin mezunlar derneğinin facebook hesabına göz atana kadar. Yeni ölmüştü, ve bu fotoğraf vardı. O kadar sevdim ki fotoğraftaki Pembe Hanım'ı. Onun derinlerinde ve sessizliğinde, ıssızlığında ve kurumuş gülümsemesinde ev kadını görünümü dışında, acıyı tatmış, taleplerini bastırmış başka bir kadın olduğunu sezmiştim.

Bu fotoğrafı gördüğümde mutluluktan gözlerim yaşardı desem inanır mısınız? Çünkü sıradan bir öğretmenmiş varsayılan ve öyle hissedilen ve ev hanımı kategorisinden değerlendirilen bu ıssız kadının yıllar sonra rastlaştığım muhteşem başkaldırısı karşısında gülümserken, gözümden damlalar düşmesi kaçınılmazdı...

26 Şubat 2023 Pazar

Galiba Bir Masaldı!

Malesef öyle... ancak bu yorumun daha önce üzerine hiç düşünmediğim bir hikâye verdi bana; bu yazıdaki son fotoğrafla ilgili olarak... Bir ara o fotoğrafı kullanarak yazacağım bunu.

Diyerek yanıtlıyorum Sevgili Kitapkeşfi'nin Bir Masaldı Galiba! başlıklı yazıya yaptığı yorumunu; ve öylesine çekilmiş bir fotoğraf bir ânda başka bir boyut kazanıyor. Zihnimde olasılıklar cirit atıyor. Hayal dünyasının ucu bucağı yok sonuçta. Fotoğraftaki Peri Kız'ın ve o ânda onunla birlikte orada olan diğer kişilerin hepsiyle o gün, o saatte, o ânın içindeyken, onların hiçbirinin bizden haberleri yok. Bunun yanı sıra o kişilerin de bizim için özel bir anlamı yok ancak biz, onların varlıklarını, boylarını boslarını, kılık kıyafetlerini, o ânki sevinç ve heyecanlarını görüyoruz. Bir fikrimiz var mutluluklarına ve heyecanlarını dair, çünkü bunu hissettiriyorlar. Tüm bunlara rağmen 2017 yılındaki o ân için, çok anlamlandırılacak bir durum da yok bizim açımızdan. Bir mezarlığın önündeki bankta; mandalina ağaçlarının altında; dalından kopardığımız mandalinaları tüketirken, bir yandan da bulunduğumuz coğrafyanın tadını çıkarıyor, coğrafyaya bir kez daha gelmenin ve bu kez en azından çok güzel dostlar edindiğimiz Vakıflı'da bir gece geçirmenin hayallerini kuruyoruz.


Dün Sevgili Kitapkeşfi'nin yorumu tetiklemese herhangi bir fotoğraftan öte bir anlam da içermeyecekti bu kare.

Ama şimdi; acaba yaşıyorlar mı diye düşünüyorum. Sonra o ândaki hepimiz açısından bakıyorum olaya. Onlar çok mutlu. Biz de mutluyuz ama çektiğim fotoğrafın o ân için hiç bir değeri, önemi olmadığı gibi o insanlarla duygusal bir bağımız ve tanışıklığımız da yok. Geldikleri arabanın kapıları açık ve yüksek sesle müzik çalıyor. Fotoğrafçı son hazırlıklarında. Birazdan çekimlere başlayacak. Günün özellikle seçildiği anlaşılan saatindeki ışık fotoğraf çekimi için muhteşem.

O mutluluk ânını uzaktan gözlemiş ve havada uçuşan tüm duyguları hissetmiş biri olarak düşünüyorum da; aynı zaman diliminde orada olan ve gelecekten habersiz iki taraftan -onlarla- bir şekilde bağ kurmuş biz tarafında yaşam -sağlıklı- devam ediyorken, bizden habersiz onların hayatlarında muhtemelen yıkımlar var. Bizim tüm geçmişimiz, fotoğraflarımız ve hayatlarımız hâlâ ellerimizdeyken üstelik.

Tüm bu cümleleri kurarken de şimdiki zaman canlanıyor gözlerimde: Varsayalım ve dilerim ki yaşıyordur bu çift; ama deprem nedeniyle fotoğraflar dahil her şey yok olmuş. Ya da fotoğraflarla birlikte kendileri de yok olmuş. Ve tesadüfen, onları tanıyan birileri; Hatay, deprem, Vakıflı falan diye nette arama yaparken fotoğrafı görüyorlar ve eğer yaşıyorlarsa Peri Kız'a ya da bir yakınına diyorlar ki: "Peri Kız'ın bizde olmayan, depremde göçük altlarında yok olan tüm fotoğraflarına rağmen, internette rastladığımız ve bilmediğimiz bir fotoğrafı var."

Ve  o fotoğraf en huzurlu, en coşkulu, en mutlu güne ait. Üstelik  bir eşinin olmayacağı bir açıdan ve epeyi uzaktan çekilmiş... ve üstelik profesyonel fotoğrafçının henüz hazırlık aşamasında olduğu, sevinçle iki basamağını tırmandığın şirin evin çiçeklerine uzanıp kokladığın, o mutlu ânda -meçhul bir kişi tarafından- o âna dair çekilmiş ilk kare.

Nasıl bir duyguyu tetikler ve çok şeyin yitirilmiş olduğu o ânda neler hissettirir, yıkım yaşamış bir insana ya da yakınlarına diye düşünüp duruyorum?


Çekenin notu: Elimdeki makine minik bir Nikon L23'dü, bulunduğumuz nokta ile Peri Kız'ın bulunduğu yer makinenin zum kapasitesine göre uzaktı ki kapasiteyi sonuna kadar kullanmıştım, onun avantajı da fotoğrafı masal tadında bir görselliğe ulaştırması olmuştu. Ama o ânın böyle bir anı olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti...

14 Mayıs 2022 Cumartesi

Giyinme Odamın Kapısındaki Güneş

12.05.2022 Per 18:27

Gönderdiğim minicik renklerden kocaman sevinçler yaşamana çok, pek çok mutlu oldum.

Sevgiler...


Buraneroz Z 12 Mayıs Per, 11:38 tarihinde şunları yazdı:

Sabah 9,20'de dağıtıma çıktığı haberi geldi önce, sonrasında mümkün olduğunca telefondan uzak durdum,

adresi bulamazsa arar diye dağıtıcı,

meşgul etmedim.

Kız kardeşim aradı, onla bile kısa konuştum,

niye soğuk konuşuyorsun? dedi,

uzanmıştım dedim.

Paketi açmanın tadını çıkardım elbette,

kapağın içini okudum.


Fazla uzatmayacağım çünkü önce...

ama şimdi değil,

özellikle iskeledeki kafede,

şiirleri okuyacağım...

Sonra da ödüle bağlı tüm hikâyemi blogda yazacağım.


Kitap imzalatmak gibi bir huyum yok,

bu, benim yazarı tarafından imzalanmış ilk kitabım...

ve ilk resim.



Öyle yani!

Çok ama çok teşekkür ederim,

Yıllar ama çok uzun yıllar sonra da bir soru yanıtlayarak kazandığım ikinci ödül aynı zamanda...


İkide iki yaptım yani,

ki yazıda öbür ödülümden de kısaca bahsedeceğim muhtemelen.

Yaşattığın keyif muhteşem...

İçimdeki çocuk zp zıp zıplıyor.


Tekrar tekrar teşekkürler, bir çocuk mutluluğu yaşamak süper!

Görüşmek üzere,

Sevgiler...


11 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir İlkbahar Sabahına Güneşle Uyandın Mı Hiç?*

7.30'da çıkalım dedi kardeş. Mutabıkız. Günü yaşamak olunca niyet, üç harfliye dokunmuyoruz. Şirket aracı sokağa dönüyor. Sürücü arka koltuğa. Direksiyon kardeşte. Günün ilk fotoğrafı bahçeden.

İlkbahar!


Personel yanlış parktan muhtemel ki ceza yemiş. Çünkü not aldım demiş marketten çıkan Trafik Polisi. Belki de yazmamıştır, dedik. Güzel yollar geçtik, sohbetler ettik. Güldük, güldürdüm. Şimdi şehrin öte yakasında, sanki şehire bağlı ama hibrit bölge tadında, yakın tarihte yapılanmış coğrafyasındayız. İniyorum. Randevuma biraz vakit var. Başka bir şehirdeymişim, üstelik hayal şehir hissi veren sokaklarda usul, sessiz bir gezinti. Şimdi hoş mekânlarından birine süzülüyorum. Gün pırıl pırıl.

"Bir su böreği lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Çıkınca bir su alıyor. Hastaneden içeri giriyor, ödememi yapıyor, sekreter genç kadına günaydın deyip hâl hatır soruyorum. Bekleme koltuğunda kitabımın sayfalarındayken, doktorum selam verip geçiyor. Masaya uzanıyorum. Rutin kontrol, bir sıkıntı yok. Tahliller için bir not elimde. Bir ödeme evresi daha... Fakat bugün çok sakin. Nedenler ekonomik mi acaba?


Bir kaç dakika önce tatlı bir genç kadın kanımı aldı. Teşekkür edip, elinize sağlık dedim. Elimde bir küçük plastik kap ve bir de tüp var. Giriyor kapıyı kapatıyorum. Tüpe eviyede aktarma yapacakken çoğu gün hiç çalmayan cep telefonum çalıyor. Bilmediğim bir numara. Bir an açmamayı düşünüyorum. İyi ki de açıyorum. Sesi -uzak bir şehirden geliyor olsa da- çok iyi tanıyorum. Tonundaki keyfi, daha çok da tazecik heyecanını seviyorum. Tüpü bırakırken genç kadına bir kez daha teşekkür ediyor, iyi günler dileyip çıkıyorum. Yürümeye karar veriyorum, çünkü bu coğrafyanın, ırmak boyunda yürümeyi seviyorum.

Fakat yine bir şeyi eksik bırakıyor, yol kenarındaki şirin mekânın ırmağa inen yamaçtaki ağaç altı masalarından birine oturup sade kahve eşliğinde sabahı solumayı düşündüğüm halde es geçiyor ve banklardan birine oturup, kulağımdaki kuş sesleri eşliğinde kitabımı açıyorum.


Güneşin sıcağından yorganlara sarılmış köpeklerin koşu yolu üzerindeki keyiflerine gülümsüyor, ağaç altından az önce uyanan bir başkası için ırmağın yamacını iniyor, gelme diyen hırıltısına selam çakıyor, istemem yan cebime koy edasına ben yemem bu numaraları diyor, sonra da yayılıp uzanmasının başını okşarken, sohbeti koyultuyoruz.

Artık yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesindeyim. Keresteciler kısmından giriyorum. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma uğramayı düşünüyorum. O sıra bir başka arkadaşın mağazasının önünde bulunca kendimi, uzunca laflıyoruz. Diğer arkadaşımın koronaya yakalandığını, o nedenle bütün dişlerinin döküldüğünü, yoğun bakımda kaldığını, öteki dünyaya bir göz atıp geri döndüğünü öğreniyorum. Bolca da eski zamanları konuşuyoruz. Şimdi bizim caddedeyim: Ne şahane bir ekiptik, birbirimizin rakibi olmamıza rağmen birlikte yiyip içer, şehir dışından gelen meslektaşlarımızı bu birlikteliğimizle şaşırtırdık. Akşam saatlerinde caddeye minyatür kaleleri kurar, bol seyircili kıran kırana maçlar yapar, ardı gün maça dönük gazeteler çıkarırdık. O dönemin mağazalarının çoğu şimdi yok. Kalan bir kaçı da bırakma hazırlıkları içinde...

Sen haklıymışsın sözlerini duymak eskisi kadar mutlu etmiyor beni, evet öngörmüştüm, çokça da dile getirmiştim ama dinletememiştim.

Yine de çok keyifli sohbetler yapıyoruz, eskiyi anıyor yeniyle kıyaslıyoruz.

Bırakma hazırlıkları içinde olmalarına zararın neresinden dönülse kâr noktasından bakıyorum ve tam zamanında alınmış radikal kararlarımın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görmüş olsam da, bundan ne yazık ki bir övünç çıkaramıyorum. Çünkü bizden kat be kat güçlü ailelerin geldikleri noktalara ve yitirmiş olduklarına, ödenen bedellere baktıkça üzülüyorum.


Aklımda nerede ne yesem fikirleri dönerken kendimi cağ kebapçıya giderken buluyorum ama köprünün son çıkışına varmadan fikrim beni çeliyor ve geri dönüyorum. Şimdi trendeyim. Okuma gözlüğümü haşat ettim ve bir süredir de yenisini almadım; çıplak gözle okuyorum da sanki bir 0,75 alsam iyi olacak. O halde adı Yabancılar Çarşısı olsa da, dillerdeki haliyle Rus Pazarı'na. "Okuma gözlüğü, 0,75 lütfen," desem de 0.75 olmazmış, öyle diyorlar. Ben eski gözlüğümü öyle hatırlıyorum. Sonuçta uzatmıyayım bulamıyorum ve söz verdiğim üzere ilk baktığım dükkândaki 25 lira deyip de 20'ye bıraktığı 1 numara gözlüğü alıyorum.


Sonra Bandırma Vapuru'nun imitasyonunun önünden eski Yelken Kulübe ve liman yönüne kıvrılyor, deniz geçişli gölün üzerindeki köprüde takılıyor, bangır bangır Bergen çalan faytoncu kardeşle laflıyor, yıllar önce bir telefon konuşmamızda "Benim için o güzel şehrin havasından bir nefes alır mısın?" diyen Sayın Ekmel Denizer için ruhuna ulaşacak ve uzun kalacak kadar nefesi alıyor, bol bol fotoğraf çekiyorum. Elbette bölgenin fuar olduğu zamanlardan bir çok anıyı da hatırlayarak içinden geçen tren raylarının üzerinden çocukluğuma bakıyorum.


Keyifli bir yemek arzusu fikrimi sürekli tırmalıyor, bir an şehirde takılsam, buralarda bir şey yesemler arasında çelişkili fikirler içinde dolaşırken, çocukluğunda kalsan ve Birtat'a gitsen kendini öne atıyor. Ancak gün itibariyle hata yapıyor çünkü başka keyifler arıyorum ve istasyona yanaşırken de sonuca ulaşıyorum.


Irkçı biri değilim, insan ayırımı yapmam, iyi olsun, iyi niyetli olsun; o zaman isterse, gerekçesi ne olursa olsun, beni kıtır kıtır doğrasın. Lakin dilimizden çok başka bir dili çokça duymaya, üstelik özünde insani bir tavırdan ziyade başka hesaplar olan göz yummacılığa ve kabule, oradan çıkar evirmeye itirazım var. Ülke insanı açlık içinde kıvranırken, başka topraklardan gelip, üç otuza iş gücü yaratıp, bu ülke insanını her sektörde işsiz bırakan, sermayenin ve o sermayenin destekçisi iktidarın oy hesaplı çıkarlarına hizmet anlamında çağdaş köleler olarak çalıştırılan, her türlü güvenceden yoksunluklarıyla patronun maliyetlerini azaltan, yerli iş gücünün belini kıran bu gözü dönmüş köle ticaretine de isyanım var. İşte tüm bu nedenlerle, leylek heykellerinin fotoğraflarını çekmek için girdiğim yerdeki dillerini bilmediğim çoğu bebe, çoğu bebek anne kadınlar ve çocuklara bakınca, nasıl bir -rekabetçi- kölelik düzeninin ve vahşi kapitalizmin ve despotluğun bizi beklediğini görmek elbette ayarlarımı bozuyor.

Tek kare çekip kendimi nefes alanıma atıyorum. Bu düşüncelerden hızla uzaklaşıp istasyonda ayaklarımı yere basıyorum.


Rabbimin hikmeti işte... İspanyolum virajı dönünce düğün dernek oluyor yeniden hayat. Oturuyor, bir an kitaba niyetlensem de yolculuk tadı daha bir hoş geliyor. O arada coğrafyamda bir iki yer arasında dolaşırken zihnim, bünyem masaya elini vuruyor ve yemek noktası netleşiyor.


Elbetteki Mantucu! Mekân benim için kapatılmış. Bir tek şefimiz var ki bundan iyisi de Şam'da kayısı...

"Bir yoğurtlu mantı lütfen."

"Yoğurt sarımsaklı olsun lütfen."

Masaya önce altılı kuruluyor. Altılı masada altı tadımlık. Hepsi birbirinden leziz; renk farklılıklarından yarattıkları senfoni şimdilik çok uyumlu, bozuk ses yok. Usuldan çatal uzatıyor lokmayı hazır ediyorum ama sonra toplu fotoğraf için assolisti beklemeye karar veriyoruz.

Hoş geliyor, safalar getiriyor.

O sırada dışarıdan mekânı inceleyen hoş iki hanımefendi küçük çocukları ile içeri giriyorlar. Bir tanesi şefe yanaşıyor ve mantı fiyatını soruyor. Dışarıda ufak bir toplantı; çocuklarla birlikte hesap kitap ve çok haklı olarak yürümeye devam ediyorlar. Üzülüyorum. Çünkü bundan bir süre önce o hanımefendiler ve çocuklar bu masalarda güle oynaya, tasasızca oturuyorlardı. Kime küfretsem bilemiyorum. Çünkü Mantucu fiyatları ve verdikleri itibariyle civardaki esnaf lokantalarına göre dahi fiyatları açısından ucuz. Bir genç girişimci kaliteden taviz vermeden bu piyasa içinde var olma savaşında. Son derece iyi niyetli bir genç ama ne yazık ki ülkeyi yönettiklerini sananlar, bu gençlerin bilgilerinin, niyetlerinin ve yeteneklerinin çok ama çok gerisinde. Potansiyelleri ve niyetleri parlak ama umudu kırık bir sürü genç var, bunun yanı sıra da başka topraklardan kaçıp gelen "köleler" var!


Tüm bu karmaşıklıktan kolaylıkla çıkıyorum. Şamlı, güleryüzlü Şefim önüme çiçek bahçesini kuruyor. Özkan kardeşim yok, sanırım, ekmeğini kovalıyor. Önümdeki tablo, istasyona giren tren, kavşaktaki devinim beni yükseltiyor. Rengarenk tadımlıkların her bir rengi damağımdan ruhuma akıyorlarken dert ettiklerimi şöylece bir kenara iteliyorlar. Artık ayakları yerden kesik başka bir dünyanını renkleri içinde, hayallerim ve umutlarımla birlikte nefes alıyor, fikirler üretiyoruz. "Üzerine de Moena'da bir Americano ha! Nasıl ama?" sesleri gittikçe yükselse, bir an gaza getirip mutlu etse de, onca saattir ekran kapalı, "Dünya ne halde fikrin var mı?" sorusu, en azından durumu gözlemek, son verileri alana kadar çalışmak adına açmalısın dükkânı diyor bana. Moena'nın önünden geçiyorum yine de...

Açıyorum ekranı.


İşin son saatlerinde kısmen kaytararak, biraz daha nefes almak adına blogları geziyor, yorumlar yazıyorum. Bünyem, inceldiği yerden kopsun modunda "Hadi vurr kendini şaraba, şaraba ve aşka vurr," diye bir şarkı tutturmuş; fena halde koyvermiş ve elde var bir hayat çılgınlığında dışarı atacak kendisini. "Belasını nasılsa o çekecek," diyor, kitabımı, yeni okuma gözlüğümü, bir de mont alarak düşüyoruz, sırt çantamla yola. Babamın ağaçlarına varıyoruz. Kızlı erkekli karma takımlar halinde basketbol oynayan gençler içimizi ısıtıyorlar. İskeleyse zıplatıyor; çünkü kafe, yaz sezonunun ışıklarını yakmış.

Bir kaç gün sonra görüşürüz manasında el sallayıp, Lozan'daki mekâna kıvrılıyoruz.

Akşamları iş başı yapan, Sanat Tarihî bölümünden mezun olduğunu söyleyerek beni şaşırtmış genç adamla biraz lafladıktan sonra, içinde kestane olan kuru pastalarından istiyorum ama kalmamış. O halde...

"Bir Trileçe ve bir çay lütfen."


Soğuğa aldırmadan dışarıda oturuyorum, ilk kez okuduğum yazarla aramız iyi, kolay anlaştık. Suç dünyasında, inceden uyanık bir mizah eşliğinde, biraz fırlama, cin gibi zeki bir üslupla ilerliyoruz. Sıkmayan, zorlamayan, ciddiyetli kitapların ara sıcaklığına yakışır bir biçimde, şekersiz çay, enfes triliçe, ufak lokmalar acelesizliğinde günün finalini yapıyoruz.

Ödeme ve teşekkür. Biraz daha dışarıda kalmayı istiyorum. Küçük bir sokaktan, Kahve Dünyası'nın arasından inip eve değil de şehir yönüne dönüyorum. Mekânlar dolu. Sayılar çoğalıp çeşitlenince sanki Starbucks'ın popülaritesi düştü de butik mekânlar biraz daha öne çıktı gibi hissediyorum. Aynı durumu butik burgercilerde de görmek hoşuma gidiyor ki son Burger King felaketimden sonra hiç bir marka mekâna artık adım atmayacağım kesin.


Evdeyim, keyfim yerinde ve bloglardayım; Sevgili KuyruksuzKedi hummalı bir çalışma içinde, bir iki söz ediyorum, sayfada başka dostlar da var. Komşuluk eskiyi hatırlatacak kadar sıcak. Sonucu anlatacak yazısının heyecanı -şimdiden- paçalarımdan çekiştiriyor.

Uykuya gülümseyerek gidiyorum.


*Başlık, Dr.Bekir Mutlu'nun Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç, ifadesinin de olduğu sözlerinden, Erdoğan Berker'in bestelediği şarkıya atıfla oluşturulmuştur.

17 Şubat 2022 Perşembe

Güzel Adamlar Çağı



Dün yazdığım yazıdan ulaşılan iki bölümlük bir anının altındaki yorumların birinde şöyle bir cümle kurmuştu Sevgili KuyruksuzKedi:

"Böylesine güzel hatırlanıp sevgiyle anıldıklarına göre kesinlikle güzel adamlarmış,"

Onu şöyle yanıtlamıştım:

"Eski insanlar işte, aslında aynı işi yapıyorlar, bir anlamda rakipler ama birlikte yiyip içiyorlar, eğleniyorlar ve bir sorun yaşadıklarında da ortak çözüm üretebiliyorlardı... güzeldiler valla."

Yüzlerce eski fotoğraf içinde çocukluğumdan beri beni en etkileyenlerden biri budur. Sektörün 80'ler sonrasında başlayan liberalleşme atakları esnasında özellikle ihaleler bazında nasıl bir rezilleşmeye doğru yön aldığını gözlemleyen, bir neslin artık son bir kaç örneğinin kaldığı o yıllarda  niteliğin nasıl aşağı çekildiğine de tanıklık etmiş biri olarak yeni neslin önüne hep bu fotoğrafı koyarım.

Fotoğrafta tarih yok. 1960'lardan epey önce olduğu kesin. Fuar alanı için deniz henüz doldurulmamış; dolayısıyla Atatürk heykeliyle denizin ilişkisini kesen karayolu da yok. Ankara-İstanbul istikametine giden arabalar -dinlediklerime göre- heykelin önünden yukarı doğru tırmanıp Mamur Dağı üzerinden devam ediyorlar. Samsun'dan o yöne giden otobüsler de heykelin önünden kalkıyor. Yürüdükleri kısımsa geçenlerde yazdığım Hayalim Kırıldı Ama Ben Takmadım başlıklı yazımdaki  heykelin fotoğrafını çektiğim nokta. Sol baştaki pardesülü babam; henüz yirmili yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum ki bu da bana yıl olarak 1950'leri söylüyor. Ben doğduğumda karayolu ve fuar var olduğuna göre henüz askerliğini bile yapmamış olabilir; o halde 1953 falan diyebiliriz. Bu adamlar birer oto tamircisi; aynı işi yapan ama birbirlerine rakip insanlar. Bugünkü, özellikle sanayi sitelerindeki çoğunlukla kıyaslanamayacak kadar özenli ve şıklar. Müşterilerin eline verdikleri listedeki parçaların bir kısmını sonradan yedek parçacıya götürüp iade edilen parayı cebe atan bazılarından olmadıkları gibi müşteriyi kollayan tamirci olduklarının da farkındalar!

22 Aralık 2021 Çarşamba

Bu Yakışıklı Benim Amcam

Hiç yüzyüze gelmediğiniz, fiziken yok bir insanı ne kadar sevebilirsiniz? Başkalarıyla, en yakınındakilerle bile sırf onlar üzülmesin diye paylaşmayacağı sıkıntıları içine atmaktan başka bir çare olmayan çaresizlikler içindeyken ne yapabilir insan? Kendiyle konuşur, o sıkıntılar beyinde dönüp dururken kendinin bile inanmadığı çözümlerle teselli bulur. Uykusuz geceler sıraya dizilir, radikal ve çözüm üreten kararlar alınır, alınır, bozulur. Dış faktörler fenadır, bir çıkış yolu vardır. Bu yol bilinse de ötelenir çünkü bedelini ödemesi gerekenden hariç, bedel ödemesi istenmeyenler de vardır ve şu alemin en yorucu işi bu durumda doğruluğu kesin ama zarar görecek masumları yüzünden ertelenmek zorunda kalınan kararlardır.


Yıl 2001

Çok daha beter krizlerden hep yükselerek çıkmış ben bu kez çaresizdim. Oysa sürekli çatışarak ve olması gerekenleri bağırarak, o günlere gelmiştik. Ve göz göre göre geldiğimiz nokta bir eylem gerektiriyordu. Kardeşim rahattı, "Neleri aşmadık ki," diye düşünüyor ve bunun altından da kalkacağımızı umuyordu. Oysa fikir birliği içinde olmadığımız bir düşünce yapısıyla da mücadale gerekiyordu ki bunun sonuçlarından zarar görecek çocuklar vardı bu kez. Süreç akarken öngördüğüm tüm olumsuzluklar bir bir gerçek oluyordu. Bizim işimizdeki pozisyonumuz sağlamdı çünkü yıllardır birlikte çalışıyorduk ve babanın kaybındaki ve sonrasındaki tüm krizler bizi teğet geçmiş, hepsinden de büyüyerek çıkmıştık.

Şimdi anlamayana anlatmak gibi şu dünyanın en beter işine soyunmak gerekiyordu ve alınacak radikal tavrın yan etkileri sürekli aklı çeliyor ve ne yazık ki doğrular üzerinden bir kararı sürekli öteliyordu.

Çözümsüz ve özel hayatı da içeren sorunları diğer insanı gözeterek genelde insanlarla konuşmayı sevmem. Ama konuşmam lazım, kardeşimi de üzmek istemiyorum çünkü abim bunu da aşırtır bizeden çok emin. Ama bu kez ben gidişin ne olduğunu görüyor, ertelemelerin de kaybı büyüteceğini biliyorum. Biriyle kesin konuşmam gerek. Bir yol çizmeyecek, fikir vermeyecek, konuşmayacak ama yanımda olduğunu ve kararlarımı tutarlı bulduğunu sessizce hissetirecek biri ile.

Her bayram mutlaka ziyaret ettiğimiz, hiç görmediğimiz ama yokmuş gibi davranılmayan amcamın mezarının başındayım. 15-20 metre ilerisinde de dedemin mezarı var, ona dularımı okuyup amcaya koştum. İçimde ne varsa döktüm. O beni, ben de O'nu can kulağı ile dinledim. Hiç konuşmasa da bildim ki fikirlerime destek. Netleştim. Ve sonrasında önce küçük çöpleri süpürdüm, sonra Yavaş Hayat'ta yazdığım gibi son derece radikal ve silbaştan kararlarımı bir bir hayata geçirmeye başladım.


Bu yakışıklı, bu sırdaşım, babamdan ve enn amcamdan küçük, çapkınlık derslerimi aldığım amcamdan büyük adamla adaşız da. Doğduktan sonra ölmüş ve benden büyük, aklımız ermeye başladığında mezarını çok aradığımız bir kuzenimiz de var. Ve adını bildiğimiz ama yazmayacağım bir de yengemiz var; hiç görmemiş olsak da benimseyip sevdiğimiz ve merak ettiğimiz...  Yengeyle tanışmayı ve görüşmeyi, ona sahip çıkmayı hep istedik, Halam bir şekilde haber uçurdu ancak o yeni ailesi nedeniyle -büyükler ilk evliliği ve kuzeni bilmedikleri için- bunu istemedi, saygı duyduk.

Geniş ailemi işte bu nedenlerle çok seviyorum. Bizde kimse ölmüyor. Hani şu slogan vardır ya özellikle siyasi cenazelerde çok kullanılır; falanca ölmedi kalbimizde yaşıyor. Bizimkiler hep hayatımızın içinde. Bu fotoğrafın arkasında da daktilo ile ve büyük harflerle  Z. ve Arkadaşı Y. yazıyor. Açık renk takım elbiseli yakışıklı adamla - hep ilk adım kullanılsa da- adaşız ki bu adların bana konulmasının, sonradan keşfettiğim daha farklı ve ilginç de bir hikâyesi var.

Günlerden bir gün, enn amcamın üniversite yıllığına bakıyorum. Tarabalarına bayıldığım, döşemenin tahta süpürgeliklerinde mantar yetişen kira evdeyiz. Henüz ilkokulun başlarındayım. Yıllığın hemen başındaki bir isim dikkatimi çekiyor. Göbek adı denilenle birlikte asıl adla da adaşız. Bir profesör. O an için bunu, bu benzerliği çok adlandıramıyorum ve bir özellik gibi de gelmiyor bana. Sonra bir gün, belki biraz daha büyüyünce dank ediyor ve ilk adımın da nereden geldiğini, göbek adımın ortak olduğunu böylece anlıyorum.. İlk ve kullanılan adım enn amcamın kariyeri pek parlak hocası Ordinaryüs Profesör Dr. B. Z. S.'dan, göbek adı denilense üçümüzde ortak... Sonra bu keşfimi onaylatmak için enn amcama soruyorum. Uzun uzun anlatıyor. O anlattıkça hayallerimin, enn amcamın içimizde en yetenekli dediği  benimle ilgili hayallerine, ne kadar uzak olduğunu anlıyorum.

1 Aralık 2021 Çarşamba

Gez Göz Arpacık

Tarih 26 Ağustos 2012. Rallinin ikinci etabı. Yer kıymetli. Araçlar, olası bir Rus saldırısında bizim tankların konuşlanacağı zirveden devam edip, tam anlamıyla bir dağ etabı yapacak ve harika köylerden geçerek aşağı vadiye ulaşacaklar. Çok zorlu ama aynı oranda da sürücülerin çok keyif alacağı ve harika manzaralara sahip, doğa ile iç içe bir çekişme alanı.

Profesyonellerle, çok iyi makinelere sahip fotoğraf tutkunlarının arasındayız. Ancak onlarla hareket etmiyor, kendi seçtiğimiz noktalarda konuşlanıyor ve bolca fotoğraf çekiyorum.

Sonra güzergahta bir boşluk oluşunca etabın en alt noktasına inmeye karar veriyor, tatlı bir yokuştan son sürat inip akabinde sola doğru, sert kayaların arasındaki keskin ve dar virajı dönüp tırmanacakları noktayı benimsiyor ve oraya konuşlanıyoruz. Yemyeşilliklerin arasından gürül gürül bir ırmak akıyor.

İki gündür Tırtıl'la uğraşıyorum çünkü ona alınmış bir fotoğraf makinesi bu. Henüz 9-10 yaşında ve fotoğrafla ilgilenmek yerine amcayla arabalar üzerine sohbet halindeler.

Kendime bir açı buluyorum. İlk araçlar geçiyor. Bir kaçını fotoğraflıyorum ama bu ısınma. Zaman tayini yapmaya çalışıyorum. İstediğim kadraj için deklanşöre basacağım süreyi saptamaya çalışıyorum. Etrafım üst düzey makinelere sahip profesyoneller ve iyi makineleri olan fotoğrafseverlerle dolu.

Ralliye katılanların içinde Burcu Çetinkaya da var ki tek kadın yarışmacı olduğu için onun birinciliği garanti.

Araçlar tam karşımdan, son virajın ardından çıkıp geliyorlar. Bana birincinin fotoğrafı lazım. Bütün insanların hedefi o ve herkes hazır.

Kadrajım ayarlı, yakın plan istiyorum ve makinenin izin verdiği ölçek nedeniyle araçla mesafem riskli. Makine seri çekmiyor, çocuk işi ve tek atışlık şansım var.

Öyle bir hesap yapmalıyım ki saliselerin altında bir sürede deklanşöre basmalı ve makine işlemi yaparken araba flash diskteki kareye hapsolmalı.

Herkes nefesini tutmuş vaziyette. Tripodlar kurulu, bizim makine elimde. Askerden tecrübem var. Daha yavaş eski Kırıkkale tüfekleri ile atış yaptığımızdaki yöntemimi kullanacağım. Mermiyi hareketli hedefin öyle bir zamanlamayla ve ölçüyle önüne atmalıyım ki mermi yolu katederken gelen hedefin hızıyla senkronize olmalı ve tam istenen noktada onunla buluşmalı.

Şampiyonun önce toz bulutu görünüyor. Birazdan küçük tepenin ardından çıkacak ve görünür olacak. Nefesimi tuttum. Üzerime tam gaz geliyor. O sola viraja girdi girecekken matematiksel hiç bir veri olmadan tümüyle içgüdüsel verilerle deklanşöre bastım. Klik sesi geldi.

Veee...


İşte bu!



Kimse istenen fotoğrafı yakalayamıyor. Kimsede şampiyonun en özel virajdaki arzulanan fotoğrafı yok.

"Ben de var," diyorum. "Tırtıl'ın minik Nikon L23'ünde hem de..." Etrafım sarılıyor, ekranından gösteriyorum. Nasıl becerdiğimi soruyorlar. Gülüyorum. "Tank şoförüydüm ben," diyorum.

"Simülatör dahil eğitimini almadığım ve kullanmadığım hiç bir silah yoktu," diye de ekliyorum. Gülüyorlar. Herkes e-posta adreslerini veriyor; o kareyi istiyorlar. Keyifle alıyorum adresleri ve eve gelir gelmez, fotoğrafı bilgisayara aktarıp herkese tek tek gönderiyorum.


En amcamın bir lafı vardı. Dolmakalemin revaçta olduğu klas çağlardı. Bana birlikte gittiğimiz kırtasiyeciden, ilkokul çocuğu elimin ölçeğinde Parker marka mürekkep çekilen bir dolmakalem almıştı ve bankaya gelmiştik. Onun çalışma odasınaydık. Daha sonra onun müfettiş arkadaşı; yıllar sonra CHP'den milletvekili, ardından da Devlet Bakanı olacak Doğan Kitaplı odaya gelmişti ve benimle konuşmuştu ve beğenisini daha sonra amcama söylemişti. Henüz Cumhuriyetin kokusu silinmemiş ve tüm masaları ceviz ağacından Ziraat Bankası'nın muhteşem binasındaydık. Koltuğuna oturttu enn amcam beni. Önüme bir kağıt koydu ve "Yaz bakalım," dedi.

"Güzel yazı yazan kalem değildir, insandır!"



*Daha çok fotoğraf içinse buradan lütfen, 25-26 Ağustos 2012 Hitit Rallisi

7 Ekim 2021 Perşembe

Üst Güverte

 



* Ayakları yerden kesilmiş zeminsiz bir köpük üzerinde uçar adım yürüyen, biraz çekingen, biraz durumu çaktırmamaya çalışan, hayatının ilk buluşmasındaki deli kanlı çocuk gibiyim.

Oh ne âlâ, şimdi üst güvertenin deniz tarafında bir masadayız. Ne güzel gülüyor. Ne aydınlık bir kadın. Ve nasıl keyifli ve sıcak bir sohbet başlangıcı...

Niyetimiz biraydı!

O halde,

"İki bira lütfen."

Ve elbette bira eşlikçisi bir kaç yiyecek...

Çoktan sözlerimizde ve gözlerimizde yok olduk bile. Dur durak bilmeden konuşuyoruz. O'na bitiyorum. Anın tüm fotoğrafları aklıma kazınırken kalbim çoktaan O'na, hem de şırıl şırıl akıyor. Nasıl zengin bir sohbet, nasıl soluk soluğa ve benzerliklerimizle nasıl şaşırtıcı... Gece bitmesin istiyorum. Deniz serinliyor, hava ilkbahar gecesi tadında.

Sabaha varmaya gönülden razıyım.



Tefrika 4. Bölümden...

1 Eylül 2021 Çarşamba

İster İstemez İmreniyor İnsan

Küçük bir sahil kasabasında yaşamak imrendirici bir özlemdir. Bilirim ki bir çok insanın hayalidir.  Hele o bir de tatil beldesi ve saklı bir yerse ve sosyal olanakları, mekânları hoşa giden biçimdeyse; tadından yenmez bir coşkudur, orada olmak. Kısa bir tatil  için orada bulunanlar ne yazık ki hızla geçen günlerin tadı  damaktayken dönmek zorunda kalırlar ve damakta kalan bu buruk tat nedeniyle de zamanın hızına isyan ederler.

1.315.000'lik bir büyükşehirin 215.000 nüfuslu bir ilçesinin kenar şeridinde yaşayan biri olarak imrenirim ben ama!

Uzun yıllar sonra, şu tür bir yere gitsem ve uzun bir tatil yapsam diye bir düşünce oluştu mu bende. İmrendim mi? Açıkçası onu da bilmiyorum. Çünkü hiç üzerine düşünmemişim, yıllardır. Demek ki istememişim. Genellikle kısa ve hayal ettiğimiz konsepte uygun birkaç günlük seyahatlerim var: Bunlar, ya bir kentin akıl çelen bir mekânı için olur ve civar odaklı bir kaç günü içerir ya da seçilmiş şehrin bir semtine yöneliktir ve onun altı üstüne getirilirken, ulaşımı kolay yerlerine de mesafe gözetmeksizin keyifle uzanılır.

Geçtiğimiz perşembe günü birden benim neyim eksik diye düşünürken yatağımın serininde, uyuyuvermişim. Öyle bir sızma ki anlatamam. İçime öyle işleyip, bilincime öyle bir oturmuş ki bu imrenme; derin uyku-rüya işbirliği içinde uçmuş ve konmuşum ben; bir bilmediğim yere. Hayırlara vesile olsun diyerekten, dilim döndüğünce, anlatayım Sizlere de...

***


Sırt çantama attım bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske. Düştüm yola. Hiç ulaşım aracı kullanmadım. Akşamdı ve canım uzun zamandır yemediğim için Kumpir çekmişti. Bir mekân görmüştüm, rüyamda mıydı, yoksa bilinçaltım mı üretti hatırlamıyorum. Çok beğenmiştim. Bir anda önünde buldum kendimi. Süzüldüm içeriye.

Çok kibar bir beyefendi, bilgisayarın başından kalktı ve karşıladı; elinde bir ince karttan form vardı. Doğrudan dolaba yöneldim: Rus salatası, kızarmış soslu sosis dilimleri, çok az dilimlenmiş yeşil zeytin, biraz kırmızı lahana ve çok az da mısır lütfen, dedim. Ben söyledikçe o işaretliyordu.  Caddeden alçakta kalan mekânın çok hoş dış masalarından birine oturdum. Aramızı yeşilliklerle ayıran kuaför salonundan ve bahçesinden kuru gürültü gelmiyor olmasına sevindim. Hatta oradaki yaz sıcağı sohbete kulak kesildim, dinlemedim, yaz serini kadın konuşmalarının varlığı hoşuma gitti. O ara kumpirim geldi. Çok beğendim görüntüyü. İçecek istemedim. Üzerine mayonez ve ketçap eklemedim. Usulca aldım kaşığıma. Gurmecilik oynayarak gönderdim damağıma. Çok hoşlandım.

Kumpirin hayatımıza ilk katıldığı zamanlar geldi gözüme. Ortaköy'deydik. Enteresan bir durum, şu an da Ortaköy'deyim. Halimden de çok memnunum. Usulca, yaz akşamı tadıyla ve keyifle götürüyorum bu zarif patates, tereyağı, kaşar peyniri ve diğerleri işbirliğini. Hımmm... Tarihi Ortaköy Kumpircisi? Bu ânı Enn Sevdiğim Kadın'a anlattıyorum, sanırım rüyamdaki telefondan. Biz de bizim buradakinde yemiştik, dedi O. Anladım ki mekân franchising'di. Ödememi yaptım, çay ikramına teşekkür etmiş, istememiştim. Ellerinize sağlık, çok güzeldi dedim ve basamakları çıkarak kaldırıma ulaştım.

Sonra... bir kaç adım sonra, ışıklarda bekledim; yan yolu ve bulvarı dikkatlice geçtim. Dikkatimi çeken dar bir sokaktan sahiline indim. Çok sevdim fakat sokağı; denize bir kaç adımda ulaşıyordu ve önünden geçtiğim ve sokağın ucundaki mekânlar çok güzel şeyler vadediyordu. Hah, dedim, şu mekân güzel, orada bir dondurma yesem. Gerçi sürpriz olmayacaktı çünkü dondurmasını biliyor ve seviyordum. Bu kez şöyle dedim genç kadına: "Kaymaklı, çilekli ve bitter çikolatalı lütfen." Sanırım çocukluk halim nüksetti ve çilek, bitter çikolata eşleşmesini merak ettim. Çok eğlendim yerken. Ancak bir daha denememeye karar verdim.

Yürüyordum bilmediğim diyarın kıskandıran sahil bandında ki bir müzik sesi geldi. Anlar benim kulaklarım iyi müziği. Hani kusur bulsalar da severler; çünkü, o gayretkeş sıcaklığı sempatik bulurlar.   Bir iskelenin girişindeydi meydan. Önce uca kadar bir yürüsem mi dedim, ama müzik ve meydandaki coşku ısrarla çağırıyordu. Girdim alana. İnsanlar coşmuştu. İki genç kadın hemen önümde pek de güzel, oynayarak eşlik ediyorlardı sahneye. Küçük iki kız çocuğu, anne anne diyerek sarılıyordu arada bir eteklerine. Genç solistin kitleyle iletişimi çok güzeldi. Ellerimi arkada bağladım, yüzümde bir keyif gülümsemesi, sırtımda sırt çantam... Ancak yoktu o akşam fotoğraf makinesi. Uzun süre dinledim. Bir süre sonra son şarkı dedi solist; ön gruptan anında bir itiraz yükseldi. Gençleri çok iyi anladım. Ben ki yüzümde aptal bir gülümsemeyle kapılmıştım; enerjisi yüksek gençler bu noktada bırakamazlardı. Sonra anlaşıldı ki genç solist espri yapmıştı. Bir sevindim. Bir alkış... Sonra, Güneye Giderken adlı bir şarkı söylemeye başladılar. Fakat solistin ağzı oynamıyordu ve tını biraz farklıydı ve bence duruydu. Gözlerim aradı ve buldu; gitar çalan gençlerden biri söylüyordu. Bayıldım. Sonra ona davulcu katıldı ki o da doğal ve sıcaktı. O ara yüzüme döndüm. Baktım. Benden kopmuştu ve çok eğleniyordu.


Sonra bir baktım sabah olmuş. Bir anda bir yol üstünde buldum kendimi. Bisiklet ve şu Binbin'ler gelip geçiyor ama saat erken olduğu için trafik az.  Yabancısı olduğum için beldenin çektim bol bol fotoğrafını. Sonra bir tık daha yürüdüm ve bir yaya geçidine vardım. O ara ağaçların arasından görünen bir mekâna takıldı gözüm. Hiç yabancı gelmedi. "Allah Allah," dedim, ne iş? En sevdiğimiz, orada rakı içmeye bayıldığımız, mezeleri âlâ mekâna ne kadar da benziyor! İnsanlar gibi, mekânlar da ikiz yaratılmış demek, dedim. Belki de demedim, pek hatırlamıyorum.


Aynı yoldan devam ettim, merakla etrafa bakıyorum. Devam eden rüyamın dün gecesiydi  ama dondurma yediğim yeri, hemen hatırladım. Sonra onun komşularının sıra sıra şu marka kahveciler olduğunu gördüm bu kez. Gördüklerimi sevdim, çünkü hem yeşil ve şirin bir tatil beldesiydi, hem de yapılaşma göz yormuyordu. Ne güzel ki yaşamak istediğim tatili sunuyordu rüyam bana ve bilmediğim bir yerdeydim. Çok enteresan.


Biraz daha yürüdüm, yürüdükçe şaşkınlığım artıyordu. Düşünüyordum... düşünüyordum... ama bulamıyordum. Çünkü birden bir balık lokantası çıktı önüme. Sevdiğim iki insana bir vaadde bulunduğumu hatırlattı bu bana. Taaa Kiev görünüyor gibi bir laf da etmiş olabilirim diye de düşündüm ki bu tür yerler için sıklıkla kullanırım. Tabii ki görünmez. Ancak ufuk çizgisinin ardını hayal etmek keyiftir. Mesela ben askerde ve acemi birliğimdeyken, bir akşamüstü Ankara Etimesgut'tan ufka doğru bakarken, deniz görmüştüm.

Çekerken balıkçının fotoğrafını şöyle şeyler geçti ruhumdan:  Denizden yeni çıkmış balıkları beklerken mesela; illaki beyaz peynir, bir kaç deniz ürünü meze ve buzz gibi rakı eşlik ederken şırıl şırıl bir sohbete... İşte tam o zaman fena kıskandım bu tatil beldesinde yaşayanları. Oraya yürürken bir başka balık mekânı da ilişmedi değil gözüme. Eski yeri ve küçük hali olsaydı ki ne güzeldi gibi bir söz geçti aklımdan ancak ne alaka şimdi dedim, sen nereden bileceksin ki. Bir  yanılsamaydı sanırım, zihnim karıştırmıştı, nereden rüyaya attı, bilemedim. Not aldım ama, uyanınca nasıl bir ilişkilendirme olduğunu düşüneceğim.


Sonra bir an yoksa ben Rio'da falan mıyım dedim. Gözüm alabildiğince plaj çünkü. Şemsiyeli ve şezlonglu olanlar küçük bir ücret karşılığı ama diğer tüm alanlar ücretsiz. Tüm sahil boyunca cankurtaran kuleleri var. Plajlar ve İskele'deki kafeler belediye işletmesi. Ve ucuz. Sahil boyu yol kenarlarında tertemiz duşlar ve tuvaletler, estetik tasarımları ile şıklık sunuyorlar. Yalnız iyi ve özenle yönetilen buranın bazı vatandaşlarının bizim bazı vatandaşlar gibi olduğunu görünce inanın temizlik görevlilerine acıdım.


Biraz daha yürüdüm. İskelenin öte tarafına. Bir kafeterya, plaj daha... yalnız ihmal etmişim ki bu iki plaj arasında ağaçlar altında, halka açık çok hoş masaları ve oturakları olan bir bölüm var. Tıpkı benim bazı yazılarımda sözünü ettiğim; Türkân'dan poğaçalar ve marketten kola alarak kitap okumak için geldiğim yere benziyor. Hatta tıpatıp aynısı. Bu biraz içime su serpti, bu kez kıskanmadım.



Biraz daha ilerlemiştim ki bir şirin bina dikkatimi çekti bu kez. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Çok hoş bir restoranı vardı yan tarafında, akşamları canlı müzik oluyordu. İmrendim. Şu üst odalarda kalmak ne güzel olur, diye düşünmeden edemedim; çünkü anladım ki bu bir butik otel.  Orada karşıya geçmeye karar verdim, basamakları indim ki fark etmemişim, bir binbin ve bir kaç bisiklet gelmekteymiş. Şortlu kadınlar ve iki beyefendi. Durdum ben. Onlar da durdu. Şaşırdım. Bir beyefendi yol sizin, dedi. O zaman fark ettim ki önümdeki, üç metre genişliği var yok bisiklet yolunda bir yaya geçidi. Eyvallah, dedim. Sonra niye kibarca teşekkür etmediğime pişman oldum. O kadarlık İngilizcem var sonuçta. Geçtim karşıya, sonra da tek şeritli ve parke taşlı şirin araç yolunu... Henüz yoğun bir trafik yok şükür ki.


Önüme bu kez iki dondurma mekânı çıktı. Özellikle bir tanesi çok şıktı. Anladım ki bu yöreye özgü bir dondurma üretiyorlar. Balkaymak. Çok erken dedim ama önüne vardığım kahve dükkânına bayıldım. Bir an beynim bir şeyler demeye başladı bana. Önce pek anlamadım. Sonra dur bakalım ne diyor diye dinlemeye başladım: Bana buraya hep bayıldığımı, ama konsept mekânlar açıldığından beri farklı şehirlerde farklı markaların mekânlarına gitmiş olmama rağmen bir kez bile bir Gloria Jean's Coffees dükkânına girmemiş dolayısıyla kahvelerini içmemiş olduğumu söylüyordu. Hımmmm, dedim. İstedim. Düşünmekteyim.


İskeleye tekrar vardığımda aklım bana dedi ki şuradan sola dön ve biraz da mahalle içlerine gir. Işıklarda bekledim. Sonra geçtim bulvarı. Güzel kafeler vardı burada da. O ara kumpir yediğim yerin önünden geçmekte olduğumu fark ettim. "Allah Allah?!" dedim tabii ki. Hava biraz daha ısınmışdı, yürümenin etkisiyle de terliyordum. Bir market gördüm ve girdim. Dili bilmediğim için anlamadım ama anladım ki bunlardan çok var. BİM yazıyordu. Adı şundan yazdım: Bu ülke neresi bilmiyorum ama hani bu ülkeden okuyan genç insanlar olur, ya da böyle şeylere meraklı memleketlim büyükler; bilsinler istedim. Islak mendili alıp kasaya döndüğümde karşı rafta ki burası çikolata rafıymış, bir gofret paketi dikkatimi çekti. Şam fıstıklı ve ezmeli imiş. Aldım. Sonra yerim, dedim ancak bu marka hiç yabancı gelmedi bana. Ampülüm benden atak, bir anda yandı ve enfes dondurmasından hatırladım markayı: Kahve Dünyası.


Çıkınca oradan biraz daha yürüdüm; içlere doğru, içgüdülerimle. O ara tek yönlü bir dar cadde sessizce çağırdı beni. Bayıldım. Bir baktım hemen girişte verandalı, sıcak bir pastane. Hiç yabancı gibi durmuyor. Dedim seviyorsun ya sen mahalleye aitmiş hissi veren abartısız dekorlu mekânları, ondandır. Oysa gurbette, vatan özleminden kaynaklı bir aidiyet duygusundandır diye düşünmüştüm. Karnım acıkmış, fark ettim. Niyetimde su böreği var ama... Memleket hasreti işte. Buram buram. Bunlar bilirler mi ki acaba? O ara şekli bizim gül ve kol böreklerine benzeyen şeylerden birer tane istedim. Bir de fincanda çay. Bir genç kız getirdi; caddeye boylu boyunca bakan masama. Dedim ki kusura bakmayın, takdir edersiniz ki bir rüyadayım ve nerede olduğumun farkında değilim ama öyle hissetsem de yanılıyor da olabilirim: "Ben daha önceleri de buraya akşamları gelmiş olabilirim; fakat siz dahil olmak üzere içerideki herkes bu sabah farklı." O, ben öğrenciyim ve gündüz çalışıyorum dedi. Bölümünü sordum. Yanıtı Hukuk 3 oldu. Takdirlerimi esirgemedim. Bu aralar ince, hemen bitecek, yormayacak, üzmeyecek ve eğlendirecek kitaplar okumayı tercih ettiğimden sırt çantamda Wilhelm Genaziano'nun, O Gün İçin Bir Şemsiye'si var. Seviyorum bu adamı.


Epeyice kalmışım bu sevimli pastanede. O ara içime doğmuş olmalı. Şansımı denedim ve bir Triliçe ile bir limonata istedim. Muhtemelen kitap burada bitecek diye düşündüm. Mekâna olan sevgimin, ve caddenin bir geçmişi olmalı bende diye zorladım kendimi ama rüya gaddar, ser verip sır vermiyor. Sonra bir ilk bu diyor. Bir yanılsama seninki, uyanınca geçer, diyor. Ona inanmıyorum. Lozan Caddesi? diyorum. Sizin tekelinizde mi diyor rüya.



İki saatten fazla zaman geçmiş. Ödeme için kasaya gidiyor, sonra ne kadar ucuz bu ülke diyorum. Sonra üç top dondurma için ödediğim para aklıma geliyor ve keşke bizde de hep mahallenin hava atmayan, lezzetli pastaneleri olsa diyorum. O arada da fırından yeni çıkmış su böreklerini görüyorum ama kader diyorum. Bir an tereddüt yaşıyor sonra geri yürüyorum çünkü korkuyorum kapılıp gidersem caddeye, kaybolurum diye. Belli ki ince ve çok uzun bir cadde. Kimbilir ne sürprizleri vardır. Bu kez direk İskele'ye dalıyorum. Çok sakin. Şu sahilin batı yakasının bir fotoğrafını alsam diyorum. Merak da ediyorum aslında ama ipler benim elimde değil. Bir bakıyorum uyanmışım ve evdeyim. Gün de pazar olmuş. Nasıl bir boşluk duygusu ama. Ve içimde nasıl bir rüyaya dönme isteği. Bugün diyorum, kahve içmeliyim ve gittiğim mekân da ilk olmalı. O ara bloglara göz atıyor, yorumlar yazıyorum. Bunlardan biri şu oluyor: "Sevgili Momentos, az sonra kahve içmek için dışarı çıkacak Buraneros'un henüz içilmemiş, hayaldeki kahvesine çoookkk keyif kattı. Peşin teşekkürlerimle."*

Sonra yine zaman çekip alıyor beni. Dizlerinde sallıyor.

Yeniden rüyadayım.



Çekiyorum kotumu, atıyorum çantama kitabımı, gözlüğümü, maskelerimi ve fotoğraf makinemi. Bu kez diğer kaldırımı tercih ediyorum nedense... Bir kaç adım sonra bunun nedeni belli oluyor. Dün karşıdan fark ettiğim ve çatısından Ukrayna'nın göründüğünü düşünebileceğim, yiyecekleri, müzikleri güzel mekânın önünden geçmeyi, ona yakından bakmayı, hem de güneşte kalmayarak bir taşla çok kuş vurmayı düşünüyorum. Sonra bu kararıma pek anlamı olmayan bir şekilde seviniyorum; çünkü artık iradenin bende olduğunu sanıyorum. Burası bir bira mekânı anladığım. İçeri girmedim ancak bakınca anlıyorum. Ama mesela bir rakı balık akşamının ardından, hani gönüller isterse mesela, orada bira içmek nasıl olabilir? Çüşşş diyorum kendime. Rakı balık üstüne bira ha! Bir kere daha çüşşş!

Sonra rüya içinde hayal kuruyorum. En üst kat. Ön masa rezerve. Bir bira tabağı. Tatlı bir esinti. Kelimelerin dans ettiği bir sohbet. Alabildiğine deniz. Gelsin biralar, gitsin boşlar. Atılsın kahkahalar.



İşte rüya bu ya ben tam kendimin farkında bunları düşünürken bir masada, enfes bir verendada, deniz karşımda, önünden insanların geçtiği; üzerinde Amerikano, bir kitap, gözlük ve frambuazlı cheesecake olan bir masada buluyorum kendimi. Müzik enfes. Ortam çok sakin, çok beğeniyorum dekoru ve yerleştirmeleri. Başlangıçta sesi biraz yüksek bulsam da sonrasında itirazsızca dinlediğim şahane bir müzik eşliğinde keyifle kitabımı okuyorum. Siparişimi alan ve bana servis yapan genç kıza ise bayılıyorum. Siyah bir pantolon bluz, uzun ve at kuyruğu ve sıkı sıkıya tutturulmuş siyah saçlar... Sanki bir Hint-Avrupa ten rengi. Ve müthiş bir zarafet. Hint vurgusunu güçlendiren küpeler...



Elimdeki kitap yine bir günde bitirileceklerden. Ernerd Loe'nun üçlemesinin ilk kitabı Doppler. Bu kadar mı olur? Bir rüyanın böylesi ânına bir kitap bu kadar mı yakışır? Mekânın sakin bir vakti. Bir çift var ki görmüyorum. Konuşmaları yüksek de olsa umursamıyorum. Bir hanımefendi geliyor o ara. Kumral, zarif, ben yaşlarda, kot şortlu ve şık bir bluzla tamamlanmış görünümü ve saçlarında bekleyen gözlüğü ile âna katkısı şahane. Ben kitabım, kahvem ve pastamın tadındayım. Ne mutlu bir rüyanın, huzur veren bir sabahın öğleye yakın saatleri... Hiç uyanmasam. İki saati geçiyorum. Çok nadir kararlarımdan birini veriyorum. Şu güzel Hint-Avrupalı'ya kibarca sesleniyorum.

"Yarım kupa Amerikano lütfen."

Sonra usul usul bitirince kahvemi; kitabımı, gözlüğümü atıyorum sırt çantama. Ödeme için kasaya geliyorum. Ödememi yaparken, her şey çok güzeldi, ancak şu camları bölen kayıt hiç olmasaydı ya da biraz aşağıda olsaydı... denizi kesiyor çünkü, diyorum. Tatlıca gülümsüyor ve herkes aynı şeyi söylüyor diyor. Tip-Box'ı boş geçmiyorum. O sıra Muzaffer'in anlattığı bir an geliyor aklıma. O'nu bir gün -mutlaka- yazmalıyım diyorum. Laf aramızda ben o yaşlarda olsaydım mesela, kesinlikle asılırdım bu kıza. Pimi çekilmiş bir el bombası bırakırdım iki satırlık; bir cümle ederdim; bir hafta düşünmezse de kafamı keserdim. Sonra bir yanıt gelmezse, kesik kafam elimde gider, gülümser, bir Amerikano, bir de frambuazlı cheesecake lütfen, derdim. Masaya geldiğinde gülümsemezse kafamı bir kez daha keserdim.

Bunları düşündüm tamam, inanın onu anlatabilmek için ne söylesem, başka türlü nasıl ifade etsem, azdı. Kendimi feda ettim!

Teşekkür ediyorum bu iki tatlı genç kıza ve çıkıyorum, keyifli keyifli yürüyorum. Enn sevdiğim kadını özlüyorum. Onu düşünürken eve dönülecek noktaya geldiğimi fark ediyorum; bir fotoğraf çekip, bir gün de rüyama buradan ötesi, bulunduğum noktanın batısı nasip olur inşallah diyorum. Sonra bir uyanıyorum ki evden denize bakıyorum. Hiç yabancı gelmiyor. Akşam da Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum, olan biten her şeyi.



*Momentos

16 Temmuz 2021 Cuma

Un Ringraziamento Speciale*


Sevgili Okul Arkadaşım'a...

Sevgiyle...






O yazmasaydı, bu keyiften yoksun kalacaktım.

Bugüne kadar hep İtalya'dan getiren olursa içtim.

İlk şişeyle gelen promosyon kadeh uzun süre boş kalmıştı.

İlk kez bu yöntemle yapmaya karar verdim ve onun tarifiyle yola çıktım.

Limonları Finike'den, Portakal Bahçem'den istedim ki miss kokuyorlardı...

Tarifin bütün aşamalarına titizlikle uydum. Sabrettim.

Günü doldu, şişeledim.

Soğuttum.



Veee tadım!



......



Bu mudur?

Evet...

Limonçello budur!







Ve Sevgili Okul Arkadaşım'ın yani Sevgili Ekmekçi Kız'ın tarafımdan yapılmış ve bayılınmış limonçello tarifi içinse buradan lütfen.

Kesinlikle soğuk ve kararında içiniz!





*Özel Bir Teşekkür, Google çeviri.

4 Mayıs 2021 Salı

Kopyala Yapıştır

... Bahçe kapısını da elimdeki ıslak mendille açıp, sokağa çıkıyorum. Sanki sokağa çıkmanın yasaklandığı bir günde yasağa inat kendini sokağa atmış cesur ve başkaldıran çocuk tadındayım. Elimdeki ıslak mendili sorumluluk sahibi, kurallara uyan bir çocuk gururuyla çöpe atıyor, kendimi bir filmde, bütün insanları yok olmuş bir şehrin sokağında yalnız ve tek insan gibi hissediyor, neredeyse "Ne oldu bu insanlara yahu?" diyecek kadar bilimkurgunun içine dalıyorum.

Çocukluk işte!.. *



... En bayıldığımız, yazı sabırsızlıkla beklediğimiz, tam geliyorken ve tadını çıkarmaya hazırlanırken Covid-19'unun hışmına uğrayan restorana da özlemle bakıyor, işte buna üzülüyorum. Muhtemelen geçen yaz en keyifli işlerimden biri olan, mesai bittikten sonra İskele Kafe'de oturup kitap okumak ve okurken de denizin ortasında kitaba ara verip dört bir yandaki manzaraların tadını çıkararak bazen bir şeyler atıştırmak, çoğu zaman da kahve içmekti ki muhtemelen o da yok, bu yaz...*


Yukarıdaki satırlar 2020 Mayıs ayından. Tam bir yıl sonra dün aynı hattın bu kez batı yönüne doğru yürürken çok uzakta sohbet halinde birkaç bekçi, kumsaldaki bırakılıp gidilen çöpleri toplayan bir kaç belediye görevlisi dışında, beslenme noktasına karnını doyurmak için gelen, karnı doyunca da sohbete daldığımız köpek ve bir yaş daha almış ben dışında yeni bir şey yok; vakit aynı, farksa şimdi tam kapanma dönemi!


Yazı bu yıl da elimizden kaçırıp gelecek yıla mı bakacağız?

Yoksa...

Bir kaç kopyala yapıştır daha mı yapacağız?


 

*Cümleler Mayıs 2020'deki duruma dair yazıdan

6 Kasım 2020 Cuma

Ara Sıcak

 



Bakışları uzakta yüzleri rüzgarda bir kadın ve iki çocuk denizin kenarında. Onların, yani balıktan dönmekte olan adamla kıyıdaki kadının gözleri, konuşmaya başladı çoktan. 

Mesafe ruhlarında sıfır olsa da... Şu tekne, kazasızca kıyıya bir varsa. 

 

 İki evi geçiyor, gözlerimizi denizden alıyor ve sola çevirdiğimizde kafalarımızı, iki yolun köşe başında ve yola bahçenin içindeki, rüzgarın naylonlarla engellendiği derme çatmalıkla göz göze geliyoruz. Tam o andaysa zıplama katsayımız ve onunla senkronize olan coşkumuz göğe eriyor. Hep eski ve siyah Türk filmlerinde yaşanacak değil ya bu anlar... 

 




                                                   Ve iyi ki aklımıza nakş-edilmiş O Aşklar! 



                                                                         Pek Yakında!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP