sevdiğimiz mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevdiğimiz mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2024 Pazar

Vur Kadehi Bi Tanem

Bu yazıda da yer bulacak ama her seferi benim için taptaze tekrarlarıma da bayılıyorum.


*

Sevdiğimiz bir mekân, eskinin enfes binalarına sahip bir sokağın içindeki enfes binalardan aynı bahçenin içinde bulunan ikisi; hani bir müteahite verilse kat kat üstüne çıkılacağı kesin. İyi ki bir derneğin elinde, iyi ki koruma altında ve iyi ki tam da eski çağlardaki zarafete sahip. Garsonları da küçüğünden büyüğüne eski zaman adamları gibi.

Yani daha önce de söz ettiğim ve bayıldıklarımızdan bir mekân.

O halde cumartesi orada buluşuyoruz.


Ben trenci, enn sevdiğim kadının tercihi otobüs. Günün en güzel saatleri; ay Şubat ama hava enfes bir yaz. Bir rakı masası için her şey şahane. Önce varan benim mekâna. O sırada büyük demir kapının devrilme sesi geliyor ve altında bir abi kalıyor; elbette telaş. Sonra ambulans. Çok şükür ki hasar az.

Ama o grubun tadı kaçıyor ve hep birlikte hastanenin yolunu tutuyorlar ve o sırada en bayıldığım kadını arıyorum ki o da varmak üzere.

İki enfes binanın arasından bir manken zarafetiyle süzülüyor. Şimdi ben bayılmayayım da kimler bayılsın. Bir deri pantolon kime bu kadar yakışabilir acaba, aksesuarları zaten can yakar. Abartısız bir şıklık. E bana da kasılmak düşer.

Olay yerini ve olayı kısaca özet geçiyorum, ve sonra iki kişilik masamıza oturuyoruz.

Hani hiç bir şey gelmese ve olmasa da masada,

ve ben saatlerce onu seyredip onu dinlesem,

arada bir de sohbete eşlik etsem bile yeter bana.


Lakin rakı da ısrarcı, çaktırmasa da masamızda olma arzusunu hissedebiliyoruz. O halde,"Bir 35'lik rakı lütfen."

"Yoğurtlu patlıcan kızartması, peynir, beyin ve Arnavut ciğeri lütfen."

Arnavut ciğeri henüz hazır değilmiş, ne gam.

Sonuçta onsuz kuruluyor masa.


Ve beş saat nasıl geçiyor, doyamıyoruz. Sıcacık Arnavut ciğeri tam da olması gereken anda masada oluyor. 35'lik dört saatte boşaldı, bir de duble o halde.

Yine akıp geçti zaman ve yine Çanakkale'de yaşamak arzumuz depreşiyor. İstanbul buluşmasını, dolayısı ile mevsimini de konuşuyoruz. Saat henüz 19 bile değil, caddeler ve alışveriş merkezleri canlı, bizim kafalar tam da olması gerektiği ayarda ve sanki buselik makamında.

O eski ve tarihi apartmanın önünden geçerken kısa zaman önce buluştuğumuz dostlarımızı anıyoruz, elbette Birtat'ta oturup keşküllerimizi de yiyor, limonatayı götürüyor, hâlâ günün canlı saatlerinde olmanın tadını çıkarıyoruz.

Kısa bir market alışverişi, Tahsin Amca ve Güngör Teyze'nin biz henüz lisenin başındayken oturdukları apartmanın önünden geçerken kısa hikâyeler ki biri Tahsin Amca'nın viskilerini ufak ufak götürmemiz ve oluşan boşlukları demli çay ile doldurmamız üzerine...

Gar İstasyonu, banklar, sarmaş dolaş bekleyiş ve tren.

Sonraki istasyonda yerlerimizi büyüklere bırakıyor, trenin en arkasında birbirimize sarılarak destek alıyor, benim başım onun saçlarının kokusunda dönüyor, sonra boşalan koltuklara oturuyor ve benim istasyonda vedalaşıp, el sallaşıyoruz.

Eve girdiğim andan itibaren onun telefonunu bekliyorum. Etrafta ve mekânlarda ise gece henüz yeni başlıyor.

Ve telefon çalıyor;

Enn Sevdiğim Kadın.

Kitabında aşık olmak diye bir cümle olmayan adam, bilmem kaçıncı kere daha, o kadına aşık oluyor.

28 Aralık 2023 Perşembe

Biralama

Geçen hafta sonu Enn Sevdiğim Kadın'la bir öğle rakısı yapalım mı sorusunun üzerine balıklama atlıyoruz. Uzak diyarlar değil fikrimiz, bizim coğrafyada takılalım diyoruz. O halde Buselik. Farklı şehirlerde şubeleri olan bir mekân. Daha önce gitmişliğim yok, bilmişliğim de Enn Sevdiğim Kadın'dan. Bilindiği üzere öğle rakısı candır, diyenlerdeniz. Orada buluşuruz mutabakatıyla karara bağlıyoruz.

Saat 15'e göre ayarlıyım.

Duş yapıp, biraz oyalanıp istasyona doğru yürüyorum. Sonuçta -ben için- yeni bir mekân, kadim noktaları küstürmeden ona da bir selam çakmak iyi olur. Seversem ne âlâ, sevmezsem de elveda.

Fikrim dışarıda oturmak; elbette havanın ve mekânın koruma kalkanları nispetinde.

Tren keyifli, zihnimden mekâna yönelik tahminler akıyor, hissiyatım sıcak, kalbim O'nunla bir öğle rakısının heyecanını taşıyor.

5 istasyon sonra iniyorum ve sahile doğru yürüyorum. Aslında minibüse binsem, istasyonlara yürümelerin hiçbirini yapmayacağım. Ama içimdeki tren aşkı bambaşka ve hatta onun için sensiz saadet neymiş tatmadım bilemem ki diye bir şarkı bile tutturabilirim.

Sonuçta Buselik'e yönlendiğimde ve tam Enn Sevdiğim Kadın'ı arayıp, bulunduğum noktadan ki fikrim bana sola doğru yürümemi söylüyor olsa da, yine de elim telefona gidiyor ve ondan bir mesaj gülümsüyor bana; yine kotumun cebindeki telefon, sesini ulaştıramamış bana. Arıyorum ve bana Migros'da olduğunu söylemekle kalmıyor, temizlikle meşgul mekânın açılış saatinin de dördü bulacağını söylüyor, çünkü O uğramış. Ben o sırada Migros'a varmış durumdayım ve kapıdan içeri adımımı atacakken tam, içeriden deri pantolunlu bir fıstık çıkıyor.

Dilim tutuluyor kısa süreli de olsa, kendimi bulduğum anda da gülümsüyorum. Ahh benim asla taca çıkmayan gülümsemem işte.

Ve dayanılmaz cazibem...

Sonra kısa bir değerlendirme yapıyor, alternatifleri gözden geçiriyor, coğrafyamızın aksine şehirde bir mekâna takılmaya karar verip otobüse biniyoruz. Ve bir sohbet bir sohbet ki tadına doyamadan şehir merkezine varıp Cumhuriyet Meydanı durağında iniyoruz. İstikâmet bu yaz enn çok takıldığımız, kısa süre önce çok sevgili dostlarımızla enfes bir tanışma ve gece yaşadığımız mekânda karar kılıyoruz. Lakin bir maç akşamı, hava soğuk, korunaklı alandaki masalar maç için rezerve edilmiş ve her zaman oturduğumuz masamız da artık yaz olmadığı için bu korunaklı alanın dışında...

O halde BOHEM.


Bohem kadim bir mekân, şehrin enn popüler ve kurtarılmış bölgesinin en özel caddesine en fazla 15-20 metre uzakta ve o caddeyi dikey kesen yine popüler olan ve daha dar bir cadde üzerinde. Elbette ruhsatı eski olduğu için de şehir içinden uzaklaştırılamayan sayılı mekânlardan biri. Lakin o bölgenin çocuğu olmama, ortaokul ve lise yıllarımın orada geçmiş olmasına, evlendiğimde ana caddede ve mekâna yürüme adımı ile en fazla üç beş dakikada ulaşabilmeme ve solculuğun mabetlerinden biri olmasına, önünden defalarca geçmiş olmama rağmen bir kez bile gitmediğim bir yer.

Taa ki Enn Sevdiğim Kadın yakın zamanda kapısından içeri adımını atıp, içerdekileri de elbette şaşırtıp soğuk birasını keyifle içene kadar.

Bir maç günü ve bizim rezervasyonumuz yok. An itibariyle birkaç masada birkaç insan var. Enn Sevdiğim Kadın'ın dördüncü benim de üçüncü gelişimiz ve bu durumdan -kanımca- mekân sahibi ve çalışanlar hoşnut. 50 metrakare ya var ya yok mekân. Fakat dekorasyon muhteşem. Benim diyen İngiliz pub'ı ile aşık atar. Bu kez cam dibinde yüksek sandalyeli yüksek bir masaya oturuyoruz; içerinin dıştan gözükmediği camın ve kalorifer peteğinin dibine... Bir anlamda kendi bağımsız alanımızı yaratmış gibiyiz. Müşteriler zaten kadim ve en azından aşinalıkla da olsa birbirimizi tanıyor gibiyiz. O halde gelsin fıçı biralar...

Ve elbette patatesler ki ne zamandır hayalini kuruyordum. Sorduk ama sosis yokmuş, olsun patatesi tazeleriz. Fakat nasıl bir keyif, sıcacık bir ortamda sımsıcak, üstelik minik gettomuzda doyumsuz bir sohbet eşliğinde dillere destan bir yaşama ânı... Rüya gibi, karşımdaki kadın da rüya gibi, ortam, mekân, mekânın sahibi, çalışanları sanki bu rüya ân için özel seçilmişler... Ve ninni tadında söyleyen Ahmet Kaya.

O ara Enn Sevdiğim Kadın sigara molası için dışarı çıkmak amacıyla masadan kalkıyor ve ben o sıra onun dışarıda kapı önünde sigarasını içtiğini sanıyorum. Masaya döndüğünde anlıyorum ki ona mutfakta içebileceğini söylemişler. Ve içeride enfes bir sokak köpeği var; olağanüstü, güngörmüş bir şahsiyet kendisi, az önce deri koltuklardan birinin üzerinde kestiriyordu, şimdi başka bir koltukta. Bizse sohbetin ve biranın dibine vurmuş durumdayız. Artık maç saati yaklaşıyor, masayı rezerve edenler için kalkma vaktimiz. Kasadayız ve ödemeyi yapıyoruz. Bu kez yürekten bir bahşişi bırakıyoruz ve keyifle kendimizi dışarı atıp kadim ve anılarla dolu caddeden istasyona doğru yürüyoruz. Elbette milyonlarca anım olan caddeyi adımlarken, izlerimi onunla paylaşırken ve gökte durup durup baktığımız enfes bir ay varken, yaşam tadımın çoğalmasında çok payı olan Enn Sevdiğim Kadın'a da hayran hayran bakan gözlerimi kıskanmadan edemiyorum.

Ve trende tıngır mıngır giderken bir karar alıyoruz: Bohem'de enn bohem bir gündüzde, kar yağarsa canımıza minnet bir akşama varacak rakı masası donatmak...

Çünkü Enn Sevdiğim Kadın mutfakta sigarasını içerken aşçıyla sohbet etti ve menüde o akşam için  neler olduğunu gördü!

11 Kasım 2023 Cumartesi

Yaza Veda Öncesi Keskin Virajlar

Yaklaşık 20 gündür tek bir -taze- yazı girmemişim bloga!

Şaşırdım!

Yazı girmemiş oluşuma değil, çok uzun gelen süreninin aslında sandığım kadar uzun olmamasına...

Sonra, daha önce fotoğraflarını yerleştirdiğim ama bir türlü, türlü nedenlerle başlayamadığım yazılacak yaşanmışlıkların elimi uzatsam dokunacak kadar yakın olmasına!

Oysa bana ne kadar uzaktalarmış gibi geliyorlardı.

Bir türlü toparlayamıyordum kendimi. Zaman kavramım uçup gitmişti. Bir adım mesafemdeki hoşluklara erişemiyor, erişmeye çalıştığım her evrede bir zaman yolculuğu başlıyor ve geçmişin hoşlukları ile bugün arasında kalıyor, ruhumun ateşini bir türlü tutuşturamıyordum.

Enn Sevdiğim Kadın tatil dönüşünden biraz sonra Ankara'ya dönmek zorunda kalmıştı ki hâlâ orada. Her gün telefonla konuşuyoruz. Tahsin Amca'nın ölümü birden büyüdüğümü hissettirmişti bana. Önümdeki insanların azalması rakamsal olarak küçüklüğümü elimden alıyorlardı sanki... Lakin ruhum da bugünle dün arasında büyük bir mücadele veriyordu. Gülmek istiyordu ama eksilenler ve hasta yatağında olanlar nedeniyle yazma coşkum bir türlü geri dönemiyor, ben de günlük rutinlere renk katarak yaşamın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Oysa Enn Sevdiğim Kadın tatilden döneli ve enfes bir öğleden sonrayı ve enfes bir gece cinliğini yaşayalı daha bir ay bile olmamış, ben taze bir yazının, henüz dumanı üzerindeyken üstelik, fotoğraflarını yerleştirmiş ama sonraki gelişmeler nedeniyle de bir türlü hayatıma kayıt düştüğüm enfes güne dair coşkulu, neşeli bir yazıya bir türlü başlayamamıştım. Ruhum nefes alamıyordu. Bugün inatla, biraz da endişeli ortamlardan sıyrılmak adına yine hayatımın enn muhteşem bir gündüzünü, akşamını ve sonrasını -sıralı- anlatmak üzere klavyenin başına oturuyorum.



21.10.2023


Gün cumartesi, çok özlezmiş olmalıyız ki 13'de buluşmaya karar veriyoruz. Hazırlanıyorum ve istasyona doğru yürüyorum. Ayaklarım yerden kesik. Tren tıka basa dolu. Maskemi takıyorum. Ve Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Adımlarım oldukça hızlı çünkü indiğim nokta ile varacağım nokta arasındaki mesafe kısa olsa da geç kalma olasılığım var. Yoksa çok mu özledim? Üstelik tatilden kısmen erken dönmüş olsa da...

Hızlıyım, öte yandan terlemek de istemiyorum çünkü hava pastırma yazı kıvamında. Yokuşa sardığımda hız kessem iyi olacak diye düşünüyor ama onu bekletmek de istemiyorum. Yoksa özlemenin bir yansımasımı adımlarımdaki çabukluk. Saate baktığımda kaçırdığımın bir kaç dakika olduğunu fark ediyorum. Ve mekânın bahçesine alt kapıdan giriyorum, kafamı çevirdiğimde de O'nun üst kapının hemen girişindeki masada oturduğunu görüyorum. Fırsatı ganimete çeviriyor, biraz gaz keserek yaklaşıyor, bitmeyen bir gülümseme ile adımları yavaşlatıyor ve onu seyretmenin tadını çıkarıyorum.

Enfes bir sarılmaca...

ve öpüşmece...


Masayı donatıyoruz lakin henüz erken bir vakit, bu kez standartımızın dışında ve erkenciyiz... ve seçeneklerimiz az! Olana razıyız ama Arnavut ciğeri henüz hazır değil...miş.

Olsun.

Bu akşam bir derbi var. Galatasaray taraftarlarının bir kısmı formaları ile ekran karşısında yerlerine almaya başlamışlar, şimdilik bir kaç da Beşiktaş taraftarı var, bizse olayın dışında olduğumuz için bundan önceki masamızda değil, onun bir öncesindeki masamızdayız.

"Bir 35'lik Yeni Rakı lütfen!"

Simone Signoret'nin enfes anı kitabı Özlemin Eski Tadı Yok'un aksine özlemin tadını yudum yudum çıkarıyoruz.

Zaman içinde, biraz da vakit geçince Arnavut ciğeri de masadaki yerini alıyor. O halde...

"Bir yirmilik rakı lütfen."

Muhteşem bir son yaz akşamı, maç çoktan bitti lakin bizim kelimeler, cümleler şelale... Üstelik enfes de bir kitabım var, Enn Sevdiğim Kadın benim haberim olmayan bir kitabı çantasından çıkarmış ve bana uzatmıştı daha ilk kadehleri tokuşturmadan: 995 km, Murathan Mungan.

Gecenin derinindeyiz artık. Ödememizi yaptık ve elbette garsonlarımızı boş geçmedik ve dışarıdayız. Lakin döneriz eve diye düşünürken ben ve istasyona yürüdüğümüzü sanırken kendimi Bohem'de buluyorum. Bu kez temkinliyim ve kolada karar kılıyorum. Bu tatlı kadın birasını yudumluyor ki bayılıyorum bu haline... Sonra eski evlerin önünde kalarak, fotoğraflarını çekerek, bazen sallanarak, bazen sarmaş dolaş olarak ve bazen sırnaşarak ve neredeyse tüm sokakları arşınlayarak varıyoruz Gar İstasyonu'na. Dönüş trenine yetişemeyeceğim kesin çünkü O'nu eve bırakacağım da kesin.

Bizim istasyonu geçiyoruz. Lojmanlarda iniyoruz. Son tren piyangodan çıkarsa ne âlâ ama çıkmayacağını biliyorum... derken, bir tren gözüküyor ve duruyor, iç ışıkları sönük. Hangi istasyonda ineceğimi soruyor, en sevdiğim kadın da varınca ara diyor ve biniyorum... ve bu bana meleklerin kıyağı, çünkü yolcu almıyor ve park edeceği yere gidiyor ve ben -aslında- bir kez daha son treni kaçırmışım.


Sonraki günlerden bir gün, Enn Sevdiğim Kadın şehrinde, ben onunla sıklıkla temas halindeyim ve akşamları genelde Afiyet'e gidiyor, pasta, çay, okuma yapıyorum. Bir de telefonla sık ve uzun uzun konuşuyoruz. O arada benim haberim olmayan film konusunda uyarıyor beni ve sinemada buluyorum kendimi. Bir çizgi film bu! Usta işi, Hayao Miyazaki elinden çıkma, süresi uzun ve emek yoğun, Oskar ödüllü muhteşem bir hikâye: Çocuk Ve Balıkçıl...

Üstelik gözlerim resmen yaşarıyor çünkü çoğu kez tek olduğum 6 numaralı salonda bir sürü genç insan var. Fırsatı kaçırmıyor, kalabalıkla film izlemenin tadını, elimdeki promosyon mısırlar ve kolamla çıkarıyorum,

ve filmi şiddetle öneriyorum!


13 Eylül 2023 Çarşamba

Yoksa Ben Deli miyim

Deli mi divane miyim?!



Gün pazar, Enn Sevdiğim Kadın pazartesi 17'de yola çıkacak. O doğma büyüme bir Ankaralı. İki gün sonra da yazlığa...

Ege'nin incisi noktalardan birine!

Bu onun gelenekseli.

Ayın son çeyreği içinde de heyecan verici ve sevilesi bir başka noktaya.

Benim de uzun yıllardır bir hayalim var. Çocukluğuma nakşolmuş, ânların zihnime kazındığı bir şehir,

taa o yıllarda mini golf sahaları olan!

Savarona'yı Savarona iken orada gezdiğim.

Orduevinin karşısında bir ev, enn şaşalı yıllarında ve gencecik Pakize Suda ile karşılaştığım...

Tenis kortlarına bayıldığım ve hafta sonları bandonun geldiği, bayrak töreninin yapıldığı, İstiklâl Marşı'nın söylendiği...

Öncesinde, oraya gelirken ve sonrasında oradan gidilirken cadde boyu aynı bando tarafından günün popüler şarkılarının çalındığı...

Bir terslik olmazsa ayın 25'inden sonra, üstelik yıllar yıllar sonra orada olmayı düşündüğüm bir şehir.




Yaza Veda Rakısı

Kararında İçiniz!


15:30'da mekânda buluşmak üzere anlaşıyoruz. Duşumu yapıp, tıraşımı olup, askıdan yine mavi ama lacivertle mavi arası, rengine bayıldığım, elbette polo yaka tişörtü çekiyorum. Bu kez eskitilmiş kotum bir tık açık mavi ,

Bir tık daha dar paça.


Trenden Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Kartımı okutup iademi alıyor ve ışıklardan karşıya geçiyorum. Kadim Divan Pastanesi'nin bahçe kenarından yürüyerek, eski sigara fabrikasından ve  tütün depolarından Yusuf Başkan döneminde son derece başarılı bir şekilde AVM ve yeme içme mekânlarına evrilen bölgeyi keyifle geçip Sanat Sokağı'ndan mekâna doğru yürürken saate bakıyorum; zamanlamam müthiş: 15:30'a üç dakika var.

İçerdeyim ve bir önceki masamızın olduğu yere yürüyor, geçici ikâmet için masaya oturuyor, üst taraftaki kalabalık nedeni ile hazırlanmakta olan masayı, durduruyor ve kadim iki binadan soldakine doğru yürüyüp, bu kez iki kişilik bir masaya geçici olarak yerleşiyorum. Ve servis açmamalarını söylüyorum. Derken... tam da o sırada Enn Sevdiğim Kadın bahçe kapısından giriyor. Ayaklanıyorum, o da bana doğru yürüyor. Enn sevdiğim temas ânı.  Bulunduğum noktayı ben eskisine göre daha çok sevdim lakin onun fikri daha önemli... Mutabıkız.

Bu gruba bakan garson farklı, onu da sevdik. Ne içer mişiz! Elbette rakı. "35'lik lütfen!" "Yeni Rakı lütfen!"

O halde gelsin mezeler!

"Bamya lütfen,"

"Beyaz peynir lütfen,"

"Kavun lütfen,"

"Yoğurtlu semizotu lütfen,"

"Roka salatası lütfen,"



Hava enfes, kararında bir sıcaklık. Sohbet derin... daldan dala. Nelerden söz etmiyoruz ki. Artık şehir merkezinden yok olan çocukluğumun ve ilk gençliğimin ucundan yakalayabildiği, arkadaşlarla tadını çıkarma fırsatı bulabildiğimiz, ölçülü ve adabıyla içme kurslarında olduğumuz kadim, kolalı peçeteli, her birinden tek tek söz edilesi mekânları saygıyla anıp bir kez daha gözden ve sözden geçiriyoruz.

İçki içilebilen orduevleri, artık yok edilen kamplar, gar lokantaları, lokaller, kadim meyhaneler, Turban'lar tek tek masamızı ziyaret ediyor. Güzel sözler ve derin anılarla her birini masamızda ağırlamanın mutluluğunu paylaşıyoruz ve lafı bizim Gar Lokantası'na getiriyorum.

Bir kaç gün önce nette eski bir fotoğrafını ararken -bizim- Gar Lokantası'nda bir masaya rastladığımdan söz ediyorum ki masada üç değerli şahsiyet var: Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve lise yıllarımızda her türden kitaplarımızı özellikle oradan aldığımız -artık olmayan- Macit Kitapevi'nin sahibi beyefendi.

​Oradan meyhanelere sıçrıyoruz, şu an bizim şehirde o manada bir tek mekânın bile kalmamış olduğunun altını çizerek, entelektüel kitlesi ile bir adım önde olan Dramalı'dan söz ediyorum.

"Bir 20'lik Yeni Rakı lütfen."

Gündemden alıp geçmişin derinlerine doğru uzayan, daldan dala sıçrayan, inadına güleryüzlü, esprili, kahkahalı bir sohbet. Gözlerimi, O konuşurken ona olan hayranlıklarından bir geri alabilsem, nerelere uzayacak zaman. Usul rakı yudumları, su olup akan cümleler, anılar, gündemler derken bir ânda; bugüne kadar hakkında yazmadığım ama yazmaya karar verdiğim, hayatımın en zor yıllarından, asker ve taze bir yirmilikken, ve belki de üzdüğüm, bir seçilmiş olarak televizyon ekranında siyah beyaz gözükmüşken; 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki bir 19 Mayıs günü ve ilk kez yapılan canlı yayında; bayrağı Bandırma Vapuru'ndan aldıktan sonra uzun bir mesafe koşarak onu tören alanına taşıyan, tek kanallı siyah-beyaz TRT ekranından akan, elbette kasılmama sebep olan ve sonrasında adı -şehrimizde- Bayrağı Taşıyan Kız olarak kalana geliyor. Ve başka mekânlara, başka ânlara doğru yürüyor kelimeler.

Oradan pat diye pavyonlar mevzusuna giriyoruz. İzmir pavyonlarının altını çiziyor, Ankara pavyonları konuya dahil oluyor. Belki zaman içinde yazıya çevrilecek ulaklıklarımla birlikte, postacılık işlevi olarak asker mektuplarını, bir pavyon güzeline ve çok sevdiğim aynı abinin nişanlanıp evleneceği bir başka ablaya taşıdığım bir kaç yeniyetmelik anısı daha saçılıyor masaya.

Ve artık demir alma zamanı. Bu kez son trene yetişmek istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın yarın öğleden sonra yolcu. Ödememizi yapıyor ve çıkıyoruz Sanat Sokağı'na. Bir fotoğrafını çekiyorum sokağın lakin flu, ikinciyi çekiyorum o da flu. Ya ben sarhoşum ya da makine. Çünkü biraz sonra kıvrılacağımız sokaktan sonra kıvrılacağımız yerde de aynı fotoğraf cebelleşmesi.


Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'na doğru yürüyoruz. Bıcır bıcır konuşuyoruz, şimdi mağazalarla dolu eski fabrikadan hayali sigara makinelerinin ve çalışan kadınların sesleri geliyor. Enn Sevdiğim Kadın'a bu cadde üzerindeki artık yok olan Meyhane'yi işaretliyorum. Tarihin bile unuttuğu genelevle, artık yok olan ve rolünü AVM'ye devretmiş sigara fabrikasının arasından geçiyoruz. Şimdi, az evvel artık olmayan Konak Sineması'nı, sonra da kadim parkın içindeki, bu kez tüccarlara ait tütün depolarının yok oldukları noktada kalan hayali silüetlerinden söz ediyorum. Lakin şehrin en ünlü fotoğrafçısının artık yok binalardan birinde olduğunu ve benim ceket kravatlı halimle ve enn amcamla çekilmiş ve blogda da paylaştığım 5-6 yaşlarımdaki fotoğrafın, o fotoğrafçı tarafından çekildiğini söylemeyi unutuyorum.


Artık trendeyiz. Bir de çok konuşkan ablalar grubu var. Dönüşte son trene yetişebileceğim kesin. O'na, Enn Sevdiğim Kadın'a, sessiz ninniler söyleyebilirim.

15 Ağustos 2023 Salı

Tek, İki Parmak Kalana Kadar Su Ve İki Buz Lütfen!


Pazar Rakısı

Kararında İçiniz!

Onca efsane yaşamış ben, O'nunla onca, her biri bambaşka güzel gün yaşamış ben, bayrama hazırlanan coşkulu çocuk gibiyim; yepyeni bir ilk buluşma tadında, 15'lik çocuk heyecanında, 17'lik bir bilmişlikle giyiniyorum. Kotun şu olmalı, diyorum. Askıdakiler içinden polo yaka, ama yaka uçları düğmelenen, mavinin en uçarı, en uçuk, o oranda da sakin, heyecanlı ama yine de tecrübeli tonunda olanı askıdan alıyorum. Aynadaki beni seviyorum. Saçlarımı taraktan geçiriyor, onlara yine de ellerimle haşarılık, elbette kısmen dağınıklık veriyorum. Mini sırt çantamı alırken ve henüz kapıdan çıkmamışken de aynaya göz atıyor, aynadaki çocuğu seviyor, biraz da kıskanıyor, tişörtü etek ucundan ve köşesinden biraz çekiştiriyor, sağladığım bilinçli pejmürdelikten de memnun kalıyorum.

İstasyona köpük üzerinde kayar adımlarla, heyecanla, keyifle yine de tecrübe bilinçleriyle, O'nu hayalimden bir tık bile uzaklaştırmayarak, bir takım cinlikler de planlayarak ve kendimi sıklıkla gülümserken yakalayarak varıyorum. Tren yanaşırken istikametini belirleyen üst ekranından akan "Bugün Günlerden Samsunspor" yazısını okuyorum. Tren sakin, oturuyorum. İnsanlar keyifli, güler yüzlü, gençler hoş, ben de hoşum.

Lakin enn sevdiğim kadınla aynı trende buluşamıyoruz, çünkü O dedi ki: "Benim şehirde uğramam gereken bir iki yer var; saat 15:30'da mekânda buluşalım."

Bence bu da hoş bir durum, heyecan verici!


Cumhuriyet Meydanı'nda iniyorum. Gideceğim mekân çok kıymetli. Yeni yerinde ama aynı mahallede, eskisine çok gitmişken yeni yerine ilk kez varacağım özel coğrafyanın, Sanat Sokağı'nın yokuşunu çıkarken bilmem kaçıncı kere; çok mutluyum. Çünkü ülkenin farklı yerlerinde O'nunla çok kere yaşadığım bir keyfi, uzun bir akşamı, sürprizlerini öngöremiyerek sıfır noktasından başlayıp yaşayacağımı ve bu akşamın da tazeliğini hiç yitirmeyecek şekilde ve ilk ve çok ayrıcalıklıymış gibi bünyeme, kendi özel haliyle nakış gibi işleneceğini biliyorum. Dipdiri bir heyecanla onun bahçe kapısından giriş anını, ayağa kalkışımı, ona sarılışımı, biraz da "Ben oooo!" havasıyla ama yine de kendimi koyvererek sergileyeceğimi, zihinden akanlara rağmen yine de her şeyin doğaçlama gelişeceğini bilerek bahçe kapısını gözleyecek bir masaya oturuyorum. Bana yanaşan ve finalde bayılacağımız garsona, masayı birazdan seçeceğimizi, ve beklediğim biri olduğunu söylüyorum.


O görünüyor, şöyle bir bakınıyor ve ayağa kalkan beni fark ediyor. Güzide mekân an itibariyle bomboş. İki masa dışında kimsecikler yok. Oysa ikindi rakısı ne muhteşemdir. Kıymetini bilmek, en azından da yaşamak gerekir!

Gülerek yaklaşıyor.

Siyah elbisesi muhteşem.

Dekoltesinden öpesim geliyor. Ama o afacan kız hali, ayaklarındaki laciverte yakın ama mavinin en güzel tonundaki Sneaker'ları, bileğindeki her birinin hikâyesi ayrı aksesuarları ile bana doğru yürüyor.

Hadi gel de sarılma bu tazeliğe!


Masamıza karar veriyoruz, kendisini bulunduğu yer itibari ile çok seviyoruz; gerçi üzerinde rezerve olduğuna dair bir levha vardı ancak sanırım bu oraya -seçkin- müşteriler için özellikle koyulmuştu. Bahçe muhteşem. Henüz sakin mekânda bir çift ve muhtemelen altın günü yaşayan altı kadınlı bir masa dışında biz varız. Coğrafya ben için özel bir kıymet taşıyor. İlkokulum, ortaokulum ve kiradan kurtulup artık bizim evimiz dediğimiz ilk apartman dairemiz oturduğumuz masaya -ev biraz daha uzak kalsa da- en fazla 100-200 metre uzakta. Üstelik hemen dibimizdeki, yine muhteşem binasıyla ama artık çok katlı ayakkabı mağazası haliyle, tansiyon nedeniyle bir kaç gün yatmışlığım bulunan; 20'nin ilk basamaklarında, artık babasız ve hayatımın en zor yıllarının start çizgisindeyken çok özel tanışıklıklarımdan biri tarafından yapılan ziyaretle de hayatımın en özel günlerinden birini yaşadığım Askeri Hastane* var.

Masamızı çok seviyoruz.

Beyefendi garsonumuz siparişimiz için masamızda.

"Bir 35'lik rakı lütfen."

O tercihimizi soruyor.

"Yeni Rakı lütfen..."

"Yoğurtlu kızartma lütfen,"

"Arnavut ciğeri lütfen,"

"Peynir lütfen,"

"Karpuz lütfen."


Masamız donatılınca şahane garsonumuz şişeyi açıyor, ve alkış kendisine; soruyor çünkü!

Enn Sevdiğim Kadın yanıtlıyor: "Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

Seni seviyorum çınçınlarının ve ilk yudumların ardından Enn Sevdiğim Kadın çantasından bir paket çıkarıyor.

Uzatıyor bana...

Açıyorum ve düşüp bayılıyorum. Aramızda hiç konuşulmamış bir kitap. Ben almayı düşünmüş ve hayalini kurmuştum. Bu güzel kadın hiç üşenmemiş, benden önce şehire vararak bu kitaptan iki tane almış ki şansa bakmak lazım; sanki bizim için ayrılmış iki tanelermiş.

O zaman Hatay'dan, Vakıflı'dan şu an ve cümleler geliyor gözlerimin yaşına:

"Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikâyemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle: "Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."**

Saatlar saatleri kovalıyor, 35'lik bitiyor. Alt bölüm çoktan tıka basa doldu. Ekranda Samsunspor maçı. Bahçedeki yerleşme düzeni muhteşem. İzleyicilerinin coşkuları ile ortağız. Hiçbir aşırılık yok, yanı sıra da bir rahatsızlık vermedikleri gibi, sesimizi birbirimize ulaştırma konusunda bir sıkıntı da yaratmıyorlar. Enfes bir komün hali, hoş bir pazar gününde keyifli bir zaman dilimi.

O halde!

"Bir yirmilik Yeni Rakı lütfen."

Bir de kavun.

O müesseseden.

O nedenle mi bu kadar tatlı, serin ve hoş?!

Maçlar bitiyor. Bizim için kârlı bir pazar: Gün sonunda Fenerbahçe kazanıyor, Enn Sevdiğim Gençlerbirlikli'nin takımı kazanıyor ve Samsunspor'umuz deplasmandan bir puanla dönüyor.

Son yudumların ardından, ödememizi yapıyor, garsonumuza iltifat ve teşekkür ediyor, bahşişini kalpten, anasının ak sütü gibi helâl cinsten hesabın arasına yerleştiriyoruz.

Sonra şehrin en popüler caddesine çıkıyor, ilkokuluma selam çakıyor, Namık Kemal Lisesi'nin önünden geçerken diyorum ki enn sevdiğim kadına: Okulun bekçisi ile kanka olmuştuk, apartmanın çocukları toplaşır, gece vakti gider, abi vasıtası ile sınıflara girer ve arkadaki yazlık sinemada oynayan filmleri izlerdik. Fakat nedense, muhteşem binası ile Halk Eğitim'in önünden geçerken, ciltlenmiş Doğan Kardeş'leri okuduğumuzdan, kitaplardan, ama listenin kaç kitap okudunuz kısmına ise 1000'lerle ifade bulan şımarıklıklar yaparak yazdığımız sayılardan söz etmiyorum.

Belki de etmişimdir,

kafam iyi olabilir!

Elbette alt köşeye varana kadar tüm mevcut apartmanların yerindeki ve artık bir kaç tanesi kalmış olan muhteşem bahçeli Rum ve bizim mimarimize özgü evlerden söz ediyorum.

Çocukluğumuzun apartmanını geçtikten hemen sonra da, köşeyi dönüyoruz!

Cila vakti!


Bir kez bile gitmediğim ama hep takdir ettiğim bir mekân, Bohem. Cadde ve mahalle 80 öncesinin kurtarılmış bölgelerinden. İlk gençliğimin ayak altında... Lakin bugüne kadar nedense bir kez bile gitmedim. Başka mekânlardı tercihimiz, kim bilir, belki de alışkanlıklardan vazgeçmeme,  belki de bazı anıların bura henüz açılmadan öncesine ait olması sebep.

Süzülüyoruz kapıdan içeri. Ekranda Fenerbahçe maçı. Orta masalardan birine oturuyoruz. Biz kendi dünyamızda yok oluyoruz. Sıfırdan enfes bir sohbet. Biraz geçmişten söz ediyorum: Mesela şu karşı apartmanın adı Metin, diyorum; Prof Böke'nin babası, şehrin ilk kuaförlerinden... O sırada kızarmış patatesler yanlarında mayonez ve ketçapla geliyor. "Patron abinin ikramı," diyor genç adam. Teşekkür ediyoruz. Biralarımızı keyifle bitiriyor, sallantının eşiğine varıyor, ödememizi yapıp geceye karışıyoruz derken ve dışarı adım atmışken...

Bir kez daha sesleniyor "Abi!" diyerek güzel adam.

Minik fotoğraf makinemi masada bırakmışım!

Gar İstasyonu'na doğru, artık ıssız geceyi yürüyoruz. Kafalar Leyla'nın eşiğinde. İstasyondayız ve bankta, güzelim omuzumda. Tren geliyor, sakin.

Güzelim kolumun altında; bizim İstasyonu geçiyoruz. Tren şimdi onun istasyonda. Saat günü aşmış.

Biraz oturuyoruz. O telefondan bakıyor ve dönüş treni yok, diyor.

Ben kardeşi arama niyetinde...



*En Özel Tanıklığısın Ömrümün

**Yazının 8.fotoğrafının üstündeki ve altındaki paragraftan...

18 Temmuz 2023 Salı

Şahane Mekân Hammur Ve Tesadüfün Böylesi

Öncesi...

Ayın 17'si sabah erken uyanıyorum. Mini mini birler heyecanım yerli yerinde. Saat 13 netleşmiş durumda ve sınıf başkanımız günü başarıyla koordine ediyor. Kendisi bir doktor olduğu için hatırlatma dozunu da süreç boyunca vakti saati geldiği her anda bünyelerimize zerk ediyor. Mesafeleri de gözeterek hazırlanıyorum ve saat 11'i biraz geçe çıkacağım; sırt çantam tamam, dış kapıyı açıyorum ve telefon çalıyor. Koşuyorum ama yetişemediğimi düşünürken elime alıp geri tuşladığımda sınıf başkanımın sesini alıyorum. Hazır ve yola çıkmak üzere olduğumun beyanı ile birlikte kendimi önce asansörde sonra da istasyonda buluyorum.

Çok keyifli bir gün olacağından eminim.

Günü yazma planım baki.

Ancak bir huyum da var benim, değil arkadaşlarım, en enn yakınım ve asla kıyamacağım insan da olsa bildiğimi söylemekten ve yazmaktan çekinmeyen bir ben daha var; şu merhametli benim içimde. Ve traşını olmuş hazır ben sevdiği renk kotunu ve polo yaka tişörtünü giymiş ve üstelik spor ayakkabısını da hafif ıslak bezle silmiş durumda. Bir avantajı var ki gideceği mekânı iyi biliyor, yazdı. Ama mekânın arkadaşlarının olduğunu, sınıf başkanı arayana kadar bilmiyordu ve normal bir müşteri gibi gitmiş, her seferinde Dilek Hanım'la karşılaşmış, o güne dair yazıların içindeki övgü kelimelerini de günün doğal akışını ve aldığı keyfi yansıtır biçimde yazıya dökmüştü. O bakımdan arkadaşlarla yaşanan günü yazma konusunda rahat ki mekânla aralarındaki ilişki sıcak kurulmasa ve tersi bir durum olsaydı; yine davete icabet eder ama mekâna dair olumlu ya da olumsuz tek kelime bile etmezdi.

Zamanlamam muhteşem. Hammur'un komşusu sigorta şirketinin sahibi benim can arkadaşlarımın en küçük kardeşleri; önce ona uğruyorum; tam 13'de de yan tarafa geçiyorum. İlk gören ve şaşıran Dilek oluyor çünkü ne zaman gelsem onunla karşılaştım. Ben mekânın arkadaşlarımın olduğunu bilmiyorken o da benim onların arkadaşı olduğumu bilmiyordu.


İçeri girdiğimde kimseyi görmüyorum. Doğrudan bahçeye yürüyorum ve başkanımız orada, Uğur arkadaşımız ve Sevgili Eşi Aysun Hanım da...

Hoşbulduk, lafa girdik, mevzular akarken de Deniz geliyor.

Gelemeyen arkadaşlarımızla, şehir dışındakilere Hüseyin başkanımız whatsapp üzerinden canlı yayın yapıyor. Çok keyifli bir gün olduğunun altını çizerim ki siyasetten akla gelebilecek her konuya kadar uzayan bir sohbet. Okul anıları elbette... Bizi yetiştiren Gülseren Kaya öğretmenimizi anmadan geçmemiz mümkün değil. Solculuğumuz da depreşiyor. Avusturalya'da yaşayan bir arkadaşımızın, genel istek üzerine whatsapp'dan uzaklaştırıldığını, sisteme dahil olmayan ve kullanmayan biri olarak o gün öğreniyorum ki, bizim çocuklara hak veriyorum. Çünkü yurt dışında yaşayıp, dolar, euro ile maaş alıp, ama çok çok methettikleri liderin yönettiği muhteşem ve cennet ülkeye neden dönmediklerini de biliyorum elbette... ve iki yüzlü tavıra tavır koyulmasını da o nedenle yadırgamıyorum. Ve bu cepheyi açan kız arkadaşlarımız Filiz ve Burçin'e... ve Serdar'a sevgilerimi yolluyorum.

Elbette Mümin kardeşimi de sevmekten vazgeçmiş değilim.


Masa ufaktan ufaktan donatılmaya başlıyor, laf lafı açarken. Ben avantajlıyım şimdi; çünkü lezzeti tatmış ve yazmış biriyim ancak şu an daha önce tatmadığım ama menülerinde olduğunu bildiğim yiyecekler de masada yerlerini alıyorlar. Sunuma bayıldığımın altını özellikle çiziyorum. Bu noktada en ufak bir kaygım da yoktu çünkü önceki gelmelerimde tabaklar, ve fincanlar ve çatal bıçaklar gereken tüyoları vermişlerdi bana. Tattıklarımdan öte mekânın genel dekoru, yaklaşım, arkadaki şirin bahçe ve girişteki mobilya yerleştirmeleri ile aydınlatmada kullanılanlar zaten bana bir şeyler söylemişti ki bahçedeki kumrularla arkadaşlığımız da bu hoş hali katmerlemişti.

Kitap okumanın keyfini bile çıkarmıştım, lezzetli yiyecekleri tüketirken.

Mantıyla başlıyorum ki kendisi tam tekmil hazırlanmış. Genelde mantıcılar -özellikle- sorarlar yoğurt konusunu, ben sarımsaklı tercih edenlerdenim ve bütün baharatları kullanırım. Şu an önümde duran kâsedeki görünüm muhteşem, bir yanıyla da yürek işi ki sordum; doğrudan böyle mi getiriyorsunuz diye masaya.

İlk kaşık ve ayaklarım yerden kesiliyor. Aklıma kazınmış ve çok takdir ettiğim iki farklı mekândaki mantılardan biri bu. Hatta birincisinin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ki söylüyorum da... Şeflerin tarz olanlarına ve tarzlarından vazgeçmeyenlerine bayılırım. Elbetteki yediğimin bana söyledikleri önemli, beğenmesem bir daha yemem ama tutarlılığı takdir ederim. Önümdeki mantının bir iddiası var ki farklı damak zevklerini göz önüne aldığımızda ticari anlamda büyük bir risk bu. O nedenle de takdire şayan ki şiir gibi bir keyifti dersem, sanırım sunulanın hem estetik açıdan hem de damağa bıraktığı çok sesli ama kakofonik olmayan uyum açısından neler bırakıp neler söylettiğini de anlatmış olurum.


Su böreği ile ahbaplığımız vardı, çünkü önceki gelmelerimde tatmıştım; gül böreklerinin altını çizmiş, ıspanaklısını da ıspanağı seven biri olarak öne çıkartmış ve o günkü yazımda şehirdeki en iyi gül ve su böreklerinin burada olduğunun altını çizmiştim. O sırada yaprak sarma bir flüt sesi gibi uzaktan uzaktan notalarını yolluyor ve kulaklarıma yansıyan müzik midemi de heyecanlandırıyor ve dayanılmaz bir coşku ele geçirince de beni, alıyorum bir tane... Ve gittim. Hiçbir şey ölmemiş, baygın bir dolma değil, diri ama tam da kalması gereken noktada kalmış bir dirilik bu, yağ varlığını duyuruyor ancak dolmayı sulandırmıyor, damakta bıraktığı iz Vivaldi'nin mevsimlerinden ilkbahar gibi. Üstelik damaktaki bale adımları tülden ince tüyden hafif.

Muhteşem!


Kızartma tabağı fazlasıyla şiirsel, ilk anda ne olduğunu anlamıyorum çünkü tabak farklı. İçindekilerin doğranma ölçüleri şiirsel, görsel bir kabalık içermiyor ki daha kızartmaya başlamadan belli ki biçimlendirilmişler... Şefin estetik kaygısı hissediliyor ve sonuç şahsım açısından görsel olarak 10 numara. Tadın yanıltmayacağından eminim. İlk lokma, tüy gibi, esprili, coşkulu, yorgun değil diri ve kıpır kıpır. Sanki... evet sanki... haydi dansa diyor. Ve o dansı gönüllüce yaptırıyor insana. Hakeza salata... O da ben özelim, benzemem başka salatalara çünkü estetik açıdan da çok güzelim diye bağırıyor. Şirin ve sempatik, yorgun değil, aksine genç ve diri.


Elbette sadece yemeklere yumulmuş değiliz, zamana yayılmış usul usul lokmaları enfes sözcüklerle, her konu üzerine konuşarak renklendiriyoruz zamanı; miss gibi taze, çıtır, damakta derin izler bırakan, şeker miktarı kararında içi zengin tatlı lokmalarımızla.

Bu çok keyifli bahçede çok keyifli süreç boyunca ne anılar gelip gereğini yapıp sırasını bir başkasına bırakıyor, bir bilseniz... Anlatmaya bir girişsem sonuçta bir romana ulaşması kesin bu yazının. Ama içimde bir de iyi var işte; O müdahil duruma ve dozunda bıraksan iyi olacak diyor. Katılmak istemesem de pek, içimdeki iyilerden biri daha ayağa kalkıp okuyanın ki de can diyor.

O halde,

kalın sağlıcakla Sevgili Dostlar.


Mekânın bayıldığım noktalarından biri; her seferinde burası aynı zamanda bar hizmeti de veren bir yer olsaydı... Nasıl olurdu acaba dedirtiyor bana.

26 Haziran 2023 Pazartesi

Dünyaya Geldik Bir Kere!*


Geçen Hafta Pazar


Evden çıkıyorum. Sırt çantam tam tekmil: Mini fotoğraf makinesi, okumakta olduğum kitap, ne olur ne olmaz diye atılmış yağmurluk, olur da kalabalığa karışırım diye ve toplu taşım araçları için sürekli bulundurulan maske...

İstikametim belli. Niyetimde pide var ancak türü konusunda fikrim net değil ve yürürken bünyemin ilgili mercileriyle sürekli istişare halindeyim. Ve enn bayıldığım minik, bir kaç masalı, karakterlerini sevdiğim, akıcı bir bulvarın tam da köşe başındaki Pide Dünyası'na atıyorum adımımı.

Ocağın başındayım, hoş geldiniz ve hoş bulduk ile birlikte hâl hatır faslı tamam. Bir ikilem yaşasam da ağzımdan çıkan kelâm net.

"Peynirli tek yumurtalı lütfen."

"Kaşarlı mı?" sorusuna soruyla yanıt:

"Kaşar ve beyaz peynir karışık olabilir mi?"

Mutabıkız.

"Bir de çay, fincanla ve pide ile birlikte lütfen."


Bulvarı boydan boya gören masamda kitabımın içinde yok olmuşken, gün ve hava işbirliği muhteşem. Mekân en sevdiklerimden, şirinlik abidesi, özenli... ve onunla tam anlamıyla mavilim mavişelim durumu yaşarken pidem, çayım ve salatam masadaki yerlerini alıyorlar.

Hadi bakalım kolay gelsin; enfes bir yaşamak ânı için sahne hazır.


Ustam ellerin dert görmesin. Bu nasıl bir incelik ve tabii ki çıtırlık... Kaşar beyaz peynir kombinasyonunun tereyağı ile ortaklaşması her zamanki gibi... yani olağanüstü bir senfoni. Yumurta elbette rafadan.

Usul usul,

kısmen bıçak kullanarak ama daha çok parmaklarımızla,

tadına doya doya...


Hep birlikte ölüyoruz ve ödemeyi yaparken de memleketi bu hale getirenleri  Allah'a havale ediyor, ustadan ve servisimizi yapan gençten teşekkürleri ve ellerinize sağlık ifadelerimizi eksik etmiyoruz.


*

Leyla Karagözlü Bir Ceylandır


Başka Sinema filmleri -artık- olmayınca sinemanın yarattığı boşluğu doldurmak için televizyona takılmış durumdayım; televizyondan film izlememe inadım inadından vazgeçmediği içinse sadece dizilere takılıyorum. İstediğim gün ve saatte izleme fırsatı veren portalım sayesinde keyfim gıcır. Leyla'nın rozesi ve beyazı denenmiş durumda ve memnuniyet had safhada... En keyifli beyazlardan biri kategorisindeki yeri net; fiyat kalite ortaklığı şahane. O halde günlerdir gözümün içine bakan kırmızı ile de bir el sıkışalım bakalım. Kadehimi uygun ölçüde dolduruyor, kadehin ağzını minik porselen çanak ile kapatıyor ve kadehi en az 10 dakikalık bir süre için buzdolabının orta rafına bırakıyorum.


Dönüşü muhteşem. Öküzgözü, Cabernet Sauvignon işbirliği olağanüstü. Kadifemsi dokusuyla benim diyen bir çok şarabı cebinden çıkarır. Bitimi yerinde, sabırsızlık asla yaratmıyor ve bir kadehini uzun bir zamana yaymayı başarıyor. Fiyatıyla da benim diyen pek çok kırmızıya kesinlikle nal toplatıyor. İyi bir yemek eşlikçisi olacağı kesin ki henüz denemedim ama bir aperatif olarak damakta bıraktığı tat iz bırakıcı. Muhteşem bir eşlikçi olduğunun altını şahsen, kalınca çizerim.


*

Cuma Bir Özgecandır


Mathias Enard ile tanışma kitabım, pek yakın bir zamanda -tekrar- paylaştığım yazıdan da anlaşılacağı üzere Pusula'dır. Uzun bir aradan sonra, Ocak 2021'den beri okunmayanlar rafında beklemekte olan kitabı, biraz da yeniden paylaştığım Pusula yazım nedeniyle gaza gelmemin sonucunda -iyi ki- elime alıyorum; çünkü daha ilk metrelerindeyken, kitabın içinde erimiş durumdayım. Ona bir kıyak yapmam lazım, o halde şu güzel yaz akşamında, özellikle yazın enn sevdiğim okuma noktalarımdan biri olan Afiyet'in daracık, tek yönlü ve parke taşlı Lozan Caddesi'ni boydan boya gören verendasındaki masama götürmeliyim.

Vitrindeki pastalara meftun durumdayım. Yeni üretim yapmışlar ve çeşit sayısı muhteşem. Hepsini alasım var lakin kendimi tutsam iyi olacak. En gözümü ısıranlardan ikişer tane seçerek, pek tatlı genç kıza söylüyorum ve ek olarak da bir fincan çay lütfen diyorum. Ben kitabın içinde yok olmuşken masam da hazır oluyor. O halde, "gel keyfim gel."


Kitabın içinde yok oluyorum çünkü -bir kez daha- bayıldığım coğrafyadayız; Ortadoğu, Akdeniz, Kadim savaşlar... ve karakterler. Su gibi akıyor sahneler, olayların göbeğindeyim. Kelimelerden oluşan bir görsel şölen. Savaş. İnsan. Enard'ın akademisyen kimliğinden fışkıran edebi dil ve her biri film karesi olarak bütünleşen ve gözümdeki beyazperdeden zihnime akan sahneler... Öyle kapılmışım ki normalde yalayıp yutmuş olacağım pastaları edepli bir gurme gibi ağır ağır tüketiyorum; şaşkınım bu keyfi yaşatan kendime... Uzun kalıyorum ve 508 sayfalık, noktanın neredeyse hiç kullanılmadığı romanın 100 sayfasını yalayıp yuttuğumu fark ediyorum ama tavsiye konusunda kendimi yine öne atmayı, en azından şimdilik düşünmüyorum.


*

Bir Başkadır Cumartesi


Bugün mesai yok, oh be! Dibine kadar şımarıklık o halde... Sırt çantamda kitap ve fotoğraf makinesi, o nedenle bugün ki görev ustaya; arabada üç harfli ne ise Nikon'da odur benim için. Gençlik başımda duman! İstikamet minik bir park. Bazı yazılarda ufakça değindiğim, berberimle aynı güzergâhta, yokuşunun hatırı sayılır, mahallenin içinde, çocuklar için tüm aletlerin olduğu, tepeden geçen uçaklara el sallanabilecek noktada ve an itibariyle kimsesiz parkta; gölgedeki tek banka yerleşiyorum.

Az önce yokuşun ortalarındayken bir pastaneye girdim ve alışveriş yaptım, ufak çaplı; yokuşu tırmanmadan önce Migros'dan aldığım kolamsa buz gibi.


Kuruyorum avare masamı. Kedi kardeşle bir iletişimimiz var ama o benden havalı. Gençliğine veriyor, yemezler diye iç geçiriyor ve gülümsüyorum. Burnundan kıl aldırası yok... da, ben de kaçın kurasıyım. Oraya buraya gidiyor, dallara zıplıyor, arada yan gözle bana bakmayı ihmal etmiyor ancak ben, istemem yan cebime koy mesajını yakalıyor ve kendimden biraz uzağa ama yine de yakına sofrasını kuruyorum. Keşke öngörüp de fazla alsaydım diye düşünmekle birlikte karnının tok olduğunu da fark ediyorum ki, tavır beni yanıltmıyor. O halde kitaba devam; arada gökyüzündeki uçaklara selamı ihmal etmeden...


Parkın hemen sırt tarafında bir site var, park bir anlamda bahçesi gibi. Oradaki balkon konuşmalarını duyabiliyorum, bu hoşuma gidiyor; olağanüstü sessizliğin içinde pek hoş dedikodular, gülümsetiyor. Aynı zamanda uçaklar da bana bir mesaj veriyor. O mesajları akşam enn sevdiğim kadın ile paylaşıyorum. Sanırım bayram sonrası, eğer aksilikler olmazsa, bazı özlemler sona erecek gibi... Gözümüzde tüten bir şehir ve mekânlar var. Elbette sevdiğimiz insanlar da...


Günü Türk Kahvesi ile sonlandırmak istiyorum. Birisine nazire yapacağım; çok yorumumda kahve kitap fotoğraflarına imrendiğimin altını çizen cümleler kurduğum Yüreğimin İklimi blogunun yazarı, Özlem'e.

Rotamı kahveciye çevirdim ve önündeyim; ancak minik bahçesi dolu.

O halde Pazar ola hayrola...


*

Pazar Gavurlar Azar


Kahvaltıyı sarkıtıyor, zamanı minik kahvecinin tahmini açılış saatine göre ayarlıyorum.

O kahve bugün mutlaka içilecek!

Yine de sahilden uzayıp zamanı sarkıtarak, ağır adımlarla denizden uzaklaşıp, mahallemizin iç kesimlerine doğru rotayı çevirip, ikinci bulvara ulaşıyor ve dümeni kahveciye çeviriyorum. Adımlarım ağır olsa da dükkân kapalı. Olsun o zaman küçük dere boyunca köprüler geçer üst kesimlere doğru turlar, derenin öte yakasından dönerim ve o zamana kadar da açılmış olur, diye düşünüyorum ama... o önüne vardığımda bana diyor ki: Pazar günleri kapalıyız. Ona rağmen akşam bir kez daha gelip kontrol edeceğim.

Nasip.

Eskiden emlakçı olan, pidecimin karşı köşesinde ve bulvarın altında kalan kadim evlerden evrilerek pastaneye dönen mekâna çöküyorum. Üç farklı ekler ve bir de limonata siparişi veriyorum ve bahçedeki ağaç altı masalardan birine oturuyorum.


Bir yandan enfes limonatamı içerken bir yandan ekleri ufak ufak götürüyor yanı sıra da bu şahane ortamda kitabın satırlarında yok oluyorum; lakin kitapla kahveyi biraraya yine getirebilmiş değilim...


Eve dönüyorum. Gün akşam ve geceye evrilmek üzere. Deniz camı tıklatıyor. Hava enfes. İçimde kurtlar oynaşıyor; fikrimde kahve kitap buluşması ve fotoğraf.

Çıkıyorum evden; kahve, kitap ve fotoğraf buluşması için hedefim İskele Kafe. Oraya doğru yürürken fikrim diyor ki: "Şu minik ve şirin pastane?!" Biran orada Türk Kahvesi olmayacağını düşünüyorum nedense... İçime sinmiyor, İskele Kafe'den bir enstantane... Kıvrılıyorum, tatlı Sude'nin çalıştığı şirin pastaneye. Bahçe ışıkları kapalı, usulca giriyorum ki görünürde kimse yok.


Mutfağa doğru hareketlenmişken tam, Sude görünüyor, "Türk Kahvesi yapıyor musunuz?" diyorum ki... Bingo!

"Sade lütfen..."


Bahçe ışıkları yanıyor.

Kitabım elimde.

Kahvem harika...

Sunum ve ortam ise...

pofuduk yastıklara sırtını dayamış ben için,

adeta bir rüya.


*Başlık Şenay'ın söylediği Sev Kardeşim adlı şarkıdan...

2 Haziran 2023 Cuma

Bulutlu Gökyüzünde Yaşamak



29 Mayıs Pazartesi


Adalet Ağaoğlu'nun çok sevdiğim kitabı Romantik-Bir Viyana Yazı' nın içinde geçen, çok yazımda kullandığım ve kullanmaya bayıldığım ifade ile söylersem, artık günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyim. İki yazıya sığdırdığım ve üçüncüyü, Unforgettable adlı dizinin bir oturuşta ve benden beklenmeyecek sayıda sezonu ve bölümünü üç akşam boyunca izlemem ve her akşam bir kadeh beyaz şaraba eşlik etmek üzere armut ve elma dilimleri olan bir tabağı sehpanın üzerine yerleştirmem nedeniyle tez zamanda yazacağımı -kendime- vaat etmiş olsam da; türlü çeşitli avareliklerim nedeniyle dört gün sonra anca yazmaya devam ediyorum.



*



Önünden içeri girme teşebüsü ve niyeti olmadan sadece göz atarak geçişimin ardından, biraz da bayıldığım geçmişin izleri diri sokaklarını kullanarak, AVM inşaatının dev alanını bu kez yakın plan inceleyerek denize ulaşıyor, avare adımlarla, çam ağaçlarının altından, kırmızının en güzel tonundaki çiçek alanlarının kenarından yürüyerek, arada fotoğraf çekerek eve varıyor, biraz bloglara biraz da işe göz atmanın ardından ve ruhumun hadi artık dürtüklemesiyle birlikte, sırt çantamı kapıp, yine deniz kıyısını kullanarak ve saat 18'den sonra varıyorum; -ilk kez minik bahçesine adım atacağım- The Cakery adlı şirin pastanenin şirin çitli bahçe kapısına.


Bir iki masada gençler var. Oysa ben ıssız bir noktadaki bu küçük pastaneyi fark edilmez sanıyordum ve hatta hayıflanıyordum. İlk adımımla, bir masada oturmakta olan bir hanımefendi ve çok tatlı gülen bir genç kız sohbetlerini keserek ve genç kız hoş gülümemesi ile ayağa kalkarak, benimle birlikte kapalı bölüme geliyor.


Burası da küçük ama çok şirin; bir kapıyla daha geniş bir alana geçildiğini fark ediyorum ki orası imalathane diye düşünsem de ilk anda, mutfak tanımı daha çok yakışıyor bu butik hale.

Sıcaklıkla insanı kucaklayan, sade, şık ve samimiyet vaat eden bir iç alan. Genç kız güleryüzlü ve bu güleryüz onun ölçülü, abartısız, sözlerine ve önerilerine güvenilir bir karakter olduğunun altını çiziyor. Yıllardır bildiğimi, çok yakında ve yıllardır bu coğrafyanın aynı noktasında oturduğumu, mekânın hep dikkatimi çektiğini ama sanki ikimizin de o ânı beklediğimizi ve şimdi bazı kaygılarımın ötesine geçerek hamle yaptığımı ve an itibariyle umduğumdan fazlasını bulduğumu söylüyorum.

İletişim çok sıcak, fotoğraf çekebilir miyim diye soruyorum; enfes bir gülümseme, ardına eklediği bir iki cümle bir anda yıllardır buradaydım sanki hissi yaratıyor.

Pasta dolabı muhteşem, her biri sanat harikası. Kışkırtıcı, ukalalık yok, son derece sıcak bir iletişim oluşuyor pastalarla aramızda. Kullandığımız sessiz dil ortak, sıcak ve esprili.

Orman meyveli cheesecake'i gözüme kestiriyorum. San Sebastian göz kırpıyor. Selam çakıyor, sevdim seni diyor, ardına tez zamanda bir masada seninle sohbetin dibindeyiz, merak etme' yi ekliyorum. Onu şimdilik bir başka zaman için bırakıyor ve "Limonatanız var mı?" diye soruyorum genç kıza; olmadığını öğrenince, kahve aklımdan geçse de çay lütfen diyorum.

Kahve için bir hayal oluşturup, şimdilik onu bir kenarda tutuyorum!


Pastam ve bir fincan çayım masamda. Tabağa ve de cam fincanın tasarımına bayılmış durumdayım. Orman meyvelim, ahh, neler fısıldıyor bana bir bilseniz. Ortam zaten muhteşem ve seçtiğim masa bu küçük mekândan soyutlamadan da kendi ada'mı yaratma olanağını veriyor bana.

Hiç acelem yok, günün ve bu enfes akşamın ruhu ile çoktan ortaklaştık. Müzik, günün en hoş saatleri, elimdeki hayalperest roman, ve pastadan kesilmiş küçük bir lokma.

Gittim...

evet gittim ben;

sanki ormanda Pamuk Prenses'le orman meyveleri toplamışız da soluklanmak için bu pastanedeyiz.

Orman tabağımın içinde.

Koku...

Evet koku!

Ahh o böğürtlenler!

Pırıl pırıl,

sanki hiç fırın görmemişler gibi...

Ağırdan alıyorum.
Zamanı elimden geldiğince uzatıyorum.

Keyfim alkış kıyamet.

Enn sevdiğim kadın zihnimde dönüyor. En kısa zamanda, diyorum. Elinin hamuru ile onun fikrini de merak ediyorum. Elbette ilk lokmanın ardından anne kız olduklarını düşündüğüm hanımefendilere düşüncemi beyan ediyor ve muhteşem, diyorum.

Ödememi yapıyorum.

Ki fiyat kalite kıyaslaması için zihnim şunu diyor bana:

Emsallerinin hepsinden daha güzel,
fiyat bir tık daha yüksek olsa da...

Ve bir kıyassa söz konusu olan,

söz konusu keyifse,

cümlesine nal toplatır bu mekân!




26 Nisan 2023 Çarşamba

Engüç İle Mengüç

Dün bir kez daha şehirde ve bir hafta önce keşfettiğim ve çok zevk aldığım pastanedeyim. Masama kurulmadan önce siparişimi veriyor, dünyanın en güler yüzlü insanları kategorisine gireceği kesin hanımefendi ile biraz hal hatır muhabbeti yapıyoruz. Elbette bahçeye geçiyorum ve aynı masada oturuyorum.

O sırada gözüm Kumru Hanım'ın içini ikamet bellediği saksıya takılıyor ki kendisi yok!


Kendisi yok ama fark ediyorum ki iki bebe var. Hanımefendi gelince anneyi soruyorum. Anlıyorum ki alışverişte. İsimleri var mı diye soruyorum, hanımefendi gülümsüyor. Anlaşılıyor ki düşünmemişler, sonuçta kuş!

Aheste götürüyorum soframdakileri; gözüm iki bebede, elime doğdular desem yeridir. Elbette gün gelecek uçup gidecekler, ama an itibari ile buradalar; bir anlamda ananın ev bellediği ve doğumu yaptığı yerdeler. Hanımefendiye anneanesiniz artık diyorum, gülüyor ve isim kısmı ise sanırım aklına yatıyor; düşünmediği için de henüz bir isim beyan etmedi.


Bebeleri ürkütmeden tempoyu iyice yavaşlatarak, enfes ıspanaklı böreğimi minik çay yudumları eşliğinde götürüyorum ve bir kez daha altını çizerek kabul ediyorum ki şehrin en güzel gül börekleri burada. Bebeler uyku mahmuru, birbirlerine sokulmuş ve biraz da yeni dünya ile tanışma evresinin şaşkınlığı içindeler. Bense birbirinden lezzetli kuru pastaları ufak çay yudumları ile götürüyorum. Aslında kitap okumaktı arzum ancak bebeler önceliği alıyorlar. Sanırım bir güven ilişkisi de kuruluyor aramızda ve iyice yaklaşıyorum. Bir gün yuvadan uçacak olsalar da bir adları olmalı...


Bir küçük çay ve dört pasta ilavesi için içeri geçiyorum. Sonra kankaların başında biraz takılıyor, aklımda isim şekillendiriyor, çayımın ve enfes kuru pastaların tadını çıkarıyor, annenin mama saati için döndüğünü seziyor ve ödeme için kasaya yöneliyorum. O sırada hanımefendinin isim konusunda hevesli olduğunu yansıtan gülümsemesi muhteşem, tam bir anneanne benimsemesi desem yeri.

Bana soruyor. Aslında bir isim var aklımda. Diyorum ki: "Annem küçükken bize bir masal anlatırdı, oradaki iki karakterin adı Engüç ve Mengüç idi."

Sürekli gülümseyen hanımefendi benimsiyor adları ve koymaya karar veriyor.

2 Ekim 2022 Pazar

Masal Bu Ya...

Bir varmış bir yokmuş...

Adı Türkiye olan bir ülkede bundan yıllar önce, o ülkenin başkentinde çok güzel, çookkk tatlı bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. O sırada ülkenin bir başka önemli, Kurtuluş Savaşı'nın tohumlarının atıldığı, Bandırma adlı vapurun limanına yanaştığı şehrinde dünyaya gelmiş bir erkek çocuğu da yeniyetme arkadaşları ile basketbol oynamaktaymış. Ve bu genç mini miniyken 6'yı giyse de sonraki hayatında serpilip geliştikçe bile hep 14 numaralı formayı giymiş. Lakin kız çocuğunun dünyaya geldiği tarih çok önemliymiş ve o gün artık ülke parlamentosunun ara tatil sonrası yeni yasama döneminin başlangıç günü olarak oy birliği ile kabul edilmiş.

Aradan yıllar geçmiş. Develer tellal iken pireler berber olmuş. Ve yıl bundan 10-11 yıl önceye varmış.

Yüreği hep taze ve çocuk kalmış kahramanımız artık güzel kadınlar tanıyıp güzel aşklar yaşamış deli-kanlı ama tecrübeli bir adammış. Yazılar yazmaya başlamış blog denen mecrada ve topraklarının nadasta olduğu bir dönemdeymiş tam da o sırada.

Tiyatro oyunları, opera, bale ve konserlerin hiçbirini kaçırmazmış. Fakat aşk tarlası ekilip biçilmez dolayısı ile ürün vermez kıraç bir toprak haline dönmüş. Kader bu ya, adı Devlet Opera ve Balesi olan bir kurum onun yazılarını fark etmiş, kendi sosyal medya hesaplarında paylaşmaya başlamış ve teşekkür içeren çok hoş mektuplar yollamış kahramanımıza.

O sırada ülkenin başkentinde doğan ve işi dolayısı ile artık Bandırma Vapuru'nun limana yanaştığı ve bu ülkenin bağımsızlığı yolundaki ilk adımın atıldığı şehirde yaşamakta olan prenses ise kurumun paylaştığı yazıları okuduktan itibaren La Paragas adlı blogu takibe almış ki o sürecin masalını merak eden kıymetli okurlar isterlerse dört bölümlük yazıyı aşağıda linkten okuyabilirler.*

Ve şimdi bu kısa girişi daha fazla uzatmayarak hemen bu Cuma'ya dönüyoruz. Cuma bu uzun, 10 yılı aşmış masalın en kıymetli ve önemli günüdür ve o seriyi daha önce okumuş olanlar önemini hatırlayacaklardır muhtemelen.


*

Enn Sevdiğim Kadın tatilden döndü. Cuma akşamı enn sevdiğimiz mekânda buluşacağız ve gecenin saati 00:00 geçtiğinde onun doğum günü başlayacak lakin o yol yorgunu ve bu daha önceden planlanmış bir akşam değil. Durumu değerlendirdiğimde gün ve saat açısından erken kutlama lakin masalın perilerinin ne planladıklarını da bilemeyiz!

Saat 18:00 18:30 arası için anlaştık lakin iş çıkışını falan da düşününce ben bunu 18:30 19:00 olarak değiştirip her zamanki masamız için rezervasyonu yaptırıyorum.

Neredeyse her gün konuşsak, mesafeler tatili boyunca  hep sıfır olsa da bu akşam önemli. Tarih Eylül'ün 30'u. Saat yaklaşınca evden çıkıyorum. Sırt çantamda okurken çok sevdiğim, araya tatilin de girmesiyle O'na da aldığım ama bir türlü teslim edemediğim iki kitap var ve an itibariyle çiçekçimdeyim.

Minik bir demet istiyorum hanımefendiden. O arada da laflıyoruz, o bu kez çok zarif ilaveler yapıyor bukete, müdahale etmiyorum.

Hoplaya zıplaya, liseli çocuk adımlarımla varıyorum enn sevdiğimiz mekâna. Saat 18:45 ve ben masamızdayken ve onun yoluna bakarken tam da restoranın önünde biriyle rastlaşıyor ve sohbette. Ahh benim ince kalpli zarafetim.

Şu an içeri giriyor ve mekân tayfasının yüzlerinde güller açıyor. Ben ayağa kalkıyorum. Siyah, mini ve streç elbiseli; üzerinde kolları kıvrılmış bir kot gömlek; bileğinde her birinin anlamı ve hikâyesi olan aksesuarları; uzun siyah saçları ile kesin asılmam gereken enfes bir kadın bana doğru yürüyor.

İki dakikada, tek cümle kurmadan, ama dayanılmaz gülümsememle işi bağlıyorum. N'aber diyor, sarılıyor, öpüşüyor ve ben saçlarının kokusunda yok olurken bu enfes güzellik şimdi masada ve tam karşımda. Bir süre tutulmuş dilimin açılmasını bekliyorum. Sonrası sular seller gibi. Rakının klasiklerden oluşan siparişimizi veriyoruz.

Yeni Rakı yok.

Dışındaki her marka rakı var.

Olsun.

O halde Ustaların Karışımı...



Ahh o gülüşü ama!

İyi, diyorum, soruyorum; "Senden n'aber?" Masa donandı, rakı tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lakin yeni garson su ve buz kısmını dengeleyemedi ama olsun. İlk çınla sohbet başlıyor. Saat 18.45 ya da 18:50. Sular seller gibiyiz. Konuşan benin kurduğu cümlelere şaşkınım. O kadar kendinden emin ve rahat ki. Kurduğu cümleleri hayranlıkla sanki ben dışardan beni izliyormuş gibi dinliyorum. Alkış bana. Enfes bir sohbetin kapısını fena güzel açtım. Cümlelerim başka ama duygularım ve anlatılarım kendinden çok emin ve ona, ona olan sevgime yönelik. O'na özgürlük alanları açıyorum. Benimle olan birlikteliğinin olası yüklerini ve zorunluluklarını öyle hoş cümlelerle üzerinden alıyorum ki... Tekil ve olası hayatımı nasıl çizeceğimi de içeren çok emin, çok hoş, çok anlamlı, içten ve açık yürekli sözcüklerle dolu cümleler kuruyorum. Kendimi dinliyorum şaşkın ve bu ben miyim, diye. Akşamı feth etmiş bir komutan kadar gurur duyuyorum kendimle. O'nun tüm kışkırtmalarına rağmen bir milim anafikirden vazgeçmeden sanırım kalelerini bir kez daha feth ediyorum. Vallahi şahaneyim.

Şu ânımı es geçmiyorum. Diyorum ki dün, bu akşamı düşünürken: "En çok istediğim şey keşke şarkı söyleme becerim konuşmalarım kadar güzel olsaydı. Sana Erol Evgin'in Bir Tanem Söyle Canım'ını bu akşam söylemeyi o kadar kalpten istedim ki."

Sonra yıllar yıllar önce, ben ve en iyi iki arkadaşımdan biri ile biz tıfılken şarkıyı İzmir Fuarı'nda Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda dinlediğimizi, çok etkilendiğimizi... O efsane gezinin dönüşünde tam da evlerimize döneceğimiz kavşağa yaklaşırken şarkının çaldığını ve enn arkadaşımla ikimizin de ağladığımızı anlatıyorum.

Öyle güzel bir akşam ve sohbetteyiz ki sanki daha dün tanışmış bir çift gibiyiz.

Bazen ânın dışına çıkıp tepeden bir yerden bizim masaya bakıyorum. Bu nasıl bir şey diye düşünüyorum. O ara uzun süredir mekânda görmediğimiz, daha önceki bir zamanda kendisinden "En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rastgeldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı." cümleleriyle söz ettiğim mekânın da sahibi aileden hanımefendinin bizzat kendisi iki ara çayı ile yanaşıyor ve açık olan buraya, diyerek onu enn sevdiğim kadının önüne diğerini de benim önüme bırakıyor ki gülmemek elde değil. Onca müşteri içinde ve aradan uzun bir zaman geçmişken açık çayı hatırlamaktaki incelik hepimize şahane geliyor.

Finale yaklaşıyoruz gibi. Günü diğer aya geçirmeyeceğimizi sanıyorum ben. O kadar şeyden söz ettiğimiz bir akşam ki. Benim dilim fena çözüldü, çok eski defterlerimden çok eski karakterler ve niyeler masamızı ziyaret etti. Güzel yaşadığımı bir kez daha hissettim, hiç yalansız ve samimiyetle söz ettim ta eskilerden, tıfıllıktan, ilk gençlikten. O çocuk gelişerek bu adam olmasaydı şu an ne bu mekândaydım ne de bu şahane kadın karşımdaydı diye düşündüm ve bunların altını açık yüreklilikle çizmekten de hiç çekinmedim.


Nehir gibi akıyordu cümlelerimiz ki tam o sırada Enn Sevdiğim Kadın'ın telefonuna mesaj geldi. Gün artık yeni ayın ilk gününün tam da ilk saniyeleri; saat 00.00'ı belki de 1 saniye aşmıştı. Enn can arkadaşlarından biri tarafından yeni yaşın kutlanmasaydı. Ekmeğime yağ sürülmüştü ve bu fırsat kaçmazdı. Kaçırmadım!

Yine zamanın durduğu bir akşamdı ve biralar gelsindi.

Geldiler.

Cümleler bitmedi.

O halde ikinci biralar da gelsindiler.

Mekân boşalmıştı. Bir kaç masa ki onlar da biz gibi kadim müşterilerdi. Bir ara bu akşam ayıklanmış karpuz dilimleri yoktu demiştim ki onlar da masada yerlerini almışlardı.

Yeni gün epey yol almış bizse yine neredeyse altı saati bulmuştuk. Bir taksi istedik. Enn sevdiğim kadın itiraz etse, taksiciler tanıdık olsa, bana kıyamasa da yok dedim. Evine vardık. Taksici ince adam, ben de manevra yapim diyerek bizi yalnız bıraktı. Sarıldık, öpüştük, vedalaştık. Taksideyim ve dünyanın ennn mutlu adamı olarak ayaklarım yerden kesik. Zaten yakın olan mesafe çabuk bitiyor. Eve yürürken telefon açıyorum ve geldiğimi söylüyorum. Seni seviyorumlar, istemsizce ve kalpten dile geliyor. İyi geceler bu şenliğe katılıyor ve enfes bir uyku gereğini gerektiği gibi yerine getiriyor ve beni uyutuyor. Uyurken bile kalbimin her şeyi ele aldığını, bünyemin tüm duyargalarının açıldığını ve mutlulukla çalıp oynadıklarını hissediyorum. Elbette, evet elbette tüm bu cümbüşün elebaşılığını yapanın kim olduğunu biliyorum.

Bu arada masa numarasına dikkat! Ki bunu yıllar sonra hep o masada oturmamıza rağmen yeni fark ettim, muhtemelen sohbette eskiye yer veren cümleler olmasa yine de fark etmeyecektim !


*Tefrika 1.Bölüm


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP