30 Temmuz 2020 Perşembe

Elimde Bir Pusula

 İlk gün

Kapak, renkler, bilmediğim bir yazar, aldığı ödüller ama en çok da tanıtımındaki vurgular zihnimde sıraya girince ve ilk satırlarından itibaren tasavvur ettiklerim zihnimin derinlerinden çıkanlarla eşleşip bir görsel şölene dönüşünce gem vurulamayan bir arzu düşüyor kalbime.

Enfes, çok uyumlu, çok meraklı ve de fena halde keyifli bu coşkun katılım; başka başka, gizemli diyarlara afyonlanmış bir büyü ile uzun yolculukların müjdesi gibi. Henüz başlangıçtayken ve 114 sayfalık bir yol almışken verdiği heyecan ve yarattığı merak: bir yolculuk sabahına uyanmış; kilometrelerin ve ilk saatlerin seriniyle bezenmiş diken diken ruhumu ateşliyor.

Şimdilik Viyana sonrası İstanbul'dayım. Gördüğüm ve bildiğim yerlerini bir başka ve "şehre yabancı" birinin gözünden görüyor, ona bir kez daha vuruluyor, bir başka gözle görmenin hevesi ile bildiğim yerlerin -beslenmiş- yeni bakış açımla merakını yaşıyor, İstanbul'da yaşayıp da klasik müziği seven ve geçmiş ile Şark'ın dününe, yazar ve çizerlerine ve elbette yaşamına merak duyanların ben gibi taşralıya göre daha şanslı olduklarını bu okuma özelinde kıskanırken, bir an önce şu süreçten kurtulup da İstanbul'da olmak istiyorum.

Henüz daha yolun başındayken pek çok tanıdık yazar, onların aşkları ve yazdıkları ve de klasik müziğin bilinen ve sevilen bestecileri ile karşılaşmak, ruhlarını ve bilinmedik hikayelerini öğrenmek, fena halde keyif veriyor bana. Süleymaniye Camii ve onda bir anı yaşatsa da satırlar; aynı anı yaşayıp aynı güzergahı takip etmek istiyor ve mutlaka ama mutlaka Hasköy, diyorum. Donizetti'den söz edilirken tebessüm ediyor, onun adıyla nam bir otel ve O'nun sokağındaki bir hafta sonunun* olağanüstü tadına gülümsüyorum.

O kadar mutlu eden bir yaşam dilimi ki bu: henüz sonlanmadan yolculuk; yolun yaklaşık dörtte birindeyken henüz; içimdeki coşkuyu ne yapsam ne etsem eyleyemiyor; ilk kez, sona varmadan yol, günlüğümün ilk sayfasına düşüveriyorum hislerimi...



*Yazıdaki 7.fotoğraf 


Devam yazısı -Pusula Şahane Bir Romandır... Ama!- için buradan lütfen.

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri 2

Siparişleri verirken çoğunlukla adını hiç duymadığım, belki bir yerlerde okuduğum, kapaklarının ya da adlarının bana bir şeyler anlattığı kitaplarla da bir göz temasım olur. İlk görüşte aşk gibi aklımı çelen olursa da eklerim listeye. Keşfetmeye bayılırım.

Mustafa Kutlu adını bir yerde gördüm mü, üzerine bir kaç satır okudum mu, hatırlamıyorum. Belki de kitap adıyla etkileyince ki -bilindiği üzere- içimden trenler geçer benim: kimdir bu yazar diye hakkında bilgi aramış, okumuşumdur.  

Muhtemelen de böyledir...

                                                                             .................

Portekiz'e Yolculuğun*sonlarındayım. İkisi tanışıyorlar, yol arkadaşlığı yaptılar! Yolda kitap okumayı manzaralara pek tercih etmem genelde ama buna bir göz atıyor, konaklama yerlerinde de uykuya gitmeden önce okuyorum; iri puntolu, boşluklu, kısa da bir kitap zaten. 152 sayfa.


Hoşuma gidiyor, uykudan önce ara sıcak muammelesi yaparken bir fark ediyorum ki yarılamışım. Yazarın anlatım dili eğlenceli, kendine has esprileri var ki bence çok tatlı. Tamam öyle yükseklerden bir edebiyat yok, ukalaca bakarsam, ben gibi "yüksek edebiyat tutkunu" birine yakıştıramam!!! 

Daha çok kendince yazan yerel bir edebiyat sevdalısı, yerel bir gazetenin hikayeler de yazan muhabiri tadında. Bu tatsa beni gülümsetiyor, mutlu edip heyecanlandırıyor; onu sıcak, sevimli, kafa dengi ve samimi buluyorum.  Velhasıl-ı kelam yüreğime dokunup kafalıyor beni  yazar.

Hikaye klasik Türk filmi tadında başlıyor. Fakir kız, çalgıcı oğlan hikayesinin ön hazırlıkları sanki... Gazino neonlarına doğru yürüyoruz gibi de hissediyorum. İlk cümlelerinden itibaren harfler yok oluyor ve bir anda çekip alıyor hikaye beni yataktan. İstanbul'un bir mahallesinde, Cibali'deyim. Akşamları bir gazinoya takılıyor, rakı kokularının, gazino usulü mezelerin ve bol sigara dumanlarının arasında şarkılar dinlerken, gazinonun patronu ile de tanışıyorum. Türk Sanat Müziği'nin has, alemlerin racon zamanları.

Vaktim bol, patronla da tanıştırıldığıma göre alemin ruhunu -derin- hissetmek, mekanın gün içi hallerine bakmak maksatlı gidip, ikram edilen çaylar eşliğinde hem provaları dinliyor, hem de bir gün içimden bir yazar çıkar da o yazar bir şeyler karalar diye umut ederek, gözlemler yapıyorum. Çok da havalıyım ama, sanıyorum ki herkes "Yazar Bey hoş geldiniz," muammelesi yapıyor. Kemani delikanlı dikkatimi çekiyor.  Bir aşk tohum atıyor ve... A star is born!
 

Ama ne şarkılar geçiliyor: Muallim Hilmi Bey'in "Fikrimin İnce Gülü" mü desem, ardından Nevres Paşa'nın güftesi, Sadi Hoşses'in bestesi "Aşkın ile gündüz gece giryanım efendim, Bülbül gibi gül rûyine hayranım efendim" mi desem, neler neler dinliyorum. Fakat bu durumları Mustafa Kutlu'nun kendine has bir tavırla satır aralarına yerleştirmesi var ki bundan sıcak, sımsıcak bir tat alıyor, her rastlaştığımda da bu satır içi altyazılarla, gülümsüyorum. İfademin anı, aldığım tadı anlatmaya yetmediğini de biliyorum ve anında bir kararla diyorum ki: İyisi mi ben bunu kitaptan bir alıntıyla ifade edeyim.

"...Kenan başlangıçta renk vermeyen parçalar seçmişti. "A benim mor çiçeğim"-Suzinak.
"Ben güzele güzel demem"-Mahur
"Keklik dağlarda şağılar"-Hüseyni Türkü...".

                                                                           ..............

Şimdi, kitapla bu kadar içli dışlı olmuşken; sevmiş, benimsemiş, tatlı bulmuşken bir kitap eleştirmeni havasıyla ona bakmam olanaksız! Yazarın bu sevimli emeğini anladım, dilini çok sevdim. Keyifle okuyorum.

Bu naif anlatım beni coşkulu kılıp, "bu da mı değil", "bu da mı aut", gibi tüm eleştirel ifadelerimden uzaklaştırıyor.

Şeytan dürtmüyor mu eleştirel karakterimi?  

Elbette dürtüyor: Ya, bu profesyonelce bakamayan sevgi ifadelerim başkalarının kitabı alıp okuduklarında bu muydu yani, diye pişmanlık yaşayıp bana saydırmalarına sebep olursa endişeleri de yaşıyorum.

Ama ben tüm iç eleştirilerime, ikilemlerime rağmen kitabı, samimiyetine inandığım kalemi, o kalemin samimi hevesini seviyorum.

Her keşif, her coşkunluk anımda olduğu gibi de Enn Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. Coşkuyla, yürekten gülümseyerek, bir çocuk temizliğinde kitaptan söz ediyorum. Onun da okuduğunda benimle aynı duyguları yaşayacağını ama onları ayıklayacağını biliyorum, ama yine de kendi hislerimin doğrulanmasını bir başka gözden de istiyorum. Merak ediyorum!

                                                                                  ..............

Ahhh trenler, ahhh!..  


Üstelik de Doğu Ekspresi!



Zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem ve Babıda ile yaptığımız eşsiz seyahatler -bir kez daha- geliyor gözümün önüne. Yazarla aynı yaşlarda mıyız bilmiyorum ama tasvir ettiği anlar o kadar gerçek ki: çocuk bende izi kalmış anlarla o kadar eş, o kadar içerden ve o kadar güzel ki zaten harflerden çoktan kurtulmuş ve kitabın içinde yaşayan ben: camdan giren soğuğu, tünele girmeden önce lokomotiften gelecek kömür kokusu ve dumandan sakınmak için pencerelerin kapatılma telaşını, en yoğun yolcu transferinin olduğu Sivas'ta başkaları girmesin diye kompartıman kapılarının iple bağlandığı anları, gardaki karmaşayı birebir yaşıyor, Sivas'ın sabah ayazını iliklerimde hissediyorum. Bir de bir Gar Müdürü var ki şirin kasabalardan birinde, öyle de babacan öyle de güzel yürekli, öyle de keyifli ki... Ve yazarın onu ve anları anlatımı elbette! Mutlaka tanışmak gerek sanki kendisiyle. Hatta Gar'ın bahçesinde, canlı müzik eşliğinde vurmak da gerek sohbetin ve rakının dibine...

Sonra oradan oraya giderken kahramanımızın peşine takılıp; bir sürü insanla tanışıyor, kiminden uzak durup, bazılarının kompartımandaki çilingir sofralarında, kemanın tınılarıyla kendime geliyorum.

O aralarda tıpkı bir siyah beyaz Türk filmi tadında yürüyen hikayede acaba yazar onların parodisi tadında bir eser mi meydana getirmek istedi, seçtiği bu yol bir öykünmeden ziyade -taklitçi olmayan- özgün tavrıyla bir selam çakmak mıydı o günlere, diye de düşünüyorum. Çünkü klişe diye bakarsam -ki ben yazarın samimi çabasına inanıyorum- baştan sona klişe demem işten bile değil...

Ama diyemiyorum.!

Sonra, burası sonu olmalıydı, burada bitmeliydi derken, orası sonu olmuyor hikayenin: Armut dibine düşer sözünü doğrularcasına aynı kandan başka bir karakterin peşine takıyor okuru. İşte orada içimdeki eleştirmen elinin tersi ile beni itiyor ve alıyor kalemi eline.

Viyana Nokta'daki hâl bir kez daha tecelli ediyor.** Ya, yayınevi ki hissiyat bu yönde, ilk haliyle hikayeyi beğenmiş fakat ticari bakıp, en azından 150 sayfa olsun, ele ve göze gelsin kitap, demiş... "Klişelere" rağmen samimiyetine inandığımız  yazar da boşluk doldurmak mantığı ile alelacele, içinden pek gelmese de eklemeler yapmış, uzatmış...  

Belki de yazar az bulmuş yazdıklarını? Bunu basmazlar, diye kaygılanmış, okuyanın gözünden yaş gelsin bari, diye düşünmüş ve eklemeler yapmış? Bununla da okuru iki araya bir dereye koyup, coşkusundaki köpüğü son noktada alıp, tavsiye noktasında karasızlığa sürüklerken, eleştirmenin kasıntısına, al beni yerden yere vur, zevki bırakmış. 

Tadında bırakmak denen bir şey de var değil mi ama?


 

*Portekiz'e Yolculuk

**Yazıdaki Fotoğraftan sonraki ikinci italik paragraf 

*** Dededen bahisli bir yazı için buradan lütfen 

****Dedenin saatinin -ben sekiz dokuz yaşlarındayken öldüğüne göre, yüzyılı aşmış olabileceği düşünülmektedir.. 

23 Temmuz 2020 Perşembe

Sarı Renkli Tuğla

 Okuma Kılavuzu İlaveli!

                                                                          ****

Nisan ayının sonlarında bir pazar sabahı...

Bir kupanın iki parmak aşağısına kadar dolu şekersiz filtre kahvem yanımda.  Bir iki de tatlı ve kuru atıştırmalık... Sabah keyfindeyim, blogları dolaşıyorum, dumanı üstünde yazılar okuyorum. Bunlardan birindeyse kalıyorum.* Hatta bir cümlenin içinden geçip bir ülkeye yol alıyorum. O ara bir ışık yanıyor ve o ışık hemen aklıma bir not düşüyor, bir yorum yazıyor ve bu notu bir süre sonra -birikince listem- eyleme dönüştürüyorum.


Bir zaman sonra...

Gelince kargom, günlerin mana ve önemine binaen ve ilk kez olan bir iş yapıyor, gelen kargomun bir yazı için fotoğrafını çekiyorum. Sonra o yazıya yapılan yoruma bayılıyor, gülümsüyor, bir de yanıt yazıyorum.** Bununla kalmıyorum elbette; sonraki ve yakın tarihli yazılarımın içinde hep söz ediyorum bu Sarı Renkli Tuğla'dan. Mesela bir yazımda " ...bir kere bu tuğla kısa bölümlerden oluşuyor, istersem bir bölümü okur bırakırım, roman gibi bütünlük yitirme endişesi yok: sonra üslup kafa dengi, sonra bir edebiyatçı gözünden bir gezi... Üstelik gezgin hem kafadengi hem de tatlı dilli... daha ne olsun di mi ama..." cümlelerimi tekrarlayarak okumaya istekli olduğumun altını çiziyorum.

Yine yakın günlerdeki bir başka yazımda okumaya devam ettiğim bu Sarı Renkli Tuğla'dan bir kez daha şu cümlelerle söz ediyorum:"...Çünkü zevkle okuyorum. İki açıdan seviyorum kitabı: Birincisi bir gezi kitabı, üstelik bir öykücü ve romancı tarafından yazılmış, üstelik öyle sıradan biri tarafından da değil! İkincisi, o ülke ve benzerlerine çok eskiden beri ilgim var."  
                                                           
                                                                             .......

İspanyolca ve Portekizce konuşulan, o kültürle benzerlikleri olan, işin özüyle söylersem de Latin toplumlarını ve kültürlerini seviyorum. Portekiz'se odamın içinde. Çoğu zaman televizyon kanalları açık; dili bilmesem, tek kelime anlamasam da günlük yaşamları ve kültürleri ve yemekleri ilgimi çekiyor. Aksanlarından kaynaklı olarak da dillerini Latinlerden çok Slavlara benzetiyorum ki bu kaba tat çok hoşuma gidiyor.

                                                                               ****

Tuğla'ya başlarken önce giriş yazısını okuyorum. Sonra son sayfadaki İçindekiler'e göz atıyor, Denize Komşu Düzlük Topraklar, Mandego Ve Sado Arası Her Yerde Mola Vermek, Büyük ve Tutkulu Alentejo Toprakları... gibi altı üst başlığı; Onor Nehri'nde Ateş Suyu, Uyuyan Güzelin Sarayı, Ekmek Peynir ve Cidelha Şarabı, Dünyanın Başladığı Yerde Geçirilen Gece... gibi de ellinin üzerinde alt başlığı olan, dolayısıyla günlere bölünerek kolay ve tıpkı gerçek ve gün sayısı belirlenmiş bir gezi gibi yaşanabilecek... Ve de tadı çıkarılacak bir okumaya adım attığımın tümüyle farkına varıyorum.  

Ve elbette tembeliğime de yanıyorum ve gaza gelip bir türlü yazmaya başlayamadığım, izi çok kıymetli, yazarla benzeş -kendi ülkemdeki-serüvenimin cümleleriniyse zihnimde akıtıyorum.

Kitabın fiziki durumuysa ilk anda dikkatimi çekiyor; farklı kapak dokusuna, tasarımına ve rengine sempati duyuyorum.  

Fakat yayınevinin aynı kapak malzemesini kullandığı kitaplarından birini alırsanız sakın ıslak parmakla dokunmayın, dokunursanız da silmeye kalkmayın! Fazla suyu bir havluyla ya da bezle silmeden emdirin ve kapaktaki o doku sıyrılıp beyaza dönmesin diye de  bırakın kendi kendine kurusun.!





Yol Arkadaşım Bir Yazar 

Başlangıçta biraz tedirginim, onunla kitabından yapılmış bir film izlemenin dışında bir bağım yok. Adını ve sevenlerinin çok olduğunu biliyorum fakat distopyalarla arası olmayan birisiyim. Bir inancım da var, yol arkadaşlığı kıymetli. Üstelik bu bir seyahat! Aynı yolda yürümeyi, aynı tatları sevmeyi beceremediğinizde bir kabus yaşayıp, tadı çıkarılası bir zaman dilimini cehenneme çevirmek de mümkün. Tedirginim.

Yazar marşa basıyor ve yola çıkıyoruz. O kendinden emin, sonuçta seyahati planlayan O. Bense biraz mesafeliyim.  

Hâlâ.

Bir yandan yolu gözlüyor, bilmediğim coğrafyayı anlamaya çalışıyor, bir yandan da yol arkadaşımı süzüyorum. Öyle herkesin kullandığı arabaya da binmem ve yan koltukta oturmayı da pek sevmem.

O ara sınır noktasına geliyoruz. Arabanın motor kısmı Portekiz'de diğer kısmı İspanya'da. Yazarsa tam görünmez sınır çizgisiyle bölünmüş köprünün korkuluğundan, seslerin yankısını çoğaltan sarp kayalıklardan nehirdeki balıklara "Giriş çıkış yapmak için sizin de mühür vurulan pasaportlarınız var mı?" diye sesleniyor.

İşte bu! Bu adamla yola gidilir, diyorum ve koltuğuma bırakıyorum kendimi. Henüz fazla konuşmuş değiliz. Muhtemel ki o beni çözdü. Yoksa arabasına neden alsın ki?! Ufak ufak sohbete de başlıyoruz. İlk kez, planları başkasının yaptığı ve nerelere uğrayacağımızı bilmediğim bir yolculuktayım. An itibariyle her şey sürpriz. Dağlara tepelere tırmanmayı, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki taş yığınlarına gitmeyi, kalmış beş altı taştan kocaman ve görkemli yapılar canlandırmayı, onlara hikayeler uydurmayı becerebilirim. Ama yol arkadaşım bir üstat! Bilgili, ben gibi tembel değil, araştırmış, dökümanları yanında ve şahane de bir askeri harita var elinde. Altı ay yollardayız.

Yemek zevki olduğu da kesin. 

Başlangıçta ne kadar şapel, ne kadar katedral, ne kadar kilise, diyor, sıkılıyor, çoğu zaman arabada kalıyorum. Resimleri, duvarlardaki detayları da onlar gibi uzun süreli incelemesine kızıyor, göğe bakıp ıslık çalıyor, ona subliminal mesajlar yolluyorum.


Sonra:

Dağlar tepeler aşıyor, ırmaklar geçiyor, geçtiğimiz her köprüye bayılıyor, bazı zamanlarda da duruyor, köprülerden nehirlerin coşkunluğuna bakıyoruz. Bazen bu dağın başındaki şu yıkıntı için değer miydi şu patikayı tırmanmaya diyorum ama o öyle hissederek ve bilerek anlatıyor ki, yıkıntı yıkıntı olmaktan çıkmakla kalmıyor, ben keçilerin, çobanların ve doğanın kokusunu alıyorum. Üstelik farkediyorum ki ben kadar da gözü kara! Bu yol olmayan yolu geri nasıl çıkarız diye hiç düşünmeden, neredeyse 70 derece toprak çakıl yolu sırf nehirin kıyısına inmek için gidiyor. Elbette vardığımızda gördüğümüze değiyor.

Sonra mesela, soğukta, ortalık kar buzken, bu mevsimde yer buluruz diye aramadığımız, dağın başındaki bir otelin önünde sırf onun çekingenliği yüzünden arabada yatmak durumunda kalıyoruz. Üşüyoruz, ancak sabah erken otelden ayrılan birileri olunca, oda temizlenip hazırlanınca, yatıp ısınıyoruz. Bizim gezgin neredeyse tüm katedrallere, küçük dini mekanlara falan giriyor ki bunların çoğu ıssız, kimsenin haberdar olmadığı kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, bazen anahtarlarını köyde teslim edilmiş birinden alıp, kendimiz açıp giriyoruz. Ama şanslıyım ki gezgin bunların hepsini biliyor, üstelik donanım tam... fakat sanat ve sanat tarihi bilgisi mükemmel, öyle güzel anlatıyor ki heykelleri, işlemeleri, geçmişi... Bir de tatlı dilli ki... benim gözümde paha biçilmez hikayeler canlandırıyor. Bazen edindiğimiz rehberlerin dilleri açık kalıyor. Zaman zaman anlattıklarından inciniyor ama ona çaktırmıyorum. Fakat bir noktada sabrımı iyice taşırıyor, işte o zaman ecdadıma sahip çıkıyorum: çünkü onlardan bahsederken milliyetçi bakıyor ve  aşağılayıcı bir dil kullanıyor, gibi hissediyorum.  İşte o zaman tarih öğretmenim Pembe Hanım'ın bir sözüyle, onun kadar nazikçe değil de biraz eleştirel bir üslupla "Bugünün sözleri ile lütfen geçmişe çakmayalım," diyorum. Hak veriyor ve özür diliyor. O zaman Porto'da şaraplar benden, diyorum.

                                                                               ****

Emin olun yazıyı uzatmamaya çok gayret ediyorum, çok yeri de atlıyorum: çünkü bir koyverirsem küçük bir tuğla ortaya çıkaracağım kesin. Okurlarımı, blog dostlarımı, yani hepinizi seviyor, dolayısıyla bir azap çektireceğim endişesi de taşıyorum. Neyleyim ki içim de coşkun!

Bu yolculuk esnasında sıklıkla, sebep olduğu için ara ara endişeli olduğunu düşündüğüm Sevgili Okul Arkadaşım'a küçük küçük- özellikle kasaba postanelerinden- mektuplar atıyorum. Mutsuz olursam üzüleceğini düşünüyorum, çünkü bu yolculuğa sebep olan O.

Hatta bir kasabada, bir hanımefendinin lokantasında suyuna tazecik ekmek lokmalarını banarak enfes bir oğlak yerken ve enfes bir şarabın tadını çıkarırken "...Yazarla birlikte adımlarken köylerini kasabalarını ve hatta şehirlerini; girdiği lokantalardan zevk, yemeklerinden ve şaraplarından tat alabiliyorum. Üslup öyle güzel, yazar öyle dalgacı ki çoğu zaman kitabın içinden geçip yağmurlarda ıslanıyorum.." cümlelerinin olduğu mektubu yolluyorum.

Bir keresinde de gezgin inatla bir dağa tırmanmaya başlıyor, yola yol demek zor, korkmadım dersem yalan olur, direksiyonda ben olsam mesele yok, fren yapmaktan bir hâl oluyorum: Hem hava kararmak üzere, hem sanki bulutlara dokunduk dokunacağız. Tamam ben de bu noktada gözü karayım ama direksiyonda olan O.  Bulutlara dokunmakla kalmıyor, üzerlerine bile çıkıyoruz. Ortalık güllük güneşlik. Cennette miyiz yoksa?

                                                                                    ****

Kabul etmeliyim ki çok şanslıydım, şu dünyada yırtınsam herhalde, böyle bilgili ve tatlı dilli bir yol arkadaşı bulamazdım. Kıymetini yol boyu bildim. Porto'da da, Lizbon'da da, Braga'da da, Evora'da da ve daha pek çok yerde; iki kulübe üç insan, beş on keçi olan  kuş uçmaz kervan geçmez kaleleri, küçük ibadet yerlerini, muhteşem şatoları gezerken de, lüks otellerde yatıp, modern şehirlerin müzelerini arşınlarken de... Üstelik o altı ay ne çabuk geçti diye bile düşündüm.

Sarı Renkli Tuğla'nın arka kapağını kapatıp, muhteşem rüyadan henüz çıkamadığım  o anda ise: Gözlerim uzaklara bakıyor, yol arkadaşımı özlüyor, ona rahmet diliyorum. Dudaklarımın kıpırtısındansa ilahi cümleler dökülüyor.

Teşekkürler José SARAMAGO, ruhun şad olsun.

 
Ve çok çok çok... ama çooooooooooookkkkkkkkk teşekkürler,  Sevgili Okul Arkadaşım, Sevgili EKMEKÇİKIZ.:)



Ve şimdi belki de hani okuma kılavuzu, nerede o, diye düşündünüz, o meraklısı için fotoğraftan hemen sonra..

Ve bir önemli not:

Altını çizersem kitap 580 sayfa: geziye, ülkeye bir ilgi, merak yoksa kolay ve zevkli bir okuma olmama ihtimali kuvvetli. Bu nedenle de şiddetle tavsiye ederim gibi bir cümleyi asla telafuz etmedim, etmiyorum. Tekrar edersem: "Kitapların arasındaki sarı renkli tuğla için kolaylıklar dilerim," sözleriyle uyarılmış, " umarım kulağım çınlarken güzel sözler duyarım." ifadesiyle de bir endişenin altı çizilmişti. Herhangi bir insanın parasını boşa harcadığı duygusunu yaşamasını asla istemem, o nedenle niyetlendiğinizde bir kez daha düşünmenizi, satın almadan önce kitaba dokunup göz atmanızı tavsiye ederim..




Gelirsek okuma kılavuzuna:

Eğer vakti olan bir insan olsaydım, okuma sürecimde öncelikle bir Portekiz haritası edinirdim ve oradan gün gün çizerek, kitaptaki akışa göre söz konusu noktalara varır, sonra elimin altında tuttuğum internetten orayla ilgili görseller arar, belki sanal gezinti kayıtları bulur, onlarla dolaşır, kalınan otellere bakar, müzelerde sanal gezinti yapar, lokantaları bulmaya çalışırdım. 

Ben dediğim gibi uydu kanallarımdan Portekiz Televizyonunu izliyordum, bu süreçte de izledim, RTP'nin iki programının linkini buraya bırakıyorum. İkisi de müzik ve eğlence programı, özellikle Aqui Portugal'ı çok naif bulurum, eski televizyon dönemlerini hatırlatır, görsel olarak kazandıracakları kitabı daha iyi anlayıp yaşamaya katkı yapar, diye düşünüyorum. Kimbilir belki ve elbette kararında içmek koşuluyla okuma evresinde bir kırmızı şarap da açtırır. Linkler programların arşivine götürecek, hoşlanırsanız öğleden sonra ve akşamüstü canlı yayınlarını da izleyebilirsiniz.


 *Aqui Portugal

**7 Maravilhas da Cultura Popular


*Kitabı almama vesile olan yazı için buradan lütfen

**Fotoğraf ve bir de yanıt ise burada .  

***Fotoğraftaki sandık Babıdamındır (babannem) ve 100 yılı devirdiği kesindir.

****Fener'se 1880 senesinden beri Kızılırmak deltasının kenarında olup üç kuşaktır aynı ailenin fertleri görev yapmaktadır, inşallah kendisi ile ilgili yazamadığım yazıyı bir gün yazarım:)

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Hiç Ayrılamayız Derken, Kavuşmak Hayal Olmuştu

Pandemi süreci başladığından beri onunla ilişkimizin arasına ciddi bir mesafe koymuş, yasaklar nedeniyle nihayetlendirmiş, sonrasında bir süre çekingen durarak belki de kalbini kırmıştık. Gözden ırak bıraksak da gönlümüzden asla silmemiştik- silemezdik de. Kasaptan kıyma alıp iç hazırlamak, sonra fırına gidip sosyalleşmek gibi eylemler de nihayetlenmişti. Yeni normal denen süreç başladığındaysa bu kez hafta sonu sokağa çıkma yasakları nedeniyle istesek de kavuşmak mümkün olamıyordu. Üstelik Covid-19'la ilişkimiz fena halde mesafeliydi- ürkütücüydü!

Hasret de bir yere kadar elbette, zaten yeni normale kolay adapte olmuştum, aramızda tatlı ama tedbirli de bir ilişki oluşmuştu. İlk eylemim açılmalarına izin verildikten sonra berbere gitmek, Salih Usta'nın fırın mamulleriyle hasret gidermek, Hasan Abi'de Mantıyla buluşmak, sonraki günlerde de ara ara enfes Karnıyarık, muhteşem Laz Böreği, İzmir Köfte şeklinde devam etmişti.

Cumartesi akşamıysa bir hasret fena halde hissettiriyor kendisini. Üstelik son olarak Çarşamba'da Ennn Sevdiğim Kadınla çok özel bir pidecide çok özel pidelerle tanışmış, gurmelerden birinin dediği gibi damaklarımız çatır çatır çatlamış, akabinde de Pandemi denen süreçle karşılaşmıştık. Hasret gittikçe büyümüş, bir süre önce de kavuşmak hayalken gerçekleşebilir olmuştu.

                                                                                      ***
Arıyorum erkek kardeşimi, gidelim, diyor. 10'da diyorum, 11'de diyor. Diğer paydaşlar da uygun bulunca, saat kesinleşiyor.


Pazar Sabahı

Bayramlıklarını yastığının altına koymuş çocuk gibi uyanıyorum. Kendimi banyoya atıyor, sonra traş oluyordum ki telefondan bip sesi geliyor. Bir mesaj. Kardeş hasrete dayanamamış ve bu ayrılığı daha kısa sürede sonlandırmaya karar vermiş. 10.30'da çıkalımmış... Canıma minnet.

Yeni durumu Mussano'ya iletiyorum. Tırtıl geceyi arkadaşları ile geçirmişti ki onun da haberdar edilmesi lazım.

Bahçeye iniyoruz, maskelerimiz takılı. Çıkarken arayacağız ve Tırtıl yola çıkacak; Onu alacağımız nokta konusunda mutabıkız. Kaptan kardeş binadan çıkıyor, önce evinin çöpünü atacak.

Yola çıkıyor, bir kaç metre sonra sağa dönüp 50 metre sonra duruyoruz. Gideceğimiz yön batı ve pideciye varma süremiz normal yol koşullarında 20 dakika. Beklememek için her zaman olduğu gibi telefonla siparişi veriyoruz.

"Dört kıymalı pide, ortaya da bir kaşarlı ve bir peynirli pide..."

Günün bir önemi daha var, bizden sonraki ilk kavşaktan dönüp doğu yönüne çok gitmişliğim var Pandemi sürecinde ama batı yönüne ilk kez geçeceğim. Yolun belli bir yerinde tamirat başlamış ve şerit teke düşmüş, bir iki de yeni yer açılmış. Bunun dışında pek değişiklik yok. Tırtıl yolun kenarında bekliyor, aldık. İki saatlik uykuyla.  

Eeee gençlik güzel! 
 
Hoş sohbet, bugünkü  maçlar, radara yakalandık derken yakalanmadığımızı anlayıp, öyle bir şey olursa ben sıfırlatırım, diyen Tırtıl'ın sözleri üzerinden yorumlar yaparak varıyoruz mekana. Dış masalardan birine oturuyoruz. Genç Garson'a isim soyad söyleyip, ön siparişimiz olduğunu belirtiyoruz. Bir beş dakika sonra geliyor ve masanın ortasında yerini alıyor, kaşarlı ve peynirli pideler. Miss gibi bir koku yayılıyor evrene. 

Ve elbette turşu.


İlk ısırıklar ve ilk ifadeler:

"Muhteşem!"

Hemen peşine de önden miss kokuları olmak üzere kıymalı pidelerimiz geliyor; üzerlerindeki köy kokan tereyağı parçaları ile...


Övgüler peşi sıra, damaklar kıpır kıpır, hasretin tadı bir başka, sohbet neşeli, ayranlar yöre yoğurdundan ve miss gibi.

Demiştim daha önce, yeni bir pideciyle ve çok özel bir hamurla yeni tanıştığımız çok özel bir günde: Söz konusu Bafra Pidesiyse Turan Usta'yı tek geçerim, diye. Elbette kıyaslıyoruz diğer pidecilerle, hatta şu an bir kitle için çok popüler olan, ilk açıldığında Bafra'daki yerine gittiğimiz ve ondan sonra asla gitmediğimiz, gitmeyeceğimiz yemekçi/pideciyle de. Hadi adını da vereyim, Niyazi Kesim'le... Söz konusu olan pideyse ve pidecilikse... Ve mesleğe saygı ve sadakatse... An itibariyle ve bir kez daha oyumuz topluca Turan Usta'ya. Zevkle, ödediğimizin karşılığını her seferinde alacağımızın bilinciyle geliyoruz buraya. Tıpkı Çarşamba'daki Galip Usta gibi.* Kuşaklar değişir, yeni gelenler eleştirdiğimizle aşık atmaya, daha çok paraya yönelir ve ötekine benzemeyi tercih ederlerse de vadalaşırız elbette...  Pideci mi yok memlekette.


Bitiriyor pidelerimizi içiyoruz keyif çaylarımızı, konuşuyoruz Samsunspor'u, Türk futbolunu, maç anılarını, otomobilleri falan; çocukların anneleri için yaptırdıkları paketimizi de alıyor, ödemeyi yapıyor, sevimli garsonumuza teşekkür ediyor, asla boş geçmiyor, maskelerimizi takarak sohbete  devam edip neşemize neşe katıyoruz. Pandemi sürecinin ilk pide günü olarak da tarihe kayıt düşüp, gün boyu tadını hissederek ve yaşayarak, mutluluğa mutluluk ekliyoruz. Bu arada karşılaştığımız komşumuz genç çift ve minik kızları ile laflıyor, maskeler nerede, diye soruyorum. Arabadaymış!

Sütlaç yiyelim mi Tuncay'da ya da Muşta Lokantasında, teklifimse kabul görmüyor. Uğrayıp paket yaptırabilirdim ama o an bir fikrim göz kırpıyor.

Bu fikirse heyecan veriyor; hem kitap da okursun belki, diyerek de tetikliyor.

                                                                                       ***

Güne biraz kitap, biraz televizyon, biraz bloglar şeklinde devam ediyorum. Güneşin batmasını havanın bir nebze serinleyip nemden kurtulmasını bekliyorum. Biraz yürüyeceğim, acıkırsam bir yerlerde bir şeyler atıştırır, sonra da Pandemi'nin ilk dondurmasını yerim, diye plan yapıyorum. Arada bir dışarı çıktığımda küllahlarındaki dondurmalarla gayet samimi bir ilişki içinde olduklarını görüyordum insanlarımızın ki onlara zaten Pandemi de neydi? Maskeyse hak getireydi.

Yürürken ilk karşılaştıklarım, denizin kıyısındaki çam ağaçlarının altında geleneksel pikniklerini yapan Roman kardeşlerimizdi. Çoluk çocuk bakındım bir umut ama, Allah rızası için bir tek maskeli bile göremedim. Semaverler yanmış, mangallar cızırdıyordu.

Yol boyu, sıkı sıkıya maske takanların yanısıra onu aksesuar olarak orasına burasına takmış, hayata ve Covid-19'a posta koyan, kahramanlık timsali yiğit insanlarımızla da karşılaşıyordum. Bu nasıl bir ego ve dışavurum diye düşünmedim, çünkü tez bile yazabilirim.

Mantı mı yesem Enn Sevdiğim Kadının önerdiği yerde, diyerek mekanı arıyorum ama pek de o kapasitede bir şey yiyecek kadar aç olmadığımı fark ediyorum. Bulamayınca da tahmin ettiğim yerde, Pandemi öncesi son dondurmamı yediğim yere doğru yürüyorum. Oraya gelmeden önce göz attığım popüler mekanlardaki insan kalabalığı gündeme uygun. Kahve Dünyası'nın masa düzenini ise çok takdir ediyorum.

Gördüğüm o ki marka ve zincir mekanlarda dikkat azami, öteki yerlerde hak getire! Bizim belediyenin kafelerineyse gidilebilir; kapıdaki uyarılara kadar herşey yerli yerinde...

Varıyorum dondurmacıya,  balkona, son oturduğum masaya bırakıyorum sırt çantamı. Geçiyorum dondurma dolabının başına.

"Bir kase damla çikolatalı, çilekli, ballı cevizli ve sade dondurma lütfen."



Yanımda son 20 sayfasında olduğum kitabım var. Üzerine yazmaya başlamıştım ve dondurmalı bir fotoğraf da olsa o yazıda diye düşünmüştüm.

Dondurmam erir diye korkuyorum. Ancak bir iki sayfa okuyorum. Dondurmamsa çok güzel, özlemin tadı var. Bu dondurma da Bafra'ya özgü, oradan çıkıp Evrene yayıldı.

Acaba yarım kase daha ballı cevizli ve damla çikolatalı söylesem mi, diye geçiriyorken aklımdan, ya boğazlarında bir sorun, olursa, diyor içsesim. Eskiden olsa üşüttüm tabii, der geçerdik. Ya şimdi?

Vazgeçiyorum.

Türkan'dan poğaçalar alıp eve doğru, bu kez hanımeli kokulu sokaklardan yürüyorum.




* Galip Usta'dan bahis yazıdaki ikinci fotoğraftan sonra, okumak isterseniz buradan lütfen

**Başlık Zeki Müren'in Şimdi Uzaklardasın adlı şarkı sözlerinden evrilmiştir.

17 Temmuz 2020 Cuma

Adopte Un Veuf*

Önceki Gün Akşamüstü

Üyesi olduğum portalı açıyorum, saat 20.30'da Liverpool maçı var, onu işaretliyorum ki bana hatırlatsın. Sonra, hazır kanepeye uzanmışken kalkma bir de film izle sen, diyorum. Sonuçta bir bayram günü! Tıklıyorum favori listemi. Fazla uzağa gidemeden bir afiş "Ben," diyor. Açıyor, bilgilerine bakıyorum: Dram yazıyor ama bana hiç de dram gibi gelmiyor. Önce vazgeçer gibi oluyorum, hatta nette arıyorum fakat üzerine neredeyse hiç yazı bulamıyorum. Hatta düzgün bir afişini bile zor buluyorum. Aldığı puanlar vasat. Vazgeçmek üzereyim. Maça kadar vakit geçirirsin işte, diyor içsesim.

Ve tık!

Artık geri dönemem, sıkarsa dönerim ama!


Jenerik hoşuma gidiyor, yazı karakterlerini şık buluyorum. Bir yazı yazarsam bunun altını çizerim, diyorum. Sonra ana karakterle tanışıyorum, yorgun bir ihtiyar. İçim kararıyor, şu dram vurgusu kafamı tırmalıyor ve vazgeçer gibi oluyorum.  

Tamam, afiş komedi çağrısı yapıyor ama biliyoruz ki mutlu mutlu gidip de sonunda hüzün gölüne ulaşan filmler de var.

Görüntü yönetiminden etkileniyorum; Paris güzel, dış sahnelerden de çokça var, sonra ekmek satan dükkan, ekmek satan dükkandaki boşboğaz abla, Abinin can arkadaşı renkli kişilikler. İzliyorum. Bir kız çıkıyor ortaya, şu afişte ortada olan.

Aşağı yukarı tahmin ediyorum. Mesela sinema yazıları yazdığım, az da olsa profesyonelce baktığım dönemlerdeki ben "Bırak ya," dese de, "Dur bir bakayım yahu," diyerek devam ediyorum. O ara içimdeki Ukala da  kafayı uzatıp, "Al işte genç kadın, yaşlı adam, klişe..." falan deyip kasılsa da ben yine de devam ediyorum. Henüz beni yoracak hiçbir şey yok filmde.

İstediğim de bu değil miydi?

Tereddütlü evreleri çevre ile ilgilenerek -filmdeki çevre ile yani- savuşturuyorum. Kalk, bırak falan gibi sözel eylemler yapan uyarıcılardaysa an itibari ile tık yok. Ya umudu kesip ne halin varsa gör, dediler, ya da film onları ele geçirdi.

Çılgınlık, sızmak, renkler, üstelik orada, yaşından başından utan, denilesi haller hadi diyelim ki klişe

Tamam klişe de, her klişenin de kendince verdiği bir duygu yok mu? Ve bu duygu onu farklı kılıp bir beğeni, bir sıcaklık yaratamaz mı? diye, ortaya iki soru atıyorum. 

"Çok da hoşuma gidiyor ki..." diye başlıyorum yanıtıma, ama sanki duvara konuşuyorum. Muhalifler tam siper! 

                                                                           .........

Sonra gelişmeler gelişmeler...

Hoşluklar hoşluklar.

Soldaki genç kadın bir hastanede görevli, bir tatlı ergen de var; çok tatlı ama. İyi oynuyor, esprili ve diyalogları gülümsetici.

Filmin sıcaklığı, yakınlaşmalar, ilişkiler, kucaklayıcılık ve de bağlayıcılığı falan derken... bir bakıyorum ki hayattan kopmuşuz.  

Onlarla gülüp onlarla ağlayacağız, neredeyse.  

Hep kazansınlar ve mutlu olsunlar istiyoruz.

                                                                             .........

Yerim çok rahat ve hiç de kımıldayasım yok.  Serotonin damlacıkları yağıyor gökten.

Maceraysa macera!

                                                                               .........

"Şimdi zamanı mıydı peki, senarist efendi: her şey yolunda giderken, filmle kucaklaşmışken, oh ne âlâ hiç üzülmüyoruz derken, mutlu mesut tam da istediğimiz gibi bir film rahatlığındayken, bu yaptığın iş mi şimdi?"

Derken tam...

Kalemin mürekkebi bitiyor!




*Google bu kez tam anlamıyla saçmaladı çeviride ki ben bile anladım ve yazmadım;)

**Filmin Türkçe Adı ise Tuhaf Kiracılar.


13 Temmuz 2020 Pazartesi

İstikamet Alacahöyük

 1.Bölüm-Rüya/Hattuşa

2.Bölüm-Boğazkale

Sağa direksiyon kırdıktan sonra sanki yeni bir kapıyı açtık; o kapıdan girince de yeni bir eşiği geçip zamanda bir kez daha sıçradık ve usul usul göğe yükselip onunla paralel yol almaya başladık. Doğa değişti ve biz sanki çok katmanlı zaman dilimlerinden, seçmediğimiz ama bizim için seçilen birinin içindeyiz. Sonsuzca bir ıssızlık... Yeşilin tadı farklı, gökyüzü bin yıllar öncesi renginde, taşın toprağın hali de bir başka dünyayı yaşıyormuşcasına mat, madeni ve ıslak. Bu yolu kestirme yapmış kamyonlarla ıssızlığa göre çok, ama seyrek karşılaşsak da sanki onlar başka bir dünya, başka bir zaman dilimindenler ve biz de o zaman dilimlerinde yol alan bir Mavi Kuş ve içindeki iki insanız. Ürpertici!..  Bir başka gezegendeymişiz tadında, tadı da çıkarılası bir maceranın fragmanındayız sanki.

Hani lastik patlasa ve arabadan çıkmak zorunda kalsak, dış atmosferdeki koku ve hava bile farklı gelecekmiş gibi bir hisle ve hissin tadını bir macera kitabının karakterleri gibi oyuna çevirerek, yeni bir zaman sıçramasıyla da bugüne dönerek, otuz beş kilometrenin nihayetinde varıyoruz; küçük ama çok şirin köy Alacahüyük'e.

                                                                                     ***

Müze alanının hemen kenarındaki küçük yeme içme noktaları, hediyelik eşya dükkanları sevimli. Ve aslında bu köyün ilçesi, çok kere geldiğim, buraya yaklaşık 15 km. mesafedeki Alaca da sevilesi: Hani buralara kadar gelinirse ve imkan varsa bir uğransa ve görülse, diye de düşünüyorum. Fakat son durumunu bilmediğim için de günümüze benzemiş olma ihtimalinin  altını çizmek istiyorum.


Alacahöyük benim için çok anlamlı, onla bağım özel. Ucu ilkokul çağlarıma dayanıyor. Oradan çıkan pek çok buluntunun Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde olduğunu, Atatürk'ün ilk kazı parasını cebinden verdiğini ve literatüre geçmiş ilk Türk kazısı olduğunu da biliyorum. İlk kez gördüğüm bu alanda hiç de yabancılık çekmiyorum; burada yaşamışcasına bir duygu bağım var... Ağaçlar arasındaki müze binasınaysa bayılıyorum. Raylarla bağım zaten kuvvetli ki bu dekovil hattı da bizzat Atatürk'ün verdiği para ile yapılmış ve hâlâ o.  Sahanın aktif  bir kazı alanı olmasıysa pek hoş... Hoş olan bir şey daha var ki o da birinci yazıda  Hititlerin en büyük tanrılarından ve bir tanrıçadan bahsederken adını geçirdiğim Arinna şehrinin burası olması. Bir kesinlik midir bilmiyorum ama bir dönem Hattuşa'da kazı yapan bir Alman arkeologun elde ettiği bulgularla buranın o şehir olduğunu söylediğini, okumuşluğum var.


Sfenksli kapıdan geçip yürümeye devam ediyoruz. Ediyoruz da görünüşte Hattuşa'dan küçük duran burası akıl karıştırıcı bir yer. Dört kültür evresi ve onbeş katman olduğu söylenmekte... Birinin yok olup ya da yok edilip diğerinin kurulduğu onbeş katman! Hesap etmekle uğraşmadım ki tavsiye de etmem. Her bir katmanın yok olması ve üzerine yeni bir inşa, hımmmm, kentsel dönüşüm?! Bin yılların katlarıyla hesap edilebilir mi bilmiyoruz. Aklı zorlamanın da bir alemi yok deyip, devam ediyoruz.

Ve şahane bir sürpriz...


Bir kazı noktasındayız. İğneyle kuyu kazılıyor. Bir mezara ya da bir ölüye ulaşıldığını sanıyoruz. Hocayla selamlaşıyor enn sevdiğim kadın. Öğrenci gençler titizlikle eşeliyor toprağı... Girerken okula hayal ettikleri bu muydu acaba? Seviyorlar mıdır, pişman mıdırlar, diye merak da ediyorum ama Hocaya da ayıp etmek istemiyorum.


Kazı başkanı Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu... edindiğim bilgiye göre 1997'den beri kazı çalışmaları onun başkanlığında yürütülüyormuş. Bu arada kazı alanında bir mezar kazılırken, yandaki sokağın kenarındaki binada da bir cinayet işlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Cenaze birazdan kalkacak. Bir Ahmet Ümit efekti katasım vardı yazarken aslında da akıllı uslu yanım ciddiyete davet ediyor.


Bir höyük olduğuna göre bir kaç kat olabileceğini düşünmüştüm aslında, ama onbeş kat beni aştı. Bulmacayı çözmeye çalışıyorum. Daha çok da kafayı tırlatmaktansa işin eğlencesine kaçıyorum. Üstelik 1800'lerin ilk yarısında keşfedilmiş Alacahöyük; Bay Hamilton tarafından. Sonra 1910'da ufak bir kazı yapılmış ve bir taş balta bulunmuş ki o kazıyı yapan da Bay Thompson'mış.

Cumhuriyet'in ve elbette Atatürk sayesinde yurt dışına, Sorbonne'a gönderilen felsefe mezunu Rıza Alış Oruk'un arkeoloji eğitimini tamamlayıp yurda dönmesinin ardından 1935 yılında Hamit Zübeyir Koşar'la birlikte  kazılar başlamış. O sıralar köy son katman olarak bu alandaymış ve kazı başlayınca Atatürk'ün emriyle alanın dışına taşınmış. 


Poternler tam bizlik; buradaki hem uzunluk olarak güzel hem de birbiri ile kesişen kavşakları var. Tam saklambaç oynanmalık. Bu köyün çocuğu olsaydık mesela, ne şavaşlar yapardık bu alanda. Biz de boş durmuyoruz tabii ki... Çok eğleniyoruz. Poternler için biraz cesaret gerekiyor sanırım, çünkü yığma ve taşların birbiri ile harç bağlantısı yok, üstelik üzerlerine tepeler oluşturularak gizlenmişler; ya çökerse korkusu geri adım attırıyor bazılarına ama, biz zaten delisiyiz. Fakat öyle serinler ki...  Çok seviyoruz alanı, sevimli bir ören yeri, ahşap döşeli yürüme yolları çok hoş. Uzun mesafeler yürümek gerekmediği gibi yükseklere de çıkmak gerekmiyor; derli toplu ve tabii ki Hattuşa'ya göre küçük, kolay bir alan.


Varıyoruz önemli kişilerin mezarlarına ki bunlardan altı tane var aynı yerde. Şahsen çok beğeniyoruz, hem yer olarak, hem de üzerlerinin camla gayet hoş kapatılmış olmasını... Mezar içleri elden geldiğince korunmuş. Nasıl gömüldükleri ve yanlarına neler koyulduğu konusunda fazlası ile fikir veriyor. Tabii ki dualarımızı  da ediyoruz. Sonuçta aynı toprağın insanlarıyız, aramızda kaç bin yıllık yaş farkı olsa da, komşu illerden olsak da aynı toprakları vatan bilmişiz.


Ağaçlık alandaki Müze binası çok kere elden geçmiş sonunda da yeni bir tane yapılmış ve 2011 yılında da yenilenmiş. Bu yenilenme özünde fazla değişiklik yapmamış olmalı ki bana eskinin tadını veriyor. Çok sevdim kendisini. Salon adları emeği geçenlere saygı anlamında kazı başkanlarının adlarından seçilmiş. Fotoğraf çekme arzunuzun tavan yapacağı, tüm fotoğrafları kullanmak isteyeceğinizse mutlak.  Ben, gönül hepsini kullanmak istese de önemli sembollerin olduğu tek kare ile yetiniyorum. Şu geyik çocukluktan beri, öğretmenimiz burayı aklımıza resmettiğinden beri benim için önemli. Çünkü aynı zamanda Anadol marka yerli otomobilin de amblemi ki bana her zaman Alacahöyük'ü çağrıştırıp hayal ettirmiştir.


Hemen giriş katındaki bölümde Atatürk'ün bu konulara, yani arkeolojiye ve tarihe verdiği önemin altını çizen cümlelere rastlıyoruz. Maketse sahada görüp de hayalimizde resmettiklerimizin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor. İnsan bir ikilemde de kalıyor: "Aaa ne güzel," diyen çocuk yanım bayılsa da, bu makette ortaya koyulan şehir içimden bir fesat çıkarıyor ve bu fesat bunu yapanın yüceltici bir tavır sergilediğini, biraz da bilim kurgusal bir güzelleme yaptığını düşünüyor. Şüpheci akıl böyle düşünse de kalp yapanın duygusunu anlıyor, ona inanıp, "Vay be," demek istiyor. Sempati ve bilimin sundukları her ne kadar  uyum içinde bir inanç yaratsa da insan, gerçeğini şüpheye yer vermeyecek biçimde netleştirmek istiyor. Ne demişti ünlü kimyacı Lavoisier: "Hiçbir şey yoktan varolmaz varken de yok olmaz!" Bir gün birileri ışığın hızını kat be kat aştığında, gerçeğe ulaşacaktır mutlaka...  Rabbim ömrümüzü uzun eylesin yeter ki.


Vedalaşıyoruz güzel anlar yaşadığımız müze ve ören yeriyle. Ama öncesinde kafaya taktığım verandasında, kadim ağaçların serininde buz gibi kolamı içiyorum. Çıkınca ana kapıdan hemen karşısındaki bir hanımefendinin işlettiği, hediyelik eşya satmanın yanı sıra  kafe de olan mekana geçiyoruz.

"Bir sade, bir de orta kahve lütfen."

Hemen karşıda, ören yerinin duvarının dibindeki pınar ve elbette ki yazı ilk andan beri gülümsetiyor bizi: Stres Giderici Su. O aralar stresi olan bir tanıdığım var, erkek kardeşim, bunun altını hep çiziyor, üstelik de doğal sular merakı sürekli yükseliyor. İş seyahatlerinde Doğu Karadenizin değişik doruklarından şişe şişe sağlıklı su getiriyor. Bu haliyle de büyük dayıma benziyor. Dolduruyoruz şişeleri; içecek ve stresleri püf diye yok olacak sevdiklerimiz için.


Bir küçük tur atıp,  köyün tadında, çok da hoş bir çardağı olan kazı evi ile rastlaşıp vedalaşıyoruz bu şirin köyle. Çorum'a kadar durmak yok, oradaysa yemek yiyeceğiz; elbette Katipler Konağı'nda!.. Bumbar dolması ve şuruplar kesin de ona başka neler ilave olur şu an bilmiyoruz. Çıktığımız ana yol oldukça yoğun ki hem Doğu Anadolu'dan hem de sınır ötesinden gelen trafik bu yolda... Zevkli bir seyir, manzaralı, genişce ve çok şeritli bir yol. Küçük bir göl ses ediyor; çağırdı bizi, uğramadan geçmek olmaz. Pek şirin yamacının tepesinden seyrediyoruz. Pikniğe gelmiş bir kaç aile var, mangallar yakılmış. Biraz nefeslendikten sonra vuruyoruz yeniden yola.


Çorum'a varınca görüyoruz ki hafta sonu kalabalığı bayağı... Ana bulvarda ağırlıkla genç kalabalığı, yeme içme alanları yükünü almış, iğne atsan yere düşeceği şüpheli ki tam da piyasa saati. Bir de park edecek yer bulabilsek!.. Ara sokaklara dalıyoruz ama nafile, park edip yürüyeceğiz Konağa, niyet bu. Bulamayınca yürüme mesafesinde bir yer, belki umuduyla yöneliyoruz Konağa doğru ama o tarafta yol tek şerit ve kalabalık fena, saat de günün yoğunu... Vazgeçiyoruz. Çıkıyoruz yeniden Samsun asfaltına, bir benzinliğin beğendiğimiz pastanesine uğruyor, atıştırmalık bir şeyler alıp, şekerlemelerinden ve lokumlarından paket yaptırıyoruz. Çorum coğrafyasında olup da leblebi almadan geçmek olmaz... olmamalı da!

Varıyoruz Çakallı'mıza, Menemen Cennetimize yani! Çekiyor kaptan Ünal Menemen'in önüne. Çok açız!  

"İki kişilik menemen lütfen."

Karışık turşu ile geliyor önden; biraz zeytin, biraz bal, biraz da tereyağı. Yöreye özel ekmeklerse banmalık;  pofuduk ve dumanları üstünde...

Geliş yönünden sayarsak Samsun'dan sonra Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Sarp'ı geçip Gürcistan'a, oradan Ermenistan, Azerbeycan, Rusya derken dünyanın öbür ucuna ve hatta Sibirya üzerinden Amerika'ya giden kocaman yolun en uğranılası noktalarından birindeyiz; asıl uğrak yerimiz karşı şeritte olsa da bu yöndeki en iyi menemen -aklınızın bir köşesinde bulunsun- bu mekanda.

Çıkarırken menemenin tadını ekmeği bana bana, kokuyorken ortalık miss gibi tereyağı, zevkten uçuyorken damaklarımız, bir tüyo daha vermek elzem, tam da buradayken: Eğer gidiş noktanız saydığım şehirlerse, bu menemen noktasını geçtikten sonraki ilk virajdan önce sağa, Atayolu tabelasının işaretlediği yöne  saparsanız, Atatürk'ün Samsun'a çıktıktan sonra Sivas ve Erzurum kongrelerine gittiği yolu kullanmış olacaksınız ki şu ankinden önceki iki kıymetli başkanın eseridir. Ve hatta o yola dönmeden önce aynı kavşakta sola dönerseniz ve mevsimlerden kazsa, yine eski başkanın kazandırdığı Taşhan'da, kaz tiridi yiyebilirsiniz! Önceden aramaktaysa fayda vardır! Sonrasında manzaralı Atayolu'ndan tırmanarak Mamur Dağına, en tepe noktasındaki eski Amerikan Radarı'nın SSCB'yi gözlediği tesislerinin önüne varırsınız ki soğuk savaş dönemini anlatan bir müze olarak -cihazları ile- kalması gerekirken ne yazık ki ufuksuz yeni başkan döneminde yıkıldığı için toprağının önünden devamla -eğer Samsun'u es geçecekseniz de- şehirlerarası yola tekrar bağlanırsınız... 


Ve bir gün bir bakarsınız ki şu satırları yazan "yazar" özentisi; hem bu radara yapılmış bir ziyareti, hem de dağılma aşamasına az kalmış SSCB'den gelecek bir saldırıya karşı savunma stratejilerimizi, planlarımızı; yılların ötesinden, henüz tımtıfılkenli zamanlarından, ve göreve özellikle seçilmiş olmasının havasını da atarak ve bizzati sahada tanık olduklarını, yaşadığı anları bloguna taşımış!

"İki çay daha lütfen."


31.07.2016  


9 Temmuz 2020 Perşembe

Boğazkale

Öncesi

Yeni bir gün, kuş sesleri, şırıldayan dere, pencereden sızan serinlik, "Uyanın artık," diyen horozlar ve tazelik... Sırt çantalarımızı da toparlayıp yerleştiriyor, Kadeş Anlaşması anısına yapılmakta olan anıtın önünden sessiz adımlarla yürüyerek kahvaltıya geçiyoruz.

Dün su verdiğimiz, üzgünüz ki onca yıl geçince adını hatırlayamadığımız ve yazıda köpek demek zorunda kaldığım ve bundan da rahatsızlık duyduğum dost, bizim masanın iki adım uzağında, sabah güneşinin tadını çıkarıyor. Tabii ki günaydınlaşıyor, halini hatırını soruyoruz. Dün Hattuşa'da karşılaştığımızda meğerse akşam yemekte olan iki arkadaşa eşlik ettiği için oradaymış ve sonra da onlarla geri dönmüş. Anlıyoruz ki O bir rehber! Muhtemelen de bizim kahvaltıyı bitirmemizi bekliyor!


Her ne kadar doğalının el altında olduğu bir yörede, otel usulü paket ve endüstriyel ürünlerle de olsa zevkli bir kahvaltının ardına birer de keyif çayı ekliyoruz ve teşekkür edip kalkıyoruz. Kasabamızın  merkezine gideceğiz. Sabahın çok hoş serini ve huzurlu sessizliği biraz ağır hareket etmemize neden oluyor. Rehberimiz çoktan ön almış, sonra da fark etmiş ki biz sabah yavaşlığındayız. Durmuş ve "Hadi," dercesine bize bakıyor; bir sertlik ifadesi yok, gayet şefkatle, toyluğumuza anlayışla, bekliyor bizi. Birlikte yürüyoruz. Sessizlikle, gürültülü hayatların yaşandığı yerlerden uzak ve yaşamın fena halde yavaşladığı bir diyardayız. Yemyeşil ağaçlarla dolu araçsız bulvarı yürüyoruz.


Rastlaştığımız Kazlar sabah toplantısında, bize yansıyan bir kakofoni olsa da onlar çok sesli... Mevzuyu pek anlamasak da sanki bir dernek ya da apartman toplantısı hali var. Rehberimiz, aynı zamanda da korumamızla selamlaşıyorlar. O da iki lafın belini kırmak için yanlarına doğru yol alıyor...  Kim bunlar, diye sordular, çünkü yan gözle bize bakıyorlar. Bir kaçı burun bükmüş olabilir. Biz sol kaldırıma geçip oradan yürümeye devam ederken Rehber de bize katılıyor. Kalbimizdeki yeri özel Müzeye günaydın demeden geçmiyoruz ki o henüz sabah mahmurluğunda ve yeni kabullere hazırlanıyor. Şimdi bizi bizden alan büfelerden birindeyiz.

"Üç su lütfen."

"Üç de şu gofretten lütfen"


Büfeden çıktıktan az sonra binayı fark ettik, sevimli bulduk; ama sokağın başına gelince de bayram ettik. Çünkü restore edilip de Halk Eğitim Merkezi haline getirilmişin ev olarak yaşamaya devam edenleri de var. Betona gömülmüş şehirlerden sonra korunmaya alınmış sit alanı gibi geliyor sokak. Elbette ki bu hesaplanmış bir koruma değil; gözden ırak, sessiz, nüfusu az, rantı yüksek bir yer olmaması onu şanslı kılıyor, mütahit eline düşmemiş... Çoğunluğu kırsalında yaşayan 3000'nin üzerinde bir nüfusu var ki merkez nüfusu 1700 civarında.


Tatlı tepeye yaklaşırken, tepenin ardıyla ilgili sinyaller de alıyoruz. Çoktan kaynaştık, benimsedik, sevdik birbirimizi. Üstelik hoş kokuların çekim alanındayız!


Henüz erken ama meydana masa atmış kahvenin dışında bir kaç kişi var, selamlaşıyoruz; belli ki tarla  dönüşü uğranılmış. Çay bardaklı sohbetler sabah mahmuru... imrendik. Biz dışında da buraya ait olmayan kimse yok ki bukalemun özelliğimiz devreye girecek ve birazdan buralı olacağız.

Dünyanın en kıymetli arkeolojik alanlarından birinde bu derece ıssızlıkla karşılaşmak bir yanıyla bize iyi gelse de bu potansiyelin -yazın göbeğindeyken üstelik- yeterince kullanılamıyor olması da üzüyor. Tamam bu iki gezginin bir bencilliği de var, iş olsun diye gelen, etrafa özen göstermeyen, kirletip geçen insanlar dokunsun istemiyorlar bu sessizliğe ama bu ülke de sadece o insanlardan ibaret değil sonuçta! Hem o zaman belki, bu şirin mi şirin meydanında, şu kahvenin bir yanında mesela, ya da onun karşısında bir mekanda, güneş dağların arkasına çekilmeye başladığı anda  buz gibi içeceklerin ve Hitit ruhunun tadına varılıyor olabilirdi...


Ama emin olun ki bu iki bukalemun başka bir şeyin tadını keşfedip, dibine kadar da çıkaracaklar az sonra ve bir mizansen kuracaklar. Çünkü anı yaşamamış olsalar da belki bu yazıyı okuyan ve bir gün buraya gelecek olan birilerine yaşatacaklar!

Meydana şimdilik göz atıp ara sokaklarına dalıyoruz Boğazkale'nin... Meydanın hemen ardı bir eşiği geçmek gibi. Yeni ve çok katlı binaya sırt çevirmiş evler bizlik; verandanın kenarındaki semaverin dumanı tazecik, miss  kokusu koşa koşa ulaştı tandırdaki ekmeğin, dönüyor başımız. Biz o ara evin çekerken fotoğrafını, bir teyze çıkıyor verandaya... Şefkatle, neşeyle, tatlı mı tatlı sesleniyor enn sevdiğim kadına; emekle yetiştirdiği ve gurur duyduğu çocuklarından söz eder gibi; "Çiçeklerimin fotoğraflarını da çek."  Biz seni yeriz be, teyzem. Sohbet ediyor enn sevdiğim kadın. Evin altında inekler. Adamı ve çocukları tarladan dönecekler. Teyzem karnımızı doyurmaya da kararlı, ama biz o işi yaptık be teyzem.


Teyzemden kopmak zor. Vedalaşsak da dilimizde hâlâ o var. Güzel güzel bahçelere gire çıka, güzel ve el yordamı taş kanal boyunca, içindeki yaz kurağı suya baka baka yürüyoruz. Yürürken elbette onun bahardaki coşkunluğunu da görüyoruz. Ondan ayrılan arklarsa şirin bahçelerdeki sebzeleri suluyor. Meydanın iki sokak arkası köy tadında. Ne güzel ki gezginler için bir avantaj bu; bir taşla iki kuş. Hem köy hem kasaba! 


Rehberimiz sağ olsun; bazen onun iştahının götürdüğü yerlere gidip sürprizlerle karşılaşıyor, arada bir de serbest takılıp onu peşimizden sürüklüyoruz. Her hâlükârda aramızdaki ilişki muazzam. Kasabalı arkadaşları ile rastlaştığımızda kim bunlar diye şöyle bir göz atsalar da O, pek de bize çaktırmadan, hâl yoluna koyuyor hepsini. 


İşte bu! Mavilerin hastayız ki bu artık malumun tekrarı... ama mavi doğramalı köy, kasaba, mahalle dükkanlarının bir başka derecede hastasıyız. Bir bakkal olmasını dilerdik elbette ki şu an kapalı. Ama bir bakkal olsaydı ve açık; işte o zaman değmeyin keyfimize. Hemen köyün çocuklarından olur, bakkal amca ile muhabbeti koyultur, markasını bilmediğimiz ucuz gofretleri, çikolataları ve varsa yerel gazozları, yağmalardık kesin.  Belkim iki de çay içerdik bakkal amcayla!  Gelmez mi Vahit Abi akla, görünce minik dükkanları? Gelir, hem de nasıl gelir.*  
  
Meydana doğru yürüyoruz.  Orada bir şey var, aklımıza yazdığımız ama henüz kahvaltıdan kalkmış olmanın tokluğu ile de sonraya bıraktığımız bir yer: Boğazkale Ekmek ve Pide Fırını. 


Dışa taşıyor sıcak fırının ve tazeliğin kokusu.  Gönüllüce tutunduk attığı oltanın ucuna. Anne kuzinesinden çıkmış gibi tütüyor hamurlar. Ekmekler misss... Pideler misss... Börekler-poğaçalar misss... Gözümüzse ketelerde! 

Alıyoruz... hatta götürmelik de alıyoruz. Daha dışarı çıkmadan da tadına bakıyoruz, hemen oracıkta, miss gibi pişmiş hamur kokuları arasında. Yok böyle bir şey! Hamur Tanrıça'sının başı döndü çoktan, kutsadı ustayı. Sohbetleriyse şahane. Çaylar geldi gelecek... Çok teşekkür ediyoruz, beğenimizin altını bir kez daha çiziyor, hayırlı işler dileyip, pidelerde kalan gözlerimizi de alarak çıkıyoruz.

Bununla kalmıyoruz elbette, övmeye devam ederken ve bir yandan da götürürken keteleri, bu yazıyı okuyan ve belki de bir gün Hattuşa'ya gelecek olanlara diyoruz ki: Bu fırından kete ya da ne isterseniz alın, ama fırından yeni çıkmış olsun! Sonra dükkanlardan birinden gram işi kahvaltılıklar... sonra kahvenin dış masalarından birine çökün, ister amele işi, ister ince bellide çaylarınızı söyleyin. Ve kahvaltınızı Boğazkale'nin meydanında ve anıtın solundaki kahvenin dışarı yayılmış masalarında yapın.


Ellerimizde ketelerimizle fırının köşesinden dönüyor, meydanın öte yakasını dolaşmaya başlıyoruz. Kocaman ve ekili bahçeler içinde çok güzel evler görüyoruz. Biriyle fazlasıyla haşır neşirken, tatlı bir amcanın Almanca sorusunu, Türkçe cevaplıyoruz. "Hayır, Türk'üz." Karşılıklı gülüşme ve kısa ama hoş bir sohbet. Sonra önümüze çıkan rehberimizin bir arkadaşı ile oynaşma, onun katılımıyla geldiğimiz sokakta da bir ülke klasiği olarak, yıkılsa da yenisini yapsak haline terk edilmiş evleri görüp bayılıyoruz. Oysa ki ne de güzel konaklama yeri olurlar, diye konuşuyoruz ama devleti yönetenlerde de bu vizyon ve heves olmalı; ya sübvanse etmeli ya da kendi alıp, kar zarar hesabı gütmeden yaşatmalı bunları diye konuşuyoruz ama konuştuğumuzun gerçekleşme ihtimalinin olmadığını da biliyoruz.

Konuşa konuşa, gördüklerimizin üzerinden geçe geçe kaldığımız yere varıyor, Rehberimizle vedalaşıyor, geldiğimiz yoldan geriye doğru bir miktar gittikten sonra direksiyonu sağa kırıp bir başka güzelliğe doğru yol almaya başlıyoruz.


31.07.2016


* Vahit Abi şu yazının ikinci fotoğrafından sonraki 6 paragrafta, 



Devam yazısı- İstikamet Alacahöyük için buradan lütfen

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Tout Le Monde Debout*

 Dün

Güneş az önce doğmuş ve odama vuruyor. Ona uyanıyor ve  sabah mahmurluğundaki ısıtıcılığına gülümsüyorum. Başucu bardağımdan bir yudum su içiyor, yeniden kafamı yastığa koyuyor, tavana da gülümserken gün içi planları yapıyorum: Peynircime uğramalıyım, kahvaltı için de sıcak poğaçalar hayal ediyorum. Türkan'dan aldırabilirim!..

Yataktan çıkasım yok, sağımdaki yastıktan sarı kapaklı tuğlayı alıyorum; geldiğim sayfa sayısı nedeniyle gülümsüyorum. Gülümsememi dürten şeytansa sanki dostummuş gibi bir tonlamayla, "Hayatına iki kitap daha katmış olabilirdin, aynı sürede," diye bir cümle sarf ediyor. Oltaya gelmiyorum...   

Çünkü zevkle okuyorum. İki açıdan seviyorum kitabı: Birincisi bir gezi kitabı, üstelik bir öykücü ve romancı tarafından yazılmış, üstelik öyle sıradan biri tarafından da değil! İkincisi, o ülke ve benzerlerine çok eskiden beri ilgim var. Televizyonunu sıklıkla izliyor, ülkenin değişik yerlerindeki meydanlardan yaptığı açık hava konserlerine ve o konserler esnasındaki drone çekimlerine bayılıyor, dolayısıyla da kendisini görmemiş olsam bile yapıları, şehirleri, kültürleri ve yaşamları ile ilgili canlı ve görsel bir hafızam var.

Kitabın satırlarındayken ve yazarla birlikte adımlarken köylerini kasabalarını ve hatta şehirlerini; girdiği lokantalardan zevk, yemeklerinden ve şaraplarından tat alabiliyorum. Üslup öyle güzel, yazar öyle dalgacı ki çoğu zaman kitabın içinden geçip yağmurlarda ıslanıyorum. Çoğu zaman da; kitabı bıraktıktan sonra mesela, neden  yazmaya 10 yıl daha erken başlamadım, diye, hayıflanıyorum. Biriktirdiklerimi, iş için bile olsa anlatılası coğrafyalara yaptığım sık seyahatleri, tanıdıklarımı ve tanık olduklarımı yazmalıydım, diyerek, iç geçiriyorum.

Bir süre sonra da kitabı bırakıyor, salona geçiyor, camları açıyor ve denizi salona dolduruyorum. Hemen üsteki damlalıkta artık yeni nesil kuşlar var. Kusura bakmasınlar ama tatlı oldukları kadar da gevezeler. Sonra blogumu açıyor, gelen yorumları yanıtlıyor, son yazımın devamı olacak olan için yerleştirdiğim fotoğraflara üç paragraf ekliyorum ki normalde bugün yayımda o olacaktı!

                                                                                   ***

Sonra akşam oluyor, mesaim bitiyor, son verileri kaydediyor, kısa bir atıştırma sonrası televizyona biraz bakıyor, daha serin olan yatak odama geçip uzanmak ve kitabıma devam etmek istiyorum. Bir can sıkıntım var, sabahtan... Bir bardak su ve az önce soğutulmak üzere dolaba koyulmuş bir kadeh şarapla birlikte geçiyor ve kitabı elime alıyorum:

Uyku emareleri yok, taktığım mesele yüzünden kitap da yürümeyecek belli. Dönüyorum salona, dizilerde de aradığımı bulamıyorum ve favorilerime eklediklerime geçmeden önce filmlere şöyle bir göz atıyorum. Bir afişte duruyorum. Aldığım sinyaller güzel, üstelik komedi yazmışlar. Âlâ.  



Sen Komedi misin Peki?



Oyuncuları tanımıyorum. Yönetmeni bilmiyorum. Filmden de haberdar değilim. Afiş ve ondan geçen hoş bir duygum var. Hepsi bu! Erkek oyuncudan Alain Delon efekti alıyorum sadece...**

Giriş izleyiciyileri tam anlamıyla filme hazırlıyormuş meğerse! Zengin bir ailenin çocuğu, orta yaşı sayısal olarak tüketmek üzere, kadınlara ilgisi tümüyle bedensel, yaşlanma kaygılarını da sporla ve arabasıyla halleden ve yaşamla ilgili zevkleri şık, yakışıklı bir adam.

Spoiler vermeden yazmaya çalışıyorum ama uzun uzun anlatma arzumu ve aldığım tattan taşan coşkumu frenleme konusunda epey zorlanıyorum, bu da biline!  

Film ilerledikçe oyuncular oyuncu olmaktan çıkıp sahici oluyorlar. Bir gerçek an duygusundayım, film çekip alıyor beni, artık onunlayım. Üzüldüğüm anlar var, güldüklerim var. Bazen alkışlamak istiyor ve bazen de dürtmek... Bazen korkuyorum! Bazen talep ediyor, bazen çüşşş, diyor, bazen "Ya öyle bitmezse!" diye ürküyor, bazen de ileri sarsam da kaygılarımı gidersem, diye düşünüp müdahale etmek istiyorum.

Öyle sahneler var ki ve öyle anlar... öyle işte!

Mesela sekreterine bayılıyorum, çok güldürüyor beni. Başlangıçta, anne evine döndüğü anda ve Abinin  tavırlarına bakınca da bir yandan gülüyor ve başka yolda ilerleyecek bir film sanırken o sıralar,  hafta sonundaki aile yemeğinden sonra başka bir yöne çevriliyorum. Esas kadın karakterle tanışınca da düşünce dünyalarımda yeni ufuklar açılıyor. Onun filmin bir yerindeki sözüyle de nefessizliğe düşüyorum.

Çok güzel müzikleri ve şarkıları var filmin ki hayatımda ilk kez bu kadar hızlı hareket edip o şarkıları arıyorum ve soundtrack'ini buluyorum ama şarkı ismi vermeyeceğim, tanıdık gelenler de olacaktır, diye düşünüyorum.

Kusura bakmayın, sadede bir türlü gelemiyorum çünkü filmden kalan duygu ve tat çok. Ve ben neredeyse her anı yazmak istiyorum... hatta yazacak coşkumu zaptetmekte zorluklar yaşıyorum. O kadar mutlu bir film izleme anıydı ki bugün yazmazsam, bir başka günde başka bir yazı olur diye korkuyorum. O kadar hoşluk var ki aslında uzun uzun anlatmak istediğim... ve o kadar çok, güzel, umut tazeleten, hayat sen ne güzelsin, dedirten duygu... 

Mesela sayfalarca yazabileceğim ve izleyenlerin bayılacağı bir kaç yemek anı var. Onlardan birinin  öncesindeki cümle, mesela! Diğer birindeki "Müziğin sesini biraz alçaltır mısınız," isteğinin ardından gelen şarkıcı ve şarkı... Ve an kesinlikle şarabı çağıracak emin olun.

                                                                                   ***

Aslında sürekli beni geren, heyecanda ve hatta diken üstünde bırakan yönetmene ve hinliğine de iki çift laf edesim var ama yaşattığı gece muhteşemdi, diyor, fazlaca ipucu vermemek için de burada bırakıyorum. Üstelik de büyükçe bir fedakarlık daha yapıp okuyanlar için; kendi duygularımla detay geçeceğim ve dantel gibi işleyebileceğim bazı sahneleri de yazmaktan alıkoyuyorum kendimi. Takdir edersiniz ki bu, uzun uzun anlatmayı seven coşkun ruhum için ne kadar zor bir durum!

Fakat filmin son sahnelerinde ben gülerken gözümden aşağı benden habersiz sızan sıvıdan söz edeceğimi de aklınızdan geçirmeyin..

Filmin daha ortalarındaykense bir anda hiç saati fark etmeksizin direk tuşladığım telefonla Enn Sevdiğim Kadını aradığımdan, saate bakınca hemen telefonu kapattığımdan, sonra onun beni geri aradığından: Bin özürle... Uyandırdım mı? diye defalarca sorarak bu filmi paylaşma arzumdansa, görüldüğü üzere söz etmiyorum.



Sorun, Peki Neden?


Eğer Enn Sevdiğim Kadın olmasaydı... 

Bu filmin ardında nasıl bir duygu oluşurdu bünyemde, diye de düşünmüyordum! 

Sonra bakalım bizim insanımız ne düşünmüş, diye merak ediyor, üzerine yazılmış pek bir şeye rastlayamıyor ama bir zamanlar yıldızı olduğum sinema sitesinde bir kaç yoruma rastlıyorum. Biri hoşuma gidiyor ve onu bir pas olarak alıyorum: "İzlenmese pek de bir kaybın olmayacağı daha çok +50 yaşlara hitap eden akıcılığı düşük film."


Gülümseyerek düşünüyorum:

Duygular mı değişti, yoksa insanlık mı? Bazı kuşaklar var ki Love Story'lerle, kağıda yazılan mektuplarla büyüdü, insanların ayrışmadığı, mahallenin bir anlamı, paralı olmanın çok anlamlı olmadığı yıllardı, öğretmenler bir şeyi anlatırken hayata da dokundurtuyorlardı... O yıllarda çocuktular ki iyi ki de hep çocuk kaldılar. 

Bir kuşak da var ki eski zaman tarihi güzellemeli diziler, hızlı mesajlar, hızlı tıklamalar, kabadayımsı ve duygudan ziyade matematiği dayalı satacak televizyon dizileri, tek yönlü ve bilgiden ziyade kavga dövüş içeren oturumlar, yalan ve iktidar güzellemeleriyle dolu çıkar gözeten patron gazeteleri ve mizah yokusunu sulu sepken komikliklerle dolu filmlerle büyümek zorunda bırakıldılar... ve bırakılıyorlar. Ve ne güzel ki bir bölümü söküp atabiliyor bunları yaşamından. Ama bir gerçek var ki bugün kolay ulaşılabilenler, eskinin ki kadar derin ve emek sarf ettirici değiller!.. 


Aşk olduğu söylenenler bile!



*Google Translate Herkes Ayakta, olarak çevirdi filmin adını ve bir kusur varsa ona aittir. İzlediğim Portaldaki Türkçe adı ise Aşk İçin'di.

**Filmin yönetmeni, iki senaryo yazarından biri ve erkek oyuncusu: Franck Dubosc
    Kadın Oyuncu: Alexandra Lamy,

Son dakika: Kendisini Fransız Mutfağı adlı fimde oyuncu olarak izlemişim.


1 Temmuz 2020 Çarşamba

Rüya

Defalarca yanından geçiyorum. Defalarca en yakınına kadar geliyorum. Defalarca, hangi tarafında olursam olayım direksiyonu bir kıvırsam, gittiğim ya da döndüğüm istikametten bir sapsam tam göbeğine varacağım; o kadar el altında!.. Üstelik de kafaca en uyuştuğum, en ilgimi çeken, kendime en yakın hissettiğim, onlara dair ne bulsam okuduğum, seçme şansım olsa orada, onlarla yaşamayı isteyeceğim bir uygarlık... 
  
Bir tetikleyiciye ihtiyacım varmış, sadece. Ben kadar isteyecek, taşlarla dost olabilecek, yorulmak nedir bilmeyecek, yürümekten, tırmanmaktan üşenmediği gibi zevk alacak, coğrafyayla ve onun geçmişiyle bütünleşecek  bir tetikleyiciye...


Fikir, bu fikrin hayal dünyasının sunduğu ön izlemeler pırıl pırıl parlıyor, heyecandan ölüyorum. Araştırmaya başlıyorum. Bir konaklama yeri ilgimi çekiyor. Hayatımın her anlamda düzene girdiği, fikriyatımdaki işleri sıralı bir şekilde hallettiğim ve kişisel hayallerime yeniden alan açabildiğim bir zaman dilimine adımlar attığım süreçte beni gören Tanrı öyle bir armağan yolluyor ki bana, tamamlanıyorum. Onu buluyorum...

Kars'tan dönüyoruz, araya bir iki yer sıkıştırıyoruz, bahar geçiyor yaz yaklaşıyor, karar veriliyor ve aylar önce kafama taktığım konaklama yerinden rezervasyonu yapıyorum. Pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı yola çıkıyoruz. Yan koltuk bende. Sürücüye bayılıyorum ve onu izlemeyi, onunla sohbeti yola tercih ediyorum. Üç, üç buçuk saatlik bir mesafe ve sevdiğim güzergâhlardan biri...

Çorum'u geçiyoruz ki güzel bir müzesi vardır. Bir de Konak! Çoğu zaman Ankara ve ötesine giderken ya da dönerken kesinlikle uğradığımız, geleneksel yemekler yapan, bunları geleneksele uygun sunan, şerbetleri âlâ ve her anlamda geçmişi yaşatan hoş bir mekândır; üç kızkardeş tarafından işletilir ki adı Kâtipler Konağı olan bu mekân aile yadigârıdır ve kesinlikle uğranılasıdır... ama bu kez uğramadan geçiyoruz. Önünden defalarca ama defalarca geçtiğim kavşağa varıyor ve sola dönüyoruz. Bir anda her şey değişiyor; toprağın rengi, gökyüzünün rengi, ruhlarımızın rengi, her şey... Alçak dağlar, uzun düzlükler  ve ay çekirdeği tarlaları arasından sakin, sessiz bir yolda ilerliyoruz. Bir eşiği geçtik, zamanda sıçradık, karmaşık ve kalabalık, heyulası tavanda bir dünyayı geride bıraktık sanki!


Yaklaşma sürecinde... yaklaşırken... küçük kasabanın "banliyösünü" geçerken... öyle çocuk, öyle meraklı, öyle yetişkin, öyle sevinçliyim ki... Bir huzurun, sessiz bir huzurun ama sıkı bir dostluğun, unutulmaz izler bırakacak bir zaman yolculuğunun ipuçlarının fena halde farkındayım. Dar yoldan ferah mı ferah bir meydana ulaşıyoruz. Kasabanın merkezine uzak ama kadim başkente kıvrılan yolun köşesinde kalacağımız yer. Görür görmez vuruluyoruz. Hevesle, Toprağın ruhuna uygun bir hevesle ve özenle yaratıldığı hissedilen, mobilyaları köy tadı veren konaklama noktamıza bayılıyoruz. Şırıl bir derenin sesi serinlik katıyor odaya. Muhteşem bir sessizlik. Köy hoşluğunda, konforu kendine özel, meyve ağaçları ile dolu kocaman bir bahçesi olan bayılınası bir konaklama noktası burası. Hittite Houses.


Serin odada uzanıyoruz bir süre. Pertek'e, dedemin evine, onun serinliğine ve arktan gelen suyun sesine ne kadar da benziyor ruh halim. Müşkülpesent insanlar değiliz, bin eleştiri yapılabilir belki; konforun başka bir şey olduğunu düşünen bünyeler için... Biz samimiyete, verilen emekteki heyecana, coşkuya ve etrafla benzeşen, ayrık otu gibi durmayan, oralı gibi hissettiren mekânların hastası iki insanız ki burası unutulmazlarımızdan olacak, eminiz.


Yolun ve duşun keyfinin ardından başka bir zaman diliminde, bundan çok çok eskide ve kadim bir uygarlığın içinde onlarla birlikte olmanın heyecanıyla geçiyoruz; yolun karşısındaki, aynı kişilerin işlettiği diğer tesise.

Öğrendiğimiz mesafe biz için yürünebilir ki niyetimiz de yürümek. Fakat genç adam arabayla gitmemiz konusunda ısrarcı. Neden acaba?!


Yürümekte kararlı olduğumuzu anlayınca önerisini yeniliyor. "Arabayla gidin, otaparkta bırakır, sonra yürürsünüz," diyor. Arabayla gidiyor, kapıdan geçip iç otoparkta bırakıyor ve ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz. Park yerinin hemen önü bilinen en eski kütüphane; izleri var ve gerisi hayal dünyamızın; üstelik bu sıradan bir kütüphane değil, 32 metre uzunluğunda iki katlı bir bina, altı depo ve aynı zamanda bir arşiv burası, devletin belgeleri de burada ki Hititler bu anlamda öncü: Dünyanın ilk barış anlaşmasını, Kadeş'i* imzalamış ve bunu belgeye dökmüş bir uygarlık söz konusu olan. Üst kat ise beş odadan oluşuyormuş ve 3000-3500 belge ve eser barındırıyormuş. Kütüphaneciyse önemli kişi, belgelerden kaynaklı bir hakimiyeti var ve Kral bir yere gittiğinde yönetimi ona teslim ediyormuş. Bu alanda bir avlu ve bir de kral yolu var ki bir tür devlet agorasıymış bu bölge.

Alandaki zümrüt rengi kübik taşsa hemen dikkatimizi çekiyor. Başındayız ve direk uzaya bağlıyoruz mevzuyu... Ne de eğleniyoruz, sözcüklerimizle. Tanrıların Arabaları'nı ve Yıldızlara Dönüş'ü okumuş insanlarız. Üstelik ben, rüzgârının estiği, dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, hayal dünyası yerinde bir tıfıl olarak okumuşum... Bu taşın ve diğer pek çok kalıntının minyatürlerini satan bir genç adam yanaşıyor, rehberlik yapabileceğini söylüyor. O an elindeki objelerin aynılarına Antakya'da emekli bir öğretmenin çok sevimli dükkânında da rastlayacağımızdan habersiziz. Hititler her yerde!


Bu yazıda kalıntılarla  ya da fotoğraflarla ilgili derin bilgiler bulamayacaksınız, ama olur da bu yazı heveslendirir ve orada olmak istersiniz; işte o zaman bir kaç kitabı okumak yarar getirebilir. Hatta derin okumalar istemem, uğraşamam, şöyle kolay, hikâye anlatır gibi bir şey olsun, diyenlerdenseniz; "Muazzez İlmiye Çığ'ın, arkadaşı Sümerolog Hatice Kızılay'ın kızı İştar'ın dilinden yazdığı  Hititler ve Hattuşa adlı kitabını okuyun," diye bir öneride bulunabilirim: basit gelebilir, çocuğa anlatılmış gibidir ama yormaz! Fotoğraftaki surlarsa önemli. Kısa bakanlığının ülkeye çok şey kazandırdığını düşündüğüm Ertuğrul Günay'ın el atmasıyla ve Hititlerin kullandığı malzemenin aynısıyla yapılmış kendisi... Surlara bu kez uzaktan bakmak için bulunduğumuz daha yüksek alanın ucuna yürüyünce önümüze çıkan dev şarap küpleriyse bizi bizden alıyor, "Hımmm gerçek bir küp şarabı," diye iç de geçiriyoruz. Kader işte; yeter ki alına yazılan güzel olsun. Bir gün Tiflis'de, ona yakın bir köyde yapılan gerçek küp şarapları içeceğimizi, keyiften öleceğimizi henüz bilmiyoruz.**


Sonra bir başka kayadan vadiyi seyrediyoruz, uzun uzun. Yeni surların yapıldığı sürenin uzunluğuna bakıp ki 5 yıl, bu koca başkentin tamamının da surlarla çevrili olduğunu düşününce; içinden çıkamıyoruz bu uygarlığın vardığı noktanın. Ve biz bu kadim şehrin henüz toplu iğne başı kadar bir noktasındayız şu an!


Hava sıcak, Hitit başkenti kocaman ve yolu yokuş. Arabaya binmeden önce telaşla koşuşturan, dili dışarıda su arayan sevimli köpekle merhabalaşıyoruz. Pet şişeyle su içirmeye çalışıyor enn sevdiğim kadın ama, o kadar susamış ki köpek su ziyan olacak gibi. Bir plastik bardak bulup dolduruyoruz, nasıl bir içmek o görmek lazım... Sonrasında biraz seviyor, oynaşıyor ve vedalaşıp, yokuşları -arabayla- tırmanmaya başlıyor, sıklıkla duruyor, fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Sfenksli Kapı'nın önündeyiz ki en gizemlisi bu, altında, dış tarafı taşla kaplı piramid şeklindeki suni tepenin içinden geçen uzun bir tünel var. Yer Kapıdan girip gizli tünelden yürüyerek Hattuşa'nın dışına çıkılıyor. Elbette giriyor ve çıktığımızda gördüğümüz manzaraya, akan suya hayranlıkla bakıyor, en çok da o suyun kenarındaki ahşap evi kıskanıyoruz. Sonra da dış merdivenlerinden çıkarak piramidin tepesine; hayallere bağdaş kuruyor, bunları dile getirip eğleniyoruz.


Yine ülkemizden kaçırılmış ama yine Günay'ın çabalarıyla geri alınmış heykelleri kendi topraklarında görmek mutlandırıyor insanı. Bir Alman çift var, yaşça bizden büyük, Land Rover'ları bilim insanı hissi uyandırıyor, alanda sıklıkla karşılaşıyoruz;  şu an tabaklarını çıkarmışlar, güzel bir ağacın altında ve su kenarında, şehre bakarak yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyiyorlar. İmreniyor ve bir fikir oluşturuyorum.

Yer Kapı ve doğu ve batı ucundaki Aslanlı Kapı ile Kral Kapısı surlar üzerindeki önemli kapılar. İşte tam orada ennn sevdiğim fotoğrafçının, bütün konsantrasyonuyla bir noktaya odaklandığı anda fotoğrafını çekiyorum ki ödül alması işten değil. Model muhteşem, duruş muhteşem, eller yukarıda, taşlar devasa... yakın ayarını yaptı, ve tık. 


Artık Hattuşa'nın en üst noktasındayız. Zirvedeki yanyana, kayalara oyulmuş küçük odalarda duvar resimleri var; onlara bakarken, uygarlığın boyutlarını iyice hissediyor, uzaylı esprilerini peşi sıra diziyoruz. Bilmiyoruz!

Tanık olduklarımızı, mesela kütüphanenin boyutlarını düşününce ve elbette raflarındaki kil tabletleri, ve hatta her şeylerini belgelediklerini ve sakladıklarını da düşünürsek bu kadim halkın; hayal, ona bağlı olarak da bilim kurgu cümleler kurmamak ya da onları aklın içinde çevirmemek mümkün değil. Her ne kadar Erich Von Daniken'in bahsettiğim kitaplarının etkisinde kalmış, gerçekliklerine çocuk yaşlarda inanmak istemiş, hatta inanmak hoşumuza gitmiş olsa da kesin olan, burası akıl almaz bir uygarlığın başkenti: insanın düşünce dünyasını zorluyor.


Nişantepe Yazıtı, şaşırtıcı. Koca bir kaya yığını tesviye edilerek düzleştirilmiş ve Hititlere ait, en uzun olduğu söylenen  ve 11 satırlık  hiyeroglif yazıdan oluşan;  Hattuşa’nın bilinen son büyük kralı II.Supiluliuma’ya ait olduğu ama içeriğinin ne olduğu bilinmeyen bir yazıt oluşturulmuş ki etkiliyor. Kalıyoruz bir süre, arkasına dolanıyor, yerleşim olduğunu düşündüğümüz küçük, saklı bir vadi ile karşılaşıyor, üzerine hikâyeler oluşturup  resmi kurumlara, kütüphaneye ve dolayısıyla şehir merkezine uzak, tapınaklara yakın bir bölgede, Yukarı Şehirde de olsa burada yaşamak keyifli olurdu, diye düşünüyoruz.


Şimdi zirveden, sadece izi az kalmış  kaleden, bütün şehri toplu izlemenin tadını çıkarıyoruz. Sadece surlarla çevrili şehri değil, şehire gelebilecek tüm tehdit alanlarını da görebilecek bir nokta burası!

Şehrin öte yakasını, mahallelerini dolaşarak inmeye başlıyor, inerken bir çeşme ve yalağında durup serinliyor, inmeye devam edip çıkışa varıyor ve Müzenin Dükkânı'na uğruyoruz. Alanı ve kafeteryasını beğeniyor, Hattuşa Şehir Merkezine veda ediyor, Tanrıların kutsal zirvesine, Yazılıkaya'ya doğru yol alıyoruz. Bir dağdan indik ve şimdi bir başka dağa tırmanacağız. Yol güzel, sürüş keyfi var, kalabalık değil ve manzara açısından şahane.

Yazılıkaya'nın seyir terası gibi bir geniş alanı, ve bu alanda da satış yapan dükkânları ve kafeleri var. Hattuşa'da yorgun düşenler için ideal bir dinlenme noktası.

Aşağı şehirde de, oradayken bahsetmeyi unuttuğum bir çok önemli dinsel  kalıntı ve tapınak var! Bunların en önemlisi 1.Tapınak: Hititlerin en büyük tanrıları olan Fırtına Tanrısı Teşup ve Arinna şehrinin Güneş Tanrıçası'na adanmış olan, Büyük Tapınak... Hayal modum, görkemini ve hatta bir ayin anını HD kalitesinde sunmuştu! 


Yazılıkaya'ysa sanki bir açıkhava tapınağı gibi... gibi değil bütünüyle öyle! İçinde dolaşmak ilginç; bir labirent sayıp öyle dolaşmak eğlenceli geliyor. Kayaların  arasına saklı, biri büyük iki galeri var. Galerilerin duvarı sayabileceğimiz kaya yüzeylerinde taşa kazınmış Tanrı ve Tanrıça heykelleri var ki bayağı kalabalıklar... Çok zaman harcamıyoruz burada ama harcanılası bir yer. Hititleri iyice anlamak ve hissetmek ve yorulup da bezmemek için iki günü bölüp Hattuşa'ya ve buraya ayırmak gerek! Elde dökümânlar olursa da şahane. Gerçi nete bağlanıp bilgiye ulaşan akıllı telefonlar da var ama! Kağıda dokunmak daha mı güzel acaba?


Zevkli bir yoldan zevkli bir dönüş, kapanmadan müzeye yetişmek istiyoruz. Arabayı tesisin önünde bırakıyor, bir soluklanıyor ve müzeye doğru yürüyoruz ki bizim konakladığımız yer bu anlamda çok avantajlı. Müzeyle de hemen ama hemen kaynaşıyoruz. Küçük kasabayla uyumlu, küçük ama çok iyi döşenmiş ve düzenlenmiş, insana başını okşayıp yanağından bir makas alsam hissi veren bir yerdeyiz. Mutlu ediyor bizi. Yavaş adımlarla dolaşıyor, hoş da vakit geçiriyor, sanki gün içinde biriktirdiklerimizin ve aldığımız hazzın sağlamasını yapıyoruz burada. Elbette çok da fotoğraf çekiyoruz. Rahat koltuklarına misafir oluyor, onu dinliyor, sohbetine bayılıyor, şirin bahçesinde soğuk bir şeyler içiyor, teşekkür edip ona ve genç personele; bu güzel günü kutlamak... hatta kutsamak için önce eve geçiyor, sonra da  karşıya, tesise doğru yürüyoruz.


"İki bira lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen."

"Bir de kızarmış sosis lütfen." 

Mutfakta bir abla var; çok tatlı, elinden güzel iş çıkar duygusu veriyor, atıştırmalıklarımız, içine batırmalık iki sosla birlikte geliyor. Dışarının sakinliği ve akşamın ruhları dürtükleyen saatleriyse burada, Boğazkale'de bambaşka... Ortalık tahminlerimin aksine çok sakin, hafta sonu olmasına rağmen tur kalabalıklarına rastlamıyoruz. Yavaş, sessiz ve huzur veren, dokusu kaybolmamış küçücük bir kasabadayız ve bu o kadar güzel ve o kadar kıymetli ki...

O halde,

"Hattuşa'ya, onun halkına, bu güzel akşama ve bize!"


Masalardan birinde gezdiğimiz noktalarda sıklıkla karşılaştığımız genç bir İtalyan ve ondan bir kaç yaş daha büyük Japon iki arkadaş var, belki de burada tanıştılar! Ortak dil İngilizce, çok da keyifle biralarını içip sohbet ediyorlar. Başka da kimse yok. Canımız yemek de istiyor ki sabahtan beri bir şey yemedik. Soruyorum; ne var, diye. Hitit Kebabı varmış... Hımmmm... yaratıcılığa şapka çıkaralım! Meraklanmıyor değiliz?!

Küçük güveçlerde geliyor Hitit Kebaplarımız. Ama bu bildiğimiz güveç! 

Hemen bukalemun yeteneğimizi kullanıyor ve Hitit ülkesinin güzel mutfağından çıkan, daha önce hiç tatmadığımız Hitit Kebaplarımızın tadını çıkarıp, buz gibi Hitit biralarımızın ve cırcır böcekli bu güzel, iz bırakacağı kesin akşamın tadını çıkarıyoruz. Mutluyuz, çok mutlu hem de... ve çok eğleniyoruz.

"İki bira daha lütfen..."


Ve Sonra...

Eve  geçiyoruz ki odanın içinde derenin akşam senfonisi... ağaçların ve yabani çiçeklerin hoş kokusu... gecenin muhteşem serini... ve pırıl pırıl yıldızlar var. Gece ve sokaklar bizi çağırıyor! Çıkıyoruz. Hattuşa'ya doğru köy tadında, gecenin sesleri eşliğinde, çocukluk anılarımızdaki dede yörelerinin sıcaklığında, yıldızlardan ve seyrek evlerden yansıyan ışıkta  flörtöz adımlarla yürüyoruz. Hitit ülkesinde olmak muhteşem, ama Enn Sevdiğim Kadın'la olmak daha daha muhteşem. Fakat o an, tam da köprüden derenin gece senfonilerini seyrettikten az sonra... yolun ortasında bir beyazlık görüyoruz.  

Bir minik tavşan bu!


30.07.2016


* Kadeş Anlaşması üzerine detaylı bir yazı ve araştırmacı blog yazarlığı nasıldır, için buradan lütfen!

**Rastlaşma ile ilgili cümleler bu yazıdaki 5.fotoğrafın altında, ilginizi çektiyse buradan lütfen


Devam yazısı Boğazkale içinse buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP