Mustafa Kutlu adını bir yerde gördüm mü, üzerine bir kaç satır okudum mu, hatırlamıyorum. Belki de kitap adıyla etkileyince ki -bilindiği üzere- içimden trenler geçer benim: kimdir bu yazar diye hakkında bilgi aramış, okumuşumdur.
Muhtemelen de böyledir...
.................
Portekiz'e Yolculuğun*sonlarındayım. İkisi tanışıyorlar, yol arkadaşlığı yaptılar! Yolda kitap okumayı manzaralara pek tercih etmem genelde ama buna bir göz atıyor, konaklama yerlerinde de uykuya gitmeden önce okuyorum; iri puntolu, boşluklu, kısa da bir kitap zaten. 152 sayfa.
Hoşuma gidiyor, uykudan önce ara sıcak muammelesi yaparken bir fark ediyorum ki yarılamışım. Yazarın anlatım dili eğlenceli, kendine has esprileri var ki bence çok tatlı. Tamam öyle yükseklerden bir edebiyat yok, ukalaca bakarsam, ben gibi "yüksek edebiyat tutkunu" birine yakıştıramam!!!
Daha çok kendince yazan yerel bir edebiyat sevdalısı, yerel bir gazetenin hikayeler de yazan muhabiri tadında. Bu tatsa beni gülümsetiyor, mutlu edip heyecanlandırıyor; onu sıcak, sevimli, kafa dengi ve samimi buluyorum. Velhasıl-ı kelam yüreğime dokunup kafalıyor beni yazar.
Hikaye klasik Türk filmi tadında başlıyor. Fakir kız, çalgıcı oğlan hikayesinin ön hazırlıkları sanki... Gazino neonlarına doğru yürüyoruz gibi de hissediyorum. İlk cümlelerinden itibaren harfler yok oluyor ve bir anda çekip alıyor hikaye beni yataktan. İstanbul'un bir mahallesinde, Cibali'deyim. Akşamları bir gazinoya takılıyor, rakı kokularının, gazino usulü mezelerin ve bol sigara dumanlarının arasında şarkılar dinlerken, gazinonun patronu ile de tanışıyorum. Türk Sanat Müziği'nin has, alemlerin racon zamanları.
Vaktim bol, patronla da tanıştırıldığıma göre alemin ruhunu -derin- hissetmek, mekanın gün içi hallerine bakmak maksatlı gidip, ikram edilen çaylar eşliğinde hem provaları dinliyor, hem de bir gün içimden bir yazar çıkar da o yazar bir şeyler karalar diye umut ederek, gözlemler yapıyorum. Çok da havalıyım ama, sanıyorum ki herkes "Yazar Bey hoş geldiniz," muammelesi yapıyor. Kemani delikanlı dikkatimi çekiyor. Bir aşk tohum atıyor ve... A star is born!
Ama ne şarkılar geçiliyor: Muallim Hilmi Bey'in "Fikrimin İnce Gülü" mü desem, ardından Nevres Paşa'nın güftesi, Sadi Hoşses'in bestesi "Aşkın ile gündüz gece giryanım efendim, Bülbül gibi gül rûyine hayranım efendim" mi desem, neler neler dinliyorum. Fakat bu durumları Mustafa Kutlu'nun kendine has bir tavırla satır aralarına yerleştirmesi var ki bundan sıcak, sımsıcak bir tat alıyor, her rastlaştığımda da bu satır içi altyazılarla, gülümsüyorum. İfademin anı, aldığım tadı anlatmaya yetmediğini de biliyorum ve anında bir kararla diyorum ki: İyisi mi ben bunu kitaptan bir alıntıyla ifade edeyim.
"...Kenan başlangıçta renk vermeyen parçalar seçmişti. "A benim mor çiçeğim"-Suzinak.
"Ben güzele güzel demem"-Mahur
"Keklik dağlarda şağılar"-Hüseyni Türkü...".
..............
Şimdi, kitapla bu kadar içli dışlı olmuşken; sevmiş, benimsemiş, tatlı bulmuşken bir kitap eleştirmeni havasıyla ona bakmam olanaksız! Yazarın bu sevimli emeğini anladım, dilini çok sevdim. Keyifle okuyorum.
Bu naif anlatım beni coşkulu kılıp, "bu da mı değil", "bu da mı aut", gibi tüm eleştirel ifadelerimden uzaklaştırıyor.
Şeytan dürtmüyor mu eleştirel karakterimi?
Elbette dürtüyor: Ya, bu profesyonelce bakamayan sevgi ifadelerim başkalarının kitabı alıp okuduklarında bu muydu yani, diye pişmanlık yaşayıp bana saydırmalarına sebep olursa endişeleri de yaşıyorum.
Ama ben tüm iç eleştirilerime, ikilemlerime rağmen kitabı, samimiyetine inandığım kalemi, o kalemin samimi hevesini seviyorum.
Her keşif, her coşkunluk anımda olduğu gibi de Enn Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. Coşkuyla, yürekten gülümseyerek, bir çocuk temizliğinde kitaptan söz ediyorum. Onun da okuduğunda benimle aynı duyguları yaşayacağını ama onları ayıklayacağını biliyorum, ama yine de kendi hislerimin doğrulanmasını bir başka gözden de istiyorum. Merak ediyorum!
..............
Ahhh trenler, ahhh!..
Üstelik de Doğu Ekspresi!
Zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem ve Babıda ile yaptığımız eşsiz seyahatler -bir kez daha- geliyor gözümün önüne. Yazarla aynı yaşlarda mıyız bilmiyorum ama tasvir ettiği anlar o kadar gerçek ki: çocuk bende izi kalmış anlarla o kadar eş, o kadar içerden ve o kadar güzel ki zaten harflerden çoktan kurtulmuş ve kitabın içinde yaşayan ben: camdan giren soğuğu, tünele girmeden önce lokomotiften gelecek kömür kokusu ve dumandan sakınmak için pencerelerin kapatılma telaşını, en yoğun yolcu transferinin olduğu Sivas'ta başkaları girmesin diye kompartıman kapılarının iple bağlandığı anları, gardaki karmaşayı birebir yaşıyor, Sivas'ın sabah ayazını iliklerimde hissediyorum. Bir de bir Gar Müdürü var ki şirin kasabalardan birinde, öyle de babacan öyle de güzel yürekli, öyle de keyifli ki... Ve yazarın onu ve anları anlatımı elbette! Mutlaka tanışmak gerek sanki kendisiyle. Hatta Gar'ın bahçesinde, canlı müzik eşliğinde vurmak da gerek sohbetin ve rakının dibine...
Sonra oradan oraya giderken kahramanımızın peşine takılıp; bir sürü insanla tanışıyor, kiminden uzak durup, bazılarının kompartımandaki çilingir sofralarında, kemanın tınılarıyla kendime geliyorum.
O aralarda tıpkı bir siyah beyaz Türk filmi tadında yürüyen hikayede acaba yazar onların parodisi tadında bir eser mi meydana getirmek istedi, seçtiği bu yol bir öykünmeden ziyade -taklitçi olmayan- özgün tavrıyla bir selam çakmak mıydı o günlere, diye de düşünüyorum. Çünkü klişe diye bakarsam -ki ben yazarın samimi çabasına inanıyorum- baştan sona klişe demem işten bile değil...
Ama diyemiyorum.!
Sonra, burası sonu olmalıydı, burada bitmeliydi derken, orası sonu olmuyor hikayenin: Armut dibine düşer sözünü doğrularcasına aynı kandan başka bir karakterin peşine takıyor okuru. İşte orada içimdeki eleştirmen elinin tersi ile beni itiyor ve alıyor kalemi eline.
Viyana Nokta'daki hâl bir kez daha tecelli ediyor.** Ya, yayınevi ki hissiyat bu yönde, ilk haliyle hikayeyi beğenmiş fakat ticari bakıp, en azından 150 sayfa olsun, ele ve göze gelsin kitap, demiş... "Klişelere" rağmen samimiyetine inandığımız yazar da boşluk doldurmak mantığı ile alelacele, içinden pek gelmese de eklemeler yapmış, uzatmış...
Belki de yazar az bulmuş yazdıklarını? Bunu basmazlar, diye kaygılanmış, okuyanın gözünden yaş gelsin bari, diye düşünmüş ve eklemeler yapmış? Bununla da okuru iki araya bir dereye koyup, coşkusundaki köpüğü son noktada alıp, tavsiye noktasında karasızlığa sürüklerken, eleştirmenin kasıntısına, al beni yerden yere vur, zevki bırakmış.
Tadında bırakmak denen bir şey de var değil mi ama?
*Portekiz'e Yolculuk
**Yazıdaki Fotoğraftan sonraki ikinci italik paragraf
*** Dededen bahisli bir yazı için buradan lütfen
****Dedenin saatinin -ben sekiz dokuz yaşlarındayken öldüğüne göre, yüzyılı aşmış olabileceği düşünülmektedir..