Mantucu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mantucu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir İlkbahar Sabahına Güneşle Uyandın Mı Hiç?*

7.30'da çıkalım dedi kardeş. Mutabıkız. Günü yaşamak olunca niyet, üç harfliye dokunmuyoruz. Şirket aracı sokağa dönüyor. Sürücü arka koltuğa. Direksiyon kardeşte. Günün ilk fotoğrafı bahçeden.

İlkbahar!


Personel yanlış parktan muhtemel ki ceza yemiş. Çünkü not aldım demiş marketten çıkan Trafik Polisi. Belki de yazmamıştır, dedik. Güzel yollar geçtik, sohbetler ettik. Güldük, güldürdüm. Şimdi şehrin öte yakasında, sanki şehire bağlı ama hibrit bölge tadında, yakın tarihte yapılanmış coğrafyasındayız. İniyorum. Randevuma biraz vakit var. Başka bir şehirdeymişim, üstelik hayal şehir hissi veren sokaklarda usul, sessiz bir gezinti. Şimdi hoş mekânlarından birine süzülüyorum. Gün pırıl pırıl.

"Bir su böreği lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Çıkınca bir su alıyor. Hastaneden içeri giriyor, ödememi yapıyor, sekreter genç kadına günaydın deyip hâl hatır soruyorum. Bekleme koltuğunda kitabımın sayfalarındayken, doktorum selam verip geçiyor. Masaya uzanıyorum. Rutin kontrol, bir sıkıntı yok. Tahliller için bir not elimde. Bir ödeme evresi daha... Fakat bugün çok sakin. Nedenler ekonomik mi acaba?


Bir kaç dakika önce tatlı bir genç kadın kanımı aldı. Teşekkür edip, elinize sağlık dedim. Elimde bir küçük plastik kap ve bir de tüp var. Giriyor kapıyı kapatıyorum. Tüpe eviyede aktarma yapacakken çoğu gün hiç çalmayan cep telefonum çalıyor. Bilmediğim bir numara. Bir an açmamayı düşünüyorum. İyi ki de açıyorum. Sesi -uzak bir şehirden geliyor olsa da- çok iyi tanıyorum. Tonundaki keyfi, daha çok da tazecik heyecanını seviyorum. Tüpü bırakırken genç kadına bir kez daha teşekkür ediyor, iyi günler dileyip çıkıyorum. Yürümeye karar veriyorum, çünkü bu coğrafyanın, ırmak boyunda yürümeyi seviyorum.

Fakat yine bir şeyi eksik bırakıyor, yol kenarındaki şirin mekânın ırmağa inen yamaçtaki ağaç altı masalarından birine oturup sade kahve eşliğinde sabahı solumayı düşündüğüm halde es geçiyor ve banklardan birine oturup, kulağımdaki kuş sesleri eşliğinde kitabımı açıyorum.


Güneşin sıcağından yorganlara sarılmış köpeklerin koşu yolu üzerindeki keyiflerine gülümsüyor, ağaç altından az önce uyanan bir başkası için ırmağın yamacını iniyor, gelme diyen hırıltısına selam çakıyor, istemem yan cebime koy edasına ben yemem bu numaraları diyor, sonra da yayılıp uzanmasının başını okşarken, sohbeti koyultuyoruz.

Artık yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesindeyim. Keresteciler kısmından giriyorum. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma uğramayı düşünüyorum. O sıra bir başka arkadaşın mağazasının önünde bulunca kendimi, uzunca laflıyoruz. Diğer arkadaşımın koronaya yakalandığını, o nedenle bütün dişlerinin döküldüğünü, yoğun bakımda kaldığını, öteki dünyaya bir göz atıp geri döndüğünü öğreniyorum. Bolca da eski zamanları konuşuyoruz. Şimdi bizim caddedeyim: Ne şahane bir ekiptik, birbirimizin rakibi olmamıza rağmen birlikte yiyip içer, şehir dışından gelen meslektaşlarımızı bu birlikteliğimizle şaşırtırdık. Akşam saatlerinde caddeye minyatür kaleleri kurar, bol seyircili kıran kırana maçlar yapar, ardı gün maça dönük gazeteler çıkarırdık. O dönemin mağazalarının çoğu şimdi yok. Kalan bir kaçı da bırakma hazırlıkları içinde...

Sen haklıymışsın sözlerini duymak eskisi kadar mutlu etmiyor beni, evet öngörmüştüm, çokça da dile getirmiştim ama dinletememiştim.

Yine de çok keyifli sohbetler yapıyoruz, eskiyi anıyor yeniyle kıyaslıyoruz.

Bırakma hazırlıkları içinde olmalarına zararın neresinden dönülse kâr noktasından bakıyorum ve tam zamanında alınmış radikal kararlarımın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görmüş olsam da, bundan ne yazık ki bir övünç çıkaramıyorum. Çünkü bizden kat be kat güçlü ailelerin geldikleri noktalara ve yitirmiş olduklarına, ödenen bedellere baktıkça üzülüyorum.


Aklımda nerede ne yesem fikirleri dönerken kendimi cağ kebapçıya giderken buluyorum ama köprünün son çıkışına varmadan fikrim beni çeliyor ve geri dönüyorum. Şimdi trendeyim. Okuma gözlüğümü haşat ettim ve bir süredir de yenisini almadım; çıplak gözle okuyorum da sanki bir 0,75 alsam iyi olacak. O halde adı Yabancılar Çarşısı olsa da, dillerdeki haliyle Rus Pazarı'na. "Okuma gözlüğü, 0,75 lütfen," desem de 0.75 olmazmış, öyle diyorlar. Ben eski gözlüğümü öyle hatırlıyorum. Sonuçta uzatmıyayım bulamıyorum ve söz verdiğim üzere ilk baktığım dükkândaki 25 lira deyip de 20'ye bıraktığı 1 numara gözlüğü alıyorum.


Sonra Bandırma Vapuru'nun imitasyonunun önünden eski Yelken Kulübe ve liman yönüne kıvrılyor, deniz geçişli gölün üzerindeki köprüde takılıyor, bangır bangır Bergen çalan faytoncu kardeşle laflıyor, yıllar önce bir telefon konuşmamızda "Benim için o güzel şehrin havasından bir nefes alır mısın?" diyen Sayın Ekmel Denizer için ruhuna ulaşacak ve uzun kalacak kadar nefesi alıyor, bol bol fotoğraf çekiyorum. Elbette bölgenin fuar olduğu zamanlardan bir çok anıyı da hatırlayarak içinden geçen tren raylarının üzerinden çocukluğuma bakıyorum.


Keyifli bir yemek arzusu fikrimi sürekli tırmalıyor, bir an şehirde takılsam, buralarda bir şey yesemler arasında çelişkili fikirler içinde dolaşırken, çocukluğunda kalsan ve Birtat'a gitsen kendini öne atıyor. Ancak gün itibariyle hata yapıyor çünkü başka keyifler arıyorum ve istasyona yanaşırken de sonuca ulaşıyorum.


Irkçı biri değilim, insan ayırımı yapmam, iyi olsun, iyi niyetli olsun; o zaman isterse, gerekçesi ne olursa olsun, beni kıtır kıtır doğrasın. Lakin dilimizden çok başka bir dili çokça duymaya, üstelik özünde insani bir tavırdan ziyade başka hesaplar olan göz yummacılığa ve kabule, oradan çıkar evirmeye itirazım var. Ülke insanı açlık içinde kıvranırken, başka topraklardan gelip, üç otuza iş gücü yaratıp, bu ülke insanını her sektörde işsiz bırakan, sermayenin ve o sermayenin destekçisi iktidarın oy hesaplı çıkarlarına hizmet anlamında çağdaş köleler olarak çalıştırılan, her türlü güvenceden yoksunluklarıyla patronun maliyetlerini azaltan, yerli iş gücünün belini kıran bu gözü dönmüş köle ticaretine de isyanım var. İşte tüm bu nedenlerle, leylek heykellerinin fotoğraflarını çekmek için girdiğim yerdeki dillerini bilmediğim çoğu bebe, çoğu bebek anne kadınlar ve çocuklara bakınca, nasıl bir -rekabetçi- kölelik düzeninin ve vahşi kapitalizmin ve despotluğun bizi beklediğini görmek elbette ayarlarımı bozuyor.

Tek kare çekip kendimi nefes alanıma atıyorum. Bu düşüncelerden hızla uzaklaşıp istasyonda ayaklarımı yere basıyorum.


Rabbimin hikmeti işte... İspanyolum virajı dönünce düğün dernek oluyor yeniden hayat. Oturuyor, bir an kitaba niyetlensem de yolculuk tadı daha bir hoş geliyor. O arada coğrafyamda bir iki yer arasında dolaşırken zihnim, bünyem masaya elini vuruyor ve yemek noktası netleşiyor.


Elbetteki Mantucu! Mekân benim için kapatılmış. Bir tek şefimiz var ki bundan iyisi de Şam'da kayısı...

"Bir yoğurtlu mantı lütfen."

"Yoğurt sarımsaklı olsun lütfen."

Masaya önce altılı kuruluyor. Altılı masada altı tadımlık. Hepsi birbirinden leziz; renk farklılıklarından yarattıkları senfoni şimdilik çok uyumlu, bozuk ses yok. Usuldan çatal uzatıyor lokmayı hazır ediyorum ama sonra toplu fotoğraf için assolisti beklemeye karar veriyoruz.

Hoş geliyor, safalar getiriyor.

O sırada dışarıdan mekânı inceleyen hoş iki hanımefendi küçük çocukları ile içeri giriyorlar. Bir tanesi şefe yanaşıyor ve mantı fiyatını soruyor. Dışarıda ufak bir toplantı; çocuklarla birlikte hesap kitap ve çok haklı olarak yürümeye devam ediyorlar. Üzülüyorum. Çünkü bundan bir süre önce o hanımefendiler ve çocuklar bu masalarda güle oynaya, tasasızca oturuyorlardı. Kime küfretsem bilemiyorum. Çünkü Mantucu fiyatları ve verdikleri itibariyle civardaki esnaf lokantalarına göre dahi fiyatları açısından ucuz. Bir genç girişimci kaliteden taviz vermeden bu piyasa içinde var olma savaşında. Son derece iyi niyetli bir genç ama ne yazık ki ülkeyi yönettiklerini sananlar, bu gençlerin bilgilerinin, niyetlerinin ve yeteneklerinin çok ama çok gerisinde. Potansiyelleri ve niyetleri parlak ama umudu kırık bir sürü genç var, bunun yanı sıra da başka topraklardan kaçıp gelen "köleler" var!


Tüm bu karmaşıklıktan kolaylıkla çıkıyorum. Şamlı, güleryüzlü Şefim önüme çiçek bahçesini kuruyor. Özkan kardeşim yok, sanırım, ekmeğini kovalıyor. Önümdeki tablo, istasyona giren tren, kavşaktaki devinim beni yükseltiyor. Rengarenk tadımlıkların her bir rengi damağımdan ruhuma akıyorlarken dert ettiklerimi şöylece bir kenara iteliyorlar. Artık ayakları yerden kesik başka bir dünyanını renkleri içinde, hayallerim ve umutlarımla birlikte nefes alıyor, fikirler üretiyoruz. "Üzerine de Moena'da bir Americano ha! Nasıl ama?" sesleri gittikçe yükselse, bir an gaza getirip mutlu etse de, onca saattir ekran kapalı, "Dünya ne halde fikrin var mı?" sorusu, en azından durumu gözlemek, son verileri alana kadar çalışmak adına açmalısın dükkânı diyor bana. Moena'nın önünden geçiyorum yine de...

Açıyorum ekranı.


İşin son saatlerinde kısmen kaytararak, biraz daha nefes almak adına blogları geziyor, yorumlar yazıyorum. Bünyem, inceldiği yerden kopsun modunda "Hadi vurr kendini şaraba, şaraba ve aşka vurr," diye bir şarkı tutturmuş; fena halde koyvermiş ve elde var bir hayat çılgınlığında dışarı atacak kendisini. "Belasını nasılsa o çekecek," diyor, kitabımı, yeni okuma gözlüğümü, bir de mont alarak düşüyoruz, sırt çantamla yola. Babamın ağaçlarına varıyoruz. Kızlı erkekli karma takımlar halinde basketbol oynayan gençler içimizi ısıtıyorlar. İskeleyse zıplatıyor; çünkü kafe, yaz sezonunun ışıklarını yakmış.

Bir kaç gün sonra görüşürüz manasında el sallayıp, Lozan'daki mekâna kıvrılıyoruz.

Akşamları iş başı yapan, Sanat Tarihî bölümünden mezun olduğunu söyleyerek beni şaşırtmış genç adamla biraz lafladıktan sonra, içinde kestane olan kuru pastalarından istiyorum ama kalmamış. O halde...

"Bir Trileçe ve bir çay lütfen."


Soğuğa aldırmadan dışarıda oturuyorum, ilk kez okuduğum yazarla aramız iyi, kolay anlaştık. Suç dünyasında, inceden uyanık bir mizah eşliğinde, biraz fırlama, cin gibi zeki bir üslupla ilerliyoruz. Sıkmayan, zorlamayan, ciddiyetli kitapların ara sıcaklığına yakışır bir biçimde, şekersiz çay, enfes triliçe, ufak lokmalar acelesizliğinde günün finalini yapıyoruz.

Ödeme ve teşekkür. Biraz daha dışarıda kalmayı istiyorum. Küçük bir sokaktan, Kahve Dünyası'nın arasından inip eve değil de şehir yönüne dönüyorum. Mekânlar dolu. Sayılar çoğalıp çeşitlenince sanki Starbucks'ın popülaritesi düştü de butik mekânlar biraz daha öne çıktı gibi hissediyorum. Aynı durumu butik burgercilerde de görmek hoşuma gidiyor ki son Burger King felaketimden sonra hiç bir marka mekâna artık adım atmayacağım kesin.


Evdeyim, keyfim yerinde ve bloglardayım; Sevgili KuyruksuzKedi hummalı bir çalışma içinde, bir iki söz ediyorum, sayfada başka dostlar da var. Komşuluk eskiyi hatırlatacak kadar sıcak. Sonucu anlatacak yazısının heyecanı -şimdiden- paçalarımdan çekiştiriyor.

Uykuya gülümseyerek gidiyorum.


*Başlık, Dr.Bekir Mutlu'nun Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç, ifadesinin de olduğu sözlerinden, Erdoğan Berker'in bestelediği şarkıya atıfla oluşturulmuştur.

9 Nisan 2022 Cumartesi

Benim Tatlı İçgüdülerim

İstasyona gittiğimde ya da bulvara bakan cam dibi masasında oturup atıştırırken kitap okumayı sevdiğim pastanenin çaprazındaki, geç bulup çabuk kaybettiğim, Pedersen Hoca ile çok keyifli bir öğlen geçirdiğim ve bayıldığım nefis kafe-restoranın yakın komşusu ama ilgimi hiç çekmeyen kahvecinin kapanacağını sanırken bölündüğü anlıyorum. Çünkü o bölüme bir tabela asılıyor: Mantucu. Bir kaç kere önünden gelip geçtikçe bir faaliyet görmesem de belli ki bir şey olacak. Sonra içeride masalar, açık mutfağına da tencere tabaklar yerleştirildiğini görüyorum. İki bulvarın kesişme noktasındaki görüş alanı keyifli. Havalar ısındığında üstünün ve yan camlarının açılacağını da varsayarsam eski komşusu şimdi outlet olan ve çok keyif aldığım, Fransız bulvar kafelerine benzettiğim yerin bende yarattığı boşluğu da kısmen doldurabileceğini düşünüyorum.

Sessizce başlıyor. Şaşalı bir açılış yok. İlginç bir şey oluyor bu arada: kullandığım ara sokaklardan birinde o güne kadar nedense dikkatimi çekmeyen, -aslında çeken de imalatçı olduğunu düşündüğüm- dükkânda aynı tabelayı fark ediyorum. Bu beni biraz daha alevliyor. Geçen günse birden orada olmak istiyorum; anında komuta merkezimle mutabakat sağlanıyor, sırt çantasına bir kitap atılıyor ve bulvar manzaralı bir öğle keyfi için evden çıkıyorum.


Çıkmamla birlikte yemek sonrası işi biraz asıp, beri yakasında ve bulunduğum yerin çaprazındaki pastaneye oturup, köşe masamdan uzun bulvarı, trenleri, kaldırımdan akacak insan selini izlerken kitap okuyup tatlı bir şeyler atıştırmayı da plana ekliyorum. Keşke kahve de olabilse ve kendime Paris bulvar kafesi konsepti yaratabilsem diye de düşünüyorum ama ne yazık ki burası kahve konusunda bende hiçbir heyecan yaratamıyor ve hep çay içiyorum. O nedenle de bu fikir puff diye sönüyor.

Işıkları ve rayları geçer geçmez duruyor ve çantadaki minik makine ile kahveciden ayrıştırarak mekânı, paparazi tarzı bir fotoğrafını çekiyorum. Şimdi önündeyim ama kapısı açılmıyor. İçeride, açık mutfakta biri var ve dikkat çekici ama abartısız ve şık kıyafeti mekânla çok uyumlu. İçerinin ışıksızlığına da bayılmış durumdayım. Yan tarafa geçiyor ve camı tıklatıyorum. Gelen işaretten girişi -şimdilik- kahveciden yapmam gerektiğini anlıyorum ve en uç ve köşe masaya oturuyorum.

"Bir mantı lütfen."

Sinop mu istermişim?

"Hayır, klasik, yoğurtlu mantı lütfen; tam tekmil, her şeyi koyulmuş olsun."

Mekânın henüz yerleşmediği, garsonun da muhtemel ki kahveciden olduğunu düşünüyorum ama masa düzenindeki eksiklerine rağmen mekân, mutfak ve özellikle aşçı beni etkilemiş durumda. Çünkü Türk olmadığını anladığım aşçı: kıyafeti, duruşu ve düzeni ile kesinlikle işi bilen ve nitelikli yerelere ait ve buraya fazla biri izlenimi yaratıyor bende. Bu izlenim aslında olası gelişmelerle mekânın daha güzelleşeceği fikriyle donanmamı da sağlıyor

Hazırlanması biraz zaman alıyor ki bu hayra alamet ben için. Ve işte geliyorlar; bir tepside. Şimdi masamdalar ve görüntü muhteşem. Önce fikrim alışkanlık gereği biraz nane biraz sumak, biraz da pul biber arıyor. İçimden bir gurme kafa uzatıyor ve fikrime ayar verip, "Bu şefin bestesi," diyor, "önce bir dinleyelim hele..."


Sunumu, tabakları çok beğeniyorum. Hem kitabımla da uyumlu. Görüntü bana çok şey fısıldıyor. Özel bir anda olduğumun farkındayım. İlk kaşık, veee... gittim ben! Nerelere nerelere... İlk aldığım esinti ravioliye dair. Klasik mantı gibi değil taneler. Daha iriler, içlerinden kıyma esirgenmemiş ve muhteşem bir doku; yumuşacık, narin ama ölü olmayan, canlı, estetik ve heyecan verici. Üzerine ekstra hiçbir şeye gerek yok. Pul biber çağırıyor bünye ama umurumda değil. Alışkanlıklara yer yok bugün diyerek susturuyorum onu. Porsiyon güzel. Yanında getirilenler zarif, dengeli ve üzerlerine kır çiçeği şıklığı ile yerleştirilmiş minik dokunuşlarla tablo gibiler. Turşuya bayılıyorum. Farklı bir mutfaktan olduğu net. Ekşi- tatlı tadımlıklar kakofoni yaratmadıkları gibi zenginlik katıyorlar senfoniye. Şimdilik kitaba el atmıyorum. Minik bahçesine açılan pencerelerden kurtulduğu günü hayal ediyorum. O zaman belki dışa koyulacak masaların en köşedekinde oturur, hem ana bulvarı, hem trenleri, hem de onları kesen diğer bulvarın akışı eşliğinde mantı+kahve keyfi yaparım. Sonra genel mantı müşterisi üzerinden ve alışılagelenlerden bakınca içime bir korku düşüyor ve umarım... umarım benzerlerinin başına gelen bunun da gelmez diyerek dua ediyorum.


İçgüdülerimin buradan ayrılmayıp biraz daha kalalım, hatta çay içelim isteğine boyun eğmiyorum. Ama bir başka gün, mesela enn sevdiğim kadınla geldiğimizde şu komşudan, Osmanlı Kahvecisi'nden mantı sonrasına bir Türk Kahvesi bile içebiliriz, diye düşünüyorum. Ödeme için kasaya gidiyorum. Sakallı genç bir adam yanaşıyor. Çok beğendiğimi söylüyor, şef yabancı sanırım diyorum. O, Şam'dan geldi diyor. Her şey mükemmel. Özellikle mantı hamurunun şekli ve dokusu çok özel, Sinop mantısına farklı bir yaklaşım. İtalyan tarzı, diyor, gülüşüyoruz. Farklı mantılarımız da olacak diye ekliyor ve uyarım için teşekkür ediyor. Üstelik sunulan porsiyon ve lezzete bakınca; en iyi mantıcılardan biri dediğim ve geçen hafta 35 TL ödeyerek yediğim, yanında ek hiçbir şey olmayana göre bu sofra 40 TL'lik fiyatı ile -bugünün koşullarında- bedava.

Akşam tüm bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum. O yoğurtçu değil, üzeri cevizli Sinop klasiğini mi dener? bilmiyorum. Ama çok... ama çok tatlı gurmemin düşüncelerini merak ediyorum.



*Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması, yazının tek fotoğrafının sonrasında...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP