Pide etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pide etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2022 Perşembe

Ne Güzel Kardeş Ne Güzel Ben Ne Güzel Kadın

Renkli Türkçe Sinemaskop


Cuma günü akşamüstü telefon çalıyor. Ekrandaki isim Ne Güzel Kadın. Galip Usta çevre yolu üstünde yeni bir yer açmış. Ne Güzel Ben, önce "Kim Galip Usta?" diye düşünüyor ama konuşmada bunu çaktırmıyor. Biraz sonra jeton dank ediyor; kim olduğunu anlıyor ve konuya tali yoldan çıkarak dahil oluyor. Pazar günü için anlaşıyorlar.

Gün cumartesi. Telefonundan Ne Güzel Kardeş'i tıklıyor. "Pazar günü Ne Güzel Kadın, Ne Güzel Ben ve Ne Güzel Sen, Galip Usta'nın yeni yerine gidelim mi?"

Saat 9.30'da aşağıda buluşacaklar ve saat 10'da da Ne Güzel Kadın'ı alacaklar.

Ve saatler ayarlanıyor.

Pazar sabah. Ne Güzel Kadın'ı arıyor. Giyiniyor ve bahçeye iniyor. Ne Güzel Kardeş'in salon camından içeri bakarken üç harflisinin motor sesini duyuyor. Biraz sonra telefonun tek tuşuna dokunuyor ve Ne Güzel Kadın'a "Şu an Peçko Fırın'ın önünden geçiyoruz," diyor.

Keyifli bir sohbet başlıyor. O sırada kulağı radyodaki şarkıya yapışıp kalıyor. Çok sevdiği bir şarkının bir yeniyetme tarafından yorumlanışına bayılıyor. Hemfikirler. Ekranda yazılı ismi anında aklına yazıyor. Ne Güzel Kardeş hariç, şu an geçmekte oldukları noktadan ötesine en son pandemiden önce geçtiler.* Laf lafı açıyor ve yıllar yıllar önce burada yaptıkları efsane bir futbol maçı konuşuluyor. Gülünüyor, peşi sıra dökülüyor başka anılar, karakterler...


Eski yerin duruyor olmasına seviniyorlar. İki yeğen orada. Galip Usta ise bu abartısız ama güzel dekore edilmiş, diğerine göre büyük, kasılmayan, bahçeli, sakin ve hoş mekânda.

Ne Güzel Kadın garsondan ön bilgileri aldı ve şimdi fırının başında Galip Usta ile sohbette. Sevdi burayı.


"Üç kavurmalı yumurtalı lütfen."

"Bir de ortaya kapalı kıymalı lütfen."

"Önden de küçük bir kahvaltılık ve üç çay lütfen."


Keyifle sohbet ediyorlar. Laf arasında ucundan ucundan kahvaltılıklara dokunuyorlar. Laf lafı açıyor, değişik mekânlara doğru uzuyor. O mekânların fiyat tavır ilişkisi üzerine hem şehir özelinde hem de ülkedekiler üzerine konuşuluyor; Ayaspaşa Rus Lokantası, İnciraltı Meyhanesi, La Mahzen, Barba Vasilis, 7 Mehmet, artık olmayan La Sera ve efsane Cumhuriyet Lokantası gibi akla gelen bir kaç mekân öne çıkarılıyor ve laf dönüp dolaşıp yeniden açılan Fischer'e geliyor. Ne Güzel Kadın menüde yazılı olanlarla masaya gelenlerin eksik olduğundan, eski Fischer olmadığından, fiyat sonuç ilişkisinin çok eleştirildiğinden söz ediyor.

Sonrasında geçmişten pide hikâyeleri saçılıyor ortaya. Laftan lafa raks ederek geçerlerken misss gibi pideler konuşlanıyor masaya.

Çaylar tazeleniyor.


İncecik ve çıtır hamurlarla kaliteli kavurma birlikteliği muhteşem. Sohbetse daldan dala. Eski pide günleri, şehrin eski halleri ve bugünü üzerine, araya renkli anıları da alarak keyifle yiyip içip gülüyorlar. Ne Güzel Kadın park yerindeki arabalardan esinle iyi ki benim arabayla gelmedik diyor, konu oradan gençlik başımda duman yıllardaki üç harfli maceralarına uzuyor. Çaylar bir kez daha tazeleniyor. Ruhlar fazlasıyla hoppa.

O halde kısa bir Çarşamba turu atabilirler. Ne Güzel Ben'se tam yeniden ana yola çıktıkları esnada "Neden tren buraya kadar uzatılmıyor ki?" diyor. Konu çünkü o anda Çarşamba'daki fakülteye geliyor. Oradan haraketle sohbet şehrin durumuna uzuyor, derken Ne Güzel Kardeş'in fikrine Organize Sanayi'ye girmek geliyor.


Ortalıkta Allah'ın kulu yok. Sanki tüm canlıların eriyip kül olduğu, o küllerin de yok olduğu gizemli bir coğrafyadaki üç insanlar. Bunu bir oyuna çevirmek, o oyunun başrol karakterleri olmak konusunda başarılı olduklarıysa bilinen bir gerçek. Çok eğleniyorlar. Dünyanın yok olmasından önceki evreden arkadaşları olan iki kardeşin fabrikasının önünde duruyorlar. İçeride model model Anadol ve Amerikan arabaları var. Bu kardeşlerden birinin en büyük keyfi uçmak, diğerininki de eski otomolleri yenileyip koleksiyona katmak. Ne Güzel Kadın ortama bayılmış durumda. O sırada 55 Model Chevrolet'nin fotoğrafını çeken Ne Güzel Ben, Ne Güzel Kardeş'e "Şu eski modellerin stoplarından ve direksiyon çemberlerinden Ne Güzel Kadın'a getirsene," diyor. Bitişik fabrika ise kuruyemişçi. Ne Güzel Ben'in çocukluk arkadaşı. Oradan sonra geri çıkışa doğru başka bir yoldan ilerlerken bir anda arka koltuktan bir ses geliyor.

"Durun!"


Bir şekerleme fabrikası, helvaları ile meşhur. Tanıdık insanlar. Keskin gözler çok hoş bir espri yakalamış. Sağ duvarda. Susam Sokağı levhası var. Ne Güzel Kadın iniyor ki Ne Güzel Ben anca uyandı duruma. Çekiyorlar fotoğrafları. Çok keyif alıyorlar ıssızlıktaki, insanları yok olmuş coğrafyadan. Yeniden asfalta çıkıyorlar. Pandemi nedeniyle gelemedikleri yerleri konuşuyorlarken balıkçı barınağının önünden geçiyorlar. İşte tam o sırada Ne Güzel Ben "Haftaya Barınak'da balık ısmarlim size," diyor.


Belediye Evleri adıyla anılan yerden geçerken Ne Güzel Ben buradaki evlerin güzelliğinden, genellikle Amerikan radarında çalışan Amerikalıların oturduklarından, sağ taraftaki dolgu sahasının dolmadan önce Romanların mahallesi olduğundan; kömürlü Çarşamba Treni'nn o mahalleninin dibinden geçtiğinden, yolun tek şeritli olduğundan, şu sanayi sitelerinin hiçbirinin olmadığından söz ederken; "En büyük keyfim bisikletimle sanki bir şehirden bir şehire gidiyormuşum tadıyla bu yolu kullanarak evden taa Belediye Evleri'ne gidip dönmekti," diyor.

Sonra mıntıklarına varıyorlar. Önce Migros'a uğruyorlar. Ne Güzel Kadın, Ne Güzel Ben için aldığı Oksijen'i ona uzatıyor. Ne Güzel Kardeş üst geçide kıvrılıyor. Sonra bir sağ daha yapıyor. Ne güzel günün sonunda Ne Güzel Kadın eve doğru yürürken, Ne Güzel Ben "Ne Kadar Şanslıyım Ben," diye düşünüyor.



*Özellikle benim kuşağımın klibe hiç göz atmadan sadece dinlemesini öneririm. Çünkü radyo sonrasında eve dönüp klibi izleyerek dinlediğimde yıkıma uğradım!



*Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk...

17 Kasım 2020 Salı

Şölen Haftaları

Üçlemeyi baştan almak için buradan

Bir öncesi içinse buradan .


Tanıştırayım:"Masamız!"




Özene ve bunun yürekten oluşuna, göze sokulmamasına, çok sayıda olmalarına rağmen hiç bir şeyin gözümüzde ve gönlümüzde eleştiri odağı olamamasına, mekânla aramızdaki gittikçe kuvvetlenen, kuvvetlendikçe yeni duygu renkleri ile tanışmamıza vesile olan bağa, hayranız. Ve mekânı iki kardeşim dışında herkeslerden koruyoruz! Birazdan, üçüncü ama pide niyetiyle geldiğimiz ilk günden ve sonrasından bahsetmeden önceyse, izninizle zamanı biraz ileri alıyorum: 



Birgünlerden birinde, sabahken ve henüz varmışken mekânın önüne, balıktan dönen İsmail Bey'le karşılaşıyoruz. Gözler, henüz deniz ve kayık kokan tazecik balıklarda... Bir teklif geliyor İsmail Şef'den; yetişkin ninnisi tadında!

"Izgaramız var nasılsa, balık da pişiririz, size özel ama! İster Buğulama ister Izgara!" 



"Hımmm bir akşam üstü  güneş göl tarafındayken ve istirahata çekiliyorken, denizden yükselecek ay vaktinde mesela, balık ve masa? Olur mu acaba?"

"Fakat Ustam mekân, doğa, şu muhteşem saklanmışlığın sesi, denizin esintisi ve dalgaların kırıldıktan sonraki melodisi bir şey ister, çağırır ve vakti zamanı gelince de kaçınılmaz olarak çağırtır!" 



"Hâl yoluna koyarız O'nu da!"



Zıplayan fısıltılar... kısa bir muhakeme... muzurca iki tebessüm.... sevinç ve kısa bir hayal ânı.

"Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!.."



"Yoksa, o masalarda mı?!!"



İlk Pide Günü

 

Minik ve şirin fırında İsmail Bey. Bir pazar sabahı geleneği olarak civar yazlıklardan gelen malzemelerle mahallenin fırını tadında pideler pişiriliyor. Günaydınlaşıyoruz. Dolores asistan pozisyonunda.



"İki kapalı pide lütfen, biri  kıymalı diğeri de peynirli olsun."



Bahçede dolaşıyor, kankamızla oynuyor, fırından gelen kokularla başımız dönüyor, miss kokulu taze çay içiyor, pidelerin vakti zamanından az önce de masamıza oturuyoruz. Hımmmmm tereyağı, bal, patıl ve pidenin vazgeçilmez eşlikçisi, yöre malzemeli ev yapımı turşular!

Mis kokan tereyağını sıcacık patıl lokmalarının üzerine sürüp ağzımız tatlansın, dilin hücreleri ayaklansın diye biraz da bal gezdirerek götürürken alemin kral ve kraliçesi masada yerlerini alıyorlar. Kokuya mı bayılsak yoksa pide yüzeyindeki çatlaklara mı? bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki çeşit çeşit ve sevdiğimiz pek çok sanatçı elinden çıkmış, bazıları gerçek sanat eseri pideler konusunda Ünlü Gurme düzeyinde birikimimiz var. Bu minvalde söylemeliyim ki görüntü, koku, miktar ve sunum olarak ikimizden de alkışı alıyorlar. İçleri konusunda benim ölçüm iki şahane şeften: Babannem ve Annemden. Tatma noktasındaki gelişimim de zevk sahibi Enn Amcamdan.
 

 


Fakat pideler öyle kıpır kıpırlar ki: kendilerinin farkında, dünya güzellikleri garanti bir vakar içindeler. Alıyoruz kıymalılardan birer tane: İlk ısırıklar ve dünyanın tüm renklerine kapanan gözler! Nefeslerin kesildiği, sözlerin tıkandığı, tüm dış seslerin kapandığı bir an. Ve misler gibi, yöre yoğurdundan bir sürahi ayran. Bayılıyoruz; sunuma, içine, hamuruna, pişme düzeyine, her şeyine. Bu bir Bafra Pidesi ki ben bu konuda daha önceleri de yazdığım üzere Turan Usta'yı tek geçerdim. İsmail Usta daha özel ama! Bu bir butik üretim ve Usta mutfakta!  Üstelik minik yatırımlarla, el emeğiyle, mahalle fırını özünde içi evde yapılmış, hamuru Ustanın elinden, özel ve kıymetli bir Pide. O nedenle fena halde alkış! Hakeza yediğimiz en özel peynirden yapılmış peynirlisine de...


Sonraki haftalar farklı pideleri de deniyoruz, mesela pastırmalısını... Bu kez közde pişirilmiş domates ve biberler de konuk oluyor masaya. Pastırma çok özel, 1925'den beri üretip, kendi mekânlarında satan, inşallah yakın bir zamanda yazmayı umduğum, Bafra'daki çok özel ve nadide bir noktadan!

Yine baş döndürücü bir pazar sabahı ve dönsün başınız dedirten bir ustalık.

Bir Sürmeli Köyü Pazarı* dönüşü geleneksel pazar kadromuzla geliyoruz bu kez; Ben, Enn Sevdiğim Kadın, Kız Kardeşim ve Erkek Kardeşim. Onlar için ilk. İkisi de gurme, başarılı, el aldıkları ustalarının başını öne eğdirmeyecek beceride iç hazırlayıcısı ve aynı zamanda uzman pideseverler! Ve ikisinin de -Kız Kardeş bir kaç adım önde olmak üzere- mutfakları beş yıldızlı restoran kıvamında. Çeşit yapıyoruz bu kez masada! Hımmmm... hımmmm... sesleri havada,  çaylar demli, bitti pideler demesem parmakları gitmişti. Fakat ne yazık ki içimizden bir casus çıkıyor, ve kendi kendini ele veriyor: Erkek Kardeşim. Benim de tanıdığım, taze evlenmiş bir arkadaşlarına edince tavsiye, onlar da paylaşınca görüntülerini, bu da yine bir Sürmeli dönüşünde anlık fotoğrafı gösterince bize, sistemin dışına iteleniyor doğal olarak.




Kıymalı yumurtalı açık pideye gelin, gelin ki "Bu nasıl bir yumurta zamanlamasıdır Ustam," deyin. Çıtır ama içi yumuşak kenardan bir parça, yumurtayı usulca patlatmaca, kenardan koparılmış parçaya kıymasından almaca, yumurtaya dokundurmaca ve sonra göğe ermece... Üzerine de misss kokulu çaydan bir yudum.

 

 

 



Derken birgünlerden bir gün İsmail Usta Görele Pidesi öneriyor, özel peynirli üstelik. Kabulümüz! Sunum tabağı muhteşem. Ama daha muhteşem bir durum var ki aslına, geleneksele sadakat! Başka hiç bir yerde yok! Yumurtası son kertede içine kırılmış ve rafadan kalmış. Hamur diğer mekânlar gibi her modele aynı usulden değil, butik üretime yakışır, sanatçı duyarlılığında ve pideye, onun gelenekseline saygıyla ve aslına sadakatle hiç bir yerde rastlanamayacak kadar özel. Tanrım parmaklarımızı korusun!



Sonra birgünlerden bir gün hep gördüğümüz mangalda köfte ızgara ediyor İsmail Usta. Görmüştük ve bir fikir oluşturmuştuk daha önce. Çünkü mekân hafta içinde yörede çalışan işçilerin yemek noktası da aynı zamanda! Menemen yedik de Kuru Fasulye de tatmış mıydık acaba?

Fırında pişmiş tırnak pideler, közlenmiş domates, közlenmiş biberler, yakışır bir soğan salatası ile renkli, miss kokulu hoş bir tabak şeklinde geliyorlar; Usta tarafından yöreden seçilmiş, çekilmiş ya da çektirilmiş kıyma, kıvamında baharatlar ve özenle şekillendirilmiş, yine sanatçı duyarlılığına haiz köfteler öylesine lezzetli ki doğal olarak balık mevzusunu da köpürtüyorlar!




Aslında, şu yazıları yazan kişi, yani şu Buraneros, bu yazıyı bir üçleme olarak planlamıştı: fotoğrafları o kurgu çerçevesinde yerleştirmiş, ilk bölümdeki "Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!..", "Yoksa, o masalarda mı?!!"  cümlelerinin olduğu paragrafı da son bölümle bağlayıp güzel, özel ve hatırlanası bir finalle bitirecekti yazıyı. Bilirim ki kendisi yazarken yaşar... yaşamazsa yazamaz. Ve okurlardan özür dileyerek  karar verdi ki: O son yazı tüm yazılanların etkisinden uzak ve o çok özel ânın saf, gelmiş geçmiş tüm yaşanmışlıklarından azade, gelmiş geçmiş dünyasından tümüyle steril duygularla anlatılmalıydı!



Anlatılacak...

 

Anlatıldı!..



*Sürmeli Köyü

25 Eylül 2020 Cuma

Uçakta Bir Yolcum Var

Gün Pazar, sıkı bir uyku ve her zamanki gibi erken uyanma... Önce, uyuyamayacağımı düşünerek okumaya niyetleniyor, yan yastığımın üzerindeki kitabı alıp kaldığım yerden devam ediyor, bir kaç sayfa sonra da bundan vazgeçiyorum, çünkü: gün heyecan dolu, gün için bir hevesim var, o heves anına kadar da çok zevk aldığım ve böyle günlerde hep yaptığım bir eylemi yaşayacağım. Şu an, o saatlere kadar olan boşlukta zihnimi oyalamam gerek...


Salona geçip çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masadaki bilgisayarı açıyorum. Bebeliğini bildiğim ve şu hayatta tanıdığım en geveze Karga, hâlâ geveze. Birkaç yazı okuyup birkaç el de Laptop'la tavla oynuyorken ve yine ben kazanıyorken göz kapaklarım sinyale başlıyor. Sinyali alan uyku da her zamanki yetişkin tavrıyla "Hadi yatağa," deyiveriyor. Teklifi reddetmiyorum elbette... Üstelik; uzun yoldan gelinmiş ve henüz gün ışımasının elinin kulağında olduğu saatlerdeki, gözler yatağı özler tadında uykulara bayılıyorum.

 



Ve rüyalar alemindeyim...


                                                                                  .............



Bir uyanıyorum ki saat 11.30. Bu bir rekor!  

Yoksa bunlar cumartesi sabahı mıydı?  

Durumu netleştiremiyorum; günler bir an iç içe geçiyor.

Keyifli bir kahvaltı yaptığımı, özellikle kahve içmediğimi hatırlıyorum ama!

 Hımmmm?

Cumartesi akşamı bir kadehte keyfe keder ölçü şarap, minik parçalar halinde doğranmış üç peynirli ve yanında tırtıklı, yoğurt ve yeşillik çeşnili cipsler olan bir tabakla, sevdiğim, hatta bayım bayım bayıldığım Maigret'yi izlemiş, mutlu akşamın tadıyla sızmış, şahane de uyumuş olabilirim... mi acaba?



Yoksa o akşam Cuma mıydı?

Anlaşılıyor ki mutluluk doz aşımı yapınca benim aklımın eli ayağına dolaşıyor ve şu parlak zekâm da bir türlü işin içinden çıkamıyor.

Çok eğleniyorum ama! 

 

 

 



Normalimin dışında uyanmış olmak telaşlandırıyor beni, öncelikle benden beklenmeyecek bir disiplin örneği olarak her sabah sekiz buçuktaki randevuya sadık kaldığımız, neredeyse çocukluktan kankam hay tansiyon* ilacımı içmeliyim ki  ilişkimiz uzun yıllar süren kavuşamamanın ardından sanırım beş, altı yıl önce başladı. Normal bir insan olsam bu sürece gelene kadar, öngörülere göre ölmüş olacak ve aramızdaki bu sadakatli ilişki de gerçekleşmeyecekti. Bir avantajım vardı belki; sigara içmiyordum, fazlaca yürüyordum, aşırı tuzdan uzaktım, kilom normal, boyum uzun, özellikle takım sporları ile aram iyiydi. Laf aramızda uzun ve eğlenceli bir ilişkiydi bu. İlaç aramıza girdiğinden beri öylesine sessiz ki bazen sinüzit bu canım, yok yok migren sanırım, dediğim ama sonunda onun yüzünden olduğu anlaşılan, uzun yıllar birlikte yaşadığımız baş ağrılarımı özlüyorum. Hâlâ kankayız ama, ve seviyoruz birbirimizi...

Hızlı bir kahvaltı hazırlamalı, bir de kahve elbette, sonra da uçak kalkmadan alanda olmalıyım! Kahveyi bu kez kahvaltıyı aşacak miktarda yapıyorum, çünkü yolun keyfini çıkaracağım!

 


Biz hazırız sinyalinin ötmesiyle birlikte fırındaki ekmekleri alıyor, filitre kahvemi fincana süzüyor ve  bilgisayarda Flightradar'ın sayfasını açıyorum.


Telefon!

Tek tuş ve O.

 



Uçuş öncesi klasik cümlelerimi kuruyorum. Güleryüzlerle iyi yolculuklar sohbeti yapıyoruz. Akşamdan ayarlanan Taksicinin randevu saatinden sekiz dakika önce arayıp bilgilendirdiğinin altını çiziyor. İyi yolculuklar dileyip, sevgi sözcüklerini de şımarıkça ve gülümseyen bir lezzetle sıraladıktan sonra, uçak bende klasik vurgumu yapıyor, kahvaltıma devam ederken de arada bir ekrana bakıyor, Kaptanın sinyali açmasını ve uçağın ekranda görünür hâle gelmesini bekliyorum.



Ve sinyal açılıyor; Türk Hava Yolları'nın TK 2260 sefer sayılı Boeing 737'si görünür hâle geliyor. Bir kaç dakika sonra da taksiye başlıyor uçak. Şimdi pist başında... Son konuşmalar, yüksek gaz, yerinde duramaz ve ipini koparmış bir afacanlık, gem vurulamaz bir göğe kavuşma arzusu ile sanki zembereği boşalmışcasına ve gittikçe artan bir hız... Kafa bir hamle ile kalkıyor, az sonra da son tekerlekler pistle vedalaşıyor... Sonra sakince ve usul usul baş öne eğiliyor, kemerler çözülüyor, Marmara Denizi üzerinde sakin bir seyir başlıyor. Her şey kontrol altında!

Fakat uçuş numarası 2261 olmalıydı; o zaman, belki  çocuk sevinçlerim yetişkin halimin mizah konusu olacak ve dile gelecekti. Lisedeki okul numaramdı çünkü, buradan hareketle lafı uzatacak ne kelamlar edecektim kim bilir?!

                                                                                     ................

O ara bu yazıya başlıyorum ama sıkıntılı, çünkü eski arayüz gün itibari ile kaldırılmış. İlk izlenimlerime göre bir haftada bu yazıyı bitirebileceğim şüpheli! Paragraf mantığı ile satır arası yapılamıyor, dolayısıyla oluştur modundan HTML'ye geçiyor ve o boşluğu yaratacak kodları kendim ekliyorum!

Kahve, uçak takibi, bir şeyler yazma şeklinde devam ederken hayat okuduğum bir yazıdan Flight radara döndüğümde sayfayı yenilemem gerekiyor, bu yenileme de takip ettiğim uçağın izini kaybetmek demek. Tecrübeli bir kullanıcı olarak buluyorum uçağı ki inmek üzere... ve indi!

Uçağın boşalma süresini yeni havaalanındaki mesafeleri göz önüne alarak şöyle bir hesap ediyor, yeterli süre geçince de telefonu elime alıyorum.

Tek tuş ve O.

"Denizin üzerinden uçtunuz," hava atmasıyla başlayan, Kaptan hızlıydı ile devam eden, başka komiklik ilaveleri ile renklenen, şımarıklık parodileri ile efektlenmiş, bol gülüşlü, iki uçak arası planımdan söz ettiğim, sevgi sözcükleri ile pek çapkınca ve çok tatlı, içinde bira geçen bir sohbet! Aktarma uçağına 3 saat civarı var. O kahvesini içecek ki bulunduğu alanı kısaca tasvir ediyor; sohbet,  sevdiğimiz havaalanlarının sevdiğimiz mekanlarına doğru uzuyor. Laf aralarına da şu lanet ve gezme planlarımızı engelleyen süreçle ilgili serzenişlerimizi sıkıştırıyoruz.

                                                                                  .............

Canım, mekanlardan birine oturup bir şeyler atıştırıp bira içerken -ki hayalim kızarmış parmak patates, yanına biraz kızrmış sosis, belki de bir atıştırmalık tabağı eşliğinde- kitap okumak istiyor: Gün ışığında, yüksek volümlü müzik ve insan gürültüsünün henüz mekanlara çökmediği saatlerde, günün ve denizin sakinliğinde yaşansın diyor bu mizansen. Vakit an itibariyle uygun ve yolcumu İstanbul Havaalanı'ndan uğurlamaya yetişebileceğimi düşündüğüm kadar boşluk var!

Mini sırt çantama severek okumakta olduğum, aslında sıra onda değilken Sevgili Radyo Z'nin blog yazısında** rast geldiğim, ona yazdığım yorumda da bahsettiğim üzere öne aldığım, yazarını bilmediğim ama konuşma esnasında bahsedince, Enn Sevdiğim Kadının iki kitabını okumuş olduğunu öğrendiğim Wilhelm Genazio'nun Elden Düşme Dünya'sını, her olasılığa karşı yağmurluğumu, iki yedek maskeyi atıyor, serin ve kapalı havayı da gözeterek yanıma ince bir hırka alıyor, maskemi takarak çıkıyorum hayata.


Gün Pazar, saat öğle sonrası, hava güneşten yoksun fakat aydınlık, ısı hırkaya ihtiyaç duyuracak gibi!.. Basketbol sahasında kızlı erkekli bir kaç grup genç iki farklı potada maç yapıyorlar. Ağaçların altında piknik yapan bir kaç aile, sohbet halinde mi desem yoksa ayartma mı desem eylemselliği içinde sevimli bir kaç köpek, onların yakınlaşmasına diğerinin façasını kendi evlatlarının düzeyine yakıştıramadıkları için müdahale halinde sahipler, hareket halinde ve denizin kıyısına attıkları şemsiyelerinin altında pandemiye inat hayatın nefesini soluyan insanlar, karşı kıyıya uzayan deniz, çam ağaçları, salıncaklarda sallanan ve uzak hayalleri yüzlerinden okunan bir kaç kadın: güne sıcaklık ve nefes katıyorlar.

Yaşadığım coğrafyayı bir kez daha seviyorum. Bir an, önünden geçmekte olduğum arkadaş mekânına takılsam mı? diye düşünüyor, sonra kitabı okumak için bunun iyi bir seçenek olmadığına karar veriyor, o ara önüne geldiğim, uğrasam bir gün diye düşünmekte olduğum mekândaki insan sayısını istediğim sakinliğe uygun bulmadığım için  eliyor ve sonuç itibari ile bu eylem ilk aklıma düştüğünde orada olmaya karar verdiğim Big Yellow Taksi'nin önüne varıyorum: Dış masalar kalabalık, müzik tür olarak kitapla eşleşemiyor, üstelik ses bir tık yüksek.... bir yanım "Geç işte!" diye dürterken ağırlıklı tarafım bir kararsızlık halinde! Mekana geçtiğimde müziğe daha yakın olacağım, şu an en az otuz metre uzağımda çünkü, değerlendirmesini yapıyorum ve kesin kararımı verip geri dönüyorum?
  

 


Yürürken kafamda alternatif mekânlar oluşuyor, karnım aç mı? emin değilim, bir an bir kahve mekânına gitsem diyorum ama fikrimin kenarında bile yok. Daha önceden bildiğim, yürüme mesafesinde, pidesini çok beğendiğim, daha önce de söz ettiğim yerde, geçen gün Yemek Sepetinde öylesine bakınırken menülerinde fark ettiğim pideden yesem mi? şeklindeki bir düşünce usuldan usuldan tırmalıyor beni. 

 



O esnada okuma bankıma, Babamın ağaçlarının altına varıyorum.***

Oturup öylece denize bakınca, kafamdaki alternatifleri beynimin derin alanlarına doğru şöylece bir iteliyor, kitabımı ve okuma gözlüğümü çıkarıyor, bir çok anıyı yaşadığımız ve paylaştığımız banka iyice yerleşiyorum. Kitabı çok seviyorum, bir erkek karakter var, o anlatıyor, ben okuyorum. Elbette erkek anlatınca içinde kadınlar da oluyor: ve ilişkiler de elbette. Öyle geniş bir yelpazede kadın erkek ilişkileri değil tabii ki; buradakiler Abinin yaşama bakışını yansıtan, onun gözünden ve fikrinden yaşananlar! Bir ara üzerine yazarım sanırım! Sonra toparlanıp kalkıyorum, çünkü uçağını bekleyen ve uğurlamam gereken bir yolcum var!

Vakitse daralmış durumda!

Pide fikri güçlenip güçlenip neredeyse Birayla aynı düzleme geliyor. Hayal Kahvesi'ne göz atıyorum; öndeki masalar bana uymaz durumda, yan sokak boyunca uzayan masalar cazip fakat boş yer yok, gibi... Devam ediyor, Mavi Pub bana uymaz diyor, Bomonti'yi geçiyor, Pasagge olur mu? fikrime egemen oluyor ve ona yönleniyorum ama vardığımda tahmin ettiğim ve gördüğüm gibi iğne atsam yere düşmüyor.

O halde istikamet Tarihi Bafra Pidecisi!****



Denizi geride bırakıp mahallemizin iç kesimlerine doğru yol alırken farklı noktalar aklımı çelmeye çalışsa, kafe türü bir yerde mi otursam gibi düşünceler geçse de kafamdan, sonuçta dışarıdaki, bulvara yakın masalarından birine oturuyor, kitabımı, çıkarıyorum. O ara menü geliyor ve göz atıyorum, içeride oturduğum sıcak olmayan mevsimlerde masama bakan genç kızı arıyor gözlerim ki yok, bir an el mi değiştirdi burası diye de düşünüyorum. Kararım net, menüyü getiren bey geliyor masama.

"Bir kavurmalı Görele pidesi lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen."

Görüntüsü, lezzeti noktasında bir fikir veriyor, hamur incecik ki klasik pidelerde  bundan bir tık kalın olması gereken hamur, çıtır çıtır bir lezzet sunuyor. Aslında bu pidenin adı her ne kadar Görele olsa da aslında kendisini Çınarlık Pidesi olarak tanıyorum ben. Özellikle Atlı Spor Tesislerinin enfes ortamında, daha önce bir yazıda bahsettiğim üzere her zaman özel bir seçenek olarak var. İkisi arasındaki tek fark, şeklen: Orjinal Çınarlık Pidesi yuvarlak, bu ise görüldüğü üzere klasik pideye yakın bir formda. Güzel ayran eşliğinde tatlı bir mizahı da olan kitabın tadını çıkararak götürürken pideyi, bunun iç malzemesini Çınarlık adıyla nam pideye göre az buluyorum. Bir sonraki gelişimde farkını ödeyip içindeki kavurma ve peynir miktarını çoğaltarak denemeye karar veriyorum.

                                                                              ................

Keyifle geçen bir zamanın sonrasında Kitabı çantama atıyor, maskemi takıyor, ödememi yapıp biraz da hızlanarak eve doğru yürümeye başlıyorum. Bir çöp bidonun yanında duruyor, maskemi çöpe atıp yenisini takıyorum.

Bira hayalli gün pideye evrilse de mutluyum!

Biraz acele etmeliyim: Karasızlıklarım yüzünden enn sevdiğim yolcumu aktarmada uğurlayamadığım gibi iyi yolculuklar da dileyemedim. Elbette telefon aklıma geldi; ancak, çok telefon kullanmayan, uzun konuşmalardansa sonuç alıcı -net- bir üslupla kısa konuşmayı seven, yüz yüze konuşmalara alışkın ve bunu tercih eden, telefonda bir tek kişi dışında  çok az konuşan bir özürlü olarak özellikle mekandaki insanlar; dünyadan kopmuş, şu alemde sadece karşısındaki kadın varmış gibi coşkulu ve her zaman heyecanlı, ona geveze şu insanın konuşmasının tanıkları olsun istemedim.

                                                                                  .................



Yol üstündeki Migros'a uğrayıp eve varıyorum. Karantina odası olarak da kullandığım çalışma odasına üzerimdekileri bırakıp yeni kıyafetleri giyiyor, gerekli dezenfekte işlemlerinin ardından laptopta Flightradar'ı açıyor ve uçağı henüz deniz üzerindeyken yakalıyorum: Türk Hava Yolları'nın TK 2810 sefer sayılı Boeing 737'si an itibari ile 3500 feet'de 469 kts hız ile sorunsuz bir şekilde yola devam ediyor ki planlanandan 10 dakika önce inecek. Engiz hava sahasına girince iyice alçalmaya başlıyor TK 2810. Fotoğraf makinemi hazır ediyor, biraz sonra da pencereye yanaşıyorum. Solumdan yanıp sönen ışığı ile görüş alanıma giriyor 2810. Tam karşıma gelince de flaşı kapatıyor ve basıyorum dekalanşöre, bir kaç poz çekiyor, içlerinden sadece birini beğeniyorum.

Ve ekrana dönüyorum. O alçalmaya devam ediyor. Deniz bitmek üzere ve az sonra teker koyacak. Frenlere asılıyor Kaptan, hız hızla düşüyor ve 737 pist sonuna gelmeden taksi hızına erişiyor; sonra kıvrılıp geliş yönüne dönüyor ve usulca salonun önüne park ediyor.

Bir süre bekliyorum.

Telefon.

Tek tuş ve O.

Biz uzun ve gülümseyen kelimelerin arasında dolaşırken banttan gelmekte olan bagajını yakalıyor. Birazdan onu çok özleyen Çekik Gözlü Mavi Kuş'u ile kucaklaşacak.  Eve vardığında, henüz kapıya ulaşmamış ve onu açmamışken Benedict boynuna atlayacak. Diğer kardeşleri de etrafını saracak. 112'ciler yemek verdiklerini söyleyecekler. Sonra, telefonda uzun uzun sarılacağız...



Ve elbette...

 



Covid-19'u anacağız!





Devam yazısı Bira Takıntısı Hâlâ Sürüyor için buradan lütfen.

 

 



*Hay: Yüksek anlamındaki High.

 



**Radyo Z'deki yazı. için buradan lütfen!


***Babamın Ağaçları burada.

 

 

 

 



****Pideciden bahseden bir başka bölüm linkteki  yazının Dün Pazar ara başlığından sonra 

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Hiç Ayrılamayız Derken, Kavuşmak Hayal Olmuştu

Pandemi süreci başladığından beri onunla ilişkimizin arasına ciddi bir mesafe koymuş, yasaklar nedeniyle nihayetlendirmiş, sonrasında bir süre çekingen durarak belki de kalbini kırmıştık. Gözden ırak bıraksak da gönlümüzden asla silmemiştik- silemezdik de. Kasaptan kıyma alıp iç hazırlamak, sonra fırına gidip sosyalleşmek gibi eylemler de nihayetlenmişti. Yeni normal denen süreç başladığındaysa bu kez hafta sonu sokağa çıkma yasakları nedeniyle istesek de kavuşmak mümkün olamıyordu. Üstelik Covid-19'la ilişkimiz fena halde mesafeliydi- ürkütücüydü!

Hasret de bir yere kadar elbette, zaten yeni normale kolay adapte olmuştum, aramızda tatlı ama tedbirli de bir ilişki oluşmuştu. İlk eylemim açılmalarına izin verildikten sonra berbere gitmek, Salih Usta'nın fırın mamulleriyle hasret gidermek, Hasan Abi'de Mantıyla buluşmak, sonraki günlerde de ara ara enfes Karnıyarık, muhteşem Laz Böreği, İzmir Köfte şeklinde devam etmişti.

Cumartesi akşamıysa bir hasret fena halde hissettiriyor kendisini. Üstelik son olarak Çarşamba'da Ennn Sevdiğim Kadınla çok özel bir pidecide çok özel pidelerle tanışmış, gurmelerden birinin dediği gibi damaklarımız çatır çatır çatlamış, akabinde de Pandemi denen süreçle karşılaşmıştık. Hasret gittikçe büyümüş, bir süre önce de kavuşmak hayalken gerçekleşebilir olmuştu.

                                                                                      ***
Arıyorum erkek kardeşimi, gidelim, diyor. 10'da diyorum, 11'de diyor. Diğer paydaşlar da uygun bulunca, saat kesinleşiyor.


Pazar Sabahı

Bayramlıklarını yastığının altına koymuş çocuk gibi uyanıyorum. Kendimi banyoya atıyor, sonra traş oluyordum ki telefondan bip sesi geliyor. Bir mesaj. Kardeş hasrete dayanamamış ve bu ayrılığı daha kısa sürede sonlandırmaya karar vermiş. 10.30'da çıkalımmış... Canıma minnet.

Yeni durumu Mussano'ya iletiyorum. Tırtıl geceyi arkadaşları ile geçirmişti ki onun da haberdar edilmesi lazım.

Bahçeye iniyoruz, maskelerimiz takılı. Çıkarken arayacağız ve Tırtıl yola çıkacak; Onu alacağımız nokta konusunda mutabıkız. Kaptan kardeş binadan çıkıyor, önce evinin çöpünü atacak.

Yola çıkıyor, bir kaç metre sonra sağa dönüp 50 metre sonra duruyoruz. Gideceğimiz yön batı ve pideciye varma süremiz normal yol koşullarında 20 dakika. Beklememek için her zaman olduğu gibi telefonla siparişi veriyoruz.

"Dört kıymalı pide, ortaya da bir kaşarlı ve bir peynirli pide..."

Günün bir önemi daha var, bizden sonraki ilk kavşaktan dönüp doğu yönüne çok gitmişliğim var Pandemi sürecinde ama batı yönüne ilk kez geçeceğim. Yolun belli bir yerinde tamirat başlamış ve şerit teke düşmüş, bir iki de yeni yer açılmış. Bunun dışında pek değişiklik yok. Tırtıl yolun kenarında bekliyor, aldık. İki saatlik uykuyla.  

Eeee gençlik güzel! 
 
Hoş sohbet, bugünkü  maçlar, radara yakalandık derken yakalanmadığımızı anlayıp, öyle bir şey olursa ben sıfırlatırım, diyen Tırtıl'ın sözleri üzerinden yorumlar yaparak varıyoruz mekana. Dış masalardan birine oturuyoruz. Genç Garson'a isim soyad söyleyip, ön siparişimiz olduğunu belirtiyoruz. Bir beş dakika sonra geliyor ve masanın ortasında yerini alıyor, kaşarlı ve peynirli pideler. Miss gibi bir koku yayılıyor evrene. 

Ve elbette turşu.


İlk ısırıklar ve ilk ifadeler:

"Muhteşem!"

Hemen peşine de önden miss kokuları olmak üzere kıymalı pidelerimiz geliyor; üzerlerindeki köy kokan tereyağı parçaları ile...


Övgüler peşi sıra, damaklar kıpır kıpır, hasretin tadı bir başka, sohbet neşeli, ayranlar yöre yoğurdundan ve miss gibi.

Demiştim daha önce, yeni bir pideciyle ve çok özel bir hamurla yeni tanıştığımız çok özel bir günde: Söz konusu Bafra Pidesiyse Turan Usta'yı tek geçerim, diye. Elbette kıyaslıyoruz diğer pidecilerle, hatta şu an bir kitle için çok popüler olan, ilk açıldığında Bafra'daki yerine gittiğimiz ve ondan sonra asla gitmediğimiz, gitmeyeceğimiz yemekçi/pideciyle de. Hadi adını da vereyim, Niyazi Kesim'le... Söz konusu olan pideyse ve pidecilikse... Ve mesleğe saygı ve sadakatse... An itibariyle ve bir kez daha oyumuz topluca Turan Usta'ya. Zevkle, ödediğimizin karşılığını her seferinde alacağımızın bilinciyle geliyoruz buraya. Tıpkı Çarşamba'daki Galip Usta gibi.* Kuşaklar değişir, yeni gelenler eleştirdiğimizle aşık atmaya, daha çok paraya yönelir ve ötekine benzemeyi tercih ederlerse de vadalaşırız elbette...  Pideci mi yok memlekette.


Bitiriyor pidelerimizi içiyoruz keyif çaylarımızı, konuşuyoruz Samsunspor'u, Türk futbolunu, maç anılarını, otomobilleri falan; çocukların anneleri için yaptırdıkları paketimizi de alıyor, ödemeyi yapıyor, sevimli garsonumuza teşekkür ediyor, asla boş geçmiyor, maskelerimizi takarak sohbete  devam edip neşemize neşe katıyoruz. Pandemi sürecinin ilk pide günü olarak da tarihe kayıt düşüp, gün boyu tadını hissederek ve yaşayarak, mutluluğa mutluluk ekliyoruz. Bu arada karşılaştığımız komşumuz genç çift ve minik kızları ile laflıyor, maskeler nerede, diye soruyorum. Arabadaymış!

Sütlaç yiyelim mi Tuncay'da ya da Muşta Lokantasında, teklifimse kabul görmüyor. Uğrayıp paket yaptırabilirdim ama o an bir fikrim göz kırpıyor.

Bu fikirse heyecan veriyor; hem kitap da okursun belki, diyerek de tetikliyor.

                                                                                       ***

Güne biraz kitap, biraz televizyon, biraz bloglar şeklinde devam ediyorum. Güneşin batmasını havanın bir nebze serinleyip nemden kurtulmasını bekliyorum. Biraz yürüyeceğim, acıkırsam bir yerlerde bir şeyler atıştırır, sonra da Pandemi'nin ilk dondurmasını yerim, diye plan yapıyorum. Arada bir dışarı çıktığımda küllahlarındaki dondurmalarla gayet samimi bir ilişki içinde olduklarını görüyordum insanlarımızın ki onlara zaten Pandemi de neydi? Maskeyse hak getireydi.

Yürürken ilk karşılaştıklarım, denizin kıyısındaki çam ağaçlarının altında geleneksel pikniklerini yapan Roman kardeşlerimizdi. Çoluk çocuk bakındım bir umut ama, Allah rızası için bir tek maskeli bile göremedim. Semaverler yanmış, mangallar cızırdıyordu.

Yol boyu, sıkı sıkıya maske takanların yanısıra onu aksesuar olarak orasına burasına takmış, hayata ve Covid-19'a posta koyan, kahramanlık timsali yiğit insanlarımızla da karşılaşıyordum. Bu nasıl bir ego ve dışavurum diye düşünmedim, çünkü tez bile yazabilirim.

Mantı mı yesem Enn Sevdiğim Kadının önerdiği yerde, diyerek mekanı arıyorum ama pek de o kapasitede bir şey yiyecek kadar aç olmadığımı fark ediyorum. Bulamayınca da tahmin ettiğim yerde, Pandemi öncesi son dondurmamı yediğim yere doğru yürüyorum. Oraya gelmeden önce göz attığım popüler mekanlardaki insan kalabalığı gündeme uygun. Kahve Dünyası'nın masa düzenini ise çok takdir ediyorum.

Gördüğüm o ki marka ve zincir mekanlarda dikkat azami, öteki yerlerde hak getire! Bizim belediyenin kafelerineyse gidilebilir; kapıdaki uyarılara kadar herşey yerli yerinde...

Varıyorum dondurmacıya,  balkona, son oturduğum masaya bırakıyorum sırt çantamı. Geçiyorum dondurma dolabının başına.

"Bir kase damla çikolatalı, çilekli, ballı cevizli ve sade dondurma lütfen."



Yanımda son 20 sayfasında olduğum kitabım var. Üzerine yazmaya başlamıştım ve dondurmalı bir fotoğraf da olsa o yazıda diye düşünmüştüm.

Dondurmam erir diye korkuyorum. Ancak bir iki sayfa okuyorum. Dondurmamsa çok güzel, özlemin tadı var. Bu dondurma da Bafra'ya özgü, oradan çıkıp Evrene yayıldı.

Acaba yarım kase daha ballı cevizli ve damla çikolatalı söylesem mi, diye geçiriyorken aklımdan, ya boğazlarında bir sorun, olursa, diyor içsesim. Eskiden olsa üşüttüm tabii, der geçerdik. Ya şimdi?

Vazgeçiyorum.

Türkan'dan poğaçalar alıp eve doğru, bu kez hanımeli kokulu sokaklardan yürüyorum.




* Galip Usta'dan bahis yazıdaki ikinci fotoğraftan sonra, okumak isterseniz buradan lütfen

**Başlık Zeki Müren'in Şimdi Uzaklardasın adlı şarkı sözlerinden evrilmiştir.

31 Ocak 2020 Cuma

Benim içim sıkılamaz mı?

Pazartesi


"Bin türlü kararsızlıkla dolu bir sabaha ulaştım hamdolsun, ki geçen hafta sonundan beri bir kayıp hafta ben için diyebilirim; bir keyifsizlik, bir buçuk hastalık, bir isteksizlik sorma gitsin.

Dün bile, öyle böyle işte!.. Bu sabah da bir şehre ineyim, bir inmeyeyim hali, bir tembele bağlayıp sığıntı sığıntı yaşama isteksizliği ki sorma.:)

Çektim kılıcımı sonunda, dedim bana bi daha geçen hafta sonundan başlayıp bugüne değin süren günler bahşetme Rabbim, bozuşuruz.:)

Bir satır yazma isteği yok yahu, coşkulu bir yaşanmışlık yok, sanat faaliyeti yok... Kuşandım kılıcımı ve çıkıyorum cenge; önce sırf iş olsun diye Atasam'a gideceğim aktarmalı, çıktımı alacağım, oralarda ya da adı batasıca AVM'de bişiler atıştırırım; belki de oradan eczaneye bağlar, Oğuz'a uğrar, oradan Çiftlik, Hakan, Meydan falan yapar, yeni AVM için Türk-iş'te iner, sonra da bu cenaha doğru yürürüm. İş paydos! Yüreğim ne derse o! Yeter laaaannn gelmeyin üstüme, naramı da atarım!:)

Kolay, afiyetli, neşeli bir hafta olsun, kumbaralarımız neşe ile dolsun, taşsın inşallah...:)

Öyle işte!

Yolcu, ellerinizden öper az sonra yola çıktı."

Diye yazdım, göndere bastım ve koyuldum yola.

Bir kahvaltı kararsızlığı yaşasam da istasyona doğru yürürken netleşti kafam, bir grip başlangıcında gibiyim geçen cumartesiden beri, ayarlarım bir türlü yerli yerine oturmuyor. Bir tavuk suyu çorba ile başlayalım o halde. Mahallemizin kadim esnaf lokantasına uğruyorum, çorbama bol limon, az karabiber, çok az da pul biber atıyor ve güne şifalı bir başlangıç yapıyorum. Trendeyim, yanımda güzel de bir kitap var, elim gidip gidip geri geliyor. Cumhuriyet Meydanı'nda iniyorum. İlk adım iskelesine doğru yürüyor, çok uzun zaman sonra manevra yapan bir trenle karşılaşıyor, onun geçişini bekliyor, buna da seviniyorum. Fuarlı yıllara bir özlem selamı çakıyorum ki tam da üst geçidin olduğu noktadayım; ahşap merdivenli köprünün üzerine çıkıp, altımızdan geçecek trenin tadını çıkardığımız çocuk zamanda... Rus Pazarı'nda tur atıyorum, cıvıltısızlığı memleketin hali ile ilgili ip uçları veriyor. Çıkıyorum pazardan aydınlık ve güneşli güne yeniden, bu kez minibüse biniyor, Atasam istikametine doğru gidiyor, ırmak boyundaki ağaçlara seviniyor, coşkuyla bir oraya bir buraya savrulan serçelerin bu afacan haline bayılıyor, sekreterden kontrol sonuçlarımın çıktısını alıyorum. Durumun normal olduğunu biliyorum, telefonla almıştım bir hafta önce zaten. İş olsun diye geldim!

Sonra bayıldığım coğrafya boyunca yürüyor, kendimi başka bir şehirde gibi sanıyor, enn sevdiğim kadına buraları gezdirmeyi bir kez daha düşünüyorum. Irmak boyundaki banklarda ve ağaçların altında kitap okuyup bir şeyler atıştırmayı seveceğini, Derebahçe'nin köy ve mahalle izleri bırakan evlerine, sebze ekili bahçelerine, sokaklarına, internet üzerinden ürün satan saklı yedek parça dükkanına ve doğal halle çelişseler de modern kafelerine bayılacağını biliyorum. Küçük koruyu şimdilik saklı tutuyorum. O ara bir teyze ki manav teyze, kamyonetin üzerindeki muz kolisini yere indirmemi rica ediyor; kucaklıyorum koliyi, o ara teyzenin manavını görüyorum, oraya kadar götürebileceğimi söylüyorum ve götürüyorum. Allah razı olsun, diyor, teşekkür ediyor. Hayırlı işlerin olsun, diyorum teyzeye.

Yürüdüğüm yol üzerinde O'na ayrıca ve özellikle göstermek istediğim bir kahvehane var ki bir an fotoğrafını çekip, mekanın altını çizmeyi düşünüyorum ama bundan hemen vazgeçiyorum. Fakat durup, bu özel mekana doğru bakarak bir ön izleme yapmaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Ağaç altı köşe masalardan birinde, İngiliz tuğlalı bu şirin mekanın duvar dibinde, yolu seyrederek çay içerken görüyorum kendimizi ki tam o an bayılarak okuduğum Ben û Sen'den izler ve onun müdavimleri geliyor aklıma... Alın işte bir GYM Center ve de sauna daha! Şu kadim balıkçının şık restoranında, arka camın önündekilerinden, mahalle ve demir yolu manzarasına mazhar bir masada, uzun ufuklara, görkemli dağlara bakar gözlerle taze balık yemek nasıl olur? Hımmmm güzel olabilir, alkolsüz olsa da mekan.. Bir kaç dakika önce önünden geçtiğim ve her daim bayıldığım sürpriz bir noktadaki küçük kahveci dükkanına, O'na kahve almak için uğrasam mı diye düşünüyor, bundan vazgeçiyorum. Kırmızı ışık yeşil olduğunda bir elindeki bastondan destek alarak çok ufak adımlarla karşıya geçmeye çalışan amcaya yardım edebileceğimi söylüyor, o onaylayınca boştaki koluna girip kırmızıya evrilmeden ışık, onu karşıya geçiriyorum. Ne de güzel gülümsüyor! 56'lara doğru sapmayı düşünüyorum varınca kavşağa, buradaki canlılığa bir nebze seviniyorum. O tarafa yürümekten vaz geçiyor, eski Tekel binalarından adliyeye evrilen yeşillikli alanı bir kez daha beğeniyor, bölgeye kattığı canlılığı onaylıyor, yayalara öncelik tanıyan taksi şoförüne elimle selam verip teşekkür ediyor, ev şirinliğindeki küçük kafenin su börekleri ve de karalahana çorbası bir kez daha aklımı alıyor ama ben gülümseyerek eczaneye giriyorum. "Çocuklar gribim desem değilim, yandım bittim desem o da değilim ama yine de bir şey var, bir enerji yoksunluğu içindeyim. Bana bir şey önerir misiniz?"

"Herkes aynı."

Güzel cevap. Aile doktorumuz Oğuz'a danışmaktan vazgeçiyorum. Eski ve kadim pastane Efes'te salep içme fikrim var. Vedat'a uğruyorum, sigorta acentası, elimizde büyüyenlerden, eylem maceralarımı dinlemeye bayılan miniklerden ki şu ana yolda saman eylemi gecesinin tanıklarından biri kendisi. Henüz işe gelmemiş, çocukluk, ilk gençlik arkadaşlarımın, bizi ağzı açık dinleyen en küçük kardeşi; sarışına yakın kumral, renkli gözlü ve üç çocuk babası bir genç adam şimdi. Benimle özellikle tanıştırdığı bir voleybolcu kızla çıkardı ve onunla da erken bir yaşta evlendi. Mesutlar.

Önceki ve takdir ettiğim başkan döneminde hoş bir açık hava AVM'si şeklinde düzenlenen, bu durumu da zaman içinde işsizliğin nedeni sayan bir avuç esnaf ve 400 kişi toplamlı bir anket sonucunda yeni belediye başkanı sayesinde tekrar trafiğe açılmasına karar verilen ve biz kuşağı için çok ama çok özel bir anlamı olan İstiklal Caddesi'nde (Çiftlik) yürüyorum. Efes Pastanesi'nin önüne vardığımda bir iki yıl önceki halinin aksi soluk, ışıksız ve silik şu anki durumu üzse de beni yine de içeri giriyorum. Yanılmıyorum; maalesef ki Efes'te salep yok, hayat da! Üzücü bir durum, canı gitmiş gibi sessiz bir pastane. Memleketin durumu benden beter yani! Mado'nun önünden geçerken geleneksel salep afişi dikkatimi çekiyor, ama inancım sıfır. Önce dış masalardan birine oturuyorum, ısıtıcıya bir tık uzağa... sonra içeri geçmeye karar veriyorum.

"Bir salep lütfen."

Bir küçük kap dövülmüş ceviz ve yine aynı ebatta bir miktar kuru üzüm, bir küçük zencefilli kurabiye ve bolca doldurulmuş mini tarçın kabı ile hoş bir sunum. Ama şeklen geleneksel, yoksa mikrodalgadan geçip de geliyor. Olsun, ben gelenekselin tadını çıkarıyorum; bir kaç kaşık öğütülmüş cevizi içine atıyor, biraz üzüm ilave ediyor ve usul usul karıştırıyorum, sonra da üzerine bolca tarçın serpiyorum. Sonrası eğlenceli bir oyun; kah kaşığı daldırıp üzüm, ceviz, tarçın ve salep birlikteliğinin tadını çıkarıyor, bazen de doğrudan fincanı alıp yudumluyorum. Mekan hoşuma gidiyor ve bana da gelişimim konusunda iyi geliyor.

Varıyorum Hakan'a. Epey kalıyorum orada. Hakan fotokopi işi ve toner dolumu yapıyor, elimin değdiği çocuklarından sanayinin. Aynı hatayı sürekli yapıyor, dertsiz başına kesin bir ortak buluyor, sonra kesinlikle sorunlarla ayrılıyor ama yine de bir şekilde yükseltebiliyor kendini. Her zamanki gibi demiştin abileri dinliyorum. Çıkıyorum oradan ve bu kez caddeyi geri doğru yürüyorum, Et Lokantası'na uğrayacağım, kesin. Deva İşkembecisi aklımı çelmeye çalışsa da Et Lokantası'ndayım. İki kişilik masalardan birine oturuyorum. Bir kadın grubunun yemeği var sanırım, lokanta canlı. Şehrin kadim yıllardan bu yana en iyi öğlen menüsü çıkaran üç üst segment lokantasından son kalanı. Ötekiler Cumhuriyetle yaşıt Cumhuriyet Lokantası ve Oskar ki artık yoklar. Bir sürü yemek içinde kararsızken dolmalar gözüme çarpıyor. Patates püresi de hemen yanındaki Rostoyu işaret ediyor ama?!.. 

"Karışık lahana sarma, yanına da bir miktar yoğurt lütfen!"

Tadını çıkara çıkara yiyorum dolmaları; bir eski zaman filminin lokanta sahnesindeki adama özenmiş genç çocuk gibi ki lokanta zaten hoş bir şıklığa sahip, beyaz tabakların üzerine hoş bir dizaynla yerleştirilmiş kolalı peçeteleri olan nadir yerlerden biri. Eski usul soylu bir Lokanta yani. Cumhuriyet'i örnek alarak bu mekanı yaratan ama asla Cumhuriyet yapamayan Ulutan Abi'yi de saygıyla anıyorum. Tadım gittikçe yükseliyor. Usul usul fabrika ayarlarıma dönüyor gibiyim.

Minibüsten tam da Armada 1 Özel Kız Öğrenci Yurdu'nun önünde iniyorum. İçeri süzülüyor ve güzel müdiresi, çok da sevdiğim komşum Saadet Hanımın karşısına çöküyorum. Kulak çınlamamın ve doğrudan ayaklarımın beni içeri taşımasının sebebi de anlaşılıyor. Çalışanlarından tatlı bir genç kız hafta sonu Sinop'a gidecekmiş ve benim yazımdan notlar çıkarmış kendine. Çaylar geliyor, konu konuyu açıyor ve gün akşama varıyor. Şimdi daha da iyiyim. Eve geçiyor, hiç alakadar olmadığım işimin son haline bakıyorum.


Dün Pazar

Aslında arızanın başladığı cumartesinin haftasındaki pazar günü başlamıştım kendimi iyileştirme programıma. Şu geçtiğimiz pazar yani. Önce yeni keşif noktalarımdan birine pazar pidesi keyfi için gitmiştim.

"Bir açık kıymalı ve yumurtalı pide lütfen."



Mekanın kış bahçesindeyim, bu ikinci gelişim ve ilk geldiğimde hem pidesini hem mekanı, hem de çalışanlarını sevmiştim. Türkçeyi tatlı dille konuşan güleryüzlü, sempatik ve bunda da samimi genç kız istersem üst kata çıkabileceğimi söylüyor; bu bölümü sevdiğimi ve burada kalmak istediğimi belirtiyorum. Sanırım garson problemi var ve bu nedenle de müşterileri bir arada tutmak istiyorlar. Sakıncası varsa yerimi değiştirebileceğimi söylüyorum ki bir genç çiftin özellikle kadın olanı istemesine rağmen üst kata çıkardılar ki olaya müdahil oldum. Ben, dedim, buradayım işte! Erkek garson fırsat vermedi, onlar da diretmediler. Sonuçta benimle ilgilenen genç kız, bir sakıncası olmadığını ve kalabileceğimi söylüyor. Onun incitilmesini istemiyorum.

Önce keşkeğimi ve salatamı getiriyor, turşuyu istemiyor ve geri yolluyorum. Tüm bu süreç içinde de kitabıma göz atıyor, bir yandan da enfes keşkeğimin tadını çıkarıyorum. Pidem çıtır çıtır ve ince bir hamur, son derece iyi kavrulmuş, soğanı kıvamında lezzetli bir kıyma ve tam da olması gereken kıvamda bırakılmış yumurta ile gelen şahane bir pide. Bir fincan çayla birlikte onun da tadını usul usul çıkarıyorum. Ana caddenin ardında tam köşebaşındaki, ağaçlar içinde apartman olmayı bekleyen son evlerden biri manzaram. Köydü burası yahu, hem de ne güzel bir köy! Naz bir kaç yıl önce, ben inşaatları bitirmek üzereyken tam, sormuştu, kaplumbağaları... alıp eve getirdiğimiz kaplumbağaları; nereden almıştık dayı, diye. Burnumuzun ucundan, demiştim.


Bir çay daha içip, ödememi yapıp, ustaya teşekkür ediyorum. Geçen geldiğimde bir kadın elinden çıktığını düşünüp de kim yaptı diye sorunca keşkeği; pide ustasının elinden olduğunu öğrenmiş ve çok başarılı bulduğumun altını çizmiştim, dolayısı ile teşekkür doğrudan ustaya bu kez. Tatlı ve Türki Cumhuriyetlerden olduğunu düşündüğüm garsonum diğer arkadaşları ile yemekte, uğrayıp bizzat ve bir kez daha teşekkür edip ona, çıkıyorum caddeye. Bir Forrest Gump efekti var bende, o ataletten kurtulmak için elimden geleni ardıma koymuyorum ve uzun bir tura çıkıyorum, Cağaloğlu'nda. Bir kaç yüz metre sonra, geçen yıl çocuklarla gittiğimiz, çok sevdiğim, dış masalarında oturduğumuz ve geçen günlerden birinde oraya gitsem dediğim kebapçı dükkanının kapandığını görünce üzülüyorum. Oysa ne kadar çok kapanan yer görüyorum! Sonra ara caddelerden dönüyorum, fitness salonlarının çokluğuna bir kulp takıyorum; yeni sosyalleşme alanları! Hiç değilse sanal değil! Sonra bölgedeki değişim hızını düşünüyorum; dünyanın gelişmiş tüm ülkelerinde yüz yılda oluşmayacak yapılaşma ve hızlı değişimin on yıllarla ifade buluşuna şaşırmıyor ama insana uzun yaşıyormuş hissi verdiğini düşünüyorum. On yıl öncesini biliyorum ama sanki gerçekten yüzyıl önceymiş gibi uzak hissediyorum. Usul adımlarla ara sokaklardan eve doğru yürüyorum. Sahilde bir tur atıyor, eve ve kendi banklarıma varmadan ama mıntıkamdaki bir banka oturuyorum. Güneş güzel, martılar pür neşe. Açıyorum kitabımı.


Tam başlıyorum okumaya ki bir kadın sesi, "Buraneros." Kafamı kaldırıyorum ki burnumun dibinde bir genç kız ve bir köpek. Gülümsüyor. Bir de adımı seslenen kadın. "Figen!"  Boşananlar kulübünden, çocuklarımın annesinin arkadaşı, büyük oğullarımız aynı sınıftaydı ayrıca, hatta bebeklik arkadaşıydılar. Bir kaç gün önce daire bakıyorlardı ve sevdiğim, kendi işlerimizi de verdiğim emlakçıya yönlendirmiştim onları. Köpeği tutan genç kız gelini, ufak tefek tatlı bir kız. Yeni aldığı deniz manzaralı bize de yakın daireyi konuşuyoruz, iyi yaptığını söylüyorum; mutfağın duvarını da yıktırmış. Salona açık ve deniz gören mutfak! Ucuza aldığının altını da ayrıca çiziyorum. Biraz daha sohbetten sonra vedalaşıyoruz. Kitabı, duraklama döneminde olduğum için gıdım gıdım okuyorum, normalde bitmiş olması gerekirdi ama bu yavaşlık da hoşuma gidiyor çünkü kendimi uzun süredir Cezayir'de yaşıyormuş gibi hissediyorum. Genç bir kadın yazar Kaouther Adımı, Fransa'da yaşıyor. Kitabın baş kahramanı bir kitabevi, Vraies Richesse. Üstelik zamanlar arası yolculuklar tadından yenmiyor. Üstelik bildiğimiz tanıdığımız pek çok yazar var öykünün içinde... Bir de günlük var; arada bir önümüze çıkan ve güzel izler bırakan. Fakat bu zaman yolculukları çok güzel ve de çok zevkli; bir bakıyoruz yıl 2017, bir bakıyoruz yıl 1938. Satır satır yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim kitabı. Öyle uzun bişi de değil, 186 sayfa ki şu yazıyı yazarken hala bitirmemiş durumdayım. Son yüzyıldır O'nu, kitabı ve Cezayir'i yaşıyorum sanıyorum. Eğri zamanıma doğru denk gelmiş bir kitap diyebilirim. Beni mutlu ediyor. Bir fikir veriyor, bir hayal kurduruyor. Gözüme kestirdiğim bir yer de var!


Birazdan toparlanıyorum, eve doğru yönelirken güneş aklımı çeliyor, martılar ve sahil, güneş, babamın ağaçları, açıktaki gemiler ve iskele kışkırtıyor ve yürümeye karar veriyorum. Yeni ve kocaman kahve mekanı açılmış, bir tane açılmak üzere ve devasa bir tane için de cooming soon levhası asılmış ama biraz daha dekorasyon işi var. Ellerinde kahve bardakları ile şu güzel mahallenin, havanın, denizin, sohbetin tadını çıkaran insanlar... Ne güzel! Dönüyorum ve bir süre sonra yürüyüşe çıkmış erkek kardeşimle karşılaşıyorum; yeni açılan AVM'ye gidiyor. Pazartesi günü gitmeyi düşüneceğim ama sonra bundan vazgeçeceğim AVM'ye, City Mall. Bir an tereddüt yaşasam da yol gözümde büyüyor. Biraz daha banklar, biraz daha kitap...

Şimdi evdeyim, salona açık mutfağımdan denize bakıyorum. Elimde bol limonlu sıcacık ve de şekersiz bir kant. Altındaki tabağa boşaltılıp soğutularak içirildiğim kant yıllarımın uzağında bir yaştayım. Gülümsüyorum.

Bir de Seni özlüyorum.



*Devam yazısı: Hayaller Gerçekleşmelerin Önizlemesidir!


25 Aralık 2019 Çarşamba

Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk...

Pazar sabahı için anlaşıyoruz; vakit gelince arayıp uyandıracağım ve muhtemeldir ki 10'da da yola çıkacağız. Zaten erken uyanan biriyim! Bir uyanıyorum ki henüz günün iki buçuğuncu saati; bir süre uykuya dönemiyor bilgisayarda oyun, biraz kitap derken saat altı gibi yeniden uyuyorum ama saati de dokuza kuruyorum, öyle anlaştık. Sonrasında bir uyanıyorum ki saat on otuz iki; ya çaldığını duymadım ya da cep telefonu eline zorla tıkıştırılmış ben, saati kuramadım. Telaşlanıyorum, düşündüklerimizin tamamını yapabileceğimiz noktasında, endişeliyim. Bir de mekanın kalabalık olacağı ve yer bulamayacağız gibi bir düşüncem var ki mekan bir süre önce vitrine çıkartıldı üstelik! Çocukluktan miras bir telaş bende, popülerlik saldırısından korkuyorum. Arıyorum enn sevdiğim kadını, uyandırıyorum; planı revize ediyoruz ve arabayla gitmeye karar veriyoruz. Oysa tren artı kasabaya giden halk otobüsleri şeklindeydi hayalimiz; gün batarken de bizim barınakta, denize karşı balık...


Eğlenceli bir yolculuk, sohbetli ve müzikli. Güzergâh zaten zevkli. Eğer erken çıkabilseydik, daha zevkli saklı bir yolu tercih edecektik ki yol arkadaşımın bu fikrimden haberi yok, ama yolu biliyor: Ölü demir yolunun üzerindeki eski istasyonu ve ahşap traversleri görünce ve bayılınca o gün, arabayı boş istasyon binasının yanına park edip kahvenin yanındaki köy bakkalından  soğuk kolaları, köy bakkalı gofretlerini, çikolataları ve krakerleri almış, geçmişini içimize çeke çeke tatlarını çıkarmıştık; hemen istasyonun yanındaki çok hoş ve kadim bahçesinde, çınar ağacının altındaki tahta masada... Salıncaklarında sallanırken "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek gidelim," de demiştik. Sulu hamurdan pide vaat etmiş, çok da övmüştüm. Üstelik Ercan Nuri Bey, makinistlerin en popüleri, yayımladığı ahşap travers fotoğrafını şıp diye tanımış, sormuştu: Neresi bura? Beni aldığından beri o yoldan gitme fikrinden hiç söz etmiyorum... Ta ki bu yazıya kadar. Aslında iyi de yapıyorum!

Varıyoruz kasabaya. İkinci köprüyü geçip otoparka bırakıyoruz arabayı. Daha önce geldiğimizi, ona bir bakkalı gösterdiğimi, hatta Bakkal Amca ile tanıştırdığımı, sanıyorum. Birlikte gelmediğimiz gibi, hiç bir yerini de gezmemiş bugüne kadar... ama Göğceli'yi* biliyor, görmüş, bir arkadaş cenazesinde. Bir bakıma şanslı, rehberinin en çok geldiği noktalardan birinde ve şaşırıp bayılacağı pek çok an'a ve güzelliğe tanıklık edebilecek. Üstelik güneş saklıda dursa da hava muhteşem.

Bu yazıda şöyle bir enteresanlık var; kurgusu sıralı değil. Zaman sıçramalı bir yazı. Buraya gelmemizin ilk ve ana sebebi pide. Benim için ilk değil ama bu mekân benim için de bir ilk. Bu şaşırtıcı bir durum. Yıllardır gelip gittiğim, yiyip içtiğim, çokça tanıdığım olan bir kasaba olmasına rağmen duymadığım ve bilmediğim bir pideci! Yeriyle ilgili bir tahminim var, enn sevdiğim kadının telefonundan da yardım alıyoruz ve bölgeye varıyoruz. Hatta kahvecinin üst tarafındaki sokağa giriyoruz ama yola koyulmuş küçük tabelaları bile görmüyoruz. Bulamıyor ve soruyoruz; eski çarşıyı gezip, gün nedeniyle kapalı olan tarihi bedestanın dış cephesine hayran kalıp, içeriye de kepenklerin arasından bakıp, Bakkal Amcanın nesilleri tükenmekte olan bakkalına bayıldıktan biraz sonra.


Kahveciden sonraki sokakta değil de bir üstteymiş, ona girsek elimizle koymuş gibi bulacakmışız aslında! Üstelik fotoğraf makinem yerdeki tabelaları görmüş ama ben görememişim. Şimdi küçük sokaktaki mekânın önündeyiz, camında ünlü gurme ile çekilmiş ve büyütülmüş bir fotoğraf var. Küçük, temiz ve sevimli bir dükkân. İki genç adam. "Hanginiz Galip Usta," diye soruyorum, biraz sohbetten sonra... Bir yere kadar gitmiş Galip Usta, bu efendi çocuklar, Aşkın ve Mücahit, ustanın yeğenleri. Öğreniyorum ki yirmi yıldır buradalarmış. Söz ediyorum öte geçedeki, çok da beğendiğimiz, kasabanın en iyisi bildiğimiz pideciden. "Sulu hamurdan yapıyordu," diyorum; çocuklarsa "Bizden başka sulu hamurla yapan yok," diyorlar. Şaşırıyorum fakat bu kasabanın pidesinin adıyla anılmasındaki farkın da sulu hamurundan olduğunu biliyorum, belki de son yıllarda kalmamıştır diye düşünüyorum. "Vedat Milor bahsetmese demek ki varlığınızdan haberdar olmadan bu dünyadan göçecektik," diyorum.

"Bir kapalı kıymalı lütfen."

"Bir de peynirli lütfen."

Usta açık mı? diye soruyor peynirli için ki biz tereddütteyiz, daha doğrusu ben. Çünkü tadım maksatlı olarak ikisinden sonra, beğenirsek  bir üçüncüyü yeriz fikrim var. Ustanın da önerisiyle ve aklımıza da yattığı ve genel tercihimiz de o olduğu için karışık peynirli, açık ve yumurtalıda karar kılıyoruz.



Hava çok güzel, saklı ve küçük sokakta... Dışarıdaki masalardan birine oturuyoruz. Sıralı ve ahşap ayakkabı tamir kulübeleri çok sevimli ki bir tanesinde davul zurna hizmeti bile var. Park etmiş, eski usul iki bisiklet sokağa renk katıyorlar... Aklımızsa semaverde.

Kasabanın ayakkabıları meşhur ki adıyla anılıyorlar. Kendilerine has stilleri var; yumurta topuklular ve biraz da kabadayılar. Enn sevdiğim kadın kendi ayağına göre yaptırma fikrinde, en racon modelini öneriyorum ki onun fikri de o yönde. Dans ayakkabısı olarak kullanacak! Bence onunla sınırlı kalmayacak,  gündeliğe de kullanacak ki işte o zaman bu ayakkabılar, maskulen bir akımın işaret fişeği olacak.

Geliyor pidenin kapalı kıymalısı.

"İki ayran lütfen."


Sanki çıtır çıtır bir börek hamuru, öylesine incecik. "Tüm ezberlerinizi bozacağım," diye gülümsüyor pide. Öylesine kendinden emin ki. Birer parça alıyoruz. Bu kez bayılıyoruz, diyemeyeceğim çünkü anı ve tadı anlatmaya yetmez. Yeni bir milat bu! Tartışmasız. Bugüne dek gördüğümüz en ince pide hamuru. Lezzet inanılmaz, sanki hiç pide yememiş, tadı nedir bilmezmişiz bir hayranlığın tutsağıyız. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; "İki ayran lütfen," dediğimizde, "kendi ayranınız var mı?" diye sormadık.  Çünkü burada bu sorunun anlamsız olduğu hissine kapıldık.

Vay vay vaayyy... hem de ne vay! Kaşar peyniri ve yöre peyniri harmanlanmış, bir çok yerdeki gibi ikisi birbirinden ayrı şekilde hamurun ayrı iki yerine koyulmamış. Yumurta tam kararında bir rafadanlıkta... tereyağını konuşmaya hiç gerek yok, çünkü burası bir ova. Tarihi, yeniden yazıyoruz!


Salatalarını çok beğeniyorum. Domatesi, hıyarı, biberi sanki bahçeden; dikkatimi çeken bir lezzeti var domatesin. Biber turşularına dokunmuyoruz ki dilimiz damağımız acısıyla uyuşmasın. Bir tarih yazılıyor ve hiç bir nüansını kaçırmaktan yana değiliz. Bitiyoruz pidelere... ve şimdi assolisti çağırma vakti, enn sevdiğim kadın ufak bir tereddüt içinde... bense götüreceğimizden eminim. Kendime güveniyorum. Seslenmiyor, kalkıyor masadan ve içeri geçiyorum. Öyle temiz bir çalışma alanı ki.. ve pırıl pırıl, beyaz tişörtleri ile çocuklar.

"Bir tane de kavurmalı yapar mısın lütfen."

Dönüyorum masaya. Kırmızı tişörtlü genç garson geliyor.

"Yumurta ister misiniz?"

"Elbette, lütfen."


Hiç de sıradan olmayan bir kavurma, tereyağını tekrara gerek yok ve sanat eseri kıvamda bırakılmış rafadan bir yumurta. Önce kavurmalı gurmesi tatsın diye bekliyorum. Üstelik bir pide daha mı noktasında kararsız bir isteksizliği vardı. Gözlerini izliyorum. Uç parçayı alıyor, iki yakasını bir araya getiriyor. Yumurtaya değdiriyor. Gözleri konuşmaya başlıyor. Koku başını döndürüyor. Isırdı... ve gitti... Hiç ses çıkarmıyorum. Gittiği yerden dönsün diye bekliyorum. İşte bu! Gözleri gülümsüyor. Damakların sözcüsü dudakları da. Silip süpürüyoruz ki çoğunu ben yiyorum, oysa ki sona bıraktığımız orta kısmını pay etmek istemiştim!

Elimi yıkayıp döndükten sonra görüyorum ki masada ince belli bardaklar. İçindekilere çay demeye dilim varmıyor ki başka yerlerdekileri çaysa bunlar ne?!


Ödeme için geçiyorum içeriye. Hesap şehirdeki standartlara göre çok uygun. Üstelik diğerlerinin tümünden ayrı, özel ve de gerçek bir sanat eseri yediklerimiz. Tüm bu sözleri sarf ederken çocuklara, bunun Vedat Milor'la ilgili olmadığının altını da "Onun önerdiği, bizi çekerse gittiğimiz her yeri de beğenmiyoruz. Üstelik biz doğduğumuz günden beri, pidenin her çeşidini yedik ve  yiyoruz, dolayısı ile -bize göre- iyi kötü ayrımını da yapabiliyoruz" cümleleriyle çiziyorum.

Aslında fırınların ve mekânların tarzı genellikle buradakine oranla daha kalın hamura yönelik ki bu da kendi arasında farklıklar gösteriyor; kimi kapalı pideyi iki parmak genişliğinde yapıyor kimi neredeyse dört parmak. Tarzlarına göre Çarşamba Pidesi, Terme Pidesi, Bafra Pidesi şeklinde adlandırılan bu yiyecek nüanslarla ayrılıyor birbirinden. Elbette her birini daha güzel yapıp öne çıkan mekanlar var; mesela Bafra Pidesi ise söz konusu olan Turhan Usta'yı bire yazarım. Fakat bir de Çınarlık Pidesi var ki o başka bir şey; belediyeye ait mekânlarda yaşama döndürülmüş bu pide kapalı, incecik ve çıtır hamurlu; içinde kaşar peyniri ve kavurma olan, elbette tereyağlı ve üzeri çörek otlu bir efsane. Özellikle Samsun Atlı Spor Tesislerindeki restoranda, şahane manzara eşliğinde yenilmeli.


Bakkalımızsa kapalı. Bu açık gününde gelmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Enn sevdiğim kadın bayıldı, sol vitrindeki yıllanmış meyve sularını özellikle gösterdim ki onlara da bayıldı. Ya sundurmanın üzerindeki kasayı yuva yapmış kediler?! Üst katı da merak etti, sordu, görecek tez zamanda ve Bakkal Amcaya soracak! Üstelik Bakkal Amca bize çay ısmarlayacak.

Göğceli'ye yürümeden önce Rahtıvan Caminin arka sokağındaki sepetçilere gidiyoruz. Sokak zaten geçmişe ışınlanmışız gibi, satıcı abiler çok tatlı, kendi el emekleri sepetlerin küçüğünden alıyor en sevdiğim kadın. Elbette mavili.  Bu çarşıdaki bazı kepenkler fotoğraflık, o kepenklerin dükkânları da... Bir geçmişe yolculuk alanı burası.

Yürürken Göğceli'ye ekili ve ağaçlı bir bahçenin içindeki ev, elbette çok sevimli kedi, kaçınılmaz freni yaptırıyorlar. Sessizce, uyandırmama gayretli adımlarla yaklaşıyoruz duvarın dibine... Uyumakta olan sevimli kedi şöyle bir açıyor gözlerini ki buna açmak denir mi, bilmiyorum; uykusu çok tatlı belli ki... birini zorla açıyor, uyku öyle ağır basıyor ki  bedensel hiçbir kıpırtı yok. Öyle de tatlı. Güvendi bize, bir zarar vermez bunlar diye düşündü mutlaka ki tekrar gözlerini yumuyor ve uyumaya devam ediyor.


Güzel ve eski evler görerek varıyoruz Göğceli Mezarlığına. Karşısında, yüksek betonlarının üzerindeki tel örgüleri, yüksek nöbetçi kulübeleri, miğferleriyle nöbetçiler, dışarıdaki turnike, ıssızlık, boş ziyaretçi bankları ve projektörleriyle bir Nazi kampını anımsatan ve dilime vurarak ifademe şekil veren Cezaevi. Giriyoruz mezarlığa ki hemfikir olduğumuz bir nokta var, bu mezarlığın güzelliği. En sevdiğim kadın bir doktor arkadaşını, ben de uzun yıllar mağaza komşuluğu yaptığımız bir ailenin, en yakın arkadaşlarımdan birinin mezarlarını ziyaret edeceğiz. O ara gerçekten çok özenle düzenlenmiş, çok sayıda ve aynı soyadlı mezarın olduğu alanda duruyoruz. Belli ki soylu bir ailenin aile mezarlığı. Soyadları da bunu çağrıştırıyor zaten. Ercan'la tanışıyoruz. İlginç bir karakter, annesi de bu aileden... teslim alıyor bizi, çiçek çiçek, ağaç ağaç anlatmaktan geri kalmadığı gibi yatanların her birinden tek tek, kariyerleri ile birlikte, kim kimin nesi şeklinde anlatıyor. Soyad zaten çarpıcı, meslekler ise hakikaten şaşırtıcı. Hiç evlenmemiş bir anne kuzusu kendisi. Yaş 55 ama göstermiyor. Yalnızlık dilinde ki yakalamışken bizi, bırakmıyor.

Kurtulamıyoruz Ercan'dan, burayı nasıl bu hale getirdiğini anlatıyor, uzun uzun. Sonunda, artık yeter noktasında, onu kırmamak için sonuna vardığımız sabrımızın yeter yahu dediği anda  mezarları ziyaret edeceğimiz için izin istiyoruz. Yine de kurtulamıyoruz ve bizzat o mezarlara da götürüyor ki onun da tanıdıkları. Doktoru iyiliklerle övüyor. Göğceli Camisini de anlatıyor, o camiyi uzun yıllar önce hayata döndürenin ben olduğumu bilmeden. Ama artık bu özel cami hakkında çok şey biliyor.

Mezarlıktan çıkınca  başka bir yol öneriyorum; güzel evlerin, bağların bahçelerin olduğu... Mahallenin BİM'ine giriyorum, öncesinde sen gözünü kapat ve bekle diyorum. Yeni tanıştığım, ebatları ezber bozan ve bayıldığım, yeni ürün, ince uzun gofretlerden almak için. Çıktığımda uzatıyorum, bakmamasını tekrar ederek. Bayıldı bile. Üstelik az sonra neredeyse bir golün asistini yapacaktı. Asist başarılıydı ama, santrfor golü yapamadı. Çocuklarla sohbetse çok tatlı. Ya çıkmaz olduğunu bilmediğimiz sokaktaki koca bahçeli ilçenin ileri geleni! Harika bir alan, ve harika bir ev. Saklı!



Yaklaşınca ırmağın kenarına kahve için eskiden bildiğim, kızarmış dondurma bile yapan pastaneyi öneriyorum ama ya bulamıyoruz ya da kapandı veya taşındı, diye düşünüyorum. Beyya geçeden, ötça geçeye yürüyoruz; eskiden taşıtların da girdiği ama çok eskisinde aynı kısmın kayıklarla geçilebildiği noktadaki tarihi köprüde. Artık düzen bozulmuş. Gidenlerle gelenler karışık nizam, oysa taşıtların geçtiği yıllarında, gidenler ve dönenler kendilerinin solundaki kaldırımı kullanırlar, dolayısı ile kimse kimsenin önünü kesmez, yol verme karmaşası yaşanmaz ve  adet olmuş bu güzel akış göze de çok hoş gelirdi.

Köprünün ötça geçesindeki Emirgan Parkında içeceğiz, kahvelerimizi. Yeşilırmağın kenarında,  ağaçlık ve güzel parkın içindeki güzel kafede, Boğaziçi mimarili üçüncü köprüye bakarak...

"İki orta şekerli kahve lütfen."

Hoş bir sunum. Akşamın en güzel saatleri, üstelik muhteşem bir hava. Parkın sevimli yolunun üzerine bir çocuk, boylu boyunca uzanıyor. Çocuklardan birinin annesi cep telefonunun kamerasını hazır ediyor ve bekliyor. Kayıt başlıyor. Farklı yaşlarda patenleriyle üç çocuk bizim önümüzden sırayla start alıyor. Gittikçe hızlanıyorlar ve hooop çocuğun üzerinden sıçrayarak geçiyorlar. O an, çocukken yazılarını bayılarak okuduğum Çetin Altan'ı sohbetimize katıyorum. Onun kuaförleri olan, köy kahvelerinde kadınlı erkekli oturulan ve mutlaka keman ya da piyano çalınan Türkiye tasavvurundan söz ediyorum! Kahvelerimiz çok güzel. Küçük şekerlemeler ve lokumların olduğu minik çanağımı boşaltmışım çoktan. Hayatın güzel anlarından biri. Emirgan çok güzel. Yeşillikler üzerindeki top arabası, az ötemizdeki ağaç, köprünün bir bölümü, havadaki hafif pus ve  kandilleri yanan uzaktaki Rahtıvan cami. Muhteşem bir kare. Fotoğrafa hapsediyorum. Kaçırılacak gibi değil!


Köprünün üzerinden akşamın sunduğu güzellikleri izliyoruz. O ara ışıkları yanıyor köprünün. İki, üç poz çekip makineyi kapattığımda da sönüyor. "Bizim için yaktılar," diyorum tabii ki... sonrasında espriler sıra sıra.


Bu köprü üzerindeki köpeklerin ki mahalle kavgası düzeyindeki kalabalık kavgasını saymazsak, günün en ilginç karşılaşması, köprü demirlerine asılmış kilitlerdi. Büyük ve bitmeyecek aşkların bazıları pas tutmuş kilitleri. Öyle bir sıcaklık kattılar ki günümüze... Üstelik burası Texas namıyla ünlü Çarşamba.

Uzun süre ırmaktaki balıkçılları izliyoruz. Bir de kendini hep saklıda tutan güneşin güne veda ışıklarını. Bu kez sahilden yürüyoruz; enn sevdiğim kadına, ırmak manzaralı bistro, balıkçı tezgahları, kafeler ve balık lokantalarını göstermek için... Hava, günün rengi, Aralık ayında bile dış masalarda oturulabiliyor olması... bir şeyi çağırıyorlar!



Not: Geçe, ötça- öte geçe ve beyya-beri geçe, köprüden evvel hayvanları ve kendilerini kayıklarla karşıdan karşıya geçirdikleri çok eski yıllardan bir ifade ediştir ki aynı zamanda iki geçe insanlarının aralarındaki rekabetin simgesi bir öteleme, küçük görme sıfatıdır. Şu an yayaların kullandığı ilk köprünün Atatürk'ün emriyle başlatıldığı, ve ayrımı ortadan kaldırdığı, barışı sağladığı  da söylenmektedir ki şu anki kullanımı tüm bu ötelemelerden uzak, artık çok da kullanılmayan sempatik bir tariflemedir.


*Göğceli Camisinin İlginç Hikayesi

25 Eylül 2012 Salı

Öz Terme Pide Salonu İyidir

Giyim dünyasının çok sevdiğim bir lafı vardır, tek bir cümle gibi durur ama anlamı çok şeyi içerir: İlk malı müşteri alır sonrakileri mağaza satar.

Burası tam da bu cümlenin doğruluğunun yaşamımızdaki güzel örneklerinden biridir. Mekanı, Mussano'nun yıllar önce henüz lisedeyken arkadaşlarıyla geldiği bir günde beğenip yıllar sonra bir gün önünden geçerken bize söylemesiyle  aklımızın bir kenarına yazmıştık. Kendisiyle ilgili bir önceliğimiz yoktu, tercih ettiğimiz öncelikli mekanlar başkalarıydı. Bir gün, özellikle Tırtıl'ın talebi üzerine çok beğendiğimiz bir cağ kebapçıya gitmeye karar vermişken, oranın kapandığını görmüş, bunun üzerine de aklımızda kaydı bulunan ve söz konusu yerin hemen yakınındaki bu pideciye gitmeye karar vermiştik.

Dükkandan içeri adımımızı attığımız andan itibaren sonucun ne olabileceğini aşağı yukarı kestirmiştik.

Her birimiz farklı olmak koşuluyla açık pastırmalı, açık kıymalı ve açık kuşbaşılı sipariş etmiş; ortaya da kapalı kıymalı ve kapalı peynirli pide söylemiştik.

Mekandan çıktığımızda kurduğumuz ortak cümlemiz "Burası insana yeme keyfi yaşatan ve çıktığı anda da hiç pişmanlık hissettirmeyen, mutlu kılan bir mekan"dı.

O hafta sonu bu referansı kardeşe de sunmuş ve bu kez dört kişi olarak gelmiştik aynı mekana... Üstelik günlerden pazardı ve saat  tam da "evde pide zamanı"ndaydı.

Sonuçta yine her birimiz farklı pideler söyleyip ortaya da her zaman olduğu gibi biri peynirli diğeri kıymalı olmak üzere iki pide sipariş etmiştik. Sonuç yine olumluydu. Üstelik ilk kez gelen kardeş de geçer not vermişti.

Üzerinde kesin ittifaklar sağladığımız mekan sayısı azdır. Birimizin çok beğendiğine bir diğerimiz kendince kusurlar buluruz, ama bu mekandan aldığımız keyfe hiç birimiz en ufak bir eleştiri bile getiremiyoruz.

Geçen pazar, bir süre önce Park'ın karşısındaki yeni mekanına taşınan pideciyi bir kez daha ziyaret ettik, dışarı çıktığımızda tekrar edilen her zamanki ifadeydi: "Mutluyuz."  Yemek elbette bir mutluluk halidir ama bu cümleyi insana tekrar ettirecek mekan sayısı çok azdır. Çoğu zaman yemek eyleminden mutluluk çıkaran siz olursunuz. Çok beğenmeseniz de, umduğunuzu bulamasanız da ve  bir bukelamunsanız üstelik; olumsuzları görmezden gelip anın keyfini çıkarabilirsiniz. Ama burası hiç bir şekilde yediklerinizle, onlardan aldığınız keyifle aranıza, görmezden geleceğiniz bir şey sokmuyor.

Bir çok parlak mekanın  profesyonel ilgiyi gözünüze sokma halinin rahatsızlığını, sahteliğini, burada görmüyorsunuz. Burada son derece doğal ve samimi bir hizmet var. Özenli ve kendine has masalarına, garsonların üst başına, masanıza getirilen salataya, çatal bıçağa baktığınızda; sıcaklığı, iyi şeyler yapma hevesini ve işe gösterilen özeni anlıyorsunuz. Yeni mekanda göremediğimiz ama önceki yerinde  masaların kenarında duran  anket formları hoşumuza gitmiş; bu mütevazi mekanın işine, dolayısıyla müşterisine duyduğu saygının göstergesi olarak değerlendirilmiş ve bunu bir artı olarak yazmıştık hanesine.

Pide genel olarak Bafra, Çarşamba, Terme gibi yöre adları ile adlandırılsa da  hamur ve  farklı içlerden oluşturulmuş bir yiyecek sonuç itibariyle... her yöre kendince nüanslar katarak farklı kılmaya çalışmış kendi pidesini. Terme Pidesinin temel özelliği hamurunun diğerlerine oranla ince olması. Ve bu mekan, gördüğümüz tüm pideciler içinde iç malzemesini en dolgun kullanan yerlerden biri. Üstelik evde yaptığımız içler ile buranınkiler arasında çok fark sezemiyoruz biz.

Pazar sabahları burayı özellikle tercih ediyoruz. Çünkü ortam, kurduğumuz sofra, bize sadece evde yaşayabildiğimiz Pazar  Ritüellerinin keyfini duyumsatıyor. Öz Terme Pide Salonu'nun* sevdiğimiz yanlarından biri -ki bu bizim için önemli bir kriterdir- kendi ayranını kendi yapıyor olması. Mekanda hazır ayran da var tabii ki.

Burada insanların evlerinden getirdikleri içler ile pide yaptırabiliyor olması da kendinizi pazar günü pide için fırında bulunan biri gibi hissetmenizi de sağlıyor. "Sen Kendini Sadece Pide mi Sanmıştın" başlıklı  yazımdaki hissiyatı ve dolayısıyla bir pide ritüelinin tadını bize en çok duyumsatan mekan tartışmasız burası. Üstelik Öz Terme Pide Salonu, mis gibi tereyağ kokan ortamda yaşadığınız mutluluğa karşı ödediğiniz parayı da sonuna kadar helal ettiriyor.

*19 Mayıs Mah.Cumhuriyet Cad.No:34 HEYKEL KARŞISI - SAMSUN  


Sevgili Gökçe'ye Özel Notlar:
  
Burası, Parkın karşısında Birtat'ın iki dükkan yanında.

Ritüel başlıklı yazıdaki -içi evden- pideyi yaptırdığımız mekan ise: 56'larda, Jaja ve Coffe Home'un karşı köşesinde, eski 56'lar Fırının yerinde olan Gazi Unlu Mamüller.

Ayrıca Atakent Sahil yolundaki Gırgır'ın pidesini de öneririm.

Ve yine Kirazlık'ta Kerimbey Konağı'nınkini.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP